Örnek Vaazlar - D.İ.B.

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Mekke müşriklerini anlamak çok zor. Hem Peygamberimizi kendilerine düşman biliyor, hem de onu en güvenilir kişi bilerek kıymetli eşyalarını ve mücevherlerini ona emânet ediyorlardı. Kendi adamlarına güvenmiyorlardı. O yüce Peygamberde emânete verdiği önemi burada gösteriyor. Böyle hem kendisi ve hem de müslümanlar için ölüm kalım savaşı verirken yanındaki emanetleri sahiplerine vermek için Hz. Ali'yi Mekke'de bırakıyor, yatağına yatırıyordu.
Hz. Ali, durumun vehâmetini yani Peygamberimizin yatağının bir ölüm yatağı olabileceğini bildiği halde hiç tereddüt etmeden aldığı emri yerine getiriyordu.
Akşam oldu. Katiller ve câniler evin etrafını sardılar. Peygamberimizin dışarı çıkmasını bekliyorlar. Çünkü bir adamı evinin içinde öldürmek, Araplarda cinayetin en çirkini sayılırdı. Bunun için katiller bu geleneğe uyarak Peygamberimizi evinde değil, dışarı çıktıktan sonra öldürmek istiyorlardı.
Peygamberimiz yerden bir avuç toprak aldı "Yâsîn" sûresini baştaraftan

"Önlerinden bir set ve arkalarından bir set çektik de onları kapattık, artık görmezler." Âyetine kadar okuyarak kendisini öldürmek için bekleyen silahlı kişilerin üzerine saçtı ve gözlerinin önünde aralarından çıkıp gitti, onu göremediler.
Evden çıkan Peygamberimiz Kâbe'yi ziyaret etti ve orada şu duygu dolu sözleri söyledi:

"Ey Mekke, vallahi sen Allah katında yeryüzünün en hayırlı yerisin. Bana da en sevimli yerisin. Vallahi eğer buradan çıkmaya mecbur bırakılmasaydım, çıkmazdım."4

Sevr Mağarası
Peygamberimiz ve Hz. Ebû Bekir Mekke'nin güneyinde bir buçuk saat mesafedeki Sevr dağına vardılar. Dağı tırmanarak zirvesindeki mağaraya gizlendiler.
Değerli mü'minler, bakınız burada da Peygamberimiz bize tedbir almadan Allah'a tevekkül etmenin, Allah'ın emrettiği tevekkül olmayacağını öğretiyor. Medîne'ye gidecekler. Medîne ise Mekke'nin kuzeyinde bulunuyor. Ama bir tedbir olmak üzere Medîne'ye ters istikamette bulunan Sevr dağına geliyor ve bir tedbir olmak üzere burada saklanıyorlar.
Peygamberimizin buradaki davranışları, onun Allah'a nasıl candan bağlı olduğunu gösteriyor. Öyle ise tedbir almadan tevekkül etmek dinin emrettiği tevekkül değildir.
Eli silahlı caniler evi sarmış Peygamberimizin dışarı çıkmasını bekliyorlardı. Onlar bekleye dursunlar Peygamberimiz evden çıkıp gitmişti.
Sabaha kadar beklediler. Dışarı çıkan olmayınca eve girdiler. Yatakta Hz. Ali'yi görünce şaşırdılar ve boşuna beklediklerini anladılar. Hz. Ali'yi alıp götürdüler ve bir süre sonra serbest bıraktılar.
Mekke müşrikleri guruplar halinde her tarafta Peygamberimizi aramaya koyuldular, bulamadılar. Bulana yüz deve vereceklerini ilân ettiler. Her tarafı arıyorlardı. Hatta bunlardan bir kısmı mağaranın ağzına kadar gelmiş, o kadar yaklaşmışlardı ki, adımlarının sesi içerden duyuluyordu. Hz. Ebû Bekir endişelenmeye başladı Peygamberimize, kulağına eğilerek, "Düşmanlar çok yaklaştı, o kadar ki, ayaklarının dibine bir baksalar bizi görecekler" dedi. Peygamberimiz ona cevap verdi:
"Gam yeme, Allah bizimle beraberdir." Hatta o sırada mağaranın kapısına kadar gelenlerden biri mağaranın içine girip aramak istemiş. Umeyye b. Halef ona.
- Orada ne işin var? Aklını mı yitirdin. Baksana Muhammed doğmadan önce orada örümcekler ağ germiş, kuşlar yuva yapmış, dedi ve içeriye girmesine engel oldu.
Mağaranın ağzına örümcekler ağ germiş bir çift güvercin yuva yapmıştı. İşte Tarih kitaplarının sözünü ettikleri mağara mûcizeleri bunlardır.
Allah bir kulunu korumak istedikten sonra onun sebeplerini de yaratır. Konu ile ilgili Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyuruluyor:

"Eğer siz ona (Allah'ın Resûlüne) yardım etmezseniz (bu önemli değil); Allah ona yardım etmiştir. Hani kâfirler onu iki kişiden biri olarak (Ebu Bekir ile birlikte Mekke'den) çıkarmışlardı; hani onlar mağaradaydı, O, arkadaşına, üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir, diyordu. Bunun üzerine Allah ona (sükunet sağlayan) emniyetini indirdi. Onu sizin görmediğiniz bir ordu ile destekledi ve kâfir olanların sözünü alçalttı. Allah'ın sözü ise zaten yücedir. Çünkü Allah üstündür, hikmet sahibidir.'' 5
Peygamberimiz ve Hz. Ebû Bekir Sevr mağarasında üç gün üç gece kaldılar. Hz. Ebû Bekir'in küçük oğlu Abdullah geceleri gelir, Mekke'de olup bitenleri onlara bildirir, şafak sökerken şehre dönerdi.
Dördüncü gün olunca Kureyşin kendilerini takip etme işinin gevşediğine inanarak mağaradan çıktılar. Bir gayr-ı müslim olan ve fakat güvenilir biri olan Abdullah b. Ureykıt'ı kendilerine yol göstermek üzere ücretle tuttular ve Medîne'ye gitmek üzere çöllere daldılar.

Süraka'nın Atı Sürçüyor
Kureyş daha önce Hz. Muhammed'i ölü veya diri yakalayana yüz deve vereceğini ilân etmişti. Bu büyük bahşişi almak için kendine güvenen pek çok kimse Peygamberimizin peşine düştü. Bunlardan biri de Süraka b. Cu'şum idi. Bu mükafata aldanarak Peygamberimizin izini takip etmiş. Peygamberimiz ve arkadaşı dinlenmek üzere konduğu yere varmış, hemen atını mahmuzlayarak ilerlemiş fakat onlara yetişmeden atının ayağı sürçmüş, kendisi de yere yuvarlanmıştı. Süraka okunu alarak Arap âdetine göre falına bakmış, fal fena çıkmıştı. Ancak yüz develik mükafat gözünün önüne gelince falı unutmuş, ilerlemeye karar vermiş, bu sefer de atının ayakları kuma iyice gömülmüştü. Süraka atından inerek tekrar falına bakmış, bu işte bir fevkalâdelik olduğunu anlamıştı. Bunun üzerine Süraka Peygamberimize doğru ilerlemiş, ona Kureyşin ilân ettiği mükafatı haber vermiş ve kendisini affetmesi için yalvarmaya başlamıştı. Bu bir tesadüf değil, Cenâb-ı Hakk'ın Peygamberimizi koruduğunun alâmetidir.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Süraka İslâmiyetin parlak geleceğini de anlamış ve Peygamberimizden kendisine bir ferman verilmesini istemişti. Bu ferman da kendisine verilmişti. Süraka daha sonra müslüman olmuştur.
Süraka fermanı alınca geri dönmüş, arkadan gelen takipçileri de geri çevirmiştir.
İşte görülüyor ki, Cenâb-ı Hakk bir şeyi murad ettiği zaman onun sebebini de yaratıyor. Daha birkaç dakika önce Peygamberimizi yakalamak için koşan Süraka şimdi buna engel oluyordu. Az önce kendisi takipçi olduğu halde şimdi takipçileri geri çeviriyordu.
Bir rivâyete göre Ebû Cehil, sonraları Süraka'nın bu hareketiyle alay ederek onu ayıplamış, o da: "Eğer atımın nasıl kuma batıp saplandığını görseydin, Muhammed'in Peygamberliğini sen de tasdik eder, ona inanırdın." demiştir.
Süraka geri döndükten sonra bu küçük kafile kızgın çöllerde yoluna devam etti.
Bu yolculuğun ne kadar güç şartlar altında yapıldığını bugün anlamak mümkün değildir. Yiyecek yok, su yok, serinleyecekleri bir gölgelik yok. Her tarafı saran alev dalgaları çölü kasıp kavuruyor. Yedi gün yedi gece bu kızgın çöllerde, vâdilere dalarak dağlara çıkarak yürüdüler.
Mekke'den Medîne'ye giderken yolda şu âyet-i kerîme nâzil oldu.

"Kur'an-ı (okumayı, tebliğ etmeyi ve ona uymayı) sana farz kılan Allah, elbette seni (Mekke'ye) iade edecektir.'' 6
Mekke-i Mükerreme'ye dönüşün müjdesi de böylece verilmiş oluyordu. Peygamberimizin Medîne'ye gelmekte olduğunu haber alan Medîneliler onu heyecanla bekliyorlardı. Medine halkı her sabah şehir dışına çıkıyor, öğleye kadar rahmet Peygamberinin gelişini gözlüyorlardı. Sonra da üzülerek şehre geri dönüyorlardı. Bir gün halk bekledikten sonra şehre dönerken bir kalenin tepesinde duran bir Yahudi kızı uzaktan bir kafile gördü. Hemen halka haber gönderdi, "Beklediğiniz misafir geliyor'' dedi.
Bu haber üzerine şehir baştan başa sevinç ile çalkalandı. Medîneliler bayramlıklarını giyerek ve silâhlarını kuşanarak bu aziz misafiri karşılamaya çıktılar.
Medîne'ye bir saat mesafede "Kubâ'' adı verilen bir yer vardı. Medînelilerin bir çok aileleri burada yaşarlardı. Gülsüm b. Hedm'in başkanı olduğu Amr b. Avf ailesi buranın en tanınmış sakinlerindendi. Peygamberimiz buraya ulaştığı zaman bu aileler onu tekbirlerle karşıladılar. Kâinatın efendisini misafir etme şerefi onlara nasip oldu.
Peygamberimizin Mekke'den hareketinden üç gün sonra Hz. Ali de Mekke'den ayrılmış ve Kubâ'da Peygamberimize yetişerek o da bu âile tarafından misafir edilmişti. Zaten Ashâb-ı Kirâm'dan pek çoğu bu âilenin yanında misafir olarak bulunuyordu.
Peygamberimiz Kubâ ya Milâdî 622 yılı 20 Eylül Pazartesi günü ulaştı. Peygamberimiz burada ilk iş olarak Gülsüm b. Hedm'in hurmalarını kuruttuğu yerde bir mescid inşa etmiştir. Bu mescidin inşasında Peygamberimiz herkesle birlikte bir amele gibi çalışmıştır. İslâm'da ilk inşa edilen bu mescid hakkında Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurulmuştur:

"İlk günden takvâ üzerine kurulan mescid (kubâ mescidi) içinde namaz kılman elbette daha doğrudur. Onda temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah da çok temizlenenleri sever.''7
Peygamberimiz burada 14 gün kaldıktan sonra bir Cuma günü Medîne'ye hareket etti. Beni Salim mahallesinden geçerken Cuma vakti girdiği için burada Cuma namazını kıldı. İlk Cuma namazı burada kılınan namazdır.
Namazdan sonra Medîne'ye doğru yola çıktı. Kubâ'dan Medîne'ye kadar halk yolların iki tarafına sıralanmışlardı. İçten gelen bir sevgi ile tezahürât yapıyorlardı. Medîne, böyle bir güne ilk defa şahit olmuş oluyordu. Peygamberimiz geçerken, sağdan soldan, "Buyurun ey Allah'ın Resûlü, işte evlerimiz, işte mallarımız, işte canlarımız, emrinize amâde'' diyerek davet ediyorlardı. Peygamberimiz bu samimi davetlere nezâketle karşılık veriyor, yoluna devam ediyordu.
Peygamberimiz tam şehre gireceği sırada kalabalık o dereceyi bulmuş ki, kadınlar damların üzerine çıkarak şarkılar söylüyorlardı. O gün hep birlikte şu şiiri söylüyorlardı:
"Dolunay vedâ dağının sırtlarından bize doğdu. Allah'a yalvaran bulundukça bize de şükretmek düşer. Ey bize gönderilen Peygamber, sen, itaat olunan emirle geldin.''
Mini mini yavrular da şöyle diyorlardı:
"Biz Neccâr zâdelerin kızlarıyız. Muhammed'in komşuluğu ne hoş komşuluktur.''
Herkes bu büyük misafiri kendi evinde ağırlamak istiyor, devesinin yularına sarılarak, "Buyurun, ey Allah'ın Resûlü" diyordu. Peygamberimiz ise gülümseyerek:
Deveyi kendi haline bırakınız, o memurdur, diyor, onların gönüllerini hoş ediyordu.
Deve önce Beni Neccar'dan iki yetime ait bir arsaya çöktü ve hemen kalktı. Peygamberimiz daha sonra bu arsayı satın alarak burada mescidini inşa etmiştir.
Deve ikinci defa çöktü ve boynunu uzatarak tatlı bir şekilde bağırdı. Bunun üzerine Peygamberimiz, "İnşaallah konağımız burasıdır" diyerek devesinden indi. Burası Neccar oğullarından Halid b. Zeyd'in, yani Ebû Eyyûbi Ensârî hazretlerinin evine en yakındı ve onun misafiri oldu.
İşte Hicret Olayı.

C. Hicretin Sonuç ve Etkileri
Hicret, İslâm Tarihinin en önemli olayıdır. İslâmiyet Mekke şehri hudutları dışına hicretle taşmış ve bu güneş dünyaya Medîne ufuklarından yayılmıştır. Kur'an-ı Kerîm âyetlerinin bir kısmı Mekke'de, bazıları da Medîne'de nâil olmuştur.
Bu büyük olaya ilk müslümanlar fazlaca önem verdikleri ve diğer olaylardan daha çok anılmaya değer buldukları için Hz. Ömer'in halifeliği zamanında onu tarih başı kabul etmişlerdir.
Hicret olayının milletimiz ve ülkemiz için hayırlara vesile olmasını Cenâb-ı Hak'tan diliyorum. Allah, milletimiz ve memleketimizi her türlü felâket ve musîbetlerden muhafaza buyursun. Âmin.
DİPNOTLAR
1 Buhari, Menakıp, 45.
2 Buhari, Menakıp, 45; İbn Hişâm, c. l, s. 480.
3 Enfal, 30.
4 İbn Mâce, Menâsik, 103.
5 Tevbe, 40.
6 Kasas, 85.
7 Tevbe,108.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
[ İlim Payelerin En Üstünüdür ]​
Değerli müminler!
Bugünkü sohbetimizde ilmin dinimizdeki öneminden söz edeceğim.
Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruyor:

"Yaratan Rabbinin adıyla oku. O, insanı bir aşılanmış yumurtadan yarattı. Oku, insana bilmediklerini belleten, kalemle (yazmayı) öğreten Rabbin, en büyük kerem sahibidir."1
Bu ayetler, Kur'an-ı Kerim'in ilk nazil olan ayetleridir. Peygamberimiz Hira mağarasında iken nazil olmuşlardır. Peygamberimiz, kendisine Peygamberlik verilmeden önce Mekke'de bulunan Nur dağındaki Hira mağarasına gider, orada günlerce kalırdı. Buraya giderken azığını da beraberinde götürürdü. Azığı bitince eve döner, azık alır ve tekrar mağaraya giderdi. Peygamberimiz bu mağaraya yalnızlıktan hoşlandığı için giderdi. Mağaradaki sessizlik, onun düşünmesine yardımcı olurdu. Peygamberimiz burada hem kendi varlığı hakkında hem de her çeşit değer ölçülerini yitirmiş olan ve sosyal yönden çok kötü durumda bulunan o günkü toplumun, bu durumdan nasıl kurtulacağı hakkında düşünürdü. İşte bir gün Peygamberimiz Hira mağarasında düşünceye daldığı sırada Cebrâil aleyhi's-selam adındaki melek gelerek kendisine bu ayetleri getirmiş ve Peygamber olarak görevlendirilmiş olduğu müjdelenmişti.2
İbn Kesir Tefsirinde bu ayetlerle ilgili olarak şöyle diyor: "Kur'an-ı Kerim'den ilk nazil olan bu mübarek âyetlerdir. Bunlar, Allah'ın biz kullarına ilk rahmeti ve ihsan ettiği ilk nimetidir."3
Evet, bu âyetler "Oku'' diye başlıyor, Allah'ın biz kullarına ilk emridir bu. Âyet-i Kerime'de okuma emredilirken neyin okunacağı belirtilmemiştir. Kişinin kendisi, içinde yaşadığı toplum, hatta insanlık için yararlı olacak bütün ilimlerin okunup öğrenilmesi bu emrin kapsamı içindedir.
Ayrıca okumaya başlarken, Allah'ın adını anarak O'ndan yardım dileyerek başlanılması emrediliyor. Besmele, her işimizin başında bir anahtar görevi görür. "Bismillâhi'r-Rahmani'r-Rahim" demeden, Allah'ın adını anmadan başlanılan her hangi bir işde başarıya erişilemeyeceği Peygamberimiz tarafından bildirilmiştir.4 Okuyup öğrenmek gibi önemli bir işe başlarken Allah'ın adını anarak başlamamız özel olarak emrediliyor.
Okur-yazar olmayan bir Peygambere inen ilk âyetlerde okumaktan ve kalemle yazmaktan söz ediliyor, "Rabbin insanoğluna kalemle yazmayı öğretmiştir.'' deniliyor, kalem o gün olduğu gibi bugün de insan hayatında en etkili öğretim aracıdır.

Değerli Kardeşlerim!
İlim en üstün payedir. Allah Teâlâ Âdem aleyhi's-selam'ı bu özelliği ile meleklere tercih ederek, yeryüzünde halife tayin etmiştir. Konu ile ilgili olarak Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruluyor:

"(Ey Muhammed) şu zamanı hatırla ki, Rabbin meleklere, "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım'' demişti. (Melekler): orda bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birini mi yaratacaksınız? Oysa biz seni överek tesbih ediyor seni takdis ediyoruz" dediler." (Rabbin): ''Ben sizin bilmediklerinizi bilirim" dedi. Adem'e bütün isimleri öğretti. Sonra onları meleklere gösterip: ''Haydi sözünüzde doğru iseniz bana şunları isimleri ile haber verin'' buyurdu. (Melekler):" Rabbimiz, seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz, bizim, senin bize öğrettiğinden başka bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz sen, bilensin, hakimsin'' dediler. (Allah): ''Ey Adem, bunlara, onları isimleri ile haber ver'' buyurdu. Bu emir üzerine Adem, onlara, isimleri ile onları haber verince, (Allah): ''Ben size, göklerin ve yerin gayblarını bilirim, sizin açıkladığınızı da içinizde sakladığınızı da bilirim dememiş miydim?" buyurdu.5
Görülüyor ki, Allah Teâlâ Hz. Adem'i halife olarak yaratmış ve durumu melekleri ile istişare eder gibi onlara bildirmiştir. Onların, yeryüzüne kendilerinin halife olmasını istemeleri üzerine, Hz. Adem'i bilgilendirmiş ve bu bilgi sayesinde onu halife tayin ettiğini onlara da kabul ettirmiştir. Bilgi bir üstünlük sebebidir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de:

"Kime hikmet verilmiş ise ona çok hayır verilmiş demektir.''6 buyurulmuştur. Âyetteki hikmet, yararlı olan bilgi demektir. İnsanlığa yararlı olan bilgi, ona sahip olan için elbette bir üstünlük vesilesidir. Allah Tealâ bilenlerle bilmeyenlerin aynı kefeye konmasının doğru olmayacağını bildirmiş ve:


"(Ey Muhammed) de ki; Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyle düşünür.''7 Peygamberimiz her vesile ile ilmin üstünlüğüne dikkat çekmiştir. Bir defasında Ebû Zer (r.a.)e hitaben şöyle buyurmuştur:

"Ey Ebû Zer, sabahleyin evinden çıkıp Kur'an'dan bir âyet öğrenmen, senin için yüz rek'at nafile namaz kılmandan daha hayırlıdır. Yine sabahleyin evinden çıkıp -kendisiyle amel edilsin veya edilmesin- ilimden bir bölüm öğrenmen, senin için bin rek'at nafile namazdan daha hayırlıdır.8
Yaşayışına yön vermek ve başkalarına öğretmek için ilim öğrenen kimse Allah yolundadır ve Allah'ın hoşnut olduğu bir işle meşgul demektir.
Kesîr İbn Kays (r.a.) anlatıyor: Ben Dımışk (Şam) camiinde Ebû'd-Derdâ'nın yanında oturuyordum. Bir adam geldi ve:
Ey Ebû'd-Derdâ, Peygamberimizden rivayet ettiğini duyduğum bir hadisi şerif için Peygamberimizin şehri olan Medine-i Münevvere'den geldim, dedi. Ebû'd-Derdâ, geliş amacının bu olup olmadığını öğrenmek için ona:
- Şam'a bir ticaret için gelmedin mi? diye sordu. Adam:
- Hayır, öyle bir iş için gelmiş değilim, dedi. Ebûd-Derda:
- Hadis öğrenmekten başka bir iş için de mi gelmedin? diye sordu Adam:
- Hayır, (rivayet ettiğini duyduğum hadisi şerifi senden dinlemekten başka bir iş için gelmedim) dedi. Bunun üzerine Ebû'd-Derdâ: Ben Allah'ın Peygamberinden işittim şöyle buyurmuştu:

"Her kim bir yola girer ve onda ilim isterse, Allah onun için cennete giden bir yolu kolaylaştırır. Melekler ilim öğrenenlere, yaptıklarından hoşlandıkları için, kanatlarını gererler. Göklerde ve yerde olanlar, hatta sudaki balıklar ilim öğrenen kimseye Allah'tan yardım ve bağış dilerler. İlim sahibinin Âbid'ten (ibadet edenden) üstünlüğü, ay'ın diğer yıldızlardan üstünlüğü gibidir. Alimler, Peygamberlerin varisleridir. Peygamberler ne dinar ne de dirhem miras bırakmadılar, ancak ilim miras bıraktılar. Şu halde o ilmi alan büyük bir pay almış demektir."9
Hadisi şeriften şu hususlar öğrenilmektedir;
a. İlim öğrenmek için harcanan çaba, Allah yolunda harcanmış bir çabadır ve insanı cennete götürür. Daha açık bir ifade ile ilim yolu cennet yoludur ve ne güzel bir yoldur. Bu yola giren kimseye melekler yardımcı olur. Yalnız melekler değil, yerde ve göklerdekiler bu öğrenciye dua eder, Allah'ın onu bağışlamasını dilerler.
b. Çoğu zaman tartışılan bir soruya da cevap verilmektedir. Soru şu: "İnsan ilimle mi meşgul olmalı, yoksa nafile ibadete mi ağırlık vermeli? Bunlardan hangisi ilim mi, nafile ibadet mi Allah'ın rızasını kazanmaya vesile olur? İşte tartışılan bu soruya şu cevap verilmektedir. Alim ile âbid arasında ay ile yıldızlar arasındaki kadar fark vardır. Çünkü bilgin bilgisi ile çevresini aydınlatır ve içinde yaşadığı topluma hatta bütün insanlara ışık tutar, yol gösterir. Abid ise her ne kadar yaptığı nafile ibadetle övülmeye değer ise de başkalarına bir yararı olmaz. İbadeti ancak kendisine yarar sağlar. İlmi tercih eden ise öyle değil, O, öğrendiği bilgi ile hem kendisine hem de çevresine yararlı olur. Bakınız Peygamberimiz ne buyuruyor:
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
"Senin yüzünden Allah Teâlâ'nın bir kimseyi hidayete erdirmesi, senin için dünyadan ve dünyada olan her şeyden daha hayırlıdır."10
c. Alimlerin Peygamberlerin varisleri olduğu da müjdelenmektedir. Şüphesiz öyledir. Çünkü Peygamberler ilimden başka miras olarak bir şey bırakmamışlardır. Alimler de ilim öğrenme yolunu seçmekle Peygamberlerin varisleri olmak gibi bir şerefi kazanmış oluyorlar.
Peygamberimizin arkadaşlarından Ebû Hureyre (r.a.) hemen hemen Peygamberimizden hiç ayrılmayan bir sahabi idi. O, Peygamberimizle bulunduğu sürece, ilim öğrenir, Peygamberimizin sözlerine dikkat ederek onları ezberlerdi.
Bu sahabi, bir gün Medine'de sokağa çıktı. Halk sokakta dolaşıyordu. Onlara şöyle seslendi:
- Peygamberimizin mirası bölüşülüyor, siz ise burada vakit geçiriyorsunuz, gidip o mirastan payınızı alsanız ya? deyince, halk:
- Nerede bölüşülüyor? diye sorarlar. Ebû Hureyre radıyallahu anh:
- Mescidde bölüşülüyor, diye cevap verir. Halk koşarak mescide gider, sonra geri dönerler. Ebû Hureyre (r.a.) onların geri geldiklerini görünce, sorar:
- Ne oldu? Onlar cevap verir:
- Biz mescide gittik, ama sizin söylediğiniz gibi orada taksim edilen herhangi bir şey görmedik, derler. Ebû Hureyre tekrar sorar:
- Siz mescidde hiç kimse görmediniz mi? der. Onlar:
- Evet, bazı kimseler gördük, bir kısmı namaz kılıyor, bir kısmı Kur'an okuyor, bir kısmı da helâl ve haram gibi konular tartışıyordu, derler. Bunun üzerine Ebû Hureyre radiyallahu anh:
- Yazıklar olsun size, işte o, Peygamberin mirasıdır, der.11
Değerli kardeşlerim, evet, alim yaşadığı sürece çevresini aydınlatarak, bu tavrı ile Allah'ın rızasını kazanacağı gibi, yetiştirdiği öğrenciler ve bıraktığı yazılı eserlerle öldükten sonra da amel defterinin kapanmamasını sağlar.
Ebû Hureyre (r.a.) Peygamberimizin şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

"Mümin, ölümünden sonra hayatta iken öğrettiği ve yayınladığı ilimden, geride bıraktığı iyi evlâttan, miras olarak bıraktığı mushaftan, yaptırdığı mescidden, yolcular için inşa ettiği misafir evinden, akıttığı sudan, sağlıklı iken malından çıkardığı sadakadan kendisine sevap ulaşır."12
İnsanın kazançları arasında en çok övülmeye değer olanı ilim olduğu için, Allah Teâlâ alimlerin derecelerini yükselteceğini bildirmiş ve:

"Ey inananlar! Toplantılarda size ''yer açın'' denince, yer açın ki, Allah da size genişlik versin. ''Kalkın'' denildiği zaman da hemen kalkın ki, Allah, içinizden inanmış olanları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin. Allah yaptıklarınızdan haberdardır."13
Bu âyet, ilmin fazileti ve alimin üstünlüğü hakkında açık bir delildir. İlim tahsil eden kimsenin derecesini Allah Teâlâ'nın yükselteceği bildiriliyor.
Allah Teâlâ Peygamberimize şöyle emrediyor:

"(Ey Muhammed) de ki: Rabbim, benim ilmimi artır."14
Peygamberimiz de bu emre uyarak "Allah'ım, bana öğrettiğin ilimden beni yararlandır, yararlı olacak ilmi bana öğret. İlmimi artır. Her hal üzere Allah'a hamd olsun"15 diye dua etmiştir.
Peygamberimiz, Allah'ın kendisine verdiği ilimden yararlandırılmasını istiyor. Başka bir duasında kendisine faydalı olmayan ilimden de Allah'a sığınıyor.
İnsan niçin ilim öğrenir? İnsan, öğrendiğini hayata geçirmek ve başkalarına da öğretmek, faydalı olmak için ilim tahsil eder. Bu düşünce ile ilim tahsil edilmelidir. Böyle ilim tahsil edilirken ömrü vefa etmeyip ölen kimselerle ilgili olarak Peygamberimiz şu müjdeyi veriyor:

"İlim tahsil ederken eceli gelip ölen kimse, kendisi ile Peygamberler arasında ancak bir derece, Peygamberlik derecesi olduğu halde Allah'a kavuşur."16
İlim sahiplerinin diğer insanlara göre derecelerinin bu kadar üstün olmasının sebebi nedir? Denecek olursa, bu sorunun cevabını da Kur'an-ı Kerim'den öğrenelim.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Allah Teâlâ buyuruyor:

"Kulları içerisinde ancak alimler (gereğince) Allah'tan korkar."17 Çünkü alimler Allah Teâlâ'yı daha iyi tanır ve O'nun Peygamberleri aracılığı ile insanlara gönderdiği mesajları daha iyi kavrar. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de:

"İşte biz bu temsilleri insanlar için getiriyoruz, fakat onları ancak bilgi sahibi olanlar düşünüp anlayabilir."18 buyurulmuştur. Değerli müminler, Peygamberimiz iki şeyin gıpta edilmeye değer olduğunu bildiriyor. Bunlardan biri, Allah'ın kendisine mal verip de, o malı Allah yolunda harcamaya muvaffak kıldığı kimse, diğeri de kendisine hikmet (ilim) verip de o ilim gereğince hükmetmesini ve başkasına da o ilmi öğretmesini nasip ettiği kimse.19
Değerli müminler, okuma-yazma, bilgi edinme, edindiği bilgiden yararlanma ve başkalarını da yararlandırma hakkında hadis kitaplarında pek çok rivayetler vardır. Bilgi insana hem dünyada ve hem de ahirette faydalıdır. Bilgisiz yapılan ibadet bile makbul değildir. Bunun için Peygamberimiz:


"İlim öğrenmek her müslümana farzdır"20 buyurmuştur. Çünkü yeterli dini bilgimiz olmazsa ibadetlerimizi kusursuz yapamayız. Bu da ahiretteki derecemizi etkiler.
Yeterli ve sağlıklı dinî bilgimizin olmaması, hem ibadetlerimizi eksiksiz yapmamıza hem de bazı kimselerin şahsi çıkarları için bizi kullanmalarına sebep olur. Zaman zaman bunun örnekleri basına yansımakta ve bunları izlemekten rahatsız olmaktayız. Halbuki Peygamberimiz tedavi olmamızı tavsiye ediyor. Bunun için hastalandığımızda doktora baş vurmamızı, hastaneye gidip muayene ve tedavi olmamız gerekiyor. Biz bunu yapmaz da bazı kimselere gidip muska yazdıracak olursak, işte bunlara imkan ve zemin hazırlamış oluruz.
Diğer taraftan kıyamet günü Allah Teâlâ ilim sahiplerine iltifat buyuracaktır. Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:

"Allah Teâlâ kıyamet günü kulları diriltir. Sonra alimleri ayırır ve onlara şöyle hitap eder. "Ey alimler topluluğu, ben ilmi, size azap etmek için vermedim, sizi bağışladım, cennete giriniz."21
Değerli müminler, görülüyor ki, dinimiz okumaya ve bilgi sahibi olmaya büyük önem vermiştir. Bilindiği üzere, İslâmda ilk savaş, Bedir savaşıdır. Bu savaşı müslümanlar kazanmıştır. Bu savaşta esirler de alınmıştır. Peygamberimiz arkadaşlarına danıştıktan sonra, esirlerin fidye karşılığında serbest bırakılmalarını emretmiştir. Ancak fidye verecek durumda olmayanlardan her birinin on müslüman çocuğa okuma-yazma öğretmeleri halinde onların da serbest kalacağını bildirmiştir.22 Zeyd b. Sabit radiyallahu anh, bu şekilde okuma- yazma öğrenenlerdendir.
Bu olay, Peygamberimizin okuma- yazmaya ne kadar önem verdiğini göstermektedir. Peygamberimizin şu sözü de bunu teyid etmektedir:

"Hikmet ve ilim müminin yitik malıdır, onu nerede bulursa alır."23
Peygamberimizin bizzat uygulaması ve bu hadisi, ilim öğrenmek için yer, zaman yaş ve cinsiyetin önemli olmadığını göstermektedir. Feyzu'I-Kadir'de şöyle bir hadisi şerif vardır:
"İlim Çin'de (Çin gibi uzak bir yerde) de olsa alınız."24
Bugünkü teknolojinin, ilmin ürünü olduğunda şüphe yoktur. Dinimizin ilim tahsil etmeye neden bu kadar önem verdiği daha iyi anlaşılmaktadır. Müslümanlar, ilmin her çeşit ürününden yararlanırken ilimle meşgul olmamaları düşünülebilir mi? Kur'an-ı Kerim, düşmanlarımıza karşı gücümüzün yettiği kadar kuvvet hazırlamamızı emrediyor. Teknik ilerledikçe kuvvet de değişiyor. Kur'an-ı Kerim indiği zaman savaşlarda etkili olan, kılıç ve ok gibi silahlardı. Ama Kur'an bunları hazırlayın demiyor, kuvvet hazırlayın diyor. Kuvvetin ne olduğu Peygamberimize sorulduğunda, O: Kuvvet atmaktır" buyurmuş ve bunu üç defa tekrarlamıştır. O halde bulunduğumuz asırda en etkili silah hangisi ise onu hazırlamamızın gerektiği bildiriliyor. Bu da ancak bilgi ile mümkündür. Atalarımız dini ilimlere olduğu kadar müsbet ilimlere de önem vermişlerdi. Çünkü Kur'an sadece dini ilimleri değil, diğer ilimleri de tavsiye etmiştir. Kur'an-ı Kerim, yer ve gökler ve bunlardaki yaratılış inceliklerinden söz ediyor ve bu konularda düşünmemizi istiyor. Bu konularda düşünmek, ancak diğer ilimlere âşina olmakla mümkündür. Öyle ise değerli kardeşlerim, dinimiz ve dünyamız için gerekli olan bilgileri öğrenmeli, bu konuda çocuklarımızı yetiştirmeliyiz. Atalarımız öyle yapmışlardı. Sadece dinî ilimlerde değil, diğer ilimlerde de zamanlarına göre ileri gitmiş; müsbet ilimlerin temellerini atmışlardı. Bizler de onlar gibi dinimizin emir ve tavsiyelerine kulak vererek, yavrularımızın iyi yetişmelerine, özen göstermeli, bir takım zararlı akımlarla ilgilenmelerine imkan vermemeliyiz. Onlara mal bırakmak yerine, malımızı,onların bilgi sahibi olmaları için harcamalıyız. Bakınız Hz. Ali ne güzel söylüyor: "İlim maldan hayırlıdır. Çünkü Mal harcamakla azalır, ilim harcamakla çoğalır.''25
Bir hadisi şerif ile konuşmamı tamamlıyorum. Peygamberimiz buyuruyor:

"Ya Öğreten, ya öğrenen, ya dinleyen , ya da ilmi seven ol. Fakat sakın beşincisi olma (yani bunların dışında kalma) helâk olursun"26

DİPNOTLAR
1 Alak,1-5.
2 Bak; Buhari, Kitabu Bedi'l-Halk, 1; Müslim, İman, 73.
3 Tefsiru'l-Kur'ani'l-Azîm, İbni Kesir, c. 4, s. 528.
4 Suyûtî, Feyzu'l-Kadir, V/13.
5 Bakara, 30-33.
6 Bakara, 269.
7 Zümer, 9.
8 İbn Mace, Mukaddime, 16.
9 Buhari, İlm, 10; Ebû Davut, İlm, 1; Tirmizi, İlm,19; İbn Mace, Mukaddime,17.
10 Buhari, Cihad,102; Ahmed b. Hanbel, c. 5, s. 238.
11 Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, c. l, s. 123-124 (Hadis-i Taberâni "Evsat" inde rivayet etmiştir.)
12 İbn Mace, Mukaddime, 20.
13 Mücadele, 11.
14 Taha, 114.
15 İbn Mace, Mukaddime, 23.
16 Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, c. l, s. 123 (Hadisi Taberâni "Evsat"inde rivayet etmiştir).
17 Fatır, 28.
18 Ankebût, 43.
19 Bak. Buhari, İlm, 15.
20 İbn Mace, Mukaddime, 17.
21 Mecmeu'z-Zevaid ve Menbeu'l-Fevaid, c. l, s. 126 (Hadisi, Taberâni "Kebir"inde rivayet etmiştir.
22 Şiblî, İslâm Tarihi, Asrı Saadet, c. l, s. 346, İstanbul, 1921.
23 Tirmizî, İlm, 19.
24 Suyûti,Feyzu'l-Kadir, c. 1, s. 542.
25 Gazâlî, İhyau UIûmi'd-Din, c. 1, s. 7, İstanbul,1312.
26 Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevaid, c. 1, s. 122.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
[ Şehitlik ve Gazilik ]​
Değerli mü'minler!
Bu konuşmamızda şehitliğin ve gaziliğin öneminden söz etmek istiyorum.
İnsan çalışarak pek çok rütbe ve ünvanlar elde eder. Bu rütbelerin başında hiç şüphe yok ki, şehitlik ve gazilik gelir. Çünkü bu rütbeler hayat karşılığında elde edilmekte ve inanç sayesinde kazanılmaktadır. Hem Hak katında ve hemde halk yanında şehadet mertebesine yükselmek, büyük bir mazhariyettir.
Şehit, Allah'ın huzurunda diri olarak hazır bulunup, rızıklandırılacağı ve cennete gireceğine şehadet olunduğu için bu adı almıştır.
Gazi ise, Allah yolunda ve vatan uğrunda savaştığı ve şehit olmayı arzu ettiği halde ölmeyip, sağ kalan kimseye verilen addır. Gazi de şehit olmak ve bu mertebeye yükselmek için savaştığından dolayı o da şehitler derecesindedir. Hatta Peygamberimiz:

''Bir kimse Allah yolunda şehit olmayı can-u gönülden isterse, yatağında ölse dahi Allah onu şehitler derecesine ulaştırır."1 buyurmuştur.

Şehitlerin Fazileti
İnsan niçin şehit veya gazi olmayı ister? Çünkü başka bir çaba ile bu rütbelere erişemez de ondan. Bu rütbeler canı feda etme karşılığında elde edilir.
Peygamberimize bir adam sordu:
- Ey Allah'ın Resulü, bana, savaşa denk olan bir amel göster? Peygamberimiz:
- Buna denk bir amel bulamıyorum, buyurdu. Sonra da:
Savaşçı savaşa çıktığı zaman, camiye kapanır durmadan ve usanmadan namaz kılmaya ve ara vermeden oruç tutmaya gücünüz yeter mi? buyurdu. Bunun üzerine adam:
- Buna kimin gücü yeter, ey Allah'ın Resulü? dedi.2
Tevbe suresi 19. ayetinde şöyle buyruluyor:
"Siz, hacılara su dağıtma ve Neseid-i Haram'ı (kabeyi) onarma işiyle, Allah'a ve ahiret gününe iman edip Allah yolunda savaşanların yaptığı işi bir mi tutuyorsunuz? Bunlar Allah katında eşit olamazlar."
Bu ayet-i kerime'nin nazil olması ile ilgili "Müslim'de şu rivayet yer almaktadır.
Numan b. Beşir (r.a.) adındaki sahabi şöyle demiştir: Ben Peygamberimizin minberi yanında idim. Bir adam bana:
- Ben müslüman oldukdan sonra hacılara sakalık etmem hâriç, hiç bir emel yapmasam gam yemem, dedi. Bir başkası da:
- Ben Kâbe'yi onarsam da başka hiçbir amel yapmasam aldırış etmem, dedi. Bir diğeri de:
- Allah yolunda savaşmak, bu sizin söylediklerinizden daha faziletlidir, dedi. Bu bir cuma günü idi. Bunları dinleyen Hz. Ömer:
- Susun, Peygamberin minberi yanında böyle sesinizi yükseltmeyin. Ben cumayı kıldıktan sonra konuyu Peygamberimizden sorup öğrenirim, dedi. Allah Teâlâ da bu âyeti indirdi (ve onların sözünü ettikleri amellerden hiçbirinin Allah yolunda savaşmakla aynı olmadığını bildirdi.)3
Özürsüz olarak evinde oturup herhangi bir ameli yapan kimseler ile Allah yolunda savaşanların Allah katındaki dereceleri itibariyle eşit olmadıklarını bildiren bir başka âyet-i kerîme de şöyledir:

"Mü'minlerden özür sahibi olanlar dışında oturanlarla, malları ve canları ile Allah yolunda savaşanlar bir olmaz. Allah, malları ve canları ile savaşanları, derece bakımından oturanlardan üstün kıldı. Gerçi Allah hepsine cennet va'detmiştir, ama savaşanları, oturanlardan pek büyük ecirle üstün kılmıştır."4
Evet, insan niçin şehit olmak ister? Çünkü Allah şehâdet mertebesine yükselene cenneti va'dediyor. Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyuruyor:

''Allah mü'minlerden mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. (Bu), Tevrât'ta, İncil'de ve Kur'an'da Allah üzerine hak bir va'ddır. Allah'tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır? O halde O'nunla yapmış olduğunuz bu alışverişinizden dolayı sevinin. İşte bu, büyük bir kazançtır."5
Bir adam Peygamberimize:
- Ey Allah'ın Resûlü, Allah yolunda öldürülürsem yerim neresidir? diye sordu. Peygamberimiz:
- Cennettedir, buyurdu. Adam, yemekte olduğu elindeki hurmaları bırakıp savaşa girdi ve sonunda şehit oldu.6
Değerli mü'minler, müslüman Türk'ü zaferden zafere koşturan ve Tarih sayfalarını kahramanlık destanları ile süsleten, Allah'ın hak olan vadine ermek ve O'nun şehitler için hazırladığı mükafaata mazhar olma arzu ve isteğidir.
İslam için ve müslümanlar için büyük bir felaket olan Haçlı ordularını bu ruh ve heyecanla durdurmuş, 1071 tarihinden itibaren Anadolu'yu müslüman Türk'e anavatan yapmış, 1453'de İstanbul'un fethiyle Bizans imparatorluğunu yıkarak orta çağı kapatıp yeni çağı açmış, 30 Ağustos 1922'de Dumlupınar Meydan Savaşını kazanarak ülkeyi düşmandan temizlemiştir. Yakın tarihte 1974'de yine bu ruh ile Mehmetçik Kıbrıs'ta savaşmış, soydaş ve kardeşlerini Yunan mezaliminden kurtarmıştır.
Evet, değerli mü'minler, insan niçin şehit olmak ister? Çünkü Cenab-ı Hak, şehitlerin ölü değil, diri olduklarını ve O'nun tarafından rızıklandırıldıklarını bildiriyor. İnsan, ancak ölmekle bu mertebeye yükseldiği halde Cenab-ı Hak onların ölü değil, bizim anlayamayacağımız bir hayat ile diri olduklarını bildiriyor, şöyle buyuruyor:


"Allah yolunda öldürülenlere (şehitlere) ölüler demeyin. Bilâkis onlar diridirler, fakat siz onu anlayamazsınız."7
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Başka bir ayette şöyle buyuruluyor:

"Allah yolunda öldürülenleri (şehitleri) sakın ölü sanmayın. Bilâkis onlar diridirler; Allah'ın Iütuf ve kereminden kendilerine verdikleriyle sevinçli bir halde Rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehit kardeşlerine de hiç bir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevincini duyurmaktadır."8
Sevgili Peygamberimiz şehitliğin derecesiyle ilgili olarak şöyle buyurmuştur:

"Hiç kimse cennete girdikten sonra - bütün dünya'ya sahip olsa bile tekrar dünya'ya dönmek istemez. Yalnız şehitler, keramet (ve erdikleri nimetler) sebebiyle dünya'ya dönüp on defa şehit olmayı arzu ederler."9
Bizzat Peygamberimiz, bir defa değil birkaç defa şehit olmayı istemiş ve şöyle buşurmuştur:

"Ruhumu kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, Allah yolunda savaşıp öldürülmemi, sonra tekrar dirilip savaşarak tekrar öldürülmemi, yine dirilip savaşta öldürülmemi arzu ederim."10
Şehitlik olmadan vatan olmaz. Evet, vatan bir toprak parçasıdır, ama her toprak parçası vatan değildir. Vatan, uğruna şehitlerin kan akıttıkları toprak parçasıdır. "Toprak, eğer uğruna ölen varsa vatandır." sözü, ne güzel bir sözdür.
Bugün sahip olduğumuz bu cennet vatan, kahraman atalarımızın her karışını kanları ile sulayarak bize emanet ettikleri topraklardır. Şâir güzel söylemiş:
"Ecdadını zannetme asırlarca uyurdu,
Nerden bulacaktın o zaman eldeki yurdu.''
Vatan, bir müslümanın her şeyidir. Çünkü din, namus, şeref ve bağımsızlık gibi kutsal değerler ancak vatan sayesinde korunabilir. Bunun için atalarımız vatanımız için her fedakarlıkta bulunmuşlar, kanlarını akıtarak onu düşmana teslim etmemişlerdir.
Değerli mü'minler, Allah'a ve O'nun Peygamberine imandan sonra, insanı en çok Allah'a yaklaştıran amel, hiç şüphe yok ki Allah yolunda savaşmaktır.

Ebû Zerr (r.a.) diyor ki, Peygamberimize:
- Ey Allah'ın Resûlü, hangi amel daha faziletlidir? diye sordum. Peygamberimiz:
- Allah'a iman etmek ve O'nun yolunda savaşmaktır, buyurdu.11

Şehitler Üç Çeşittir
"Şehit" denilince, Allah yolunda ve vatan uğrunda canını feda eden kimse akla gelir. Esasen şehit, genelde bu anlamda kullanılır. Bununla beraber başka şekillerde ölenlerden şehit olanlar da vardır. Ayrıca bazı şehitler vardır ki, onlara uygulanan hükümler diğer şehitlere uygulanmaz. Bunun için İslâm alimleri şehitleri, kendilerine uygulanan dünya hükümleri ve Allah katındaki durumları itibariyle üç kısma ayırmışlardır.

1. Hem Dünya ve Hem de Ahiret Bakımından Şehit Olanlar
Bunlar;
a) Savaşta gayr-ı müslimlerle veya eşkiya ve yol kesicilerle yapılan çatışma sonunda öldürülmüş olanlar,
b) Savaş alanında, üzerlerinde öldürülmüş olduklarına dair belirti olduğu halde ölü bulunanlar (üzerlerindeki öldürülme alameti, bunların savaşta öldürülmüş olduğunu gösterir.)
c) Kendisine haksız yere yapıldığı bilinen bir saldırı sonunda öldürülmüş olan ve bundan dolayı da varislerine diyet olarak bir mal verilmesi gerekmeyen herhangi bir müslüman,
d) Malını, canını ve ırzını korurken haksız yere öldürülmüş bulunan kimse, Nitekim Peygamberimiz:
"Malını koruma uğrunda öldürülen şehittir. Canını koruma uğrunda öldürülen şehittir. Dinini koruma uğrunda öldürülen şehittir..''12 buyurmuştur.
İşte bunlar, hem dünya hükümleri itibariyle hem de ahiret bakımından şehittirler.
Bu durumdaki şehitler yıkanmaz, üzerlerindeki elbiseler çıkarılmaz, öylece namazları kılınarak gömülürler.13
Şehidin kefeni, üzerindeki elbisesidir. Ancak üzerinde bulunan ve kefen cinsinden olmayan palto ve ayakkabı gibi şeyler çıkarılır. Üzerindeki elbisesi, örtülmesi gereken yerlere eksik gelirse, tamamlanır.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
2. Ahiret Şehidi
"Ahiret Şehidi'' kime diyoruz ve bu adı niçin veriyoruz? Ahiret şehidi, düşmanla veya Devlete başkaldıran ve yol kesenlerle yani eşkiya ile savaşırken yaralandıktan sonra hemen ölmeyip; tedavi olan yemek yiyen, su içen veya bir süre uyuyan veyahut savaş alanında ölmeyip başka bir yere nakledildikten sonra ölenlerdir.
Bunlar, Allah katında şehittir ve şehit mükâfatı alacaklardır. Ancak bunlara dünya hükümleri uygulanmaz. Bunlar, diğer ölüler gibi yıkanır, kefenlenir ve namazları kılınarak defnedilirler.
Bir hata sonucu öldürülen müslüman da ahiret şehididir.
Ayrıca boğularak, yanarak, bir yıkıntı altında kalarak ölenler ile aile ve çocuklarının geçimini sağlamak için helâl yoldan çalışıp kazanırken ölen kimseler ve ilim yolunda ölenler de ahiret şehidi sayılır. Nitekim Peygamberimiz Efendimiz şöyle buyurmuştur:

"Şehitler beştir: Vebadan, ishalden ölenler, suda boğulanlar, duvar ve toprak altında kalıp ölenler ve Allah yolunda şehit düşenler."14
3. Dünya Şehidi
Bu, inanmadığı halde müslüman görünen ve müslümanların yanında savaşırken öldürülen kimsedir. Bu da şehit sayılır, yıkanmadan namazı kılınarak elbisesiyle gömülür. Ancak, inancı olmadığı ve yalnız dünya ile ilgili amaçlar için savaşarak öldürüldüğünden -dünya hükümleri bakımından şehit sayılır ise de- Allah katında şehit değildir.
Burada önemli olan iki hususa işaret etmekte yarar vardır.
Birincisi, yapılan işler kişinin niyetine bağlı olarak değerlendirilir. Nitekim Peygamberimiz Efendimiz bu konuda şöyle buyurmuştur:


"Ameller ancak niyetlere göre değerlenir. Herkese ancak niyet ettiği şey vardır".15
İkincisi, hiç kimsenin iç dünyası bilinemeyeceği için bu şehidin durumu kendisiyle Allah arasında olan bir husustur. Çünkü bir kimsenin içinde neyi sakladığı ve ne amaçla savaştığını ancak Allah ile kendisi bilir. Bu itibarla, bir kimsenin bazı davranışlarına bakarak o kimse hakkında -içinde sakladığı ile ilgili- kesin bir şey söylemek doğru değildir. Aksi takdirde insan yanılır ve bu yüzden günaha girmiş olur.
Bu noktada şu Hadis-i Şerifi hatırlamakta yarar vardır.

Ebû Mûsâ (r.a.) diyor ki: Bir Bedevî Peygamberimize gelerek:
- Ey Allah'ın Resûlü, adam var ki, ganimet elde etmek için savaşır, adam var ki şöhret için savaşır. Bunların hangisi Allah yolunda savaşmış olur? diye sordu. Peygamberimiz:
- Allah'ın sözü ve dini üstün olsun diye savaşan kimse Allah yolunda savaşmış olur, buyurdu.16
İşte şehitlerimiz kanlarını akıtarak bu cennet vatanı bize emanet etmişlerdir. Bize düşen de bu toprakları imar etmek, korumak ve bizden sonraki nesillere devretmektir. Bunu yapmadığımız takdirde hem vatanımıza ve hem de şehitlerimize karışı görevlerimizi yapmamış ve onların ruhlarını incitmiş oluruz.
Değerli mü'minler, Saff sûresi 10-12'nci âyet-i kerimeleriyle konumuzu bitirelim. Bu âyet-i kerimelerde şöyle buyuruluyor:

"Ey İman edenler, sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim mi? Allah'a ve Resûlüne inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda savaşırsınız. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi altından ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur."
Allah şehitlerimize rahmet eylesin, cennetiyle cemaliyle onları şereflendirsin, bizlere de onların yolundan yürümeyi nasip eylesin. Ülkemizi her türlü felâket ve musîbetlerden muhafaza buyursun. Aziz milletimize kötü ve karanlık günler göstermesin. Amîn.
DİPNOTLAR
1 Müslim, İmâre, 46.
2 Buhari, Cihad, 1.
3 Müslim, İmâre, 29.
4 Nisâ, 95.
5 Tevbe, 111.
6 Müslim, İmâre, 41.
7 Bakara, 154.
8 AI-i İmran, 169-170.
9 Buhari, Cihad, 6; Müslim, İmâre, 29.
10 Buhari, Cihad, 7; Müslim, İmâre, 28.
11 Müslim, İman, 36.
12 Tirmizî, Diyat, 22. Hadis-i Şerifin bir bölümü: "Malını koruma uğrunda öldürülen şehittir.'' ifadesi; Buhari, Mezalim, 33 ve Müslim, İman, 62'de yer almaktadır.
13 Bu durumdaki şehitler diğer üç mezheb imamına göre yıkanmayacağı gibi üzerlerine namaz da kılınmaz, öylece defnedilirler.
14 Buhari, Ezân, 32; Müslim, İmâre, 51.
15 Buhari, Kitabu Bed'i'l-Vahy, 1; Müslim, İmâre, 45.
16 Buhari, Cihad, 15; Müslim, İmâre, 43.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
[ Dürüstlük En Büyük Fazilettir ]​
Değerli mü'minler!
Bugünkü sohbetimizde dürüst olmanın faziletinden söz edeceğiz. Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruyor:

"Rabbımız Allah'tır deyip, sonra da doğrulukta devam edenlere gelince, onların üzerine melekler iner ve derler ki'' Korkmayın, üzülmeyin, size va'ddedilen cennetle sevinin."1
Sakafî kabilesinden Abdullah oğlu Süfyan (r.a.) şöyle demiştir:
Peygamberimize:
- Ey Allah'ın Resûlü, İslâmiyet hakkında bana bir öğüt veriniz ki, sizden sonra artık kimseden bir şey sormaya ihtiyacım kalmasın, dedim. Bunun üzerine Peygamberimiz:

- Allah'a inandım de, sonra da dosdoğru ol, buyurdu.2
Dikkat edilirse gerek âyet-i kerimede ve gerekse hadis-i şerifte İslâmiyetin iki ana bölümden ibaret olduğu bildirilmiştir.
Bu bölümlerden biri Allah'a iman, diğeri de dürüstlüktür.
Allah'a iman her şeyden önde gelir. Bize ilk farz olan Allah'ı bilmek ve O'na inanmaktır. Hz. Adem'den itibaren son Peygamber Muhammet Mustafa (s.a.v.)'e gelinceye kadar bütün Peygamberler önce bir olan, eşi ve dengi olmayan Allah'a inanmaya çağırmışlar ve bu inanç etrafında insanların bütünleşmesini istemişlerdir. İman olmadan ne yapılan ibadetin ve ne de hayır ve iyiliğin Allah katında bir değeri yoktur. Nitekim Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurmuştur:

"İnkar edenlere gelince; onların işleri engin çöllerdeki serap gibidir. Susayan kimse onu su zanneder fakat ona vardığında hiçbir şey bulamaz. Orada Allah'ı bulur ve O da hesabını görür. Allah, hesabı çabuk görendir."3
İşte inanmayanların, Allah katında değerlendirileceğini sandıkları amellerinin sonucu uzaktan hayal edilen bir pırıltıdan ibarettir.
Ayet-i Kerîme'de kurtuluşa ermek için ön görülen ikinci nitelik, istikamettir.
İstikâmet, dosdoğru olmak demektir. Peygamberlerde bulunması gerekli beş sıfattan birisi hatta birincisi dürüstlüktür.
Dürüstlük büyük bir fazilettir. Kişinin çevresine güven vermesini sağlayan bir niteliktir. Bunun içindir ki, Peygamberimizin İslâmiyete davet ettiğini duyanlar, ilk önce onun dürüst olup olmadığını sormuşlardır. Peygamberimizin dürüst olduğunu, şimdiye kadar kimseyi aldatmadığını ve yalan konuşmadığını öğrenenler şu değerlendirmeyi yapmışlardır: "İnsanlara karşı dürüst olan bir kimse Allah'a karşı niçin dürüst olmasın."
Ayet-i kerimede, Allah'a imandan sonra (ki diğer iman esasları da buna dahildir.) kişinin bütün davranışları "istikamet" kelimesiyle ifade edilmiştir.
İstikamet, yani dürüstlük sözde, özde ve işde olmak üzere üç kısma ayrılır.
Şimdi bunları birer birer ve özet olarak inceleyelim.

1. Sözde Doğruluk
Her konuda olduğu gibi bu konuda da örnek alınacak insan, Peygamberimiz Efendimizdir. Peygamberimiz, doğru sözlülüğün en canlı örneği idi. Çünkü Kur'an-ı Kerim kendisine indirilmişti. Kur'an âyetlerini önce o okuyor ve uyguluyordu. Sözleriyle işleri arasında tam anlamıyla bir uyum vardı. Nasıl olmasın ki Kur'an-ı Kerim şöyle diyordu:

"Ey mü'minler, yapmayacağınız şeyleri niçin söylersiniz."4
Bu âyet-i kerimenin şu olay üzerine nazil olduğu rivayet edilir: Müslümanlar, "Amellerin, Allah katında en sevgilisinin hangisi olduğunu bilseydik, o uğurda mallarımızı ve canlarımızı feda ederdik." demişlerdi . Bunun üzerine:

"Allah, kendi yolunda kenetlenmiş bir yapı gibi saf bağlayarak savaşanları sever."5
Meâlindeki âyet nazil oldu. Fakat Uhud savaşında bazılarının geri dönmesi, âyetteki uyarıya sebep olmuştur.6
Peygamberimiz doğru sözlü olmasaydı düşmanları bu yönü ile onu dillerine dolar, davetine engel olurlardı. Fakat şu bir tarihî gerçektir ki, onu tanıyanlardan hiç kimse ona yalancı diyememiştir. Bir gün Mekke'nin ileri gelenleri toplanmışlar; ne edelim, nasıl yapalım da Muhammed (s.a.v.)'i bu davadan vaz geçirelim, diye düşünmeye başlamışlardı. En tecrübelilerinden biri olan Nazr b.Hâris şu sözleri söylemişti: "Ey Kureyş başınıza gelen felâketi halâ ortadan kaldıramadınız. Muhammet (s.a.v.) sizin gözleriniz önünde büyüdü. Hepinizin en doğru sözlüsü, en güzel huylusu, en güveniliridir. Kırlaştığı yani yaşlandığı zaman size yeni bir şey sunduğu için siz ona sihirbaz, şâir, deli demeye başladınız. Halbuki Muhammed (s.a.v.) ne şairdir, ne sihirbazdır ne de delidir."7
Peygamberimizin en büyük düşmanı olan Ebû Cehil: "Muhammet (s.a.v.) ben sana yalan söylüyorsun demiyorum. Ancak getirdiklerini doğru bulmuyorum.'' demişti de bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

"Onların söylediklerinin gerçekten seni üzmekte olduğunu biliyoruz. Aslında onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zalimler açıkça Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar."8
Peygamberimiz bir gün bir dağın tepesine çıkarak:
- Ey Kureyş, size bu dağın arkasından düşman atlılarının gelmekte olduğunu söylersem bana inanır mısınız? demiş. Orada hazır bulunanlar:
- Evet, hepimiz inanırız, çünkü sen bir defa olsun yalan söylemedin, cevabını vermişlerdi.9
Bizans İmparatoru Hirakl, ticaret için Şam'a gelmiş olan Ebû Süfyan'ı kabul ettiği zaman ona sordu:
- Peygamberlik iddiasında bulunan bu zâtın bundan önce hiç yalan söylediğini duydunuz mu? dedi. Henüz müslümanlığı kabul etmemiş olan Ebû Süfyan:
- Asla, yalan söylediğini hiç duymadık, diye cevap verdi.10
Bütün bunlar, düşmanlarının itiraflarıdır. Onun yalan söylediğini duymuş olsalardı hiç örtbas ederler miydi.
İşte örnek alacağımız o yüce Peygamber böyle doğru sözlü idi. Düşmanları bile onun doğru sözlü olduğunda ve hiç kimseyi aldatmadığında ittifak halinde idiler.
Esasen Peygamberimiz sözünde ve işinde güvenilir birisi olmasaydı, insanlar kısa zamanda kendi inançlarını, âdet ve geleneklerini bırakarak ona inanır ve etrafında toplanırlar mıydı.
Doğruluk, insanların dayanak ve direğidir. Doğruluk olmayınca ne bir evde ve ne de bir ülkede anlaşma ve kaynaşma olmaz. Bu özelliği kaybeden milletin varlığı çöker, düzeni bozulur. Peygamberimizin şu sözü ne kadar düşündürücüdür:

"Tehlikeyi doğrulukta görseniz de doğruluktan ayrılmayınız. Zira kurtuluş ancak ondadır."11
Bir başka hadîs-i şerifte şöyle buyurmuştur:

"Size doğruluğu tavsiye ederim. Zira doğruluk iyiliğe götürür, iyilik de cennete iletir. Kişi doğru söyledikçe, doğruyu araştırdıkça Allah katında doğru yazılır. Yalandan kaçının, zira yalan kötülüğe götürür, kötülük de cehenneme iletir. Kişi yalan söyledikçe ve yalan peşinde koştukça Allah katında yalancı yazılır."12
Doğru sözlülüğün karşıtı yalancılıktır. Yalancılık ise kötü bir huy ve nifak belirtisidir. Mü'min yalan konuşmaz ve yalanla iş yapmaz. Çünkü onun derin bir saygı ile bağlı bulunduğu Peygamberi hiç yalan konuşmamış ve yalan konuşandan hoşlanmamıştır.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Bir gün Peygamberimize sorulmuş:
Mü'min korkak olur mu? Peygamberimiz cevap vermiş:
Olabilir. Mü'min cimri olur mu? diye sorulunca, Peygamberimiz:
Olabilir, buyurmuş.
Mü'min yalancı olur mu? denilince, Peygamberimiz:
Hayır, olamaz, buyurmuş (iman ile yalanın bir arada bulunamayacağını bildirmiştir.)13
Yalan, insan için en kötü sıfat olan münafıklık alâmetidir. Nitekim Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:
"Dört şey vardır ki, bunlar kimde bulunursa o kimse katıksız münafık olur. Kimde bunlardan bir şey bulunursa -onu bırakıncaya kadar- kendisinde nifaktan bir haslet var demektir. (Bunlar): Konuştu mu yalan söyler, söz verirse sözünde durmaz, va'dederse va'dinden döner, bir dava ve duruşma esnasında haktan ayrılır:"14
Müslim'in bir rivâyetinde şu dikkat çeken ilâve yer almaktadır:
"Bu kimse isterse oruç tutsun, namaz kılsın ve kendini müslüman saysın."15
Peygamberimiz, çocukları yatıştırmak ve oyalamak için onlara yalan söylemenin de günah olduğunu, bundan da sakınılması gerektiğini bildirmiştir.
Abdullah b. Amr (r.a.) anlatıyor: "Peygamberimiz evimizde bulunduğu bir günde annem beni yatıştırmak için:
- Yavrum, gel sana bir şey vereceğim, diye beni çağırdı. Peygamberimiz anneme:
- Çocuğa ne vermek istedin? diye sordu. Annem:
- Hurma vermek istedim, dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz:
- Eğer bir şey vermeseydin (de çocuğu aldatmış olsaydın) sana bir yalan günahı yazılırdı, uyarısında bulundu.16
Yalanın her çeşidi günahtır. Hele yalancı şahitliği, yalanın en çirkini ve en zararlısıdır. Herhangi bir çıkar için yahut hatır için mahkemede yalan şahitliği yapmak büyük günahtır.
Yalancı şahit, başkasının dünyasını yapacağım, gönlünü alacağım diye kendi ahiretini yıkmış olur. Sonra da yaptığı yalan şahitlikle hakkın kaybolmasına ve günahsız insanların eziyet görmelerine, mağdur olmalarına sebep olur. Bakınız Kur'an-ı Kerim'de ne buyuruluyor:

"Erkek ve kadın mü'minlere işlemedikleri bir günah yüzünden eziyet edenler muhakkak bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmişlerdir"17
Evet, bir mü'minin işlemediği bir günah yüzünden eziyet görmesi, buna sebep olanı rahatsız etmeyecek mi? Bunu düşündükçe içi sızlamayacak mı? Kendisine böyle bir muamelenin yapılmasını nasıl istemiyorsa kendisi de başkasına böyle muamele yapmamalıdır.
Bakınız Cenab-ı Hak Kur'an-ı Kerim'de ne buyuruyor:

"Ey mü'minler, adâleti titizlikle ayakta tutun; kendiniz, anne babanız ve akrabalarınız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olunuz. (Haklarında şahitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, yoksul olsunlar, Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adaletten ayrılmayın. (Şahitliği) eğer, büker, yahut şahitlik etmekten kaçınırsanız (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan haberdardır."18
Peygamberimiz de:

"Büyük günahların en büyüğünü size haber vereyim mi? buyurdu. dinleyenler:
- Evet, bildir, ey Allah'ın Resûlü, demeleri üzerine, Peygamberimiz:
- Allah'a ortak koşmak, anne ve babaya karşı gelmek, buyurdu. Sonra da yatmakta olduğu yerden doğrulup oturdu ve:
- İyi dinleyin, bir de yalan şahitliğidir, buyurdu. Bu sözü durmadan tekrar ediyordu. Orada bulunanlar:
- Keşke sükut buyursalar, dediler.19
Yalan şahitliği yapan kimse üç çeşit günah işlemiş olur:
Birincisi, yalan konuşuyor. İkincisi, haksız olan kimseye yardım ediyor. Üçüncüsü de haklı olanı kötü duruma düşürüyor.
Yalan şahitliği yapmak nasıl günah ise bildiğini ve gördüğünü söylememek de aynı şekilde günahtır. Çünkü bu durumda haksız olanın bilinmesi, suçlunun cezalandırılması örtbas edilmiş olur.
Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruluyor:

"Şahitliği gizlemeyin. Her kim şahit olduğu gerçeği gizlerse, şüphesiz ki onun kalbi günahkârdır."20
Şahitliği gizlemek, bildiğini söylememek öyle dış organların işlediği günah gibi değildir. Bizzat imanın karargahı olan kalbin işlediği bir günahtır. Bundan dolayı da en büyük günahlardandır.

2. Özde Doğruluk
Müslümanın sözü gibi özü de doğru olmalı, içi kötü duygu ve düşüncelerden arınmış bulunmalıdır. Daha açık bir ifade ile müslüman düşündüğü gibi konuşmalı, konuştuğu gibi olmalıdır. Sözü ile özü arasında ayrılık olmamalıdır. Böyle olduğu takdirde olgun mü'min olur. Böyle olduğu takdirde çevresine güven vermiş olur. Şu hadis-i şerif bunu ne güzel ifade ediyor. Peygamberimiz buyuruyor:

"Kişinin imanı doğru olmaz kalbi doğru olmadıkça. Kalbi doğru olmaz dili doğruları söylemedikçe. Kişi cennete giremez komşusu kötülüğünden emin olmadıkça.''21
Peygamberimiz dilin ve kalbin uyum içerisinde olmasını ve her ikisinin de istikamet üzere bulunmasını tavsiye etmektedir.
Bazı kimseleri zaman zaman duyarız, şöyle derler: "Sen benim söz ve davranışlarıma bakma, benim kalbim doğrudur, içimde fenalık yoktur.'' Bu sözler, yukarda mealini sunduğumuz hadis-i şerife göre bir değer taşımaz. Esasen bir kapta ne varsa o kabın ağzından o dökülür. Bir kapta bal şerbeti olduğu halde ondan sirke dökülmesi nasıl mümkün değilse, iyi duygu ve düşüncelere sahip olan kimsenin diline ve organlarına yansıyacak olan da iyi söz ve davranışlardır.

3. işde Doğruluk
Müslümanın sözü ve özü doğru olunca işi de doğru olacaktır. Müslümanın işinde hile ve haksızlık olmaz. Kendi işini sağlam ve hilesiz yaptığı gibi başkasının işini de aynen kendi işi gibi yapacaktır. Nasıl yapmasın ki yüce Peygamberimiz, kendisine reva gördüğü bir muâmeleyi, din kardeşine reva görmedikçe, kişinin olgun imana sahip olamayacağını bildirmiştir. Esasen Hakka inanan ve bütün yaptıklarından bir gün hesaba çekileceği muhakkak olan bir insan, başkasına nasıl haksızlık yapar?
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Ebû Hureyre (r.a.)'den rivayete göre, şöyle demiştir: "Peygamberimiz bir gün bir ekin yığınına uğramış; mübarek elini onun içine daldırmış da parmaklarına ıslaklık dokunmuş. (Yani ekinin üstü kuru altının ise yaş olduğunu görmüş) Bunun üzerine ekin sahibine:
- Bu ne? diye sormuş. Ekin sahibi:
- Onu yağmur ıslattı, ey Allah'ın Resulü, deyince, Peygamberimiz:
- O ıslak kısmı insanların görmesi için onu ekinin üstüne koysa idin ya. Bizi aldatan bizden değildir, buyurdu.22
Müşteri ekinin tamamının üstü gibi kuru olduğunu sanarak ekini satın alması halinde aldanmış olacaktı. Çünkü ıslak ekin kuru ekinden daha ağır gelir.
Bazı satıcıların buna benzer hileler yaptıkları görülmektedir. Mesela; üzüm, incir, elma, portakal ve armut gibi meyveleri sepete veya sandığa korken iyilerini sandığın veya sepetin üzerine; çürük ve küçük olanları görülmeyecek şekilde sandığın veya sepetin altına yerleştirir ve satışa sunarlar. Müşteri bununla aldatılmış olur. Aslında bir müslüman böyle yapmaz, yapmamalıdır. Çünkü her yapılan şeyi Allah görmekte ve bilmektedir. Allah'tan saklı olarak hiçbir şeyin yapılması mümkün değildir. Değil yaptıklarımızdan, düşünüp de yapamadıklarımızdan bile sorguya çekileceğimiz Kur'an-ı Kerim'de bildirilmektedir.
İşte Kur'an-ı Kerim böyle sözünde, özünde ve işinde dosdoğru olan mü'minler için korku ve üzüntü olmayacağını ve bunların cennetle mükafatlandırılacaklarını bildirmektedir. Şair de güzel söylemiş:
"Müstakim ol, Hz. Allah utandırmaz seni.''
Ne mutlu böyle bir müjdeyi hakedenlere.
Allah hepimizi inanan ve istikamet üzere yaşayan kullarından eylesin. Amin.

DİPNOTLAR
1 Fussîlet, 30.
2 Müslim, İman, 13.
3 Nûr, 39.
4 Saff, 2.
5 Saff, 4.
6 İbn Kesîr, c. IV, s. 385.
7 İbn Hişam, c. I, s. 299.
8 En'am, 33.
9 Şiblî,İslâm Tarihi, Asr-ı Saadet, c. II, s. 937.
10 Buhari, Bed'ü'l-Vahy, 1.
11 el-Münzirî, et-Tergîb ve't-Terhîb, c. 3, s. 590 Hadisi İbn Ebi'd-Dünya rivâyet etmiştir. Râvileri sikadır.
12 Buhari, Edeb, 69; Müslim, Birr, 29.
13 Suyûtî, Tenviru 'l-Havalik, c. II, s.154.
14 Buhari, İman, 24; Müslim, İman, 25.
15 Müslim, İman, 25.
16 Ebû Davud, Edep, 88.
17 Ahzap, 58,
18 Nisâ, 135.
19 Buhari, Şehâdet, 10; Müslim, İman, 38.
20 Bakara, 283.
21 el-Münzirî, et-Tergîb ve't-Terhib, c. III, s. 353. Hadisi Ahmed rivâyet etmiştir.
22 Müslim, İman, 43
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
[ Emanet ]​
Değerli müminler!
Bugünkü sohbetimizde Emanet 'ten söz edeceğiz.
Emanet EMN kökünden gelen bir kelimedir. Emn ise korku ve endişeden emin olmak demektir.
Emanet hıyanetin karşıt anlamlısı olarak isim şeklinde kullanıldığı gibi güvenilir olmak anlamında masdar şeklinde de kullanılır. Ayrıca güvenilen bir kimseye geçici olarak bırakılan şey manasına da gelir. Halk arasında yaygın olan manası da budur.
Emanet kelimesi ayet ve hadislerde birbirinden farklı anlamlarda kullanılmıştır. İnsanın, gerek Allah'a, gerek ailesine ve gerekse bulunduğu topluma ve hatta insanlığa karşı görev ve sorumluluklarından tutunuzda korunmak için geçici bir süre yanında bırakılan eşyaya varıncaya kadar hepsine emanet denir.
Özet olarak söylemek gerekirse insanın sorumluluk alanına giren herşeye emanet denir.
Peygamberlerde bulunması gerekli beş nitelikten birinin "EMANET" olması, emanetin mana ve önemini ifade etmektedir. Bu sıfat, Peygamberlerin her yönü ile güvenilir olduklarını ifade eder. Esasen insanların güvenmediği bir kimsenin Peygamber olarak görevlendirilmesi düşünülemez. Çünkü Peygamber, Allah ile kulları arasında elçidir. Böyle bir kimse güvenilir olmazsa insanlar ona inanır ve söylediklerini dinler mi?
Peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem, içinde doğup büyüdüğü toplum tarafından, daha Peygamber olarak görevlendirilmeden önce "el-Emîn-güvenilir-" olarak tanınmıştı. Halk, adından daha çok onu bu ünvanı ile anardı. Peygamber olarak görevlendirilip ihsanları Allah'ı tanımaya ve yalnız O'na ibadet etmeye çağırınca Mekke müşrikleri ona düşman oldular ve düşmanlıkları, onları Peygamberin hayatını ortadan kaldırmaya sevketti. Onu öldürmek için bir araya gelen bu insanlar, birbirlerinden çok ona inanıyor, kıymetli eşyalarını, altın ve mücevherlerini ona emaneten bırakıyorlardı. Mekke'den Medîne'ye hicret ettiği gece yanındaki emanetlerin sahiplerine verilmesi için Hz. Ali'yi bu sebeple yatağında bırakmıştı.
Peygamberimizin bu davranışı, onun emanete ne kadar önem verdiğini göstermektedir. Esasen O, halkın güvenini kazanmamış olsaydı insanlar kısa sürede inançlarını, âdet ve geleneklerini bırakarak onun etrafında toplanırlar mıydı?
Evet, değerli mü'minler, insanın sorumluluk alanına giren her şey emanettir. Bakınız Peygamberimiz ne buyuruyor:
İbn-i Ömer (r.a.) diyor ki: Peygamberimizin şöyle buyurduğunu duydum:

"Hepiniz çobansınız ve hepiniz çobanlığınızdan sorumlusunuz. Devlet Başkanı üslendiği görevden sorumludur. Kişi ailesinin koruyucusu ve eli altında olanlardan sorumludur. Hizmetçi, efendisinin malının koruyucusu ve eli altında bulunanlardan sorumludur. Dikkat ediniz, hepiniz çobansınız ve hepiniz çobanlığınızdan sorumludur"1
Hadis-i şerifte, kişilerin birbirlerine ve topluma karşı yükümlü bulundukları görevler noktasından "Çoban'' olarak ifade edilmesi, görevin kutsallığını ve içtenlikle yerine getirilmesinin gerektiğini ifade etmektedir. Toplumun değersiz ve kıymetsiz aşırı istek ve arzularından uzak bulunan ve daima yaratılış saflığı ile yaşayan, koyunlarını güdüp gözetirken onlara karşı duyduğu derin şefkat ve merhamet duygusu, kişilerin görevlerini yaparken aranılan samimiyetin en temiz örneğidir.
Değerli mü'minler!
Hiç şüphe yok ki, insanın ilk sorumluluğu, kendisini yaratan ve akıl gibi üstün yetenekler veren Allah'a karşı olan sorumluluğudur. Allah Teâlâ insanoğluna bu sorumluluğunu hatırlatmak üzere pekçok Peygamberler göndermiş ve bu Peygamberlerin bazıları ile de kitaplar indirmiştir. Bu kitaplarda uyulması ve sakınılması gereken hususlar yer almıştır. Allah Teâlâ'nın görevlendirdiği son Peygamber, Muhammed Mustafa (s.a.v.), indirdiği son kitap da Kur'an-ı Kerim'dir.
Kur'an-ı Kerim, Allah'ın emanetini insanoğlunun taşıdığını bildirmektedir. Şöyle buyuruluyor:

"Biz emaneti göklere, yere ve dağlara arzettik. Onlar onu yüklenmeye yanaşmadılar, ondan korktular da onu insanoğlu yüklendi. O gerçekten çok zalim ve cahildir.''2
Burada yer ve göklerin taşımadığı, kabul etmediği emanetin dini yükümlülükler olduğunda şüphe yoktur. Allah Teâlâ'nın sayısız nimet ve Iütuflarına mazhar olan insan, o nimetleri verene karşı bir takım yükümlülükleri olduğu hatırlatılmaktadır.
Allah'ın emir ve yasaklarına, gönderdiği son Peygamberin sünnet ve tavsiyelerine uymayan kimse yüklendiği bu emanete karşı görevini yapmamış olur. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruluyor:

"Allah'a ve Peygamberine hainlik etmeyiniz ki bile bile kendi emanetlerinize hıyanet etmiş olmayasınız.''3
Âyet-i kerime, Allah'a ve Peygamberine itaatsizlik yapılmamasını emrediyor. Çünkü Allah'ın emirleri, Peygamberinin tavsiyeleri insanın hayat kaynadığıdır. Nasıl olur da insan kendisine hayat veren emir ve tavsiyelere kulaklarını kapar onları dinlemez. Böyle yaptığı takdirde Allah'a ve Peygamberine hainlik yapmış olur. Allah'a ve Peygamberine hainlik yapan ise emanetlerine hıyanette bulunmuş olur. Halbuki hainlik ve yalan müminde bulunmaz. Nitekim Peygamberimiz:
"İki özellik vardır ki bunlar mü'minde huy haline gelmez. Bunlar, hıyanet ve yalandır."4
Değerli mü'minler!
Emanetin geniş anlamlı olduğunu yukarda söylemiştik. Mü'minin yüklendiği emanetlerden birisi de kamuya ait işlerdir, yani devlet işleridir. Kur'an-ı Kerim, devlet işlerinin önce ehline verilmesini emretmekte ve şöyle buyurmaktadır:

"Allah size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz vakit adâletle hükmetmenizi emrediyor. Allah size ne kadar güzel öğüt veriyor. Şüphesiz Allah her şeyi işiten ve görendir.''5
Bu âyet-i kerimenin şu olay üzerine nazil olduğu rivayet ediliyor:
İslâmiyetten önce Kâbe ile ilgili bazı hizmetler belli kişiler tarafından yürütülüyordu. Peygamberimiz Mekke'yi fethettiği gün Kâbe'nin anahtarlarını Osman b. Talha b. Abdüddar taşıyordu. Peygamberimiz bu zatı çağırtarak Kâbe'yi açmasını emretti. Orada hazır bulunan Peygamberimizin amcası Hz. Abbas, eskiden sorumluluğunda bulunan hacılara su dağıtma görevi ile beraber Kâbe anahtarlarının da kendisine verilmesini istedi. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu. Peygamberimiz de Kâbe'nin anahtarlarını eskiden beri taşıyan Osman b. Talha'ya vererek:
- Ey Ebû Talha evlâdı, atalarınızdan kalma olan Kâbe kapıcılığı sizde kalmak üzere, işte anahtarlarını alınız, bunu, haksızlık yapmadan hiç kimse sizden alamaz, buyurdu ve anahtarlarını eskiden olduğu gibi aynı sahibine tekrar verdi.6
Evet, bu âyet-i kerime emanetlerin ehline verilmesini emrediyor ve ehliyetli olan kimseden emanetin alınmamasını istiyor. Eskiden beri Kâbe'nin kapıcılığı görevini ehliyetle yapmış olan birisinden bu görevin alınarak kendisine verilmesini isteyen Hz.Abbas, Peygamberimizin saygıdeğer amcası olmasına rağmen bu görev, âyet-i kerimenin işâretiyle ehil olan eski sahibinde bir daha ondan alınmamak üzere bırakılmıştır. Âyet-i kerime, devlet işleri için ehliyetin dışında başka bir şey kabul etmiyor. Aklın da kabul ettiği bu değil mi? Eğer maksat kamu işlerinin aksamadan düzenli bir şekilde yürütülmesi ise bu işe ehil olan birisini getirmek gerekir.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Bir adam Peygamberimize gelerek:
- Ey Allah'ın Resûlü, kıyâmet ne zaman kopacak? diye sordu. Peygamberimiz sözünü kesmeyip devam etti. Oradakilerden kimi kendi kendine, Bedevinin ne dediğini işitti ama sorulan sorudan hoşlanmadı, kimi de: "Belki işitmedi'' dediler. Nihayet Peygamberimiz sözünü bitirince:
- O kıyameti soran nerede? buyurdu. Bedevî:
- İşte ben, ey Allah'ın Resulü, dedi.
- Emanet zayi olduğu zaman kıyâmeti bekle, buyurdu. Adam bunu anlamamış olacak ki tekrar sordu:
- Emânetin zayi olması nasıl olur? Bunun üzerine Peygamberimiz:
- İşler ehil olmayan kimselere verildiği zaman kıyâmeti bekle, buyurdu.7
Dikkat edilirse Peygamberimiz, kıyâmetin ne zaman kopacağını öğrenmek isteyen kimseye daha önemli olan bir konuya işaret ederek cevap veriyor. Toplumda emânetin ehline verilmemesi, o toplumun kıyâmetinin kopması demektir. Öyle değil midir? Siz kalkar bir kamu işine o işe ehil olmayan hatta o işten hiç anlamayan ve sorumluluk duygusu bulunmayan birini getirecek ve emaneti ona yükleyecek olursanız o işin düzenli bir şekilde yürümesini bekleyemezsiniz.
Emanet (devlet işleri ) ehline verilmeyince işler aksar, toplumda huzursuzluk başlar, şikâyet ve kavga artar. Toplum ferdlerinin birbirine olan güveni ortadan kalkar. İşte bu, Peygamberimizin ifadeleri ile o toplumun kıyâmetinin kopması demektir.
Kamu işleri için yetki vermek durumunda olan kimseler ,ehil olmayanlara yetki vermekle emanete hıyanette bulunmuş olurlar ve bunun zararını da yine kendileri çekerler. Sonra da ne yapalım, Allah böyle takdir etmiş diyerek teselli bulmak isterler. Evet, Allah öyle takdir etmiş ama Allah'ın bu takdirine biz sebep olmuş oluyoruz. Çünkü bizim ne yapacağımızı Allah biliyor ve ona göre takdir ediyor.
Emanet vermek durumunda olan kimseler dikkatli olacakları gibi emanet isteyen , görev talebinde bulunan kimseler de yapamayacakları bir görevi istemeyecekler, verilse bile kabul etmeyeceklerdir.
Ashab-ı Kirâm'dan Ebû Zer (r.a.) diyor ki: Peygamberimize:
- Ey Allah'ın Resûlü, beni vali yapmıyor musun? dedim. Peygamberimiz:

- Ebû Zer, sen zayıfsın, bu valilik bir emanettir, kıyâmet gününde gerçekten bir perişanlıktır. Ancak onu hakkıyla alan o hususta üzerine düşeni yapan müstesnâ, buyurmuş8 ve Ebû Zer gibi bir sahabeyi böyle bir yükün altına sokmak istememiştir.
Emanet vermekle yetkili olan kimseler onu ehline verecekleri gibi, emanet kendilerine verilen kimseler de bunun sorumluluğundan kurtulmak için görevin gereğini yapmaya çalışacaklar ve görevde kusurlu davranmayacaklardır.
Bakınız Peygamberimiz ne buyuruyor:

"Eğer bir yönetici müslümanların işini üzerine alır, sonra onlar için çalışıp işinin gereğini yapmazsa onlarla birlikte cennete giremez.''9
Değerli mü'minler!
Peygamberimiz prensip olarak görev isteyenlere görev vermez, bu sorumluluktan kaçanları tercih ederdi.
Ashâb-ı Kirâm'dan Ebû Mûsâ (r.a.) diyor ki:
"Ben ve amcam oğullarından iki zât Peygamberimizin yanına gittik. O iki arkadaşımdan biri:
- Ey Allah'ın Resulü, bizi, Allah'ın sizi hâkim kıldığı yerlerden bazısına hâkim tayin et, dedi, öbürü de buna benzer bir istekte bulundu. Bunun üzerine Peygamberimiz;

- Vallahi, biz bu işe ne onu isteyen birini tayin ederiz, ne de ona aşırı istekli olan birini, buyurdu10 ve görev isteyene görev vermek âdeti olmadığını bildirdi.
Görülüyor ki, Peygamberimiz görev isteyen ve buna aşırı istekli olan kimseye görev vermiyor; ehil olduğu, görevi başaracağına inandığı kimseleri göreve getiriyordu. Çünkü Kur 'an, görevin ehil olana verilmesini emrediyordu.
Değerli müminler!
İnsan olarak, Allah'ın en seçkin yaratığı olarak pek çok emanetler taşımaktayız. Bunların hepsini saymak için yeterli zamanımız yoktur. Ancak bunlardan önemli olan bazılarına işaret etmekle yetineceğiz.
Ailemiz ve çoluk çocuğumuz önemli emanetlerimiz arasındadır. Çocuklarımızın eğitilmesine, her türlü zararlı akımlardan uzak tutularak, dinimiz vatanımız ve milletimiz için yararlı olacak şekilde yetiştirilmeleri görevlerimiz cümlesindendir. Çünkü Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyuruyor:

''Ey müminler, kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennemden koruyun.11
Müslüman anne -baba, çocuklarının dinî terbiyelerine özen göstermeli, dinin inanç esaslarını ibâdetleriyle ahlâk kurallarını onlara öğretmelidirler. Bu görevlerini ihmal eden anne ve babalar sonradan büyük pişmanlık duyacakları kaçınılmazdır. Zaman zaman basına ve televizyon ekranlarına yansıyan, okunması ve izlenmesi bile üzüntü veren olaylar, bu görevin ihmali sonucunda meydana gelmektedir.
Çocuklarımıza bırakacaklarımız arasında en değerli olanı, hiç şüphe yok ki vatan ve millet sevgisiyle dopdolu ve dinî değerlere bağlı olarak yetiştirilmeleridir. Nitekim Peygamberimiz :

"Hiç bir baba çocuğa güzel terbiyeden daha üstün bir hediye vermiş olamaz.''12 buyurmuştur.
Bize emânet olan çocuklarımıza karşı görevlerimizi yapmadığımız zaman çocuklarımızdan sadece biz değil toplum da rahatsız olacak ve zarar görecektir. Bundan başka Allah'ın emrine uymadığımız için de O'nun yüce katında sorumlu duruma düşmüş olacağız.
Sağlığımız da bir emânettir. Sağlığımıza zarar veren her şeyden korunacağız.
Hayatın tadı, ibadetin zevk ve neşesi, vücut sağlığına bağlıdır. Sağlığı yerinde olmayan bir müslüman, Allah'a, anne-babasına, ailesine, vatanına ve milletine karşı olan görevlerini gereği gibi yerine getiremez. Bunun içindir ki yüce dinimiz, insan sağlığına önem vermiş, onu tehdit eden her türlü uyuşturucu maddeleri yasaklamıştır. Yine bunun içindir ki Peygamberimiz, sağlıklı kuvvetli mümin zayıf müminden daha hayırlı olduğunu bildirmiştir.
Peygamberimizin şu uyarısına herkes kulak vermelidir. Şöyle buyuruyor:
"Ölümden önce hayatının, hastalıktan önce sağlığının, meşguliyetinden önce boş vakitlerinin, ihtiyarlığından önce gençliğinin, yoksulluğundan önce zenginliğinin kıymetini bil."13
Malımız ve servetimiz bize emanettir.
Birgün bu geçici dünya hayatına vedâ ederken malımızı ve her şeyimizi burada bırakacağız. Ancak Allah'ın huzurunda hesap verirken malımızın nereden kazanıp nereye harcadığımızın da hesabını vereceğiz. Nitekim Peygamber Efendimiz şöyle buyurmaktadır:

"Hiç kimse kıyamet günü (beş şeyden) ömrünü nerede ve ne sûretle tükettiğinden, gençliğini nerede ve nasıl yıpratıp çürüttüğünden, malını nasıl kazanıp nerelere harcadığından, elde ettiği bilgi ile ne yaptığından sorguya çekilmedikçe Allah'ın yüce katından ayrılamayacaktır.14
Vatan bir emanettir.
Vatan bir toprak parçasıdır, ama her toprak parçası vatan değildir. Vatan, uğrunda şehitlerin kanlarını akıttıkları toprak parçasıdır. "Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır'' sözü bunu güzel ifade etmektedir.
Vatan bir müslümanın her şeyidir. Çünkü din, namus, şeref ve bağımsızlık gibi kutsal değerler ancak vatan sayesinde kazanılabilir.
İşte atalarımız bu cennet vatanı, uğrunda şehit olarak, kanlarını akıtarak bize emanet etmişlerdir. Bu emaneti korumak bizim görevimizdir. Bu güzel vatanı bir taraftan düşmandan korurken diğer taraftan onu imar edip güzelleştirecek ve bizden sonrakilere korumak üzere teslim edeceğiz.
Taşıdığımız emanetler sadece bu saydıklarımızdan ibaret değildir. Biz sadece önemli olanlarına işaret ettik.
Değerli mü'minler!
Emaneti olmayan yani taşıdığı emânete riâyet etmeyen kimse olgun mü'min olamaz. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de mü'minin özellikleri sayılırken emanete de yer verilmiştir. Şöyle buyurulmuştur:

"0 mü'minler ki, emanetlerine ve ahitlerine riâyet ederler."15
Peygamberimiz de şöyle buyurmuştur:

"Emaneti olmayanın imanı yoktur. (Yani olgun mü'min değildir.)16
Emânete hıyaneti Peygamberimiz nifak belirtisi saymıştır. Şöyle buyuruyor:

"Münafığın alâmeti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, söz verirse sözünde durmaz. Kendisine bir şey emanet edilirse ona hıyanet eder."17
Müslim'in rivâyetinde: "Oruç tutsa, namaz kılsa ve kendini müslüman saysa da:" ilâvesi vardır.
İşte değerli mü'minler, emanete dinimiz büyük önem veriyor. Emânete riâyet etmeyeni olgun mü'min kabul etmiyor. Peygamberlerde bulunması gerekli beş nitelikten biri emânet olduğu gibi olgun mü'minin özelliklerinden biri de emanettir. Zaten insanların, sözüne, işine ve halkla olan ilişkilerindeki davranışlarına güvenilmeyen bir kimsenin kâmil manada mü'min olması düşünülemez.
Allah Teâlâ'dan emanet ehli olmamızı niyaz ediyorum. Amin.
DİPNOTLAR
1 Buhari, Cuma, 11; Müslim, İmâre, 5.
2 Ahzap, 72.
3 Enfal, 27.
4 Ahmed b. Hanbel, c. V, s. 252.
5 Nisâ, 58.
6 Aynî, Umdetü'l-Kârî, c. IV, s. 247-248.
7 Buhari, Rikak, 35.
8 Müslim, İmâre, 4.
9 Müslim, İmâre, 5.
10 Müslim, İmâre, 3.
11 Tahrîm, 6.
12 Tirmizî, Birr, 33.
13 Hâkim, el-Müstedrek, IV/341.
14 Tirmizî, Kıyame, 1.
15 Mü'minûn, 8; Mearic, 32.
16 el-Münzirî, et-Tergîb ve't- Terhîb, c. IV, s. 5.
17 Buhari, İman, 24; Müslim, İman, 25.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
[ Zina ve Fuhuş Toplumun Temelini Sarsar ]​
Değerli mü'minler!
İslâm dini semâvî dinlerin sonuncusu ve en mükemmelidir. Gayesi, Allah'ın en üstün yaratığı olan insanı dünya ve ahirrette mutlu kılmaktır. İslâmiyet, insanın bu mutluluğu elde etmesi için gerekli olan herşeyi emretmiş, onu bundan mahrum edecek herşeyi de yasaklamıştır. Zina ve fuhuş bu yasaklardan birisidir.
Zina aralarında meşrû bir evlilik olmayan, nikâh bağı bulunmayan kimselerin cinsî münasebette bulunmalarına denir.
İslâmiyet, evlenmeyi emrederken zinayı haram kılmıştır. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de:

"Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o, şüphesiz bir hayasızlıktır, kötü bir yoldur."1 buyurulmuştur.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz de bir hadislerinde şöyle buyuruyorlar:

"Mü'minleri Allah Teâlâ'dan daha çok fenalıklardan koruyan kimse yoktur. Bunun için Allah Teâlâ açık kapalı fuhşiyati (zinayı) haram kılmıştır.''2
Zina ve fuhuşun ahlâkî, sıhhî, içtimâî ve hukukî pek çok zararları vardır.
Toplumların çekirdeğini aile teşkil eder. Sağlıklı nesiller bu yuvada yetişir. Çocuk fıtrî gelişmesini de ahlâk ve terbiyesini de önce buradan alır. İnsan sevgisinin kaynağı da ailedir. Bu yuva için en büyük tehlike ise zina ve fuhuştur. Zina ve fuhuş önce ailenin teşkilini engeller. Kurulmuş olan ailenin ise dağılmasına ve perişan olmasına sebep olur.
Zina, insanın sağlığını da bozar. Pek çok zührevî hastalıkların kaynağının zina ve fuhuş olduğu tıbben sabit olmuştur. Hatta bugün insan sağlığını tehdit eden AIDS hastalığı da çoğunlukla tenasül organları yoluyla bulaşmaktadır.
Zina ve fuhuşun yaygın hale geldiği toplumlarda ölüm olaylarının çoğalacağını haber veren Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz bu noktaya dikkatimizi çekmiştir. Zina ile ana rahmine düşen çocukların çoğu kerre doğumları engellenir. Dünyaya gelenler ise ortada kalarak perişan olur. Anne ve baba şefkatinden mahrum kalır. Zaman zaman bu çocuklardan cami kapılarına bırakılanlar toplumu dehşete düşürür. Çocuğuna sonsuz şefkat ve merhametle dolu ve çocuğu için her fedakârlığa katlanan anneyi, çocuğunu cami kapısına bırakmasına zorlayan, bu yüz kızartıcı kötülüktür. Böylece zina ve fuhuş insanı en büyük özelliğinden, sevgi ve merhamet duygusundan yoksun hale getirir.
Zina ve fuhuş, hangi toplumlarda yaygın hale gelmişse o toplumu çökertmiştir. Bugün, güçlü gibi görünen bazı toplumların zina ve fuhuş yüzünden büyük sarsıntı içinde oldukları ve zaman geçtikçe de bu sarsıntının daha da artarak o toplumları güçsüz hale getireceği kaçınılmazdır.
Ashab-ı Kiram'dan bazılarının zinanın sonuçlarıyla ilgili şu sözleri de dikkate değerdir.
"Zinadan sakının. Çünkü zinada üçü dünya ile üçü de ahiret ile ilgili olmak üzere altı kötü haslet vardır:
Dünya ile ilgili olanlar:
- Rızık ve kazançtaki bereketi kaldırır.
- Ömrü kısaltır.
- İnsanların nefretini mûcip olur.
Ahiret ile ilgili olanlar da:
- Allah Teâlâ'yı öfkelendirir.
- Hesabı şiddetlendirir.
- Cehennem'e girmeye sebep olur.''3
Bunun içindir ki İslâm, zinayı yasaklarken ona götüren vesileleri de dikkate almıştır.
Bir kadınla bir erkeğin yalnız bir odada başbaşa kalmalarını hoş görmez. Çünkü bu suizanna sebep olur. Durumu müsait olanların hemen evlenmelerini emreder. Evlenmenin gereksiz masraflarla zorlaştırılmamasını öğütler. Bir takım yanlış değerlendirmelerde ifade edildiği gibi çocuk sahibi olmanın insanı fakir yapmayacağını, bilakis evlenenlerden fakir olanları Allah Teâlâ'nın zengin yapacağını bildirir. Kendisini haramdan korumak kasdiyle evlenmek isteyenlere yardımcı olunmasını emreder.
Diğer taraftan zinaya götürecek mukaddimleri de zinadan sayar. Nitekim Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz:

"Allah Adem oğluna zinadan nasibini takdir etmiştir. Hiç şüphesiz Adem oğlu (ezelde mukadder olan) bu akibete erişecektir. Göz zinası (mahremi olmayan kadına şehvetle) bakmaktır. Dil zinası da (zevkle) görüşmektir. Nefsin de zina temenni ve iştihası vardır. (Bu arzu da nefsin zinasıdır) Tenasül organı ise bu uzuvların hepsinin arzularını ya gerçekleştirir (fiile dönüştürür) yahut (bırakarak) yalanlar,"4 buyurmuşlardır.
Hadis-i Şerifte Resûlüllah (s.a.v.) bir noktaya dikkatimizi çekiyor. O da göz, dil gibi organlarla kazanılan küçük hataları tenasül organı fiile dönüştürmedikçe ve bunlar birer hayal halinde kaldığı sürece bunlar zina sayılmıyor ve bu küçük hatalara zina günahı terettüp etmiyor. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de:

"Ufak tefek kusurlar dışında günahın büyüklerinden ve hayasızlıktan kaçınanlara gelince, şüphesiz Rabbın, affı bol olandır,"5 buyurulmuş ve bu tür hataların büyük günahlardan kaçınmak kaydiyle bağışlanacağı bildirilmiştir.
Zina ve fuhuş büyük günahlardan olduğu gibi, iffetli kadınlara zina ve fuhuş isnadı da büyük günahlardandır.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Zina ve fuhuş, beşerin nezih hayatını kirleten bir seyyie olduğu içindir ki Kur'an-ı Kerim, Resûlüllah Efendimize biat etmek isteyen kadınlardan uymaları gerekli hususlardan birisinin de iffetlerini korumaları olduğunu bildirir. Nitekim:
"Ey Peygamber , inanmış kadınlar;
- Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamak,
- Hırsızlık yapmamak,
- Zina etmemek,
- Çocuklarını öldürmemek,
- Elleriyle ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemek,
- Maruf hususunda sana karşı gelmemek üzere biat etmeye geldikleri zaman biatlerini kabul et ve onlar için Allah'tan mağfiret dile. Şüphesiz Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir,''6 buyurulmuştur.
Bu husus yalnız kadınlardan değil, erkeklerden de istenmiştir. Nitekim Yesrip (Medine)'den gelip Resûl-i Ekrem Efendimizle Mekke'nin kenarında Akabe denilen yerde buluşan ve Peygamberimizin telkinlerini dinledikten sonra müslüman olmak isteyenlere Peygamberimiz şöyle demiştir:

"Allah'a ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocukları öldürmemek, kendiliğinizden uyduracağınız hiç bir yalanla bühtan ve iftirada bulunmamak, doğru işte isyan etmemek üzere bana biat ediniz..."7
Zina ve fuhuş, mü'minin manevi duygularını zedeleyeceği için, olgun iman ile bir arada bulunmasının mümkün olmadığı Resûl-i Ekrem Efendimiz tarafından bildirilmiştir.


"Zina eden kişi zina ettiği sıra (tam ve olgun bir) mü'min olduğu halde zina etmez."8
Evet, zina büyük günahlardandır, olgun iman ile bir arada barınmaz. Fakat onu işleyeni de imandan çıkarmaz. Esasen yalnız bu değil günahların hepsi böyledir, onları işleyen kimse günah olduklarını inkar etmedikçe imandan çıkmaz, günahkâr oIur. Nitekim Resûl-i Ekrem Efendimiz:

"Bana Cebrail (a.s.) geldi ve müjde verdi: "Her kim Allah'a ortak koşmadan ölürse cennete girer,'' dedi. Ben Cebrâil'e: Hırsızlık etse de zina etse de mi?'' dedim. O, "Evet hırsızlık etse de zina etse de'' diye cevap verdi.9
Evet günah imanın aslını değil, kemalini olumsuz şekilde etkiler. Olgun mü'minler tarif edilirken Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur:

"Mü'minler o fazilet sahipleridir ki (şirk gibi) günahın büyüklerinden ve (zina gibi) açık kötülüklerden çekinirler ve öfkelendiklerinde (darıldıkları kimselerin) kusurlarını örterler."10


"Onlar, Allah'ın yanında başka tanrı tutup ona yalvarmazlar. Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar. Zina etmezler. Bunları yapan günaha girmiş olur."11
En büyük fazilet, kişinin heva ve hevesine kapılmayarak iradesine hakim olmasıdır. Böyle olan kimse Cenâb-ı Hakk'ın rızasını kazanmış olur. Bunlar cennete girmeyi ve Allah Teâlâ'nın büyük Iütuflarına ermeyi hakederler. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de:


"Kim Rabbinin azametinden korkup da kendini kötülükten alıkoymuşsa varacağı yer şüphesiz cennettir,"12 buyurulmuştur.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz de şöyle buyurmuşlardır:



"Her kim ağzın iki kemiği arasındaki dilini ve iki dudağı arasında bulunan (edep yerini) kötülükten korumayı bana temin ederse ben de o kişiye cenneti temin ederim''13.

"Kadın, beş vakit namazını kılar, Ramazan orucunu tutar, iffetini korur ve kocasına saygı gösterirse kendisine'' "hangi kapıdan istersen cennete gir'' denir.14
Allah korkusu sebebiyle iffetini koruyanlar kıyamet günü Arş'ın gölgesinde gölgelenecek yedi sınıf insandan biri olacaktır. Nitekim Resûl-i Ekrem (s.a.v.) bu yedi sınıf insanı şöyle tadat buyurmuşlardır:


"Yedi sınıf insan vardır ki Allah Teâlâ onları (Arş'ının) gölgesinden başka hiçbir gölge bulunmayan günde (kıyamet gününde) gölgesinde gölgelendirecektir.
- Adil hükümdar,
- Allah'a ibadet ederek yetişen genç,
- Gönlü mescidlere bağlı olan kimse,
- Allah için sevişen, O'nun için bir araya gelen, O'nun için birbirinden ayrılan iki kimse,
- Kendisini mevki sahibi güzel bir kadın (meşrû olmayan ilişkiye) davet ettiği halde "Ben Allah'tan korkarım'' diyen kimse,
- Sol elinin verdiğini sağ eli duymayacak kadar gizli sadaka veren kimse,
- Tenha bir yerde Allah'ı anarak gözleri boşanan kimsedir.''15

DİPNOTLAR
1 İsrâ, 32.
2 Buhari, Nikâh, 107; Müslim, Tevbe, 5.
3 İsmail Hakkı, el-Bursevî, Tenviru'l-Ezhân min Tefsir-i Ruhi'l-Beyan, c. II, s. 342, Beyrut, l988.
4 Buhari, İstizan, 12; Müslim, Kader, 5.
5 Necm, 32.
6 Mümtehine, 12.
7 Buhari, İman, 11.
8 Buhari, Eşnibe, 1.
9 Buhari, Tevhid, 33.
10 Şûrâ, 37.
11 Furkan, 68.
12 Naziât, 40.
13 Buhari, Rikak, 23.
14 el-Münzirî, et-Terğib ve't-Terhip, III, 52 (Hadisi, Ahmed ve Taberânî rivâyet etmişlerdir.)
15 Buhari, Ezan, 36.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
[ Kehanet ve Falcılığın Dinde Yeri Yoktur ]​
Değerli mü'minler!
Bugünkü konuşmamızda kehanet ve falcılıktan söz etmek istiyorum.
Kitap ve sünnette yeri olmayan, akıl ve ilim ile de açıklanamayan şeylere "Hurafe" diyoruz.
İslâmiyet geldiği günden itibaren hurafelerle mücadele etmiştir. Kehanet ve falcılık da, İslâmiyet'in mücadele ettiği hurafelerdendir.
Kehanet, gaybden haber verme işidir. Bu işi yapana yani gaybden haber verene de kâhin denir.
Meşhur bilginlerden İbnü'I-Esîr (H.544-606, M.1149-1210): "Kâhin, gelecekte kâinatta meydana gelecek olaylardan haber veren ve gizli olan şeyleri bildiğini iddia eden kimsedir", demiştir1.
Falcılık da kehanet gibi gelecekten haber verme yöntemlerinden birisidir. Falcı bu yöntemi kullanarak gelecekten bilgi verdiğini iddia eden kimsedir.
İnsan, tarihin her devrinde ve her toplumda geleceğe ait olayları önceden öğrenmek istemiştir. Kehanet ve falcılık, insanın bu arzusuna bir cevap olarak ortaya çıkmıştır. Arapların Ezlâm -fal okları-, Fas ve Rum'un tavla ve satranç oyunları, remilleri (nokta ve çizgileri) ve tencimleri (yıldızlardan bilgi alma) gibi şeyler, hep birer kehanet araçlarıdır.
Geleceğin karanlıkları içinde saklanan mukadderatı görmeye insan zekâsının yetmediği zamanlarda kişiler ve toplumlar için takdir edilmiş olan olayları öğrenmek maksadıyla böyle aslı olmayan vasıtalara başvurulmuştur. Bugün bile ilim ve teknolojinin ileri bir seviyede bulunduğu toplumlarda kehanete inananlar ve bunu sanat haline getirenler bulunmaktadır. Nitekim çeşitli toplumlarda yıl başında yeni yılın neler getireceği konusunda türlü türlü efsanelerin yayınlandığı görülmektedir.
Bu konuda bir başka isim de "Arrâf"tır. Arrâf, çalınmış olan eşyayı veya yitiğin yerini bildiğini iddia eden kimsedir. Bunlar, bu yolla çıkar sağlamakta, halk da bunlardan yitik ve çalıntı malları hakkında medet ummaktadır.
Araplar arasında fal okları (Ezlâm) ile yapılan falcılık çok yaygın idi. Bu oklar üç parçadan ibaretti. Bunlardan birinde ''Yap", öbüründe ''Yapma" yazılı idi. Üçüncü ok da boştu. Bir iş yapmak isteyen veya yola çıkmayı düşünen kimse, bu işin ve bu yolculuğun kendisine yarar sağlayıp sağlayamayacağını bu oklarla anlamak isterdi. ''Yap" yazılı ok çıkarsa, yapmak istediği işi yapar veya yola çıkardı. "Yapma" yazılı ok çıktığında, o işi yapmaz veya yola çıkmazdı. Boş olan okun çıkması halinde ise, yazılı ok çıkıncaya kadar fala devam edilirdi.
İşte cehalet devri insanının anlayışı.
Şimdi önce bunlarla ilgili dinimizin görüşünü ortaya koyalım. Sona da bunları yapmanın, yaptırmanın ve bunlara inanmanın ne olduğunu açıklayalım.
Bütün bunlarda, insana gizli olan hususları bilme ve öğrenme çabası yatmaktadır. O halde insan gaybı yani kendisine gizli olan şeyleri bu ve benzeri vasıtalarla bilebilir mi? Önce bunun bilinmesi Iazımdır.
Gaybı yalnız Allah bilir, insanlar gaybı bilemezler. Bu husus hem Kur'an-ı Kerim'de ve hem de Peygamberimizin sünnetinde ifade buyurulmuştur. Bu konudaki âyet-i kerimelerden bazıları şunlardır.

"Gaybın anahtarları O'nun katındadır . Onları, O'ndan başkası bilmez."2

''De ki, göklerde ve yerde Allah'tan başka gaybı kimse bilmez.
''Gaybın anahtarları Allah'ın katındadır" demek, gizli olan ve duyu organları ile algılanmayan şeyleri yalnız Allah bilir demektir.
Ay ve güneşin doğuş ve batış zamanları ile bunların tutulmalarını önceden bilip haber vermek gaybı bilmek değil midir? Gibi bir soru akla gelebilir.
Evet, ay ve güneşle ilgili bu bilgiler gayp bilgileri değildir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de

"Güneş ve ay bir heseba göre hareket etmektedir."3 buyurulmuştur.
İnsanlar güneş ve ayın hareketleri ile ilgili hesabı iyi yaparlarsa, daha doğrusu yapabiliyorlarsa onları izleyebilirler. Bugün ise bu yapılmaktadır. Ancak tarihte bunun yapılamadığı devirler olmuştur. Nitekim Peygamberimizin Ramazan Hilali ile ilgili şu açıklamaları bunu ifade etmektedir. Şöyle buyuruyor:

''Biz ümmî bir topluluğuz, ne yazı yazmasını bilir ne de (yıldızların seyrini) hesabını anlarız. (Bize Iazım olan) bir ay, kâh şöyledir, kâh böyledir." Hadisi rivayet eden İbn-i Ömer (r.a.): ''Peygamberimiz bu ifade ile bazen ay yirmi dokuz, bazan da otuz gündür demek ister gibi mübarek parmakları ile işaret buyurmuştur."4
Peygamberimiz, ayın hesap ile belirlenemeyeceğini söylemiyor. Ancak biz şu anda böyle sağlıklı bir hesap yapamayız buyuruyor.
Hava değişimleri ile ilgili bugün yapılmakta olan tahminler de gayb ile bir ilgisi yoktur. İnsan bilgisinin ulaşma imkanı bulunan çeşitli metod ve aletlerle öğrenilebilecek şeyler gayb değildir. Hava tahmin raporları da böyledir. Önceden böyle bir tahmin yapan kimse gaybı biliyor denemez. Ama bunun dışında, kişinin ne zaman öleceği, gelecekte başından neler geçeceği ve ne gibi olaylarla karşılaşacağı hususları gayb ile ilgilidir ve bunları yalnız Allah bilir. Bunu Peygamberler de melekler de bilemezler. Ancak Peygamberler ve melekler Allah'ın kendilerine bildirdiği kadarını bilir, bildirmediğini bilemezler. Çünkü Allah Teâlâ bu bilgiye kimseyi ortak etmemiştir.
Mekke müşrikleri zaman zaman Peygamberimizden gayb ile ilgili hususlarda bilgi istiyorlardı. Allah Teâlâ onları bu konuda uyarmasını Peygamberine emretmiştir.
''(Ey Muhammed) De ki, ben size Allah'ın hazineleri benim yanımdadır demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size ben bir meleğim de demiyorum. Ben sadece bana vahyolunana uyarım."5
Görülüyor ki Allah Teâlâ Peygamberine üç şeyin kendisinde bulunmadığını söylemesini istiyor. Bunlar da, Allah'ın hazinelerinin yanında olmadığı, gaybı bilmediği ve melek olmadığı hususlarıdır. Peygamber olması, gaybı bilmesini gerektirmez. Başka bir ifade ile gaybı bilmemesi, Peygamber olmasına zarar vermez. Ancak Allah tarafından kendisine bildirilmiş olanları bile bilir..

''(Ey Muhammet) De ki: Ben kendi kendime Allah'ın dilediğinden başka ne bir menfaat elde etmeye ne de bir zararı önlemeye malik değilim. Ben eğer gaybı bilseydim daha çok hayır yapardım ve kötülük denilen şey yanıma uğramazdı. Ben inanacak bir kavme müjde veren ve onları uyaran bir Peygamberden başka biri değilim."6
Peygamberimiz, kendisinin gaybı bildiğini söyleyenleri ,daha doğrusu bilmesi gerektiğine inananları daima uyarmış ve gaybı bilmediğini söylemiştir.

Muavviz kızı Rübeyyi (r.anh.) şöyle diyor: ''Ben gelin olduğum günün kuşluk vaktinde Peygamberimiz düğünüme gelmişti. O sırada bazı kızlar def çalarak, babalarımızdan Bedir savaşında şehit olanların hatıralarını anıyorlardı. Kızlardan birisi: "İçimizde bir Peygamber vardır ki, o, yarın ne olacağını bilir" dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz: ''Kızım öyle söyleme, bundan önce söylediğin gibi söyle." buyurdu7 ve bunun yanlış olduğunu bildirdi.
Kıyametin ne zaman kopacağı gayb ile ilgili bilgilerdendi. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de:


"Sana, ne zaman kopacak diye kıyamet vaktini soruyorlar. De ki: Onun bilgisi yalnızca Rabbimin katındadır."8
Zaman zaman bazı kimseler insanların bilgisizliğinden yararlanarak çıkar sağlamak için kıyametin kopacağı zamanı bildiklerini iddia ederler. Halbuki Peygamberimiz bu konu ile ilgili kendisine sorulan soruları, ya cevapsız bırakmış, ya da soruyu sorana daha çok ilgilenmesi gereken noktaya dikkatini çekmiştir. Bu konuda hadis kitaplarında mevcut hadisi şeriflerden üç tanesini nakletmek yararlı olacaktır. Birinci hadis-i şerif:

Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor. Peygamberimize bir adam gelerek:
- Ey Allah'ın Resûlü, kıyamet ne zaman kopacak? diye sordu. Peygamberimiz:
- Emânet zayi olduğu zaman kıyameti bekle, buyurdu. Adam tekrar sordu:
- Emanetin zayi olması nasıl olur? dedi. Peygamberimiz:
- İşler ehil olmayan kimselere verildiği zaman, kıyameti bekle, buyurdu.9
İkinci hadis-i şerif:

Enes İbn-l Malik (r.a.) anlatıyor: Bir adam Peygamberimize gelerek:
- Ey Allah'ın Peygamberi, kıyamet ne zaman kopacak? diye sordu. Peygamberimiz:
- Sen kıyamet için ne hazırladın? buyurdu. Adam:
- Ey Allah'ın Resulü, ben kıyamet için çok namaz, oruç ve sadaka hazırlamadım. Ancak ben, Allah'ı ve Peygamberini severim, dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz:
O halde sen, sevdiklerinle beraber olacaksın. buyurdu.10
Üçüncü hadis-i şerif:

Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: Bir gün Peygamberimiz açıkta oturuyordu. Yanına birisi gelerek:
- İman nedir? diye sordu. Peygamberimiz:
- İman, Allah'a, meleklerine, Allah'a kavuşmaya, Peygamberlerine ve öldükten sonra dirilmeye inanmandır, buyurdu, Adam:
- İslâm nedir? dedi. Peygamberimiz:
- Allah'a ibadet edip O'na hiçbir şeyi ortak koşmaman, namazı kılman, farz olan zekâtı vermen ve Ramazan ayı orucunu tutmandır, buyurdu. Adam:
- İhsan nedir? diye sordu. Peygamberimiz:
- İhsan, Allah'a sanki O'nu görüyormuş gibi ibadet etmendir. Sen Allah'ı görmüyorsan O seni görüyor, buyurdu. Adam
- Kıyamet ne zaman? dedi. Peygamberimiz:
- Bu konuda sorulan, sorandan daha bilgili değildir, buyurdu11
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Görülüyor ki, ilk iki hadisi şerifte Peygamberimiz kendisine kıyametin zamanı ile ilgili sorulan soruya cevap vermemiş, asıl ilgi gösterilmesi gereken noktaya dikkat çekmekle yetinmiştir. Üçüncü hadisi şerifte ise bu konuda kesin bir bilgiye sahip olmadığını ifade etmiştir.
Değerli kardeşlerim, işte ayeti kerime ve hadisi şerifler gaybı , kıyametin ne zaman kopacağını, gelecekte insanın ne gibi olaylarla karşılaşacağını Allah'tan başka kimsenin bilemeyeceğini ifade etmektedir.
Kehanet ve falcılık bir nevi gaybden ve gelecekten haber vermektir ki, bu ayeti kerime ve hadisi şeriflere göre mümkün değildir. Böyle olunca bunu sanat haline getiren kimseler, yani kahinler ve falcılar, insanları aldatmakta ve bu yolla çıkar sağlamaktadırlar.
Bu konuya diğer konulardan farklı olarak ayeti kerime ve hadisi şeriflerde fazla yer verilmesinin iki sebebi vardır.
Birincisi, İslâmiyetten önce cehalet devrinde halk gelecekten bilgi almak için gaybden haber verdiğini iddia eden kahinlere başvuruyor, yapmak istedikleri herhangi bir iş veya yolculuk için falcılara gidiyor, fal baktırıyorlardı.

Muâviye İbnü'I-Hakem es-Sülemî (r.a.) diyor ki: ''Ben Peygamberimize:
- Ey Allah'ın Resûlü, bir takım şeyleri biz cahiliyet devrinde yapıyorduk, kâhinlere gidiyorduk, dedim. Peygamberimiz:
- Artık kâhinlere gitmeyin, buyurdu. Ben:
- Teşe'ümde bulunuyorduk (yani şom tutuyorduk) dedim. Peygamberimiz:
- Bu sizden birinizin içine uğursuzluk olarak sinen bir şeydir. Sakın size mani olmasın, sizi işinizden geri bırakmasın, buyurdu.12 Cahiliyye devrinin batıl inançlarından bazıları da şunlardır:
1. Tıyere: Bir yolcunun sefere çıktığı sırada önünden bir kuşun uçması uğursuzluk sayılırdı ve böyle bir durumla karşılaşan yolcu yolculuğundan vaz geçerdi.
2. Hâme: Hâme, baykuştur. Bu kuşun bir evin üzerine konup da ötmesinin uğursuzluk getireceğine inanılırdı. Bugün bile cahil halk arasında böyle bir endişe vardır.
3. Safer: Kamerî aylardan Safer ayının uğursuz bir ay olduğunu, bütün uğursuz işlerin bu ayda meydana geldiği düşüncesidir. Halbuki Safer ayının diğer aylardan hiçbir farkı yoktur. Diğer aylar zamanın bir dilimi olduğu gibi Safer ayı da zamanın bir dilimidir. Bu batıl akide cahil halk arasında yaşamakta ve Safer ayında nikah yapmanın uğursuzluk getireceğine inanılmaktadır. Bu batıl inancı yıkmak için İslâm alimleri mücadele etmişler, hatta pek çok alim özellikle bu ayda nikah kıymışlardır.
4. GûI: Cahiliyye Araplarının inancına göre Gûl, tenha ve ıssız çöllerde insana değişik suretlerde görünerek yolunu şaşırtır, sonunda onu helâk eder.
Peygamberimiz bunların aslı olmadığını, cehalet devri Araplarının batıl inançları arasında yer aldığını bildirmiş ve bunlara itibar edilmemesini öğütlemiştir.13
Değerli kardeşlerim! Kehanet ve falcılık cehalet devri anlayışı olduğu gibi bazı tabiat olaylarından manalar çıkarmak da aynı şekilde cahiliyye anlayışıdır ve gerçekle bir ilgisi yoktur. O cehalet devrinde ay ve güneş tutulmasının yer yüzünde önemli bir kişinin öleceğine veya öldüğüne, ya da büyük bir zarar olacağına inanılırdı. Peygamberimizin oğlu Hz.İbrahim, vefat ettiği zaman tesadüfen güneş tutulmuştu. Halk, cehalet devrinden kalma bir anlayışla güneşin tutulmasını Hz.İbrahim'in ölümüne bağlamışlardı. Peygamberimiz bu yanlış akideyi ortadan kaldırmak için:

''Güneş ve ay Allah'ın âyetlerinden iki âyettir. Bunlar hiçbir kimsenin ne ölümünden ne de yaşamasından dolayı tutulmazlar",14 buyurdu.
Evet, değerli kardeşlerim, kehanet ve falcılık konusuna ayet ve hadislerde fazlası ile yer verilmesinin iki sebebi olduğunu, bunlardan birincisinin, halkın cahillik devrinden kalma bu konuda bir alışkanlıkları bulunduğunu ve bununla ilgili bazı rivayetleri nakletmiş bulunuyoruz.
İkinci sebep ise; o devrin insanı Peygamber denilince ondan bu çeşit şeyleri bekliyordu. Bazan ondan, gaybden haber vermesini, bazan da sihir ve kehanet yolu ile tabiatı etkisi altına almasını arzu ediyorlardı. Onların bu arzu ve istekleri ile ilgili olarak İsrâ sûresinde şöyle buyurulmuştur:

"Sen, dediler, bizim için yerden bir kaynak fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Veya senin bir hurma bahçen ve üzüm bağın olmalı; öyle ki, içlerinden gürül gürül ırmaklar akıtmalısın. Yahut iddia ettiğin gibi üzerimize gökten parçalar yağdırmalısın veya Allah'ı ve melekleri gözümüzün önüne getirmelisin. Yahutta altından bir evin olmalı, ya da göğe çıkmalısın. Bize, okuyacağımız bir kitap indirmedikçe göğe çıktığına da inanmayacağız. de ki: Rabbimi tehzih ederim, ben sadece beşer olan bir Peygamberim. (Bu istediklerinize benim değil, ancak Allah'ın gücü yeter)"15.
Evet, Kur'an-ı Kerim, gaybı yalnız Allah bilir diyor. Peygamberimiz de gaybı bilmediğini ifade ediyor. Şimdi bu durumda bir kimse gelecekten haber almak ve ilerde karşılaşacağı olayları öğrenmek için kâhine, falcıya ve Arrafa giderse durumu ne olur? Bunu da Peygamberimizden öğrenelim. Şöyle buyuruyor:

''Kim Kahine veya Arrafa (yitiğin veya çalınan malın yerini haber verdiğine inanılan kimse) veya sihirbaza gider ve onun söylediğine inanırsa, o kimse, Muhammed (s.a.v.)'e indirileni inkar etmiş olur."16
Bir başka hadisi şerifte şöyle buyurulmuştur:

''Kuş uçuran ve kendisi için kuş uçurulan, fala bakan veya baktıran, sihir yapan veya yaptıran bizden değildir. Kim bir falcıya gider de söylediğine inanırsa o kimse Muhammed (s.a.v.)'e indirileni inkar etmiş olur."17
Böyle gaybden haber veren kimselere gidip de onlara fal baktıran, yitik veya çalıntı malının yerini veya hırsızı haber vermesini isteyen kimse, onların haber verdiklerine inanacak olursa yaptığı ibadetin de sevabına eremez. Nitekim Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:

''Her kim Arrafa (çalınan bir şeyin veya yitiğin yerini haber veren kimse) gider, ondan bir şey sorar da onun verdiği haberi doğrulasa, o kimsenin kırk gün namazı kabul olmaz . (Yani bu süre içinde kıldığı namazın sevabına eremez.)18
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Peygamberimiz, inanan insanın böyle kahin ve falcılara gitmesini hoş görmüyor. Çünkü kahin veya falcı ilerde bu kimsenin başına gelecek kötü olaylardan söz ederse -ki bunu bilmesi mümkün değildir- ve fal baktıran da buna inanırsa morali bozulur, huzuru kaçar ve rahatsız olur. Böyle falına baktırıp ilerde kötü olaylarla karşılaşacağı kendisine söylenilen kimselerden pek çoğu bunalıma girmiştir.
Diğer taraftan, çalınan eşyanın ve yitik malın yerini haber verdiği iddia edilen Arraf, kendisine başvurandan aldığı bilgiler doğrultusunda hırsız ile ilgili vereceği haber, bazı günahsız insanların suçlanmasına ve kötü zanda bulunulmasına sebep olacaktır. Hiçbir belge ve sağlıklı bilgi yokken bazı insanların suçlanması ve onlar hakkında kötü zanda bulunulması günahtır, vebaldir. Bu günah ve vebale Arrafa veya falcıya giden de ortaktır. Bundan sakınılması Iâzımdır.
Dinimiz insanlığı falcılık gibi kötü bir alışkanlıktan kurtarmak için istihareyi tavsiye etmiştir.
İstihâre, Allah Teâlâ'dan iyi, yararlı ve hayrın kolaylaştırılmasını dilemektir ki, insan girişeceği bir işin sonucu hakkında tereddüt ettiği sırada: "Allah'ım, şu giriştiğim işi yapmak veya yapmamaktan hangisi hakkımda yararlı ve hayırlı ise onu bana kolaylaştır", demektir.
İstihâre, ibadet ve sevap işlemek gibi iyi olan işlerde yapılır, haram ve günah olan işlerde yapılmaz.

Câbir İbn-i Abdillah (r.a.) anlatıyor: ''Peygamberimiz Kur'an'dan bir sûre öğretir gibi, işlerimizin hepsinde bize istihâre duasını öğretir, şöyle buyururdu:
''Sizden biriniz (haram ve günah olmayan) bir iş yapmaya karar verdiğinde (nafile olarak) iki rek'at namaz kılsın, sonra da şöyle dua etsin: ''Allah'ım, sen bildiğin için, senden, hakkımda hayırlısını bildirmeni, kudretinle bana güç vermeni ve hayrın açıklanmasını senin büyük fazl-u kereminden isterim. Çünkü senin her şeye kudretin yeter, benim ise yetmez. Sen, her şeyi bilirsin, halbuki ben bilmem. Sen bütün gizli şeyleri en iyi bilensin. Allah'ım, sen bilirsin, eğer (yapmayı düşündüğüm) bu iş benim dinim, yaşayışım, işimin sonucu, dünyam ve âhiretim için hayırlı ise bunu bana takdir eyle, onu bana kolaylaştır ve bu işi bana mübarek eyle. Eğer bu iş, benim dinim, yaşayışım, işimin sonucu, dünyam ve âhiretim için kötü ise, zararlı ise, bunu benden uzaklaştır, beni de ondan uzaklaştırır. Hayır nerde ise onu bana taktir et ve onunla beni hoşnut eyle."19
Ne güzel bir tavsiye. Hiç kimseye başvurmadan yaratan Allah'a sığınıyor, O'ndan yadım istiyorsunuz. Yapmak istediğiniz işin hakkınızda hayırlı mı değil mi bunu gönlünüzün bu konuda rahatlamasını istiyorsunuz. Bundan daha doğal ne olabilir?
Böyle zamanlarda biz insanlar için istihâre ruhumuzu kuvvetlendirir, gücümüzü artırır. Kararsızlık içerisinde bocalayan ve ne yapacağını kestiremeyen bir kimsenin, Allah'ın huzurunda el bağlayıp iki rek'at nafile namaz kıldıktan sonra Cenâb-ı Hak'tan kendisini hayra ve mutluluğa sevk etmesini dilemekle hiç şüphesiz gönlünde bir hafiflik hisseder. Hayrın kendisine yöneleceğine inandığından, istihâre ettiği iş hakkında kendisi için hayırlı tarafın tecelli edeceğine de emin olur. Böyle içtenlikle yapılan duanın kabul olduğunun en açık şahidi, istihâre eden kimsenin istihâre ettiği iş hakkında gönlünde bir genişlik duymasıdır. İstihâre eden kimsenin gönlünde böyle bir genişlik olmazsa istihâresini yediye kadar tekrar etmesi de Enes İbn-i Malik (r.a.)'den rivayet edilmiştir. Peygamberimiz Enes İbn-i Malik'e:

''Ey Enes, bir işe teşebbüs etmek istediğinde o iş hakkında yedi defa istihâre eyle. Sonra gönlüne o işle ilgili doğan şeye bak. Çünkü hayır, günlüne doğan şeydedir", buyurmuştur.20
Değerli kardeşlerim, sonucu hayır olduğu bilinen şeylerde istihâre yapılmaz. Mesela ilim öğrenmek ve bilinen bir san'atı benimsemek için istihâre etmeye Iüzum yoktur. Çünkü Kur'an-ı Kerim, kendisine ilim verilen kimseye çok hayır verilmiş olduğunu bildirmektedir. Sanat da insanın geçimini sağlamak ve insanlara hizmet etmek için öğrenilir. Bunda da hayır vardır.
Değerli kardeşlerim, konumuzu özetleyecek olursak şunu söyleyebiliriz: Dinimiz cahiliyyet hurafeleri ile mücadele ettiği gibi falcılık ve kehânetle de mücadele etmiştir. Çünkü bunlar da hurafedir, bunların dinde yeri yoktur.

DİPNOTLAR
1 İbnü'l-Esîr, en-Nihaye, c. IV, s. 43, Mısır, 1322.
2 En'am, 59.
3 Neml, 65.
4 Buhari, Savm, 13.
5 En'am, 50.
6 A 'raf, 188.
7 Buhari, Meğazi, 12; Tirmizî, Nikah, 6; Ebû Davût, Edeb, 59.
8 A'raf,187.
9 Buhari, Rikak, 35.
10 Müslim, Birr, 50.
11 Buhari, İman, 37; Müslim, İman, 1.
12 Müslim, Selâm, 35.
13 Bakınız, Buhari, Tıp, 19; Müslim, Selâm, 33.
14 Buhari, Kusûf, 1; Müslim, Kusûf.
15 İsrâ, 90-93.
16 Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, c.V, s.118, Beyrut, 1967 (Hadisi Bezzar İbn-i Mes'ûd'tan rivayet etmiştir.)
17 Mecme'uz-Zevâid, c.V, s.117. (Hadisi Bezzar, İmran İbn-i Husayn'dan rivayet etmiştir.)
18 Müslim, Selâm, 35.
19 Buhari, Teheccüd, 25.
20 Aynî, Umdetü'I-Kârî, C. VII, s. 225.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
[ İslamiyet İnsan Haklarına Büyük Önem Vermiştir ]​
Değerli müminler!
Bugünkü sohbetimizde insan haklarından söz edeceğiz.
Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruyor.

"Ey insanlar, doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah katında en değerli olanınız, O'ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır."1
İnsanların doğuştan eşit olduklarını ifade eden bu âyet, Ashabtan Sabit İbn-i Kays hakkında nazil olmuştur. Sâbit, bir kere Peygamberimizin meclisine gelmişti. Orada yanında oturmak istediği kişi Sâbit'e yer açıp göstermedi. Buna içerleyen Sâbit, "Ey filân kadının oğlu" diye hakaret etti. Bunun üzerine Peygamberimiz:
- Ey Sâbit, mecliste olanların yüzlerine bak, buyurdu. O da orada oturanlara birer birer baktı. Peygamberimizi:
- Ne gördün? diye sordu. Sabit:
- Ak, kara, kırmızı çehreler gördüm, deyince, Peygamberimiz:
- Ey Sâbit, sen bunları, bu siyahtır Araptır, bu beyazdır Acemdir, diye birbirine üstün kılamazsın. İnsanlar dine bağlılıkları ve takvaları (Allah'tan korkmaları) ile faziletlidirler diyebilirsin, buyurdu ve bu âyet nazil oldu.2
Peygamberimiz şöyle buyuruyor:


"Allah Teâlâ sizin sûretlerinize ve mallarınıza bakmaz. Sizin kalplerinize ve işlerinize bakar"3
Bir başka hadisi şerif de şöyledir:

"İnsanlar tarağın dişleri gibi eşittir. Hiç kimsenin başkası üzerinde -Allah korkusu hariç- bir üstünlüğü yoktur."4
İslâm dininin iki ana gayesi vardır. Birisi tek olan, eşi ve dengi bulunmayan Allah'a inanmak ve yalnız O'na ibadet etmek, diğeri de Allah'ın bütün yaratıklarına iyi davranmaktır.
İslâm, bütün yaratıklara, özellikle en üstün yaratık olan insana şefkat ve merhamet göstermeyi bir esas olarak kabul etmiştir. Bunun içindir ki, bu dini tebliğ etmek üzere gönderilen son Peygamber Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem'i ilk tanıyan ve etrafında ilk toplananların çoğunluğunu hakları ellerinden alınmış, toplum içinde hor ve hakir görülmüş insanlar oluşturmuştur. Bunlar, İslâm dininin insanlar arasında ayırım yapmadığını görünce hemen onu kabul edip müslüman olmuşlardı. Nitekim Ebû Süfyan müslüman olmadan önce ticaret maksadı ile Şam'a gitmişti. Rum Kayseri Hırakl onu davet etmiş ve Peygamberimizle ilgili kendisine bazı sorular sormuştu. Bu sorulardan birisi de şöyle idi:
- Peygamber olduğunu söyleyen kimseye uyanlar genelde halkın ileri gelenleri mi yoksa zayıf olanları mı? Ebu Süfyan bu soruya şu cevabı verdi:
- Ona uyanlar halkın ileri gelenleri değil, halkın zayıf olanlarıdır. Bunun üzerine,Hırakl:
- Peygamberlere ilk önce uyanlar da zaten onlardır, dedi.5 Toplumun zayıf olan kesiminin müslümanlığı kabul edip Peygamberimizin etrafında toplandıklarını gören ileri gelenler, rahatsız olmaya başlamışlardı. Onlar da müslüman olmak istiyor, ancak yoksullarla birlikte oturmayı bir türlü hazmedemiyorlardı. Bunun için Peygamberimize gelerek şu teklifte bulundular: Size uymak istiyoruz, ancak yoksullarla beraber aynı mecliste oturmak istemiyoruz. Bunun için bize yoksulların katılmayacağı bir meclis tahsis ediniz" dediler. Müslüman olmalarını çok arzu eden Peygamberimiz de onların bu teklifleri üzerinde düşünüyordu ki, Allah Teâlâ ona şu âyeti indirdi:

"Sabah akşam Rablerine O'nun rızasını dileyerek dua edenlerle birlikte candan sebat et. Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan ayırma. Kalbini bizi anmaktan gafil kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye değer verme."6
İşte inen bu âyetler, toplum ferdleri arasında sosyal bir ayırım gözetmeden, Allah'ın âyetlerini herkese okumasını, zenginleri kabul edip yoksulları ihmal etmemesini Peygamberimize emretmiştir.
Cehâlet devrinin yetiştirdiği adamlardı bunlar. Onlara göre yoksullar ve köleler adam sayılmazdı. Onlarla nasıl bir mecliste beraber oturacaklar, sevişip kaynaşacaklardı, bu olacak şey değildi. Onların bu anlayışta olduklarını gösteren bir başka örnek de şudur: Peygamberimiz Mekke'yi fethettiği zaman Hz. Bilâl'e Kâbe'nin üzerine çıkarak ezan okumasını emretti. Hz. Bilâl, bu emri alır almaz hemen Kâbe'nin üzerine çıktı ve ezan okumaya başladı. Kureyş kabilesi ileri gelenleri bunu hayretle seyrediyorlardı. Birisi Hâris b. Hişam'a dönerek: "Görmüyor musun, bu siyah köle nereye çıktı?" dedi7 Bunu bir türlü kabul edemiyordu, nasıl olur da bir siyah köle Kâbe gibi mukaddes bir mekânın üzerine çıkar. Kendisi ile bir kölenin eşit olamayacağını düşünüyordu. Halbuki Hz. Bilâl, kendisine tevdi edilen bir görevi ifa ediyordu. Bunun fakirlikle kölelikle bir ilgisi yoktu. Bunda sadece ehliyet aranır. Bu görev, onu en iyi bir şekilde yapabilecek kimseye verilir. Peygamberimiz de öyle yaptı, sesi güzel ve bütün samimiyeti ile İslâm'a inanmış ve her yönü ile güvenilir bulunan Hz. Bilâl'i seçmişti.
Değerli kardeşlerim, İslâm dini insan haklarına büyük önem vermiştir. Kur'an-ı Kerim'e ve Peygamberimizin sünnetine bakıldığı zaman insan hakları ile ilgili emir ve tavsiyeler görülecektir.
İslâm dini "Haklar"ı iki kısma ayırıyor. Bunlardan birisi ve birincisi Allah hakkıdır, diğeri de insan haklarıdır. Peygamberimiz insan haklarına büyük değer verirdi. Müslüman'ın, insan hakkı üzerinde olduğu halde Allah'ın huzuruna çıkmamasını daima öğütlerdi. Hatta O,namazını kıldırmak üzere, bir cenazeye davet edildiği zaman, ölünün kul borcu olup olmadığını sorardı. Borcu olduğu kendisine bildirilince borcunu karşılayacak bir mal veya para bırakmışsa namazını kılar; borcunu karşılayacak bir şey bırakmadığı bildirilince kendisi bu cenazenin namazını kılmak istemezdi. Bunun sebebi, borçlu ölüp borcunu karşılayacak bir şey bırakmamış olan kimsenin cenaze namazının kılınmayacağı için değil, arkadaşlarından zengin olanların, Peygamber namazını kılmıyor diye ona acıyarak bıraktığı borcu ödemelerini teşvik etmek ve böylece onun, kul borcu ile Allah'ın huzuruna çıkmamasını sağlamaktı. Nitekim şu rivâyet bunun çarpıcı bir örneğidir:
Seleme İbn-i Ekva (r.a.) anlatıyor: Bir defasında Peygamberimizle birlikte oturuyorduk. Bir cenaze getirildi. Cenaze sahipleri:
- Ey Allah'ın Resûlü, cenazemiz var, namazını kıldırır mısınız? dediler. Peygamberimiz:
- Ölünün üzerinde bir borç var mıdır? diye sordu. Cenaze sahipleri.
- Hayır, borcu yoktur, diye cevap verdiler. Peygamberimiz:
- Bir dünyalık bıraktı mı? diye sordu. Onlar:
- Hayır, bir şey bırakmadı, dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz cenaze üzerine namaz kıldı. Başka bir zaman bir başka cenaze getirilmişti. Cenaze sahipleri Peygamberimizden cenazelerine namaz kıldırmasını rica ettiler. Peygamberimiz:
- Ölünün üzerinde borç var mı? diye sordu. Onlar:
- Evet, var, dediler. Peygamberimiz:
- Bir dünyalık bıraktı mı? diye sordu. Onlar:
- Üç dinar bıraktı, dediler. Peygamberimiz bunun da namazını kıldı. Sonra üçüncü bir cenaze getirildi ve:
- Ey Allah'ın Resûlü, cenazemiz var, namazını kılsanız, dediler.
Peygamberimiz yine sordu:
- Ölü bir dünyalık bıraktı mı?
- Hayır, bırakmadı, dediler. Peygamberimiz:
- Ölünün borcu var mı? diye sordu. Cenaze sahipleri:
- Evet, üç dinar borcu var, dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz:
- Haydi, cenazenizin namazını kılın, buyurdu (da kendileri kılmak istemedi). Bunun üzerine Ebû Katade adındaki sahabi:
Ey Allah'ın Resûlü, cenazenin namazını kılınız, borcu benim üzerimedir, (yani borcunu ben ödeyeceğim) diyerek kefil oldu. Bunun üzerine Peygamberimiz bu cenazenin de namazını kıldı."8
Dârekutnî'nin rivayetine göre, Hz. Ali diyor ki: ''Bir cenaze namazı kılınmak için getirildiğinde Peygamberimizin adeti, ölünün geçmiş hayatının hiçbir safhasından sormaz, yalnız onun borcu var mıdır? derdi."9
Ebû Hureyre (r.a.) diyor ki: Peygamberimizin, borçlunun cenaze namazını kılmaması İslâm'ın ilk günlerinde olmuştur. Allah Teâlâ Peygamberimize fetihler nasip edip hazine zenginleşince, üzerinde kul borcu olup vefat edenlerin borçları Peygamberimiz tarafından ödenerek namazları kılınmıştır. Peygamberimiz bu konuda şöyle buyurmuştur.

"Ben, müminlere kendilerinden daha yakınım. Herhangi bir mümin ölürken borç bırakır (ve onu ödeyecek bir mal veya para bırakmaz) sa onu ödemek bana aittir. Mal bırakırsa o da veresesinindir."10
Görülüyor ki, Peygamberimiz bir müminin borçlu olarak Allah'ın huzuruna gitmesini istemiyor. Naklettiğimiz sahih rivayetler, Peygamberimizin bu konuda ne kadar hassas olduğunu gösteriyor.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Peygamberimizin: "Ölünün borcu var mıdır?" diye sorduğu borç, ödemek niyetiyle yapıp da ödeyemeden ölen kimsenin borcudur. Yoksa, hırsızlık, sahtekârlık, hile, haksızlık ve rüşvet gibi meşrû olmayan yollarla üzerine aldığı kul borçları değildir. Bunlar, sadece bir borç değil, aynı zamanda suç ve günahtır. Allah'ın yüce huzurunda hesap verilirken, kul hakları sahiplerine mutlaka ödenecek, suç olanlarına da ayrıca ceza verilecektir.
Peygamberimizin şu uyarısı ne kadar düşündürücüdür:


"Kıyamet gününde mutlaka haklar sahiplerine verilecektir. Hatta boynuzlu koyundan boynuzsuz koyunun öcü bile alınacaktır."11
Peygamberimizin verdiği örnekten anlıyoruz ki, bu konuda hiç kimseye haksızlık yapılmayacak ve hiç kimsenin hakkı örtbas edilmeyecektir.
Evet değerli kardeşlerim, hiç kimsenin bu dünyada yaptığı yanında kalmayacak, bir gün Mevlâ'nın huzurunda sorgulanacaktır.
Bu konuda Kur'an-ı Kerim'den başka pek çok hadisi şerif de vardır. İşte bu hadisi şeriflerden bir tanesi:

Ashab-ı kiram'dan Ebû Hureyre (r.a.)anlatıyor: Peygamberimiz:
- Müflis (iflas etmiş) kimdir, bilir misiniz?diye sordu. Orada bulunanlar:
- Bize göre müflis, parası ve malı kalmayan kimsedir, dediler. Peygamberimiz:
- Benim ümmetimden iflas etmiş olan o kimsedir ki, kıyamet gününde namaz ve zekât ile (yani bu ibadetleri yapmış olarak) gelir. Fakat şuna sövmüş, şuna iftira etmiş, şunun malını yemiş, bunun kanını dökmüş ve şunu dövmüş, bundan dolayı onun iyiliklerinden sözü geçenlerin her birine verilir. Üzerindeki kul hakları ödenmeden iyilikleri tükenirse hak sahiplerinin günahları o kimseye yükletilir, sonra o kimse cehenneme atılır. (işte gerçekten iflas etmiş bu kimsedir.)12
Bu hadisi şerif, insan haklarının ne kadar önem taşıdığını, insan haklarına saygı duymayan kimsenin, kıyamet gününde dünyada kazanmış olduğu iyilikleri de kaybederek çok kötü duruma düşeceğini açık bir şekilde ifade etmektedir.
Bu konuda Peygamberimizin bir başka uyarısı da şudur:

İbn-i Mesûd el-Ensârî (r.a.) anlatıyor: ben uşağımı kamçı ile dövüyordum. Arkamdan ''Ey Ebâ Mesûd, sen bil ki," diye bir ses duydum. Öfkeli olduğum için bu sesin ne olduğunu anlayamadım. Bana yaklaşınca bir de baktım ki, Peygamberimiz: ''Ey Ebâ Mesûd, iyi bil ki senin bu uşağa karşı gücünden, Allah'ın senin üzerinde ki gücü daha büyüktür" buyurdu. Ben de (bu yaptığım suçu ortadan kaldırsın diye) Bu köle Allah rızası için hürdür" dedim ve köleyi âzâd ettim. Peygamberimiz: ''Sen bu köleyi azat etmeseydin seni cehennem ateşi yakardı"13 buyurdu.
İnsan haklarının önemini belirten bu âyet-i kerime ve hadisi şerifleri naklettikten sonra, biraz da insan haklarının önemli olanlarından söz edelim.
İnsan hakları deyince akla ilk gelen hayat hakkıdır. Diğer haklar bundan sonra gelir. Herkes yaşama hakkına sahiptir. İnsanı bu haktan ne kendisinin ne de başkasının mahrum etme yetkisi yoktur.
Bunun için dinimiz, haksız yere cana kıymayı en büyük günahlardan saymıştır. Kur'an-ı Kerim'de:

"Her kim, bir cinayet işlememiş, kimseyi öldürmemiş ve yeryüzünde fesat çıkarmamış olan bir kişiyi öldürürse sanki bütün halkı öldürmüştür. Her kimde bir kimsenin yaşamasına sebep olursa bütün insanları ihya etmiş gibi olur"14 buyurulmuş ve hayat hakkının önemine dikkat çekilmiştir. Bu hakkı başkasına tanımayan kimse sanki bütün insanları öldürmüştür.

Ebû Said (r.a.) anlatıyor:
Peygamberimiz meşhur veda haccı hutbesinde şöyle buyurmuştur: "Ey insanlar, bilmiş olunuz ki, günlerin en mukaddesi şu bayram gününüz, ayların en mukaddesi, şu Zilhicce ayınız, şehirlerin en mukaddesi de şu Mekke şehrinizdir.
Bilmiş olunuz ki, şu Zilhicce ayınızda, şu Mekke şehrinizde şu bayram gününüz nasıl mukaddes ise (bayram günü Mekke'de günah işlemek nasıl ağır bir suç ise) şüphesiz kanlarınız ve mallarınız da size haramdır. (yani birbirinizin kanını akıtmanız ve haksız yere birbirinizin malını yemeniz de her zaman ve her yerde büyük günahtır.)"15
Bir başka hadisi şerifte Peygamberimiz:

"Şüphesiz dünyanın yok olması, Allah katında haksız yere bir müslüman olan kimsenin öldürülmesinden daha ehvendir."16
Değerli kardeşlerim, yaşama hakkı bir temel haktır. Bu hakkı insana Allah Teâlâ vermiş, O'ndan başka hiç kimsenin bu haktan onu mahrum etmeye yetkisi ve hakkı yoktur. Buna kalkışan kimse yani başkasının hayatına son veren kimse büyük günah işlemiş ve Allah'ın azabını hak etmiş olur. Nitekim Allah Teâlâ.

"Kim bir mümini kasden öldürürse cezası, içinde ebediyyen kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lânetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır"17 buyurmuştur.
Esasen Kur'an-ı Kerim, yanlışlıkla olması dışında bir müminin bir mümini öldüremeyeceğini bildirmiştir.18
İnsan kıyamet günü kul haklarından sorgulanırken ilk hesabını vereceği adam öldürme günahıdır. Nitekim Peygamberimiz:
"Kıyamet günü insanlar arasında ilk görülecek dava kan davasıdır"19 buyurmuştur.
Bir insanın başkasını haksız yere öldürmesi büyük günah olduğu gibi, kendi hayatına kıyması yani intihar etmesi de büyük günahtır. Çünkü hiç kimse kendi hayatı ile ilgili bir tasarrufta bulunmaya yetkili kılınmamıştır.
Esasen dinimizin beş ana hedefi vardır. Bunlardan birisi de insanın kendi hayatını korumasıdır. Bunun için, insanın kendi hayatını koruması uğrunda öldürülmesi halinde şehit olacağı Peygamberimiz tarafından bildirilmiştir.
Peygamberimiz, kendi hayatlarına kıyanların ahirette görecekleri azabı şöyle haber vermiştir.:

"Her kim bir dağdan (yüksek bir yerden) kendisini aşağıya atıp öldürürse, cehennem ateşinde sonsuz ve devamlı olarak kendisini yüksekten aşağıya bırakan (bir halde azap olunur.) bir kimse de zehir içerek canına kıyarsa zehiri elinde içer bir halde sonsuz ve devamlı bir surette cehennem ateşinde azap olunacaktır. Her kim de kendisini bir demir parçası ile öldürürse o da bıçağı elinde karnına vurarak sonsuz ve devamlı bir şekilde cehennemde azap olunacaktır."20
 
Üst