Örnek Vaazlar - D.İ.B.

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Kader, Allah'ın ezelden ebede kadar meydana gelecek olayların zamanını, yerini ve niteliklerini önceden bilmesi ve takdir etmesidir. Yani Allah Teâlâ, olmuş ve olacak her ne varsa onları önceden biliyor, zamanı geldiğinde onlar da Allah'ın bilgi ve takdirine uygun olarak meydana geliyor. İşte buna kader diyoruz ve bu imanın altı esasının birini oluşturuyor.
Konuyu biraz daha açalım: Allah Teâlâ insanları yaratmış, onlara diğer yaratıklardan farklı olarak akıl, irade ve güç vermiştir. İnsan akıl ve iradesi ile iyi olanı seçecek, kötü olandan sakınacaktır. İnsanın bu iyiyi seçme ve kötüden sakınma gücüne "irade-i cüz'iyye'' diyoruz. Bu gücümüzü kullanarak, iyi, kötü, faydalı ve zararlı olandan hangisini seçersek Allah da onu isteğimize uygun olarak yaratır. Seçtiğimiz şey iyi ise sevap kazanırız, kötü ise günah işlemiş oluruz. Ancak irademizin dışında meydana gelen olaylarda sorumluluğumuz olmaz.
Kader bu olunca, günah olan bir şeyi kendi isteğimizle yaptıktan sonra onu kadere bağlayıp, "Bu bizim alın yazımızdır'' demek doğru olmaz. Çünkü biz irademizi kullanarak o günah olan şeyi yapmayabilirdik de. Kader, bir iş yapmaya bizi zorlamaz, o takdirde sorumluluğun anlamı kalmaz.
Kaderi daha iyi anlamamız için şu örneğe dikkat edelim: Bir astronomi uzmanı, yaptığı hesap sonucu, güneşin tutulacağını tespit eder, tutulacağı zamanı ve nerelerden görülebileceğini önceden haber verir. Günü gelince de güneş, uzmanın haberine uygun olarak tutulur.
Şimdi güneş, bu uzman haber verdiği için mi tutulmuş, yoksa güneş, yapılan hesap sonucu tutulacağı için mi uzman bunu önceden haber vermiş?
Başka bir ifade ile, uzmanın, güneşin tutulacağını bildirmesi mi güneşin tutulmasına sebep olmuş, yoksa güneşin tutulacağı mı uzmanın önceden bunu bildirmesine sebep olmuştur? Elbette güneşin tutulacağı uzmanın bunu tespit edip haber vermesine sebep olmuştur. Yoksa uzman, bunu haber verdiği için tutulmuş değildir.
İşte bizim yapacağımız iyi ve kötü işleri de Allah Teâlâ'nın önceden bilip takdir etmesi de bunun gibidir. Yani biz, kendi isteğimizle yaptığımız işleri Allah Teâlâ önceden ezeli ilmi ile bilip takdir ediyor. Yoksa O, bildiği ve takdir ettiği için biz onları yapmak zorunda kalmıyoruz.
Şimdi bunu ayeti kerime ile açıklayalım: Allah Teâlâ buyuruyor:

''Andolsun ki biz, cinlerden ve insanlardan bir çoğunu cehennem için yarattık."15
Bu cehennem için yaratıldıkları bildirilen kimseler, kendi iradeleri ile yapacakları fena işler ve kötü davranışlar sebebiyle cehennemi hak edecekler hesaba katılmadan ve dikkate alınmadan cehennemlik olmuş değillerdir. Onlar yaratılırken herkes gibi günahsız olarak dünyaya gelmişler, cehennem damgalı olarak doğmamışlardır. Allah Teâlâ ezeli ilmi ile bunların ilerde doğup büyüdüklerinde kendi hür iradeleri ile yükümlülüklerini yerine getirmeyeceklerini, görevlerini yapmayacaklarını, heva ve heveslerine uyacaklarını ve bu sebeple cehenneme gideceklerini biliyor ve bunu haber veriyor. Yoksa onları cehenneme girsinler diye yaratmış değildir. Zaten ayeti kerimenin devamında:
''Onların kalpleri vardır, fakat onunla gerçeği anlamazlar, anlamak istemezler. Gözleri vardır, fakat onunla görmezler. Kulakları vardır, fakat onlarla duymazlar." buyurulmuştur ki, böyle olan kimselerin gidecekleri yer, ancak cehennemdir.
Kaderi böyle anlamayacak olursak o takdirde kendi iradeleri ile adam öldüren, hırsızlık ve haksızlık yapan kimselerin, alın yazısı olan bu davranışları sebebiyle sorumlu olmamaları Iazım gelir ki, böyle değildir ve esasen kaderi böyle anlamak yanlıştır. Nitekim Hz.Ömer halife iken Şam'a gitmek üzere yola çıkmış. Serğ denilen yere geldiğinde onu Şam'da bulunan ordu komutanları karşılamışlar ve Şam'da veba hastalığı çıktığını kendisine haber vermişlerdi. Hz.Ömer, bir tedbir olmak üzere veba hastalığının çıktığı yere girmemeyi kararlaştırmış ve geri döneceğini söylemişti. Bunun üzerine komutanlardan Ebû Ubeyde (r.a.):
- Ey Halife, böyle Allah'ın kaderinden mi kaçıyorsunuz? (Allah Teâlâ ölümünüzü bu hastalıktan takdir etmiş ise ölürsünüz, takdir etmemiş ise size bir şey olmaz) dedi. Hz. Ömer:
- Bunu senden başkası söylemeli idi ey Ebâ Ubeyde, dedi ve şöyle devam etti: Evet, Allah'ın kaderinden, Allah'ın kaderine kaçıyorum, (hakkımızdaki takdiri bilmediğim için tedbir alıyorum). Sonra da şu çarpıcı örneği verdi: Senin develerin olsa da iki taraflı bir vadiye inseler. Vâdilerden biri verimli, diğeri çorak olsa. Sen de verimli yerde develerini otlatsan, Allah'ın takdiri ile otlatmış, çorak yerde otlatsan da yine Allah'ın kaderi ile otlatmış olmaz mıydın? dedi. Ve kaderin nasıl anlaşılması Iazım geldiğini açıkladı.16
Kaldı ki Peygamberimiz:

"Bir yede veba olduğunu duyduğunuz vakit, o yere gitmeyin. Bu hastalık bir yerde çıkar siz de orada bulunursanız, ondan kaçmak için o yerden ayrılmayınız"17, buyurmuştur.
İşte kaderi, Hz. Ömer'in anladığı gibi anlamalıyız. Çünkü biz, akıl ve irade sahibiyiz. Aklımızı ve irademizi kullanarak yaptığımız işlerden sorumluyuz. Bunların önceden Allah tarafından bilinip takdir edilmesi, bizim irademizi etkilemez. Zira kader Allah'ın bize, "şu işi yapsınlar, yapmak zorundadırlar'' demek değil, "onlar şu işleri yapacaklardır'' demektir. Aksi takdirde iyilik yapanla kötülük yapan arasında bir fark kalmaz ki öyle değildir. İyilik yapanlar, görevlerini yerine getirenler ödüllendirilecek, kötülük yapanlar ve görevlerini ihmal edenler ise cezalandırılacaktır.
İşte değerli kardeşlerim, tevekkül ve kader budur. Özetlemek gerekirse tevekkül, bize düşeni yaptıktan sonra sonucu Allah Teâlâ'ya havale etmektir. Kader ise, bizim yaptıklarımızı Cenab-ı Hakk'ın önceden bilip takdir buyurması ve zamanı gelince de Allah'ın takdirine uygun olarak meydana gelmesidir.

Tevekkül ve Kaderi Yanlış Anlamanın Zararları
Tevekkül ve kaderi yanlış anlamak, insanı tembelliğe, hareketsizliğe ve başkasına yük olmaya sevkeder. "Allah'a tevekkül ettim, alın yazım ne ise o başıma gelecektir" deyip çalışmaz, görevini ihmal eder ve tehlikelere karşı tedbir almaz, bu yüzden başına bir felaket gelirse veya bir zarara uğrarsa, bunu "alın yazısı" olarak ifade etmeye kalkar. Kendi ihmalini ve dikkatsizliğini hiç düşünmez. Mesela arabasının bakımını yapmadan veya sarhoş olarak direksiyona geçen veya trafik kurallarına uymayan kimse bir kaza yapacak olursa buna, "Allah'ın takdiri'' diyecektir. Elbette bu Allah'ın takdiridir ama bu, insanı sorumluluktan kurtarmaz. İnsan tedbir almadığı ve trafik kurallarına uymadığı için sorumlu olur. Bunu kadere havale edip sorumluluktan kurtulmak mümkün değildir.
Allah'a tevekkül edip O, benim rızkımı verecektir, diyerek çalışmayı bırakan kimse ya aç kalır veya başkasına yük olur. Bunu da tevekkül ile ifade etmesi yanlış olur. Çünkü az önce de ifade ettiğimiz gibi, insan için ancak çalışması vardır. İnsan çalışacak ve Allah'ın kendisine takdir ettiği rızkı arayıp bulacaktır.
Peygamberimizin bir duası ile konuşmamızı tamamlayalım. Ümmü Seleme (r.a) anlatıyor. Peygamberimiz evinden çıkarken şöyle dua ederdi.

"Allah'ın ismine sığınıyor ve Allah'a tevekkül ediyorum. Allah'ım, doğru yoldan sapmaktan ve saptırılmaktan kaymaktan ve kaydırılmış olmaktan haksızlık etmekten ve haksızlığa uğramaktan, saygısızlık etmekten ve saygısızlığa uğramaktan sana sığınırım."18

DİPNOTLAR
1 Enfal, 2.
2 Buhari, Tıp, 17; Müslim, İman, 94.
3 Al-i İmran, 159.
4 Mâide, 24.
5 Tirmizî, Zühd, 33.
6 Hûd, 6.
7 Tirmizî, Kıyame, 60.
8 Necm, 39.
9 Duhan, 23.
10 Enfal, 60.
11 İbn-i Kesîr, eI-Bidâye ve'n-Nihâye, c. III, s. 48, Beyrut, 1978.
12 Buhari, Menakıb-ı Ensar, 29.
13 Tevbe, 40.
14 Buhari, Meğâzi, 31; Müslim, Kitabu Salâti'I-Müsafirine ve Kasrihim, 57.
15 A'raf, 179.
16 Buhari, Hac, 34; Müslim, Hac, 23.
17 Müslim, Selâm, 32.
18 Tirmizî, Daavat, 35; Ebû Davud, Edep, 112.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
[ Allah'ı Sevmek ve Allah İçin Sevmek Sevgilerin En Yücesidir ]​
Bugünkü sohbetimizde Allah sevgisinden söz etmek istiyorum.
Her iyiliğin başı Allah'ı sevmektir. Dünyada mutlu hayat, ahirette cennetin sonsuz nimetleri bu sevgi sayesinde elde edilir.
Allah'ı sevmek, O'nu bilmeye ve tanımaya bağlıdır. Çünkü insan, ancak bildiğini ve tanıdığını sever. Bir İslâm büyüğü olan Hasan Basri'nin: "Rabbini bilen O'nu sever''1 sözü ne kadar güzeldir.
Allah Teâlâ, Kur'an-ı Kerim'de belirtilen sıfatları ile tanınır. 0, âlemlerin Rabbidir. Bütün alemleri yaratan ve yaşatan O'dur. O'ndan başka yaratıcı yoktur. Her şeyi gören ve bilendir. Yerde ve göklerde O'na saklı hiçbir şey yoktur. Her şeyi görür ve işitir. Hatta gönüllerde saklı olan şeyleri bile bilir. Rahman'dır, Rahim'dir, insanlara ve bütün canlılara sonsuz şefkat ve merhameti vardır. Yarattığı insanlardan O'na inanmayanları da yedirip içirmekte ve doyurmaktadır. İnsanları öldürüp sonra diriltecek ve huzurunda sorgulayacak olan O'dur. Emirlerine uyup yasakladıklarından sakınmış olanları cennetle ve cennetin sonsuz nimetleri ile mükafatlandıracak O'dur. Her şeye gücü yeter. Kâinatta olan her şeyi, güneşi de ayı da, denizleri ve nehirleri de hepsini insanoğlunun hizmetine veren ve emrine amâde kılan O'dur.
Bu sıfatlar, Allah'tan başka kimde bulunur? Hiç kimsede bulunmaz. En üstün yaratık olan insandaki yetenekleri insana veren O'dur. Bunun için insanoğlu yalnız O'na ibadet etmek ve her şeyden daha çok O'nu sevmek durumundadır.
Her şeyde bize örnek olan Peygamberimiz Allah'ı sevmede de bize en güzel örnektir. Onun hayatını inceleyenler, onun Allah'ı ne kadar çok sevdiğini göreceklerdir. Allah'ı sevmede, O'na güvenip dayanmada tek örnek alınacak insan, odur.
Allah sevgisi insanı Allah'a yaklaştırır ve O'nun rızasını kazanmasına sebep olur. Peygamberimiz buyuruyor:

"Davut (a.s.)'un duasından birisi şöyle idi: "Allah'ım, senden senin sevgini ve seni sevenleri sevmeyi ve senin sevgine beni ulaştıracak amelleri dilerim. Allah'ım, senin sevgini, nefsimden çoluk çocuğumdan ve soğuk sudan daha sevgili kıl."2
Peygamberimiz, Allah'ı candan sever ve O'na ibadet etmekten büyük haz duyardı. Hadis kitapları, Peygamberimizin gece namazında ayakları şişinceye kadar ayakta durduğunu haber veriyorlar. Kendisine:
- Ey Allah'ın Resûlü, yüce Allah seni bağışlamışken bu kadar zahmete neden katlanıyorsunuz? Dediklerinde, O:
- Niçin Allah'a şükreden bir kul olmayayım?3 Diye cevap veriyordu. Bu cevap, onun, Allah korkusu endişesiyle değil, Allah'a olan sevgi ve derin saygısı sebebiyle ibadet ettiğini gösteriyor.
Peygamberimizin şu yalvarışı, onun Allah'a olan sevgisini gösterir.
İbn-i Abbas (r.a.) anlatıyor: Peygamberimiz gece yarısı namaza kalktığında şöyle yalvarırdı:

"Allah'ım, hamd sana mahsustur. Göklerin ve yerin nuru, nur vereni sensin, hamd sana mahsustur. Gökler ve yer seninle senin emrinle ayakta durmaktadır. Hamd sana mahsustur, göklerin, yerin, göklerle yerdekilerin Rabbi sensin, sen haksın, va'din haktır, sözün hak, sana kavuşmak haktır. Allah'ım, ben sana teslim oldum, sana inandım, sana güvendim, sana sığınıyorum. Sana güvenerek mücadele ediyorum. Düşmanımla aramızda ancak senin hakemliğine baş vurdum. Benim gerek evvelce işlediğim ve gerekse bundan sonra işlemem muhtemel bulunan günahlarımla, gizli ve aşikar yaptıklarımı bağışla. Benim İlâhım sensin, senden başka hiçbir ilâh yoktur.''4
Görülüyor ki, Peygamberimiz gece uyku ve istirahatini feda ederek kalkıyor, o sessizlik içinde namaz kılıyor ve sonunda Allah'a el açarak yalvarıyor. Bu davranışı, onun Allah'ı nasıl sevdiğini göstermektedir.
Esasen Allah'a yapılan ibadetin makbul olanı da budur. Severek, isteyerek ve saygı duyarak yapılan ibadet en makbul ibadettir.
Peygamberimiz her vesile ile Allah'a olan derin saygısını dile getirirdi.
Ömer b. el-Hattab (r.a.) anlatıyor: Peygamberimizin huzuruna Havazin kabilesinden bir takım esirler gelmişti. Bunların içinde emzikli bir kadın vardı. Çocuğunu kaybetmişti. O, göğsüne biriken sütü esirler arasındaki çocuklara veriyor, emziriyordu. Bu kadın esirler arasında kendi çocuğunu bulunca hemen onu alıp bağrına bastı ve derin bir sevgi ile çocuğunu emzirmeye başladı. Bu yüksek şefkat ve sevgiyi görünce Peygamberimiz bize:
- Şu kadının çocuğunu ateşe atacağına ihtimal verir misiniz? Buyurdu, Biz:
- Hayır, atmamağa gücü yettiği sürece atmaz, dedik. Bunun üzerine Peygamberimiz:
- İşte Allah Teâlâ kullarına bu kadının çocuğuna olan sevgi ve şefkatinden daha merhametli ve şefkatlidir, buyurdu.5
Bir kere Ashaptan biri şöyle bir olay anlattı: Bir çalılığın içinde birkaç kuş yavrusu gördüm. Onları aldım ihramımın içine koydum. Biraz sonra anneleri geldi, ihramımın üzerinde dolaşıp durdu. Ben ihramımı açar açmaz o da yavrularının yanına girdi. Peygamberimiz bu olayı dinledikten sonra: "Anneliğin şefkatinden hayret mi ediyorsunuz? Beni gönderen Allah'a yemin ederim ki, Allah Teâlâ kullarını, bir annenin yavrularını sevmesinden daha fazla sever", buyurdu.6

Allah'ı Kim Sever?
Hiç şüphe yok ki, Allah'ı, O'nu tanıyan ve O'na inanan kimse sever. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruluyor.

"İnsanlar arasında Allah'ı bırakıp O'na koştukları eşleri ilah olarak benimseyip onları Allah'ı sever gibi sevenler vardır. İnananların Allah'ı sevmesi ise hepsinden kuvvetlidir."7
Ayet-ı Kerime'de önemli bir uyarıda bulunuluyor. Gerek Allah'ı tanımayarak olsun ve gerekse olmasın ilâhlık manasında Allah'a ortak yapıp, onları Allah'ı sever gibi severler. Onları, eriştikleri nimetin sahibi olarak tanırlar. Onların sevgisini hareketlerinin başı kabul ederler. Allah'a yapılacak şeyleri onlara yaparlar. Allah'ın rızasını düşünmeden onların rızalarını elde etmeye çalışırlar. Allah'a isyan sayılan şeylerde bile onlara itaat ederler. Yazık, bunlar sapıklığın içinde bocalayan zavallılardır. Çünkü bunlar kendilerini yoktan var eden Allah'a yönelmeleri ve O'nun verdiği nimetlere şükretmeleri gerekirken,onlar, kendilerine hiçbir fayda ve zararı olmayan, Allah'a ortak koştukları şeylere bağlanırlar. Onun için bunlar yollarını şaşırmış zavallı insanlardır.
Ancak mü'minler her şeyden daha çok Allah'ı severler. O'na yönelir, O'ndan dilekte bulunurlar. Peygamberimiz şöyle buyuruyor:

"Bir kimsede (tam olarak) üç özellik bulunursa imanın tadını duyar. Allah ile Peygamberi kendisine başkalarından daha sevgili olmak, sevdiği kimseyi yalnız Allah için sevmek, Allah onu küfürden kurtardıktan sonra tekrar küfre dönmekten ateşe atılacakmışçasına hoşlanmamak."8
Allah'ı sevenler, O'nu her zaman anarlar. Bir insanın sevdiğini sık sık anmasından daha olağan ne olabilir? Sevilen Allah olunca, bu anış, insanın bütün varlığını kaplayan bir aşk haline dönüşür. Böyle olunca sevgili Peygamberimizin buyurdukları gibi Allah Teâlâ o kimsenin işiten kulağı, gören gözü ve konuşan dili olur.
Gönüllerinde Allah sevgisi yer etmiş olan kimseler her zaman ve her yerde Allah'ı anarlar. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruluyor:

"Onlar ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her zaman) Allah'ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler ve şöyle derler: ''Rabbimiz, sen bunu boş yere yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru."9
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Hz.Aişe (r.a.) validemiz anlatıyor: Bir gün Peygamberimiz bir zatı askeri birliğin başına göndermişti. O zat birliğe imam olduğunda namazı "İhlas'' sûresi ile kıldırmıştı. Birlik geri geldiğinde, bu zatın namazı kısa bir sûre olan "İhlâs" sûresi ile kıldırdığı, uzun sûre okumadığı Peygamberimize şikayet edildi. Peygamberimiz:
- Bunu ne maksatla yaptığını kendisinden sorun, buyurdu. Sordular, o zat:
- "İhlâs'' sûresi Allah'ın sıfatlarını ihtiva ettiğinden onu okumayı seviyorum. Onun için namazı bu sûre ile kıldırdım, deyince Peygamberimiz:
- Siz de onu müjdeleyin, Allah kendisini seviyor, buyurdu.10
Değerli kardeşlerim, bütün ibadetler, Allah'ı anmak ve daima onu hatırlamak içindir. Bu itibarla Allah'ı anmak en üstün ibadet sayılmıştır. Nitekim Ebû'd-Derdâ (r.a.)'nın anlattığına göre Peygamberimiz şöyle buyurmuştur.

"Size işlerinizin en hayırlısını, Allah katında en makbulünü, dereceleriniz bakımından en yükseğini, altın ve gümüş dağıtmaktan daha üstününü, savaş alanlarında düşmanlarınızla karşılaşıp onları öldürmenizden daha hayırlı olanını haber vereyim mi?'' diye sordu. Ashap:
"Evet, ey Allah'ın Resûlü, haber ver'', dediler. Peygamberimiz:
"Allah'ı anmaktır'', buyurdu.11
Allah'ı ananların Allah tarafından anılacakları ve O'nun tükenmek bilmeyen maddi ve manevi nimetlerine, sayısız Iütuflarına erecekleri Kur'an-ı Kerim'de müjdelenmiş ve:

''Siz beni anın, ben de sizi anayım. Bana şükredin, sakın nankörlük etmeyin",12 buyurulmuştur.
Bu âyet-i kerime şu tabirlerle açıklanmıştır:
- Siz beni, bana itaatle anınız, ben de sizi rahmetimle anayım.
- Siz beni, bana dua ederek anın, ben de sizi, duanızı kabul ederek anayım.
- Beni överek ve itaat ederek anın, ben de sizi nimetimi artırarak anayım.
- Siz beni gizli yerlerde anın, ben de sizi kırlarda ve çöllerde anayım.
- Siz beni refah ve rahat içinde iken anın, ben de sizi felâket ve musîbete uğradığınız zaman anayım.
- Siz beni ibadetle anın, ben de sizi yardımımla anayım.
- Siz beni, İslâm'ı yaymak için anın, ben de sizi hidayetimle anayım.
- Siz beni "Allah'tan başka ilâh yoktur'' diyerek anın, ben de sizi kulluğa kabul ederek anayım.13
Görülüyor ki, Yüce Allah kulunun, kendi rızası için olan hiçbir davranışını karşılıksız bırakmıyor.
Ebû Hureyre (r.a.) Peygamberimizin şöyle buyurduğunu haber veriyor:

"Aziz ve Celil olan Allah buyurur ki, "Ben kulumun beni sanısı yanındayım, beni nasıl sanırsa ben öyleyim. Kulum beni andığı zaman muhakkak onunla beraberim. O beni gönlünde gizlice anarsa, ben de onu öyle anarım. Eğer o beni bir topluluk içinde anarsa ben de onu, beni içinde andığı topluluktan daha hayırlı bir topluluk için de anarım. Kulum bana bir karış yaklaşırsa, ben ona bir arşın yaklaşırım. Kulum bana bir arşın yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım."14
Bu hadis-i şerifte, Allah Teâlâ'nın kuluna yakınlık derecesini anlatmak için kullanılan karış, arşın, kulaç gibi gözle görülen şeylere ait ölçü aletlerinin Allah Teâlâ hakkında kullanılması tamamiyle mecazî tabirlerdir. Bunun gibi Allah Teâlâ hakkında koşmak tabiri de kulun isteğine ve duasına sür'atle icabet etmekten kinayedir.
Değerli mü'minler, Allah ve Peygamber sevgisi imandandır, belki imanın ta kendisidir. Bu sevgiden yoksun olan kimsenin gerçek anlamda inanmış olduğu söylenemez. Nitekim Hz.Ömer:
- Ey Allah'ın Resûlü, ben sizi canımdan başka her şeyden daha çok severim, dedi. Peygamberimiz:
- Ey Ömer, canımı kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, beni canından da daha çok sevmedikçe olgun mü'min olamazsın, buyurdu. Peygamberimizi dikkatle dinleyen Hz.Ömer:
- Ey Allah'ın Resûlü, vallahi ben şimdi sizi canımdan da daha çok seviyorum, diyince, Peygamberimiz:
- İşte ya Ömer, şimdi olgun mü'min oldun.15
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Peygamber sevgisi Allah sevgisinden sonra gelir. Peygamberi sevmek, Allah'ı sevmek demektir. Alimleri, müttakileri ve hayır sahiplerini sevmek de böyledir. Zira sevilenin sevgilisi de sevilir. Sevilenin elçisi de sevilir. Sevileni seven de sevilir. Burada gerçekte sevilen yalnız Allah'tır. O'ndan başka gerçek sevgiyi hakeden yoktur. Bunu şöyle bir örnekle açıklayalım: İnsan için ilk sevilen şey kendi nefsidir. Kişinin kendi kendini sevmesi demek, varlığının devamını istemesi ve yok olmaktan hoşlanmaması demektir. Bu, yaratılışta insanda var olan bir özelliktir. Aslında insanda var olan bu duygu, Allah'ı sevmeyi gerektirir. Çünkü kendisini ve Rabbini bilen, varlığının devam ve kemalinin kendisinden değil, Allah Teâlâ'dan olduğunu anlar. Onu yoktan var eden, yaşatan O'dur. Çünkü varlıklar arasında varlığı zatının gereği olan ve var olmakta hiçbir şeye ihtiyaç duymayan yalnız Allah Teâlâ'dır. O'ndan başka her şey O'nun kudreti ve yaratması ile vardır. Bunun böyle olduğunu bilen kimse elbette kendisini var edeni ve her şeyi ona vereni sever, sevmesi gerekir. O'nu sevmemesi, kendini ve Rabbini bilmemesinden ileri gelir. Sevgi, bilginin meyvesidir. Bilgi olmazsa sevgi de olmaz. İnsan annesini-babasını sever. Niçin sever? Çünkü onlar onun var olmasının sebebidirler. Ayrıca da onu yetiştirip büyütmüşlerdir. Bunun için anne ve baba sevilir. Halbuki insanı yaratan Allah'tır. Anne ve babayı onun var olması için sebep kılan da O'dur. Anne ve babaya çocuk sevgisini veren de yine O'dur. Hayvanlara bile bu sevgiyi vermiştir. Peygamberimiz buyuruyor:

"Allah Teâlâ rahmeti yüz parça yaptı. Doksan dokuz parçasını kendi yanında tuttu, bir parçasını yeryüzüne indirdi. İşte bu bir parça rahmet sebebiyle bütün yaratıklar birbirleriyle sevişirler. Hatta kısrak yavrusunu emzirirken dokunur korkusu ile bir ayağının tırnağını yukarı kaldırır."16
Evet, Peygamber sevgisi Allah sevgisinden sonra gelir. Onu seven ve sünnetine uyan, dünyada olduğu gibi ahirette de mutlu olacak, onunla birlikte cennete girecektir.

Enes b.Malik (r.a.) anlatıyor: Bir defa Peygamberimizle birlikte mescidden çıkıyorduk. Mescidin kapısında karşımıza bir adam çıktı ve:
- Ey Allah'ın resûlü, kıyamet ne zaman kopacak? diye sordu. Peygamberimiz:
- Sen kıyamet için ne hazırladın? buyurdu. Adam:
- Ey Allah'ın Resûlü, ben kıyamet için çok namaz, oruç ve sadaka hazırlamadım, ancak ben Allah'ı ve Peygamberini severim, dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz.
- O halde sen sevdiklerinle beraber olacaksın, buyurdu.17
Konu ile ilgili olarak Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur:
''Kim Allah'a ve Peygambere itaat ederse işte onlar, Allah'ın kendilerine nimet verdiği Peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle, iyilerle birlikte olacaktır. Bunlar ne güzel arkadaştır."18
Az önce Allah ve Peygamber sevgisinin imandan olduğunu söylemiştik. İnananlar da birbirini sevmedikçe gerçek anlamda mü'min olamayacakları Peygamberimiz tarafından bildirilmiş ve şöyle buyurulmuştur.

"Nefsimi kudret elide tutan Allah'a yemin ederim ki, siz, iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de olgun mü'min olamazsınız. Size bir şey söyleyeyim, onu yaptığınız zaman sevişirsizin: Aranızda selâmı yayınız."19
Mü'minler, birbirlerini Allah için sevmelidirler. Allah için olmayan sevginin Allah katında bir değeri yoktur. Birbirlerini Allah için değil de şahsî çıkar uğruna sevenlerin kıyamet günü birbirlerine düşman olacakları Kur'an-ı Kerim'de bildirilmekte ve şöyle buyurulmaktadır.

"O gün Allah'tan korkanlar hariç, birbirine dost olanlar düşmandırlar."20
Allah ve Peygamber sevgisi ile birbirini sevenler, birbirlerine karşı saygılı davranırlar. Birbirlerine haksızlık yapmaktan, birbirinin zararına olacak tutum ve davranışlardan sakınırlar. Kendileri için arzu ettikleri iyilikleri sevdikleri için de arzu ederler. Birbirlerine daima iyi ve yararlı öğütlerde bulunurlar. Felâket zamanlarında birbirlerine yaklaşır, üzüntülerini paylaşırlar. Muhtaç iseler ellerinden gelen her türlü yardıma koşarlar.
Değerli mü'minler, kıyamet günü en üstün dereceyi, Allah sevgisi ile birbirlerini sevenlerin alacağı müjdelenmiştir. Muaz (r.a.) diyor ki: Peygamberimizin şöyle buyurduğunu işittim:

Allah Teâlâ, "Benim hoşnutluğum uğrunda sevişenler için, Peygamberlerin ve şehitlerin bile imrenecekleri derecede nurdan kürsüler vardır."21
Görülüyor ki, Allah sevgisi, dünya ve ahiret mutluluğunun vesilesidir. Allah sevgisi etrafında birleşmemiz ve bu sevgi ile birbirimizi sevmemiz, Allah'ı razı edecek bir davranış olacaktır.

Allah'ı Sevmenin Belirtisi Nedir?
Allah'ı sevmek, O'nun gönderdiği son Peygamber Muhammed Mustafa (s.a.v.)'e uymakla olur. Peygamberimizi örnek almayan, onun sünnetini uygulamayan kimsenin, Allah'ı seviyorum, demesinin bir anlamı yoktur. Kur'an-ı Kerim bu konuda şöyle diyor:

''(Ey Muhammed) de ki: Eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah bağışlayıcıdır, merhamet edicidir ."22
Evet, insanın sadece, Allah'ı seviyorum, demesinden bir şey çıkmaz. Kişinin sözünden çok işine bakılır. Allah'ı sevmek demek, O'nun Peygamberini de sevmek demektir. Peygamberi sevmek demek ise, onun izinden gitmek ve her işte onu örnek almaktır.
Değerli mü'minler, Allah'ı seveni, Allah'a itaat edeni Allah da sever, başkalarına da sevdirir. Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: Peygamberimiz şöyle buyurmuştur.

"Allah Teâlâ bir kulunu sevdiği vakit, Cebrail (a.s.)'a, "Allah filanı seviyor, onu sen de sev'' diye emreder. Cebrail de onu sever ve gök ehline, "Allah filanı seviyor, siz de onu seviniz'' diye seslenir. Bunun üzerine göktekiler o kimseyi severler. Sonra da yeryüzünde onun sevgisi kalplerde yerleşir."23
Görmediğimiz İslâm alimlerine duyduğumuz sevgi ve saygının sebebi bu hadisi şerifte açıklanıyor.
Son olarak şunu söyleyelim ki, Allah'ı seven, O'nun Peygamberini de Allah'ın sevdiklerini de sever.
Ne mutlu Allah sevgisi gönlünde yer etmiş olanlara ve yine ne mutlu Allah için, O'nun rızasını kazanmak için birbirini sevenlere.
Konuşmamı, Ebû Hureyre (r.a.)'nin rivayet ettiği bir hadisi şerif ile bitirmek istiyorum. Peygamberimiz buyuruyor:

"Allah Teâlâ kıyamet gününde: "Benim için sevişenler nerededir? Onları gölgemden başka gölge bulunmayan bir günde arşımın gölgesinde gölgelendireceğim'', buyurur.24
DİPNOTLAR
1 Ahmet Serdaroğlu, İhyau Ulûmi'd-Dîn Tercümesi, c. IV, s. 537, İstanbul, 1975.
2 Tirmizi, Davut, 73.
3 Buhari, Teheccüd, 6; Müslim, Kitabu Salâti'l-Müsafirin ve Ahvalihim, 18.
4 Buhari, Tevhid, 7; Müslim, Kitabu Salâti'I-Müsafirin ve Ahvalihim, 26.
5 Buhari, Edeb, 18; Müslim, Tevbe, 4.
6 Şiblî, İslâm Tarihi-Asr-ı Saadet, c. II, s. 857, İstanbul, 1928.
7 Bakara, 165.
8 Buhari, İman, 9; Müslim, İlm, 15.
9 Al-i İmran, 191.
10 Buhari, Tevhid, 2; Müslim, Kitabu Salâti'I-Müsafirin ve Kasrıha, 45.
11 Tirmizî, Kitabu'd-Dua, 6.
12 Bakara, 152.
13 Hak Dini Kur'an Dili, Bakara 152'nci ayetin tefsiri.
14 Buhari, Zühd,15; Müslim, Kitabu'z-Zikr ve't-Tevbe ve'I-İstiğfar, I.
15 Aynî, Umdetü'I-Kârî, c. I, s. 144.
16 Buhari, Edep, 19; Müslim, Tevbe, 4.
17 Müslim, Kitabu'I-Birr ve's-Sıla, 50.
18 Nisa, 69.
19 Müslim, İman, 22.
20 Zuhruf, 67.
21 Tirmizî, Zühd, 31.
22 AI-i İmran, 31.
23 Buhari, Kitabu Bedi'I-Halk, 6; Müslim, Kitabu'I-Birr ve's-Sıla, 48.
24 Müslim, Kitabu'I-Birr ve's-Sıla ve'I-Adab, 12.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
[ Varlığımızın Sebebi Anne ve Babamız ]​
Değerli müminler!
İnsanın doğumundan ölümüne kadar görev ve sorumlulukları iki maddede özetlenir.
Birincisi, Allah'a karşı olan görev ve sorumluluklarıdır. Çünkü insanı yaratan, yaşatan ve üstün yeteneklerle donatan O'dur. İnsana sayılamayacak kadar nimetler vermiş ve onu yaratıkların en üstünü kılmıştır. Kâinatta var olan her şeyi onun emrine vermiş ve ona hizmet için var etmiştir. İnsanı öldürecek ve diriltecek olan da O'dur. Sonra da dünyada yaşadığı sürece erginlik çağından itibaren ölünceye kadar yaptıklarından onu sorgulayacak olan da O'dur.
Allah'a karşı olan görevlerinin başında O'nun varlığına ve birliğine inanmak ve yalnız O'na ibadet etmek gelir. Bütün Peygamberler önce bu esası tebliğ etmişler ve bu inanç etrafında insanların birleşmesini sağlamaya çalışmışlardır.
Özet olarak söylemek gerekirse, insana ilk borç olan Allah'ı tanımak ve verdiklerine şükretmiş olmak için O'na ibadet etmektir.
İkincisi, Allah'ın yaratıklarına karşı olan görev ve sorumluluklarımızdır. Yaratıklar içinde insana en çok yakın olan ve insan üzerinde en çok hakkı bulunan anne ve babadır. Çünkü Allah Teâlâ onları insanın var olması için sebep kılmıştır. Bunun içindir ki Allah Teâlâ kendisine ibadetten sonra ikinci derecede anne ve babaya iyilik yapılmasını emretmiş, şöyle buyurmuştur.

"Rabbin sadece kendisine ibadet etmenizi, anne-babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi sizin yanınızda yaşlanırsa kendilerine "öf" bile deme; onları azarlama ikisine de güzel söz söyle. Onları esirgeyerek alçakgönüllülükle üzerlerine kanat ger ve. ''Rabbim, küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi de sen onlara (öyle) rahmet et" diyerek dua et"1
Âyet-i Kerime'de, anne ve babaya iyilik yapılması, onlara karşı kırıcı davranılmaması emredilmiş ve nasıl dua edileceği bildirilmiştir.
Allah Teâlâ anne ve babaya iyilik yapılmasını sadece bize emretmemiş, bizden öncekilere de aynı şekilde emretmiştir. Kur'an-ı Kerim'de İsrailoğullarına yüklenen ve uyacaklarına dair söz alınan sekiz konudaki görevler sıralanırken:

"Vaktiyle biz İsrailoğullarından: "Yalnız Allah'a kulluk edeceksiniz, anneye-babaya, yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara iyilik edeceksiniz." diye söz almış ve "İnsanlara güzel söz söyleyin,namazı kılın, zekâtı verin'' diye de emretmiştik''2 buyurulmuş, Allah'a kulluk görevinin hemen ardından annebabaya karşı saygılı olma ve iyi davranma yer almıştır.
Anne ve babaya iyilik etmek, hizmet etmek ve gönüllerini almak -Allah'a ibadetten sonra - başka hiçbir davranışla elde edilemeyecek bir sevaptır.

Abdullah b. Mesûd (r.a.) anlatıyor: Peygamberimize.
Allah'ın en sevdiği amel hangisidir? diye sordum. Peygamberimiz:
- Vaktinde kılınan namaz, buyurdu.
- Sonra hangisi? dedim. Peygamberimiz:
- Anneye-babaya iyilik etmek, buyurdu. Ben:
- Sonra hangisi? dedi. Peygamberimiz:
- Allah yolunda savaştır,3 buyurdu,
Abdullah b. Amr b. EI-Âs (r.a.) da şöyle demiştir: Peygamberimize bir adam geldi ve:

- Ey Allah'ın Resûlü, mükafatını Allah'tan dilemek üzere hicret ve savaş için emrinize girmek istiyorum, dedi. Peygamberimiz:
- Annen-babandan sağ olan var mı? diye sordu. Adam:
- Evet, hatta ikisi de sağdır, dedi. Peygamberimiz:
- Sen Allah'tan ecir mi istiyorsun? diye sordu. Adam:
- Evet, (hicret ve savaşla Allah'tan ecir istiyorum) dedi.
Peygamberimiz:
- Öyle ise annene ve babana dön de onların gönüllerini al (umduğun mükafat onlara hizmet etmektedir)4 buyurdu.
Değerli müminler, dinimiz anne ve baba hakkına o kadar önem vermiştir ki, kişinin anne ve babası müşrik dahi olsalar yine onlara iyi davranılmasını ve hizmette kusur edilmemesini tavsiye etmiştir.
Hz. Ebû Bekir'in kızı Esmâ (r.a.) anlatıyor: Annem müşrike olduğu halde (benden bir şey istemek için) geldi. Ben de Peygamberimize:
- Annem geldi, görüşmek istiyor, onunla görüşeyim mi? diye sordum. Peygamberimiz:
- Evet, annen ile görüş, buyurdu.5
Ancak anne ve babanın, Allah'ın emirlerine aykırı olan isteklerine uyulmaz. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyrulmuştur:

"Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) bana ortak koşman için zorlarlarsa onlara itaat etme, onlarla dünyada iyi geçin."6
Sa'd İbn Ebî Vakkas (r.a.) "Bu ayet özellikle benim hakkımda nazil olmuştur.'' diyerek sebebini şöyle açıklamıştır: "Ben anneme iyilik ve itaat eden bir evlâttım. Ben müslüman olunca annem bana:
- Oğlum Sa'd, bu yaptığın nedir? Ya sen bu dinini bırakırsın, yahut ta ben açlık grevine başlar ölürüm. Sen de benim yüzümden: "Ey anasının katili" diye ayıplanırsın, dedi. Ben de.
- Anneciğim, böyle yapma, iyi bil ki, ben bu dini bırakmam, dedim ve iki gün iki gece bekledim. Annem bu süre içinde ne yedi ne içti. Bunun üzerine ben:
- Anne, vallahi iyi bil ki, senin yüz canın olsa da bunlar birer birer çıksa, ben bu dinimi yine bırakmam, artık sen ister grevden vaz geç, ister greve devam et, dedim. Annem benim bu kesin kararımı görünce grevden vazgeçti ve yedi. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu.7
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Evet, anne ve baba kafir de olsalar onlara iyilik ve ihsanda bulunmak dinî bir görevdir. Ancak, Allah'ın emirlerine aykırı olan isteklerinin yerine getirilmemesi, Kur'an ve Sünnetin emridir.
Ayet-i Kerîme ve hadis-i şeriflerde anne ve babaya iyilik yapılması emrediliyor, Bizim burada kısaca çocukların anne ve babalarına karşı görevlerine işaret etmemiz yerinde olur:
- Anne ve babaya karşı güler yüzlü ve tatlı dilli olmak. Çünkü asık surat ve sert sözler onları incitir. Onları incitici söz ve davranışlardan sakınmak.
- Çağırdıklarında bekletmeden hemen koşmak.
- Allah'a itaatsizlik olmadıkça isteklerini yerine getirmek.
- Yanlarında yüksek sesle konuşmamak.
- Yolda yürürken bir zarûret olmadıkça önlerine geçmemek.
- Geçim sıkıntısı içerisinde iseler yardım etmek ve ihtiyaçlarını gidermek.
- Hastalık veya yaşlılık sebebiyle hizmete ihtiyaç duyuyorlarsa seve seve hizmet etmek.
Öldükten sonra da onlar için yapılması gereken bazı hizmetlerimiz daha vardır.
- Onları rahmetle anmak, bağışlanmaları için dua etmek.
- Ruhları için hayır yapmak, yoksullara ve kimsesiz çocuklara yardım etmek.
- Vasiyet yapmışlarsa yerine getirmek.
- Dostlarına iyilik etmek ve onları kırıcı davranışlardan sakınmak.
Ebû Saîd Malik b. Rebi'a es-Saidî (r.a.) şöyle demiştir. Beni Seleme kabilesinden gelen bir adam Peygamberimize:

- Ey Allah'ın Resûlü, anne ve babamın ölümlerinden sonra onlara yapabileceğim bir iyilik var mı? diye sordu. Peygamberimiz.
- Evet, onlar için Allah'tan af dilemek, vasiyetlerini ve taahhütlerini yerine getirmek, onlar vasıtası ile olan yakın kimseleri (amca,hala, dayı, teyze gibi) ziyaret etmek ve onların dostlarına ikramda bulunmaktır"8 buyurdu.
Ebu't -Tufeyl (r.a.) anlatıyor: Peygamberimizi (Mekke ile Taif arasında bir yer olan) Ci'rane'de et taksim ederken gördüm. O zaman ben çocuktum, deve kemiklerini taşırdım. Bu sırada bir kadın çıka geldi. Peygamberimize doğru yaklaştı. Peygamberimiz de onu karşıladı ve onun oturması için abasını yere serdi, o da üzerine oturdu. Bunun üzerine ben. " Bu kimdir?'' diye sordum. Oradakiler: "Bu, Peygamberimizi emziren yani Peygamberimizin süt annesidir" 9 dediler.
Abdullah b. Ömer (r.a.) anlatıyor: İbn Ömer, Mekke yolunda Bedevilerden bir adamla karşılaştı da ona selâm verdi ve onu binmekte olduğu merkebe bindirdi, başındaki sarığı da ona verdi. Bunun üzerine İbn Dinar ona: "Allah hayrını versin, onlar bedevidirler, aza da razı olurlar'' dedi, Abdullah: "Bunun babası Ömer b. El-Hattab ( r.a.)'ın (yani babamın) arkadaşı idi" dedi ve ilave etti: Ben Peygamberimizden. "İyiliklerin en iyisi , evlâdın,baba dostlarının ailelerine ilgi göstermesidir"10 buyurduğunu işittim, dedi.
Değerli müminler, Annesini ve babasını memnun eden kimse Allah'ın da rızasını kazanmış olur. Nitekim Peygamberimiz:

"Allah'ın rızası, anne ve babanın rızasındadır. Allah'ın dargınlığı da anne ve babanın dargınlığındadır.''11 buyurmuştur.

Ebû Hureyre (r.a.) diyor ki: Peygamberimiz:
- Yazıklar olsun, yine yazıklar olsun, yine yazıklar olsun, buyurdu. Kendisine;
- Kime yazıklar olsun, ey Allah'ın Resûlü, diye soruldu. Peygamberimiz:
- Anne-babasından birinin veya her ikisinin ihtiyarlık zamanlarına yetişip de cennete giremeyene (onları razı ederek cennete girmeyi hak edemeyene)"12, buyurdu Anne ve babanın rızasını kazanmak çocukları için büyük bir bahtiyarlıktır, manevi bir kazançtır. Yaşadıkları sürece bunun yararlarını mutlaka göreceklerdir. Çünkü anne ve babanın çocukları için gönülden yapacakları duayı Cenâb-ı Hak kabul buyurur. Nitekim Peygamberimiz:

"Üç dua var bunların kabul olacağında şüphe yoktur: Mazlumun (haksızlığa uğramış olan kimsenin) duası, misafirin (ikramını gördüğü kimseler için) duası ve anne- babanın çocuklarına olan duasıdır,''13 buyurmuşlardır.


Abdullah b. Ebî Evfa (r.a.) anlatıyor: "Peygamberimizin huzurunda bulunduğumuz sırada birisi gelerek:
- Ey Allah'ın Resûlü, ölüm döşeğinde can çekişen bir genç var, kendisine "Lâ ilâhe illallah'' de denildiği halde bunu bir türlü söyleyemiyor, dedi (ve Peygamberimizden yardım istedi) Peygamberimiz sordu:
- Namaz kılar mı idi? Adam:
- Evet kılardı, dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz kalktı, biz de onunla kalktık, Peygamberimiz gencin yanına girdi ve ona:
- "Lâ ilâhe illallah'' de buyurdu. Genç.
- Söyleyemiyorum, dedi.
- Peygamberimiz: Niçin söyleyemiyorsun? diye sorunca, Peygamberimize gelen adam.
- Annesine itaatsiz idi, dedi.
- Annesi sağ mı? diye sordu. Orada olanlar:
- Evet, sağdır dediler. Peygamberimiz:
- Çağırın, gelsin, buyurdu. Onlar da kadını çağırdılar, kadın geldi. Peygamberimiz kadına:
- Şurada büyük bir ateş hazırlansa da sana. "oğluna şefaat edersen, onu bu ateşte yakmayız, şefaat etmezsen bu ateşte yakarız'' deseler ne yaparsın? diye sordu. Kadın:
- Onun şefaatçisi ben olurum, dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz:
- O halde bu oğlundan razı olduğuna ve hakkını helâl ettiğini Allah Teâlâ'yı ve beni şahit göster, buyurdu. Kadın:
- Allah'ım, yüce zatını ve Peygamberini şahit tutuyorum, oğlumdan razı oldum, dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz gence dönerek:
- "Lâ ilâhe illallâhü vahdehu Iâ şerike Ieh ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve Resûlüh'' de, buyurdu hasta genç hemen şahadet getirince Peygamberimiz:
- Allah'a hamd olsun ki, benim vasıtam ile bu genci cehennem ateşinden kurtardı,14 buyurdu.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Anne ve babanın çocukları için yapacakları dualar makbul olduğu gibi, Allah rızası için anne ve babasına hizmet eden çocukların da duaları makbul olur. Yeter ki çocuklar bu hizmeti, anne ve babaya iyilik ve ikramı seve seve ve mükafatını Allah'tan umarak yapmış olsunlar. Cenâb-ı Hak kendi rızası için yapılan hiçbir şeyi karşılıksız bırakmaz.
Değerli kardeşlerim, Kur'an-ı Kerim ve Hadisi Şerifler, annenin evlât üzerindeki hakkının,babanın evlât üzerindeki hakkından daha fazla olduğunu bildirmiştir. Allah Teâlâ buyuruyor:

"Biz insana, anne-babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Çünkü annesi onu nice sıkıntılara katlanarak taşımıştır. Sütten kesilmesi de iki yıl içinde olur. (İşte bunun için) önce bana sonra da anne ve babana şükret diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş, ancak banadır.''15
Ayet-i kerime, annenin çocuğu üzerindeki fedakârlığını çok veciz bir şekilde ifade etmiştir: "Vehnen alâ vehnin" vehin vehin üstüne yani anne günden güne ağırlaşmak süretiyle zayıflık zayıflık üstüne çocuğu karnında taşımıştır.
Ayet-i Kerime'de özellikle annenin bu fedakârlığının hatırlatılması, onun evlât üzerindeki hakkının, babadan daha çok olduğuna delâlet eder.

Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor. Bir adam Peygamberimize gelerek:
- Ey Allah'ın Resûlü, insanlar arasında iyi davranmama en çok Iâyık olan kimdir? dedi. Peygamberimiz:
- Annendir, buyurdu. Adam:
- Sonra kim? dedi. Peygamberimiz:
- Annendir, buyurdu. Adam;
- Sonra kim? dedi. Peygamberimiz:
- Annendir, buyurdu. Adam;
- Sonra kim? dedi. Peygamberimiz:
- Sonra babandır,16 buyurdu.
İslâm alimleri, hadis-i şerifte anneye iyilik ve ihsanda bulunmanın üç kere tekrar olunması,annenin evlât üzerinde babanın üç katı hakkı olduğunu ifade eder, demişlerdir.
Aile topluluğu içinde annenin hakkı ilk plânda bulunduğuna dair bir çok hadisi şerif vardır.17
Evet, annenin hakkı daha fazladır. Çünkü anne babadan daha çok zahmet çeker. Karnında taşıdığı çocuğu büyüdükçe zahmeti artar. Çocuk doğunca onu emzirir, sağlıklı olarak büyümesine özen gösterir. Bu konuda hiçbir fedakârlıktan kaçınmaz çoğu zaman gece uykusunu terkeder ve çocuğun hizmetini seve seve yapar. Hele özürlü çocukların annelerinin fedakârlığını kelimelerle ifade etmek mümkün değildir. Bunun için anne hakkı ödenemez.
Peygamberimiz buyuruyor:

"Bir çocuk anne babasının hakkını ödeyemez. Ancak onu köle olarak bulur da satın alarak azat ederse belki ödemiş olabilir.''18
Değerli kardeşlerim, anne-babaya saygılı davranmak, Allah'ın kesin emridir. Bu emre uymamak ise büyük günahtır. Nitekim Peygamberimiz:

"Büyük günahlar; Allah'a ortak koşmak, anne ve babaya karşı gelmek, adam öldürmek ve yalan yere yemin etmektir.''19

"Üç şey vardır ki, bunlar ile yapılan amelin faydası olmaz. Allah'a ortak koşmak, anne ve babaya asi olmak ve savaştan kaçmaktır."20

Ebu Bekr (r.a.) den rivayete göre Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:
"Allah Teâlâ bütün günahlarda dilediklerinin cezasını ahiret gününe erteler. Yalnız anne ve babaya karşı gelmenin cezası hariç. Allah Teâlâ anne ve babasına isyan edenin cezasını ölmeden önce de dünyada verir."21
Abdullah b. Amr. b. El-Âs (r.a.), "Peygamberimiz şöyle buyurdu'' demiştir:

"Bir kimsenin anne ve babasına sövmesi,büyük günahlardandır,'' buyurdu. Ashab-ı Kiram:
- Ey Allah'ın Resûlü, bir adam anne ve babasına söver mi? dediler. Peygamberimiz:
- "Evet, bir kimse başkasının babasına söver, o da kalkar onun babasına söver. Başkasının annesine söverse, o da onun annesine söver'',22 buyurdu.
Bu hadisi şerif, anne ve babalarına başkalarının hakaret etmesine sebep olacak söz ve davranışlardan sakınılmasını öğütlüyor. Esasen mümin,söz ve davranışlarında ölçülü olur. Kimseye hakaret etmez. Başkalarının kendisine hakaret etmesine meydan vermez.
Değerli müminler, görülüyor ki, dinimiz, Allah'a ibadetten sonra anne ve babamıza iyilik etmemizi, hayır dualarını almaya vesile olacak davranışlarda bulunmamızı emrediyor. Onlara yapacağımız hizmet Allah'ın rızasını kazanmamıza vesile olacaktır.
Konumuzu bir hadisi şerif ile tamamlamak istiyorum. Peygamberimiz şöyle buyuruyor:

"Anne ve babasına itaat eden, ikram ve ihsanda bulunana ne mutlu, Allah onun ömrünü artırsın."23 Amîn ve'l-hamdülillâhi Rabbi'I-Âlemin.

DİPNOTLAR
1 İsrâ ,23-24.
2 Bakara, 83.
3 Buhari, Edep, 1; Müslim, İman, 36.
4 Müslim, Birr, 1.
5 Buhari, Edep, 7; Müslim, Zekât, 14.
6 Lokman, 15.
7 Kâmil Miras, Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Tercümesi, c. XII, s. 121, Ankara, 1973..
8 Ebû Davût, Edep, 129.
9 Ebû Davût, Edep, 129
10 Müslim, Birr, 5.
11 Müslim, Birr, 3.
12 Müslim, Birr, 3.
13 Tirmizî, Birr, 7.
14 Mecnau'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, c. VII, s. 148, Beyrut, 1967. (Hadisi Taberâni ve muhtasar olarak Ahmet b. Hanbel rivayet etmişlerdir.)
15 Lokman, 14.
16 Buhari, Edep, 2; Müslim, Birr, 1.
17 Bak; Umdetü'l-Kari, c. 22, s. 82.
18 Müslim, Itk, 6; Tirmizî, Birr, 8.
19 Buhari, Eyman, 16.
20 el-Münzirî, et-Tergîb ve't-Terhib, c. III, s. 328, Beyrut, 1938. (Hadisi Taberâni rivayet etmiştir.)
21 et-Tergîb ve't-Terhib, c. III, s. 331, Beyrut, 1969. (Hadisi Hakim ve Isbahani rivayet etmiştir.)
22 Buhari, Edep, 4; Müslim, İman, 38.
23 el-Heytemî, Mecmau'z-Zevâid ve Menbeu'I-Fevâid, c. VIII, s. 137, Beyrut, 1967 (Hadisi Ebû Ya'lâ ve Taberânî rivayet etmişlerdir).
1 Tîn, 4.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
[ Aile Her Türlü Faziletin Kaynağıdır ]​
Değerli müminler!
Bugünkü sohbetimizde yüce dinimizin aileye verdiği önemi ve aile fertlerinin birbirlerine karşı olan görev ve sorumluluklarını anlatmaya çalışacağız.
Kur'an-ı Kerim, insanı en üstün yaratık kabul eder. Allah Teâlâ onu güzel sûrette yaratmış, akıl gibi üstün yeteneklerle donatmıştır. Bu hususta Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur:

"Andolsun ki biz insanı en güzel sûrette yarattık."1

"Andolsun ki biz insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık. Karada ve denizde taşıdık ve onları temiz yiyeceklerden rızıklandırdık. Onları yarattıklarımızın bir çoğundan üstün kıldık.''2
İnsanın diğer yaratıklara göre bu üstünlüğü sebebiyledir ki, o, yeryüzünde Allah Teâlâ'nın iradesini temsil etme görevi gibi üstün bir görevle de görevlendirilmiş, yerde ve göklerde bulunan her şey onun emrine âmade kılınmış ve hizmetine verilmiştir. İnsanoğluna bu üstün görevin verilmiş olduğunu ifade eden Âyeti Kerime'de şöyle buyurulmuştur.

"Hatırla ki, Rabbin meleklere: ''Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım (ve ona kendi irademden bazı yetkiler vereceğim) demişti. Melekler: "Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksınız. Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve takdis ediyoruz." dediler. Allah da onlara: "Ben sizin bilmediklerinizi bilirim."3 dedi.
Böylesine Allah'ın üstün bir yaratığı olan insan, yalnız başına değil, toplum halinde yaşar. İnsanın içinde yaşadığı toplumun en küçüğü hiç şüphe yok ki ailedir. Aileler birleşerek toplumları meydana getirir. Bu çekirdek topluluk her çeşit faziletin kaynağıdır. Sağlıklı nesiller bu yuvada yetişir. Çocuk, yaratılışla ilgili gelişmesini de ahlâk ve terbiyesini de önce buradan alır. İnsan sevgisinin kaynağı da ailedir. Bir milletin sahip olduğu bütün özellikleri bir ailede görmek mümkündür. Bir toplulukta aile ne kadar sağlam temellere oturur ise o aileden meydana gelen toplum, o nispette sağlam yapıya sahip olmuş olur. Bunun içindir ki dinimiz aileye büyük önem vermiştir.
Aile karı ile kocadan oluşur. Bu da evlilik sözleşmesiyle gerçekleşir. Evlilik olmadan, evlilik sözleşmesi yapılmadan aile kurulamaz. Bunun için dinimiz evlenmeyi teşvik etmiştir. Allah'ın seçkin kulları olan Peygamberler evlenerek örnek olmuşlardır. Peygamberimiz:

"Dört şey Peygamberlerin sünnetlerindendir: Kına yakınmak, koku sürünmek, misvak kullanmak ve evlenmek.''4 buyurmuştur.
Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruluyor:

"İçinizden kendileri ile huzura kavuşacağınız eşler yaratıp aranızda sevgi ve rahmet var etmesi, O'nun varlığının belgelerindendir. Bunda düşünenler için dersler vardır."5
Evlenmemeyi ve aile hayatı dışında kalmayı dindarlık sayanlar, Peygamberimiz tarafından uyarılmışlardır.
Enes İbn Malik (r.a.) anlatıyor: Bazı kimseler Peygamberimizin (bilmedikleri gizli) ibadetini sormak ve öğrenmek üzere Peygamberimizin eşlerinin evlerine gelmişlerdi. Bunlara Peygamberimizin ibadeti haber verilince güya bunu (kendileri için) azımsayarak: Biz nerde Allah'ın Resûlü nerde? Şüphesiz ki Allah, Peygamberinin geçmiş olan ve gelecekte işlenmesi muhtemel bulunan bütün günahlarını bağışlamıştır." dediler. İçlerinden birisi: "Ben geceleri hiç uyumadan namaz kılacağım" dedi . Öbürüsü de: "Ben de yıl boyu oruç tutacağım.'' dedi. Bir diğeri de: " Ben de kadınlardan ayrı yaşayacağım, hiç evlenmeyeceğim.'' dedi. Onlar böyle konuşurlarken Peygamberimiz bunların yanına geldi ve: "Siz şöyle şöyle söyleyen kimselersiniz değil mi? Fakat şunu biliniz ki, ben sizin Allah'tan en çok korkanınız ve kötülükten korunanızım. Böyle iken ben kâh oruç tutarım, bazı günlerde yerim (yani yıl boyu oruç tutmam) gecenin bir kısmında namaz kılarım, bir kısmında da uyur istirahat ederim. Kadınlarla da evlenirim. (İşte benim sünnetim budur.) her kim benim bu yolumdan gitmez de ondan yüz çevirirse benden değildir.''6 buyurdu.
Evet, aile nikah ile kurulur, evlenmeyen kimse bu kurumdan yoksun kalır. Evlenmemeyi ve aile kurmamayı fazilet saymak yanlıştır, Peygamberimizin sünnetine aykırıdır. Nikah, her ne kadar medenî bir sözleşme ise de bir yönü ile ibadettir.
Değerli kardeşlerim, insan aile ortamında huzur bulur. Neslin devamı bu kurumla sağlanır. Pek çok kötülüklere karşı en önleyici vasıta ailedir. Peygamberimiz buyuruyor:

"Gençler, içinizden evlenmeye gücü yeten evlensin. Zira evlenmek gözü (haramdan) daha çok yumdurucu, iffeti daha çok koruyucudur. Gücü yetmeyen ise oruç tutsun, çünkü orucun şehveti kıran bir özelliği vardır."7
Bir başka hadisi şerif de şöyledir:

"Kul evlendiği vakit dininin yarısını tamamlamış olur. Artık geri kalan yarısında da Allah'a karşı gelmekten kaçınsın."8
Aile kurulurken eşlerin birbirlerini seçmesi önem kazanır. Çünkü bu, geçici bir süre için bir araya gelme değil, çoğunlukla ölüme kadar devam edecek bir sözleşmedir. Eşler birbirlerinde bu kurumun devamını sağlayacak özellikleri aramalıdırlar. Canım ne olacak evlenmek helâl ise ayrılmak da helâldir deyip gerekli araştırmayı yapmadan karar vermek, sonunda pişmanlık duymaya sebep olur.
Peygamberimiz bu konuda bir uyarıda bulunuyor ve eşlerde tercih edilmesinde yarar olan özelliğe dikkatimizi çekiyor. Şöyle buyuruyor:

"Kadın genelde dört özelliği için nikah edilir: Malı için, soyu için, güzelliği için ve dini için. Sen dindar olanı seç ki varlığın artsın."9
Peygamberimiz kadını, bu dört özellikten her hangi birisi ile nikah etmenin mübah olduğunu, ancak dindar olan kadının tercih edilmesini tavsiye ediyor. Çünkü Kur'an-ı Kerim, bu özelliğe çok önem veriyor.
Peygamberimize sordular: "Ey Allah'ın resûlü, kızlarımız kölelerimizle evlenebilecek midir? dediler. Bunun üzerine şu ayeti kerime nazil oldu:

"Ey insanlar, biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah katında en değerli olanınız O'ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir ve her şeyden haberdardır."10
Elbette Allah katında üstün bir değeri olan kimse diğerlerine tercih edilir ve edilmelidir. Böyle davranan kimse pişman olmaz.
Dindar olan kadın, kocasının malını korur, israftan sakınır. Çocuklarının terbiyeleri ile ilgilenir, onları da dinlerine bağlı olarak yetiştirir. Bu ise aileye huzur getirir. Bunun içindir ki Peygamberimiz:

"Dünya bir meta'dır (geçimliktir), en hayırlı meta' ise saliha (iyi) bir kadındır."11 buyurmuştur.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Bir başka hadisi şerif ise şöyledir:

"İnanmış bir kişi Allah Teâla'nın emirlerine sarılıp yasaklarından kaçındıktan sonra saliha bir kadından daha hayırlı hiçbir şey elde etmiş olamaz. (Çünkü iyi bir kadın) eşinin söylediğini tutar, yüzüne bakarsa gönlü açılır, karısı (nın bir şeyi yapması veya yapmaması) üzerine yemin ederse yeminini yerine getirir. Eşinin bulunmadığı zamanda ona ve malına hıyanet etmez.''12
Ailenin kurucuları olan karı ile kocanın ayrı ayrı hakları ve görevleri vardır. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de:

"Erkeklerin kadınlar üzerindeki hakları gibi kadınların da erkekler üzerinde bir takım iyi davranışa dayalı hakları vardır.''13 buyurulmuştur.
Peygamberimiz de şöyle buyurmuştur:

"Dikkat edin, sizin karılarınız üzerinde hakkınız var, kadınlarınızın da sizin üzerinizde hakkı vardır.
Sizin karılarınız üzerindeki hakkınız, hoşlanmadığınız kimseleri minderinize oturtmamaları ve sevmediğiniz kimselerin evinize girmelerine izin vermemeleridir. Dikkat ediniz, onların da sizin üzerinizdeki hakları, giyimlerini ve yiyeceklerini iyi bir şekilde yapmanızdır.''14
Peygamberimiz Veda haccında bir konuşma yapmış önemli konulara temas etmiştir. Hadis ve tarih kitaplarında yer alan bu konuşmanın bir bölümünü karı-koca haklarına ayırmış ve şöyle buyurmuştur.

"Ey insanlar, kadınların haklarına riayet etmenizi ve bu hususta Allah'tan korkmanızı size tavsiye ederim. Siz kadınları Allah emaneti olarak aldınız. Onların iffet ve ismetlerini Allah adına söz vererek helâl edindiniz. Sizin kadınlar üzerinde haklarınız, onların da sizin üzerinizde hakları vardır."15
Karı ile kocanın birbirlerine karşı olan hak ve görevlerine kısaca işaret edelim:

Kadının Hakları
- Evlenme sırasında erkeğin kadına ödediği veya ödeyeceğini taahhüt ettiği para veya mal kadının hakkıdır.
- Nafaka. Kişinin bakmakla yükümlü olduğu kimselerin yiyecek, giyecek ve konut giderlerini karşılamak demektir. Nikah işlemi tamamlanınca, kadının nafakası normal ölçüler içinde kocaya aittir. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur.
"Annelerin beslenmesi ve giyimi, uygun bir şekilde çocuk babasına aittir."16
Koca üzerine borç olan eşinin nafakası, sosyal durumlarına uygun olmalıdır. Ayrıca zengin olan kocanın karısına bir hizmetçi tutarak ev işlerini gördürmesi de kadının hakkıdır.
Kocanın Hakları
Kocanın meşrû isteklerini yapmak, ailenin huzur ve düzenini bozacak davranışlardan sakınmak,
- Kocasına sevgi ile bağlanmak ve kadınlık görevini yerine getirmek,
- Ailenin iffetini ve şerefini korumak, kocasının evini ve malını muhafaza etmek ve israftan sakınmak,
Karı-Koca bu özetlediğimiz karşılıklı hak ve görevlerine riayet ettikleri takdirde hem kendileri mutlu olur, hem bu yuvada yetişen çocuklar anne-babaya saygılı olur.
Değerli kardeşlerim, ailedeki mutluluk, karı ile koca arasındaki sevgi ve saygıya bağlıdır. Eşler, yuvada mutluluğu sağlamak için gerekli fedakarlığı gösterecek, huzur bozucu tutum ve davranışlardan sakınacaklardır. Karı ile kocanın herhangi bir sebeple aralarının açılması halinde Allah Teâlâ her iki taraf ailelerine görev vermekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Eğer karı-kocanın aralarının açılmasından korkarsanız, erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden bir hakem gönderin. Bunlar barıştırmak isterlerse Allah aralarını bulur. Şüphesiz Allah herşeyi bilen ve her şeyden haberdar olandır."17
Aile reisi olan erkek eşine karşı yumuşak davranacak, kaba hareketlerden sakınacaktır. Peygamberimiz:
"Sizin en hayırlınız ailesine en hayırlı olanınızdır. Ben aileme karşı sizin en hayırlınızım"18 buyurmuştur.
Her şeyde olduğu gibi aile hayatında da örnek alacağımız kimse, Peygamberimizdir. O, eşleri ile gayet iyi geçinir, onların sıkıntı veren bazı davranışlarına tahammül ederdi.
Birgün Hz. Aişe bir şeye darılarak Peygamberimize yüksek sesle konuşuyordu. Bu sırada Hz. Ebû Bekir gelmiş, kızını azarlamak istemiş, fakat Peygamberimiz buna engel olmuştu. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir kalkmış gitmiş, bir süre sonra tekrar geldiğinde karı-kocanın barıştıklarını görmüş ve: "Az önce kavganıza şahit olduk, şimdi de barıştığınıza şahit olalım." dedi. Bunun için Peygamberimiz buyuruyor:
"İman eden bir erkek, iman etmiş bir kadına (onda hoşlanmayacağı bir huydan dolayı) kızmasın. Çünkü onun bir huyundan hoşlanmıyorsa diğer huyundan hoşlanabilir."19
Peygamberimiz bu hadisi şerifte kocayı uyarıyor. Eşinde ki hoşlanmadığı bir huyu sebebiyle yuvayı sarsacak hatta dağılmasına sebep olacak tavırlardan sakınmasını öğütlüyor. Elbette bu kadın için de geçerlidir. O da aile kurumunun tehlikeye düşmesine meydan verecek söz ve davranışlardan sakınmalıdır. Hatta Peygamberimiz, kocaları ile uyum içerisinde olan kadınları müjdelemiş ve şöyle buyurmuştur:
"Kadın beş vakit namazını kılar, Ramazan orucunu tutar, iffetini korur ve kocasına saygı gösterirse kendisine. Hangi kapısından istersen cennete gir."20 denir.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Değerli kardeşlerim, aile fertleri arasında özen gösterilmesi bakımından çocuklar da önemli bir yer işgal eder. Anne ve babaya Allah'ın birer hediyesi olan çocuklar aile bahçesinin gülleridir. Onları sevgi ile yetiştirip topluma yararlı bir kimse olarak hazırlamak, anne-babanın başta gelen görevleri arasındadır. Çocuk küçük yaştan itibaren iyi terbiye edilirse hem ailesine hem de milletine yararlı ve hayırlı bir insan olur. İyi terbiye edilmediği ve eğitilmediği takdirde ne kendisine ne de başkasına yararı dokunmayacağı gibi aile için de toplum için de zararlı hale gelir. Bunun için dinimiz, geleceğin teminatı olan çocuklarla ilgili olarak aileye büyük sorumluluklar yüklemiştir.
Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyruluyor:

"Ey inananlar, kendinizi ve ailenizi yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun.''21
Cenâb-ı Hak bu ayeti Kerime'de müminlere önemli bir görev veriyor. Hem kendilerinin ve hem de aile fertlerinin cehenneme gitmelerine sebep olacak davranışlardan uzak durmalarını emrediyor. Çünkü mümin kendisinden sorumlu olduğu gibi ailesinden de sorumludur. Nitekim Peygamberimiz kişilerin sorumluluklarını hatırlatırken şöyle buyurmuştur:

"Hepiniz çobansınız ve hepiniz çobanlığınızdan sorumlusunuz. Amir, koruyucudur ve maiyetinden sorumludur. Kişi ailesinin koruyucusu ve eli altında olanlardan sorumludur. Kadın eşinin evinin koruyucusudur, eli altında bulunanlardan sorumludur. Hizmetçi efendisinin malının koruyucusudur ve eli altında bulunanlardan sorumludur.
Hulâsa hepiniz çobansınız ve her biriniz emri altında bulunanlardan sorumludur."22
Hz. Ömer: "Ey Allah'ın Resûlü, kendimizi koruruz fakat ailemizi nasıl koruyabiliriz? diye sordu. Peygamberimiz: "Allah'ın sizi yasakladığı şeylerden onları sakındırırsınız ve Allah'ın size emrettiği şeyleri onlara emredersiniz. İşte bu onları korumak demektir."23 buyurdu.
Bir başka hadisi şerif de şöyledir:

"Çocuklarınıza yedi yaşına geldiklerinde namaz kılmalarını emredin."24
Değerli kardeşlerim, çocukların inançlı ,sağlıklı, manevi değerlerine bağlı, vatan ve millet sevgisi ile dopdolu olarak yetiştirilmesinde birinci derecede ailenin sonra da toplumun rehberliği önemlidir. Peygamberimiz:

"Çocuklarınıza hoş muamelede bulunun ve onları güzel terbiye edin."25 buyurmuştur.
Anne-babaların çocukları ile ilgili dinî ve millî görevlerini ihmal etmeleri, ilerde onları ve hatta toplumu rahatsız edecek olayların meydana gelmesine sebep olur. Nitekim zaman zaman Medya'ya ve Basına yansıyan olaylar, sadece anne-babaları değil izleyen herkesi üzmektedir. Bunun için öncelikle anne-babalar çocuklarının terbiyesine, eğitimine özen göstermeli ve onların kötü alışkanlıklar edinmemeleri için hiçbir fedakarlığı esirgememelidirler. Çocuklarını iyi terbiye eden ve yetiştiren anne-babaları Cenâb-ı Hakk'ın cennetle mükafatlandıracağını Peygamberimiz haber vermiş, şöyle buyurmuştur:

"Kim ki üç tane kız çocuğu yetiştirir, güzel terbiye eder, everir ve onlara iyilikte bulunsa onun için cennet vardır."26
Değerli kardeşlerim, çocuklar genelde anne-babayı örnek alırlar. Onların söz ve davranışlarından etkilenirler. Bunun için anne-baba, çocuklarının dürüst, ahlâklı ve faziletli yetişmeleri için onlara örnek olmaları gerekir.
Abdullah b. Amr (r.a.) anlatıyor: "Ben küçüktüm, Peygamberimizin evimizde bulunduğu bir günde, annem beni: "Gel sana bir şey vereceğim" diye çağırdı. Peygamberimiz anneme: "Çocuğa ne vermek istedin? diye sordu. Annem: "Hurma vereceğim:" dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz: "Eğer (çocuğu aldatıp ona) bir şey vermeyeydin, sana bir yalan günahı yazılırdı."27 buyurdu.
Peygamberimiz burada önemli bir uyarıda bulunuyor. Anne-babaların yapmayacakları şeyleri çocuklarına va'detmemelerini öğütlüyor. Bu hem annebabaların yalan söyleme gibi bir günahı işlemelerine hem de çocukların ahlâkı üzerinde olumsuz etki yapmasına sebep olur.
Hulâsa, anne-babaya çocuklarını eğitmek, güzel terbiye etmek ve yetiştirmek için büyük fedakarlık düşmektedir. Bu aynı zamanda onların dinî görevlerindendir.
Değerli müminler, konuşmamızı Peygamberimizin bir hadisi şerifi ile tamamlamak istiyorum. Peygamberimiz şöyle buyuruyor:

"Hiçbir baba çocuğuna güzel terbiyeden daha üstün bir bağışta bulunmuş olamaz."28
DİPNOTLAR
2 İsrâ, 70.
3 Bakara, 30.
4 Tirmizî, Nikah,1.
5 Rûm, 21.
6 Buhari, Nikâh, 1; Müslim, Nikâh, 1.
7 Buhari, Savm, 10; Müslim, Nikâh,1.
8 el-Münzirî, et-Tergib ve't-Terhib, c. III, s. 42 (Hadisi, Beyhakî rivâyet etmiştir.)
9 Buhari, Nikah,15; Müslim, Rida,15.
10 Hücurât, 13.
11 Müslim, Rıda, 17.
12 İbn Mâce, Nikâh, 5.
13 Bakara, 228.
14 Tırmizî, Rıda, 11.
15 Müslim, Hac, 19; Tirmizî, Rıda, 11; İbn Mace, Nikah, 3.
16 Bakara, 233.
17 Nisâ, 35.
18 İbn Mace, Nikah, 50.
19 Müslim, Rida,18.
20 el-Münzirî, et-Tergîb ve't-Terhîb, c. III, s. 52, Beyrut, 1968 (Hadisi Ahmed ve Taberâni rivayet etmişlerdir.)
21 Tahrim, 6.
22 Buhari, Cuma, 11; Müslim, İmare, 20; Ebû Davut, İmer, 1; Tirmizî, Cihat, 27.
23 Alusî, Ruhu'l-Maanî, c. XXVIII, s. 156.
24 Ebû Davut, Salât, 26.
25 İbn Mace, Edep, 3.
26 Ebû Davut, Edep,130.
27 Ebû Davut, Edep, 88.
28 Tirmizî, Birr, 33.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
[ Kutlu Doğum ]​
Değerli müminler! 20 Nisan 571 tarihine rastlayan Rebiu'l-evvel ayının 12 nci Pazartesi gecesi Peygamberimiz Efendimiz dünyayı şereflendirmişlerdir. 14 asır evvel böyle bir gecenin sabahında güneş ufuktan doğmadan insanlığın hayat ufkunda ilâhî bir nur doğmuş oluyordu. Şair ne güzel söylemiş:
"Envar ile kâinat doldu,
İşte bu gece sabah oldu."
Bu gecenin sabahında Hz. İbrahim ile oğlu Hz. İsmail'in duaları ve İsa aleyhi's-selam'ın müjdesi gerçekleşmiş oluyordu. Kur'an-ı Kerim'de hikâye edildiğine göre Hz. İbrahim ile oğlu Hz. İsmail, Kâbe'yi inşa ederlerken şöyle dua etmişlerdi:

"Bir zamanlar İbrahim, İsmail ile beraber Beytullah'ın temellerini yükseltiyor (ve şöyle dua ediyorlardı.) Ey Rabbimiz, bizden bunu kabul buyur,sen işitensin bilensin.
Ey Rabbimiz, bizi sana boyun eğenlerden kıl, soyumuzdan da sana itaat eden bir ümmet çıkar, bize ibadet usullerimizi göster, tövbemizi kabul et, zira tövbeleri çokça kabul eden ancak sensin.
Ey Rabbimiz, onlara, içlerinden senin ayetlerini kendilerine okuyacak, onlara kitap ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir Peygamber gönder. Çünkü üstün gelen, her şeyi yerli yerince yapan yalnız sensin''1
Hz. İsa da şu müjdeyi vermişti.

"Ey İsrailoğulları, ben size Allah'ın elçisiyim, benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmet adında bir Peygamberi de müjdeleyici olarak geldim, demişti."2
Bir gün Ashab-ı kiram Peygamberimizden hayatının ilk günlerini anlatmasını rica etmişler, O da şu sözleri söylemişti:
"Ben, atam Hz. İbrahim'in duası, kardeşim Hz. İsa'nın müjdesi, annem Âmine'nin rüyasıyım, annem bana hamile olduğu sırada bir rüya görmüştü: İçinden bir nur çıkmış ve bu nur Suriye'deki sarayları aydınlatmıştı."3
Evet, işte bu gecenin sabahında Hz. İbrahim'in duasına ve Hz. İsa'nın müjdesine mazhar olan bu son Peygamber, bir güneş gibi doğdu.
Değerli müminler, bu gecenin sabahı gerçekten feyizli bir sabahtı. İnsanlık için yepyeni bir gün doğmuş, aydınlık bir devir açılmıştı. Hz. Adem'le başlayan tevhid inancı yeniden canlanmış, cehalet ve sapık inançlarla kararan ruhlar, bu doğuşla aydınlığa kavuşmuştu.
Bir fazilet güneşi ve hidâyet meş'alesi olan Peygamberimizin doğumu, Allah'ın bütün insanlara en büyük nimetlerinden birisidir. Bu husus Kur'an-ı Kerim'de şöyle ifade buyurulmaktadır:

"And olsun ki, Allah, müminlere ayetlerini okuyan, onları kötülüklerden temizleyen, onlara kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle büyük bir Iütufta bulunmuştur . Halbuki onlar önceleri apaçık bir sapıklıkta idiler."4
Ayet-i Kerime'de ifade buyurulduğu üzere, gerçekten insanlar Peygamberimizden önce her türlü değer ölçülerini yitirmiş, yollarını şaşırmışlardı. Küfür ve zulüm, gönülleri karartmış, Allah'a giden yoldan uzaklaştırmıştı. Hayır ve fazilet namına hiçbir şey kalmamıştı. Sosyal hayat bozulmuş, ahlâk bağları tamamen çözülmüştü. Hak, kuvvete boyun eğmiş,merhamet ve şefkat kalplerden silinmişti. Kadın esir muamelesi görmüş, bir eşya gibi alınıp satılmıştı. Kız çocukları acımasızca diri diri toprağa gömülmüştü. Evet, bunları kim söylüyor? Bunları, bu toplumun içinde yaşayan insanlar söylüyor, nitekim Mekke'de gördükleri zulüm ve işkence yüzünden Habeşistan'a göç etmek zorunda kalan ilk müslümanlar Habeş kralına hicrete mecbur olduklarının sebeplerini anlatırken, bakınız neler söylüyorlar?
"Ey hükümdar, biz cehalet içinde yaşayan bir millet idik, putlara tapıyor, Iâşe yiyorduk. Fuhuş yapıyorduk. Akraba ile münasebeti kesiyor, komşularımıza kötülük yapıyorduk. Kuvvetli olanımız zayıf olanı eziyordu. Biz toplum olarak bu halde yaşarken Allah Teâla bize acıdı, Iütfederek içimizden birini Peygamber gönderdi. Soyu, iffeti ve dürüstlüğü hepimizce bilinen birisi. O, bizi yalnız Allah'a ibadet etmeye çağırdı. Atalarımızın tapınageldikleri ağaç ve taş parçalarını terk etmemizi söyledi.
Bize doğru söylemeyi, emanete ve akrabalık bağlarına riayet etmeyi, komşularla güzel geçinmeyi, kan dökmekten ve haram olan şeylerden sakınmayı öğütledi. Bizi fuhuştan, yalandan, yetim malı yemekten, namuslu kadınlara iffetsizlik iftirasında bulunmaktan uzak durmayı emretti. Allah'a ibadet edip O'na hiçbir sûretle ortak koşmamayı emretti. Namaz kılmaya, sadaka vermeye ve iyilik yapmaya bizi çağırdı. Biz de ona inandık, getirdiği dini kabul ettik. Onun haram dediğini haram bildik, helâl dediğini helâl tanıdık. Bundan dolayı içinde yaşadığımız her yönü ile kokuşmuş toplum bize düşman kesildi, eziyet ve işkence yapmaya başladı. Bu sebeple biz de hicret ederek ülkenize geldik."5
İşte bu sözler o toplumda yaşamış olan insanların sözleridir. Demek ki, o toplum içine düştüğü bu bunalımdan büyük ölçüde rahatsızlanmış, beklediği kurtarıcıyı bulunca ona sımsıkı sarılmıştı. Onun getirdiği esasları benimsemiş ve onları hayata geçirmek için hicret etmeyi ve hiç tanımadığı bir ülkeye gitmeyi göze almıştı.
Değerli kardeşlerim, Peygamberimiz az önce de söylediğimiz gibi 571 yılı Nisan'ın 20 sine rastlayan Rebiu'l-evvel ayının 12 nci Pazartesi gecesi tan yeri ağarırken Mekke'de dünyaya geldi. Babası Abdullah, annesi Âmine'dir. Babası Abdullah onun doğumundan iki ay kadar önce vefat etmiş bu mutlu güne erişememişti. Dedesi Abdülmuttalip torununa Muhammed adını vermişti. Ataları arasında böyle bir ad yoktu. Bunu duyanlar Abdülmuttalip'e bu adı niçin koyduğunu sordular. Abdülmuttalip şu cevabı verdi:
- Umarım ki, onu gökte Hak, yerde halk övecektir.
Tarihçiler, Peygamberimizin doğduğu gece dünyada olağanüstü bazı olayların meydana geldiğini naklederler. O gece İran'da hükümdar Kisra'nın sarayından 14 sütun yıkılmış, Sava gölü kurumuş, bin yıldan beri yanan Mecûsilerin ateşi sönmüştü. Bu olaylar, ilerde İran saltanatının yıkılacağına, Bizans İmparatorluğunun çökeceğine ve putperestliğin ortadan kalkacağına işaret idi ve öyle de oldu.6
Peygamberimizin hem çocukluğu ve hem de gençliği hiç kimsede görülmeyen bir güzellik içerisinde geçti. Herkes ona "Güvenilir Muhammed" diyordu.
Nihayet 40 yaşına geldi. İçerisinde bulunduğu toplumdan çok rahatsızdı. Ne yapmalı idi ki bu toplumu içerisine düştüğü bunalımdan kurtarmalıydı. Hep bunu düşünüyordu. Allah'a ibadet etmek için de zaman zaman Mekke yakınında bulunan Hira dağındaki mağaraya çekiliyor, günlerce burada kalıyordu. Milâdi 610 yılının Ramazan ayında sözünü ettiğimiz mağarada bulunduğu sırada kendisine Cebrail aleyhi's-selâm adındaki melek geldi. Peygamberimiz o anı şöyle anlatır:

"Melek bana:
- Oku, dedi. Ben:
- Okumak bilmem, dedim.
- Bunun üzerine melek beni alıp gücüm tükeninceye kadar sıkıştırdı. Sonra beni bırakıp yine:
- Oku, dedi. Ben de ona:
- Okumak bilmem, dedim. Yine beni alıp ikinci defa takatım kesilinceye kadar sıkıştırdı. Sonra beni bırakıp:
- Oku dedi. Ben:
- Okumak bilmem, dedim. Nihayet beni yine alıp üçüncü defa sıkıştırdı. Sonra beni bırakıp:
- Yaratan Rabbinin adıyla oku, O, insanı Alak'tan yarattı. Oku, Rabbin sonsuz kerem sahibidir. Kalemle yazmayı öğreten O'dur. İnsana bilmediğini o öğretti."7
Cebrail aleyhi's-selam bu ilk ayetleri tebliğ etmiş ve Peygamber olarak görevlendirilmiş olduğu da kendisine müjdelenmişti.
Peygamberimiz korkudan titreyerek eve döndü ve eşi Hz. Hatice'ye:
- Beni sarıp örtünüz, beni sarıp örtünüz, dedi. Hz. Hatice de onu örttü. Bir süre sonra Peygamberimiz olup bitenleri Hz. Hatice'ye anlattı ve:
- Kendimden korktum, dedi. Hz. Hatice:
- Öyle deme, Allah'a yemin ederim,ki, Allah Teâlâ hiçbir vakit seni utandırmaz. Çünkü sen akrabalık bağlarına hürmet ediyor, borçluların borcunu ödüyor, yoksullara yardım ediyorsun. Misafirlere ikramda bulunuyor, doğruları destekliyorsun, dedi.8
İşte böylece Peygamberimize Peygamber olduğu Cebrail adındaki melek tarafından tebliğ edilmiş ve ilk ayetler de vahyedilmiş oldu.
Değerli kardeşlerim, Hz. Muhammed son Peygamberdir. Allah Teâlâ Hz. Adem'den itibaren kesin sayılarını ancak kendisinin bildiği pek çok Peygamberler göndermiştir. Peygamberimiz bunların sonuncusudur. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur:
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
"Muhammed, içinizden her hangi birinizin babası değil, O, Allah'ın elçisi ve Peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi bilendir."9 Peygamberimiz de şöyle buyurmuştur:

"Benimle Peygamberlerin benzeri, şu bir kimsenin benzeri gibidir ki, o kişi bir ev yaptırmış, binayı tamamlayıp süslemiş de yalnız bir tuğlası eksik kalmış. Bu durumda halk binaya girip gezmeye başlarlar ve eksik yeri görüp hayret ederek: Şu bir tuğlanın yeri boş bırakılmış olmasaydı" derler. İşte ben o tuğlayım, ben Peygamberlerin sonuncusuyum."10
Peygamberimiz önceki Peygamberler gibi bir milletin değil, tüm insanlığın Peygamberidir. Diğer Peygamberlerden farklı yönlerinden birisi budur. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de:

"Ey Muhammed, biz seni bütün insanlara ancak müjdeci ve uyarıcı olarak göndermişizdir. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler.''11
Peygamberimiz yalnız insanlara değil, alemlere rahmet olarak gönderildi. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur:

"Ey Muhammed, biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik"12
Evet, Peygamberimiz sadece insanlar için değil, alemler için bir rahmettir. Peygamberimiz bütün insanlara hatta canlılara şefkat ve merhamet gösterir, bu konuda insanlar arasında ayırım yapmazdı. Müslüman olsun-olmasın; kadın-erkek, büyük-küçük, zengin-fakir, köle-efendi herkese merhamet ederdi.
Bir savaş esnasında birkaç çocuk çarpışan iki taraf arasında kalmış ve ölmüşlerdi. Peygamberimiz bundan haberdar olduğu zaman büyük üzüntü duymuştu. Askerler Peygamberimizin üzüldüğünü görünce:
- Ey Allah'ın resûlü, neden bu kadar üzülüyorsunuz, bunlar nihayet müşrik çocukları değil mi? dediler. Peygamberimiz:
"Bu çocuklar müşrik çocukları da olsa bunlar insandır. Çocuk oldukları için günahları da yoktur. Dikkat ediniz, kesinlikle çocuk öldürmeyiniz. Her can Allah'ın fıtratına göre yaratmıştır",13 buyurdu. -Adamın biri Peygamberimize başvurarak bir düşmanı lânet etmesini istemişti. Peygamberimiz: "Ben lânet okumak için değil, fakat aleme rahmet olmak için gönderildim." buyurdu.- Herkese şefkat ve merhamet gösteren Peygamberimizin inananlara özel bir şefkati vardı. Elbette öyle olmalı idi. Çünkü inananlar , onun getirdiği dini benimsemiş, malları ve canları ile o dinin yayılması için büyük fedakârlıklar göstermişlerdi. Bu konuda şöyle buyurulmuştur:

"And olsun, size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir."14
Değerli müminler, Peygamberimiz anılırken akla ilk gelen, onun , Kur'an-ı Kerim'le övülmüş olan yüksek ahlâkıdır. Onu Allah Teâlâ terbiye ettiği için bir insanda bulunması düşünülebilen güzel huy ve davranışların daha mükemmeli onda toplanmıştı. Ahlâkının güzelliğine ve her yönü ile güvenilir olduğuna düşmanları bile hayrandı. Daha gençliğinde halk arasında ''el-Emin-güvenilir" kimse olarak tanınmış olduğunu az önce söylemiştik. Şu olay bunun çarpıcı bir örneğidir:
Kâbe Kureyş tarafından yenileniyordu. Her kabile kendisine düşen bölümü yapmış, sıra ''Hacer-i Esved''in yerine konmasına gelmişti. Kureyş'ten her kabile ''Hacer-i Esved''i yerine koyma şerefini kazanmak için, o hizmeti yapmak istiyordu. Bu yüzden kabileler arasında tartışma çıktı. Her kabile ''Hacer-i Esved"i yerine koyma şerefinin kendisine ait olduğunu iddia ediyordu. Hele Abdüddaroğulları çok ileri gidip bir çanak dolusu kan getirdiler. Ellerini bu kana bulaştırıp: "Kanımız dökülmedikçe kimse önümüze geçemez" diye yemin ettiler. Bu tartışma dört beş gün devam etti. Nerede ise kabileler arasında savaş çıkacaktı ki, Kureyşin en yaşlısı olan Ebû Umeyye Beni Muğîre Kureyşin ileri gelenlerini Mescidde topladı. Konuyu tekrar tartıştılar ve şu karara vardılar: Belirledikleri vakitte mescidin Safa tarafındaki kapısından önce kim içeriye girerse o, hakem olacaktı. Belirlenen vakitte evvelâ bu kapıdan Peygamberimiz içeri girdi. Bunun üzerine Kureyş ileri gelenleri hep bir ağızdan. "İşte bu giren zat, emindir, bunun hakemliğine razıyız. Bu güvenilir zat, Muhammed'tir." dediler. Peygamberimiz bunların yanına gelince, kendisini hakem tayin ettiklerini ve bunu kabul etmesini rica ettiler. Peygamberimiz onları dinledikten sonra hakemliği kabul etti ve. "Bana bir yaygı getirin'' buyurdu. Getirilen bu yaygının içine kendi eliyle "Hacer-i Esved''i koydu. Sonra kabile başkanlarının bu yaygının birer ucundan tutup birlikte kaldırmalarını söyledi. Böyle yaptılar, her kabile yaygının bir ucundan tutarak ''Hacer-i Esved''i konacağı yere kadar kaldırdılar, Peygamberimiz de onu yerine koydu. Böylece her kabile "Hacer-i Esved''i yerine koyma şerefinden payını aldı ve tartışma da böylece bitmiş oldu15.
Bu olayda önemli olan şudur: Peygamberimizin küçük yaştan beri kimseyi incitmeyip o yaşa gelinceye kadar fazilete aykırı hiçbir hal ve hareketi görülmediği için Peygamber olarak gönderilmeden önce de Kureyş arasında "güvenilir'' ünvanı ile tanınmış olmasıdır. İslâmiyet'in kısa zamanda ve hızla yayılmış olması, şüphe yok ki, onu tebliğ eden Peygamberin yüksek ahlâkı ile ilgilidir. İnsanlar onun dürüstlüğüne ve güvenilir olduğuna inanmasalardı onun etrafında toplanırlar mıydı. Nitekim Kurân-ı Kerim'de bu husus şöyle ifade edilmiştir.

"Ey Muhammed, Allah'ın rahmetinden dolayı sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı kalpli olsaydın, şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi. Onları affet, onlara bağış dile, iş hakkında onlara danış, fakat karar verdin mi Allah'a güven. Doğrusu Allah kendisine güvenenleri sever.''16
Peygamberimiz, yaşadığı hayat ile telkin ettiği esaslar arasında tam bir ahenk mevcut idi. O, telkin ettiği esasları önce kendisi uygulardı. Çünkü insan,başkalarına verdiği öğüdü kendisi uygulamazsa onun başkaları üzerinde etkisi de olmaz. Esasen Kur'an-ı Kerim:

"Ey iman edenler, yapmayacağınız şeyleri niçin söylersiniz"17 diyerek kişinin yapmayacağı şeyi başkalarına söylemesinin doğru olmayacağını bildirmektedir.
Değerli kardeşlerim, Hz. Aişe validemize, Peygamberimizin ahlâkının nasıl olduğu sorulduğunda, o: "Onun ahlâkı Kur'an'dı" demiştir.18 Peygamberimiz, davranışları ve üstün kişiliği ile en güzel örnektir. Esasen Kur'an-ı Kerim tek örnek kişi kabul etmektedir ki, o da Peygamberimizdir. Şöyle buyurulmuştur:

''And olsun ki, Allah'ın Resûlü, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok ananlar için güzel bir örnektir."19
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Ayet-i Kerime Peygamberimizin, Allah'ın razı olacağı davranışlarda bulunmak isteyenler için canlı bir örnek ve büyük fazilet numunesi olduğu anlatılmaktadır. Peygamberimiz, Peygamber olarak insanları davete başladığı zaman, onu duyan komşu ülkelerin başkanları , karşılaştıkları her Mekke'liden Peygamberimiz hakkında bilgi alıyorlar, daha çok ahlâkının nasıl olduğunu soruyorlardı. İşte Mekke ileri gelenlerinden Ebû Süfyan müslüman olmadan önce ticaret amacı ile Şam'a gittiği zaman Bizans imparatoru onu huzuruna çağırmış ve Peygamberimizle ilgili kendisine bazı sorular sormuştu. Bu sorulardan birisi de şöyle idi. Peygamberlik iddiasında bulunan bu zatın daha önce hiç yalan söylediğini duydunuz mu? Ebû Süfyan: "Asla, yalan söylediğini duymadık" diye , cevap verdi. Bunun üzerine İmparator:
- Size, Peygamberlik iddiasında bulunan bu zatın evvelce hiç yalan söyleyip söylemediğini sordum, Onun hiç yalan söylemediğini ifade ettiniz. Şayet bu zat Allah hakkında yalan söylemiş olsa daha evvel insanlara yalan söylemesi gerekirdi, dedi.20
Değerli müminler, Peygamberimize göre ahlâk herşeydi. O, ahlâka o kadar önem verirdi ki, dinin ne olduğunu soranlara, dinin güzel ahlâktan ibaret olduğunu söylerdi. Hatta ahlâkı güzel olmayanın; konuştuğu zaman yalan söyleyenin, söz verdiği zaman sözünde durmayanın, emanete hıyanet edenin -diğer dinî vecibelerini yerine getirmiş olsa bile- olgun mümin olamayacağını söylerdi.
Onun hayatını inceleyenler, onun ne yüksek bir ahlâka sahip olduğunu göreceklerdir. 0, kim olursa olsun, herkese iyi muamele eder, kimseyi incitmez, ayıplamaz ve kırmazdı. Ebû Saîd el Hudrî (r.a.) anlatıyor. "Birgün Bedevilerden biri Peygamberimizden alacağını tahsil etmeye gelmişti. Edep ve terbiye ölçülerini aşarak Peygamberimize kaba ve sert sözler söyledi. Ashab-ı kiram bedevînin bu hareketine kızarak Sen kiminle konuştuğunu biliyor musun? dediler. Bedevî hiç aldırmadı: Ben hakkımı istemeye geldim, dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz Ashab'a Siz onun tarafından olacaktınız. Çünkü bu adam hakkını istiyor, buyurdu.21
Peygamberimiz, arkadaşlarından herhangi biri kendisinden bir ricada bulunduğunda bu ricayı geri çevirmez, yerine getirirdi. Mahmud b. Er-Rebîu'I-Ensarî (r.a.) anlatıyor:
"Peygamberimizin arkadaşlarından Bedir savaşında hazır bulunan Ensardan Itban B. Malik, Peygamberimize gelerek. "Ey Allah'ın Rasûlü, gözlerim görmez oldu. Halbuki mahallemiz halkına namaz kıldıran benim. Yağmur yağdığı vakit onlarla aramızda olan dere akar da mescitlerine gidip namaz kıldıramaz oluyorum. Gönlüm ister ki, bana gelip evimde namaz kıldırasın da senin namaz kıldığın yeri namazgâh edineyim." dedi. Peygamberimiz: "İnşallah bunu yaparım" diye vadetti. Itban diyor ki. Ertesi sabah Peygamberimiz beraberinde Ebû Bekir olduğu halde gün yükseldiği vakit bana geldiler. Peygamberimiz içeri girmek için izin istedi. Eve girdiğinde oturmadı, bana.
- Evinin neresinde namaz kılmamı istersin? dedi. Ben de namaz kılmasını istediğim yeri ona gösterdim. Peygamberimiz namaza durup tekbir aldı. Biz de arkasında durarak saf olduk. İki rekat kıldırıp selâm verdi. Bunun üzerine biz onun için pişirdiğimiz çorbaya onu alıkoyduk. Mahallemiz sakinlerinden bir çok kimseler, Peygamberimizin evimizi şereflendirdiğini haber alınca birer birer geldiler. İçlerinden biri mahallede oturan Malik b. Ed-Dühayşin'i göremeyince sordu. "Malik nerede?" dedi. Orada bulunanlardan bir başkası.
- O, Allah'a ve Peygamberine sevgisi olmayan bir münafıktır, dedi. Peygamberimiz:
- Böyle deme, görmüyor musun ki, "La ilahe illallah (Muhammedü'r-Resûlullah)" diyor ve bunu Allah rızası için söylüyor, buyurdu. Bunun üzerine o zat: Allah ve Resûlü daha iyi bilir, dedi. Itban diyor ki: Peygamberimizi münafıklar hakkında hep böyle iyilik ve hayır düşünür bulurduk, dedi. Sonra Peygamberimiz:
- Allah Teâlâ, O'nun rızasını arayarak "Lâ ilâhe illallah" diyen kimseyi cehennem ateşine haram kılmıştır,22 buyurdu.
Peygamberimiz hayatı boyunca adaletten kıl kadar ayrılmamıştır. Herkese karşı âdil davranmış, insafla muamele yapmıştır.
Hz. Aişe validemiz anlatıyor: Mahzumî kabilesinden bir kadın hırsızlık etmişti. Mekke ileri gelenleri, asil bir aileye mensup olan bu kadının ceza görmemesi için Peygamberimizin çok sevdiği azatlı kölesi Zeyd'in oğlu Usamey'i Peygamberimize şefaatçi olarak gönderdiler. Peygamberimiz Usame'yi dinledikten sonra:
- Sizden öncekiler bu gibi farklı uygulamaları sebebiyle helak olmuştur. Onlar, yoksullara en ağır cezayı uygular, zengin ve itibarlı olana ise ceza vermezlerdi, buyurarak kanunların uygulanmasında ayırım yapılmasının toplumun yok olmasına sebep olacağını bildirmiş ve, "Allah'a yemin ederim ki, Muhammed'in kızı Fâtıma hırsızlık etse mutlaka onu cezalandırırdım"23 buyurdu.
Ebû Saîd el-Hudrî (r.a.) anlatıyor:
- Bir defa Peygamberimiz savaş ganimeti dağıtıyordu. Çok kalabalık vardı. Adamın biri Peygamberimizin adeta sırtına binmişti. Peygamberiz elindeki çubukla kendisini rahatsız eden bu adama geri durması için işaret etmiş, fakat çubuk adamın yüzüne gelerek, yüzünü incitmişti. Peygamberimiz hemen çubuğu adamın eline vererek. İntikamını al, demişti. Adam: Ey Allah'ın Resûlü, ben şikâyetçi değilim,24 diye cevap verdi. Değerli müminler, Peygamberimizin yüksek ahlâkını böyle bir vaazda anlatmak mümkün değildir. Biz sadece onun ahlâkından bir iki örnek verdik. Geniş bilgi almak isteyenler Peygamberimizin hayatını incelemelidirler.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Değerli müminler, Peygamberimizin doğumunu anarken ne yapacağız? Bazı yerlerde olduğu gibi kaside ve ilâhiler söyleyip kandil simitleri dağıtmakla mı yetineceğiz. Elbette bunlar da güzel adetlerdir. Ancak onun doğumunu anmak bu değildir. Onu anmaktan asıl gaye, onun cihanşûmül olan nübüvvet ve risaletini , yüksek ahlâkını anmak ve sünnetine uyma azmini tazelemektir. Çocuklarımıza onun hayatı ile ilgili bilgi vererek onu sevdirmeye çalışmaktır. Çünkü onu sevmek imandandır, hatta imanın ta kendisidir. Nitekim Peygamberimiz:

"Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, hiç biriniz, ben ona babasından ve çocuğundan da daha sevgili olmadıkça iman etmiş olmaz,"25 buyurdu.
Peygamberimizi sevmek demek, onun sünnetine uymak ve onu hayata geçirmektir. Nitekim Peygamberimiz:

"Sünnetimi ihya eden beni sevmiş demektir. Beni seven ise cennet'te benimle beraberdir",26 buyurmuştur.
Değerli kardeşlerim, Allah Teâla'nın sevgisine ve mağfiretine mazhar olmanın tek yolu, O'nun sevgili Peygamberinin sünnetine uymaktır. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur:

"(Ey Muhammed) de ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir."27
İşte bu ayet-i kerime, Peygambere uymanın Allah'ın rızasını kazanmaya ve günahların bağışlanmasına vesile olacağını gayet açık bir şekilde ifade buyurmaktadır.
Bu duygu ve düşünce ile kutlu doğumun hepimize, aziz milletimize ve bütün müslüman kardeşlerimize mübarek olmasını ve Peygamberimizin şefaatine bizi mazhar kılmasını Cenab-ı Hak'tan niyaz ediyorum.
DİPNOTLAR
1 Bakara,127-129.
2 Saff, 6.
3 Şibli, İslâm Tarihi, Asrı Saadet, c. II, s. 1643, Şevval, 1330.
4 Al-i İmran,164.
5 İbn Hişam, es-Sîretü'n-Nebeviyye, c. l, s. 336.
6 Şiblî, İslâm Tarihi, Asrı Saadet, c. I, s. 188.
7 Alak, 1-5.
8 Buhari, Bedü'l-Vahiy,1.
9 Ahzap, 40.
10 Buhari, Menakıp, 18.
11 Sebe, 28.
12 Enbiya,107.
13 Şiblî, İslâm Tarihi, Asrı Saadet, c. II, s. 982.
14 Tevbe,128.
15 Kâmil Miras, Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-iSarih Tercemesi, VI, 30, 31.
16 Al-i İmran,159.
17 Saff, 2.
18 Müslim, Müsafirûn, 129.
19 Ahzap, 21.
20 Buhari, Bedü'l-Vahiy, 1.
21 İbn Mace, Sadakat, 17.
22 Buhari, Salât, 46.
23 Buhari, Hudut, 11; Müslim, Hudut, 2.
24 Ebû Davut, Diyât, 15.
25 Buhari, İman, 8; Müslim, İman, 16.
26 Tirmizî, İlm, 16.
27 Al-i İmran, 31.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
[ Peygamberimizin Ölüm Yıldönümü Münasebetiyle ]​
Değerli müminler!
Bu va'zımızda alemlere rahmet olarak gönderilen son Peygamber Hz.Muhammed Mustafa Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimizin bu fani alemden ebedi aleme intikaline rastlayan 8 Haziran 1999 ölüm yıldönümü münasebetiyle vefatından bahsedeceğiz. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruluyor:

"Her Canlı ölümü tadacaktır. Sonunda bize döndürüleceksiniz."1
Her canlı gibi canlıların en üstünü olan insan hayatı da sınırlıdır. Başı da sonu da bellidir. Çünkü Cenab-ı Hak herkese belli bir yaşama süresi vermiştir. Bu süreyi yaşayan insan ölecektir. Bu kuraldan hiç kimse ayrı tutulmamıştır. Ayet-i Kerime bu gerçeği ifade etmektedir. Eğer dünyada bir kimse için ölümsüzlük olsaydı her halde bu kimse Peygamberimiz olurdu. Halbuki o da ölmüştür. Nitekim Mekkeli müşrikler kendilerini şu sözlerle teselli etmek istiyorlardı : Hz.Muhammed, yakında ölecek! Ve böylece davası bitecektir. Onların bu sözleri üzerine şu ayet-i kerime, sadece Peygamber değil, siz de öleceksiniz, diyordu. Ayet Şöyle:

''(Ey Muhammed!) Senden önce hiçbir insana ebedi hayat vermedik, Sen ölürsen, onlar bâki mi kalacaklar? (Onlar da öleceklerdir).''2
Ayet-i Kerime, Peygamberimiz de dahil olmak üzere hiç kimseye dünyada ebedi hayat verilmediğini ifade etmektedir.
Cenab-ı Hakk'ın bu değişmeyen kuralı gereği Peygamberimiz de bu dünyadaki yaşama süresini tamamladıktan sonra dünyaya veda ederek ebedi aleme ahirete intikal etmiştir.
Peygamberimiz ilk ve son haccı olan veda haccında Peygamberlik görevini tamamladığı ve ahirete intikalinin yaklaştığı ile ilgili işaretlerde bulunmuştur.
Arafat'ta hacılara yaptığı ve çok önemli konulara değindiği konuşmasının sonunda şöyle diyordu:
"Ey İnsanlar, size ben sorulacağım, ne diyeceksiniz?" dinleyenler:
- Peygamberliğini tebliğ ettin, görevini yaptın, diyeceğiz., dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz, şahadet parmağını yukarıya kaldırıp insanlara işaret ederek üç defa:
- Şahit ol ya Rab, buyurdu.3
Peygamberimiz Peygamberliğinin sona erdiğini ilan ediyorken şu ayet-i kerime nazil oluyordu:


"Bugün size dininizi ikmal ettim. Üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâmı beğendim."4
Peygamberimiz bu Ayet-i Kerime'yi tebliğ edince, Hz.Ebu Bekir, Peygamberimizin görevinin sona erdiğini ve vefatının yaklaştığını sezerek ağlamıştı. Gerçekten bundan sonra Peygamberimiz 81 veya 82 gün yaşamıştır.
Ayrıca Peygamberimiz:

''Haccın menasikini benden öğreniniz. Bilmiyorum, belki bundan sonra bir daha hac yapamam."5 buyurmuş ve bu haccın son haccı olduğuna işaret etmiştir.
Peygamberimiz veda haccında bütün müslümanlarla görüşmek istemiş ve müslümanlara öğütlerde bulunmuştur. Bu görüşme bir bakıma veda etme anlamı taşıyordu. Bu, sadece hayatta olanlarla değil, ölmüş olanların da mezarlarını ziyaretle onlara dua ediyor ve vedalaşıyordu. Nitekim hac dönüşü Uhut şehitlerini ziyaretle onlara dua etmişti. Sonra da okuduğu bir hutbede şöyle demişti:

''Ben sizin Kevser Havuzuna ilk erişeniniz olacağım. Sizin İslâma hizmetlerinize şahadet edeceğim. Vallahi şu anda Havzımı görüyorum. Yine şu anda bana yer hazinelerinin anahtarları yahut yerin anahtarları verildi. Vallahi ben vefatımdan sonra sizin Allah'a ortak koşmanızdan endişe etmiyorum. Yalnız sizin (dünyaya olan ihtirasınız sebebiyle) dünya hakkında yarışacağınızdan korkuyorum."6
Peygamberimiz bir gece yarısı da Medine-i Münevvere'deki "Cennetü'l-Baki" mezarlığına giderek orada yatanları da hatırlayarak dua ettiği rivayet edilmektedir.
Bütün bunlar, o büyük Peygamberin herkesle vedalaştığını ve ayrılığının yaklaştığını bildiriyordu.
Peygamberimiz Medine mezarlığını ziyaretten döndüğü zaman hastalandı. O geceyi muhterem eşi Hz.Meymune'nin yanında geçirecekti. Çünkü sıra onda idi. Günlerden Çarşamba idi.
Peygamberimiz rahatsızlığına rağmen eşlerine eşit davranmayı hatırından çıkarmadı. Rahatsızlığımın ilk beş gününü onların yanında geçirdi. Pazartesi günü hastalığı iyice ağırlaşınca Hz.Aişe'nin yanında kalmak için diğer eşlerinden izin istedi. Yalnız hiç kimsenin hatırını kırmak da istemiyordu. Hz. Aişe'nin yanında kalmak istediğini açık bir şekilde söylememiş, ''yarın nerede kalacağım'' demiş, Pazartesi olduğu ve Pazartesi günlerini Hz. Aişe'nin yanında geçirdiği için kendisine, ''istediğiniz yerde kalabilirsiniz'' denilmişti.
Peygamberimizin hastalığı humma hastalığı idi. Bu hastalığında son derece zayıflamıştı, yalnız başına yürüyemiyordu. Bunun için Hz. Ali ile Hz. Abbas koluna girerek kendisini zorlukla Hz. Aişe'nin odasına götürdüler. Hastalığının son sekiz günü burada geçti.
Peygamberimiz sağlığı müsaade ettiği sürece imamlık görevini yapmaya devam ediyordu. Son kıldırdığı namaz akşam namazı idi.7 Yatsı namazının vakti girince, namazın kılınıp kılınmadığını sormuş, kılınmadığı, cemaatın kendisini beklediği haber verilince, yıkanarak ayağa kalkmaya çalışmış fakat bayılarak düşmüştü. Ayıldığında yine namazı sormuş, aynı cevabı alınca tekrar yıkanmış, namaza gitmeye çalışmış fakat yine bayılıp düşmüştü. Ayıldığında aynı soruyu sormuş ve aynı cevabı almıştı. Tekrar yıkanmış fakat yine bayılmış namaza gitme imkanı bulamamıştı. Dördüncü defa ayıldığı zaman:
- Ebû Bekir'e söyleyin, namazı kıldırsın, buyurmuştu. Hz. Aişe, babasının yumuşak kalpli olduğunu, Kur'an okurken ağladığını, makamınıza geçip duramıyacağını, bir başkasının namazı kıldırmasını emredin, demesi üzerine, Peygamberimizin:
- Ebû Bekir Cemaate namaz kıldırsın, buyurmuştu. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir de birkaç gün namaz kıldırmıştı.8
Peygamberimiz vefatından 5 gün önce Perşembe günü sabahı hastalığı ağırlaştı. Yanındakilere:
- Bana yazı yazacak bir şey getirin; Size, benden sonra sapıklığa düşmemeniz için vasiyetimi yazdırayım, buyurdu. Orada bulunanlar bu konuda ayrılığa düştüler. Bir kısmı:
- Resûlullah'ın hastalığı ağırlaşmıştır. Yanımızda ise Allah'ın kitabı var, o bize yeter, dediler ve Peygamberimizin o anda bir şey yazmasını istemediler, daha sonra yazılsın dediler. Bazıları ise:
- Hayır, şimdi yazılsın, deyip, bu görüşe karşı çıkarak tartışmaya başladılar. Bunun üzerine Peygamberimiz yanında bu şekilde davranılmasını hoş görmeyerek;
- Hiçbir Peygamberin yanında tartışma doğru değildir. (Haydi yanımdan çıkın) Benim şu içinde bulunduğum hal, sizin beni meşgul etmek istediğiniz şeyden hayırlıdır, buyurdu ve vefatı esnasında üç şey vasiyet etti.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
1) Müşrikleri Arabistan'dan çıkarınız.
2) Gelecek elçilere benim yaptığım gibi ikramda bulununuz. Olayı anlatan İbn Abbas, üçüncü vasiyeti hatırlayamıyorum, demiştir.9
Peygamberimiz aynı gün öğle üzeri biraz iyileşince yedi tulum suyun vücuduna dökülmesini emretmişti. Sonra da Hz.Ali ve Hz.Abbas'ın yardımı ile mescide gelmiş, fakat Hz. Ebû Bekir namazı kıldırmaya başlamıştı. Peygamberimizin geldiğini hissedince imamlıktan çekilmek istemiş, ancak Peygamberimiz, yerinde kalması için işarette bulunmuş ve Hz. Ebû Bekir'in yanında oturmuştu. Hz. Ebû Bekir Peygamberimize, cemaat da Hz. Ebû Bekir'e uyarak namazı kılmışlardı.
Namazın sonunda Peygamberimiz cemaate bir konuşma yaptı. Bu O'nun cemaate yaptığı son konuşma idi. Allah'a hamd ve sena ettikten sonra şöyle buyurdu:

''Allah Teâlâ kulunu dünya hayatı ile âhiret nimetleri arasında serbest bıraktı (bunlardan birini seçmesini istedi). Allah'ın kulu da âhiret nimetlerini tercih etti, buyurdu. Hz. Ebû Bekir bu sözleri işittiği zaman ağlamış, herkes onun ağlamasına hayret etmişti. Fakat Peygamberin sadık dostu ve mağara arkadaşı O'nun bu sözlerle neyi anlatmak istediğini çok iyi anlamıştı.
Peygamberimiz daha sonra sözlerine şöyle devam etti:

"Arkadaşlığına ve malına en çok minnet duyduğum insan Ebû Bekir'dir. Ümmetimden bir kimseyi bu dünyada dost edinmem gerekse hiç şüphe yok ki bu dost, Ebû Bekir olurdu. Fakat İslam bağı hepimizi kardeş yapmıştır. Ebû Bekir'in mescide bakan penceresi açık kalsın diğer pencereler kapansın. (Sizden evvelki milletler Peygamberlerin ve evliyanın mezarlarını birer ibadethane edinmişlerdi. Sizi böyle bir şey yapmaktan men ederim.)10
Peygamberimiz konuşmasını bitirdikten sonra tekrar Hz.Aişe'nin odasına döndü.
Peygamberimiz cemaate yaptığı bu son konuşmasında iki önemli hususa dikkat çekmiştir.
Birincisi, İslam kardeşliğinin önemine işaret buyurmuş, bunun her türlü dostluktan üstün olduğunu ifade etmiştir.
İkincisi, mezarının namazgâh edinilmemesidir. Çünkü geçmişte böyle yapanlar, Peygamberlerinin mezarlarına aşırı derecede hürmet edenler putperestliğe düşmüşlerdi. Halbuki İslamiyet, birinci hedef olarak putperestliği yıkmıştır. Bunun için Peygamberimiz ölümü ile sonuçlanan bu hastalığında da bu noktaya dikkat çekmiştir. Bu konuda şu hadis-i şerifi hatırlamak yeterlidir. Peygamberimiz buyuruyor:

''Allah Yahudi ve Hıristiyanlara gazap etsin ki, onlar Peygamberlerinin mezarlarını mescid edindiler."11
Pazartesi günü gün ilerliyorken Peygamberimiz peşpeşe birkaç baygınlık geçirmişti. Hz. Fatıma biricik babasının çektiği sıkıntıdan üzülerek:

Vay babamın sıkıntısına diye (ağlamaya başladı). Peygamberimiz:
"Kızım bugünden sonra baban hiç sıkıntı çekmeyecek,buyurdu.12
Nihayet, insanlık şerefine yaratılmış olan yüce Peygamber 8 Haziran 632 Pazartesi sabahı elini kaldırdı, üç kere parmağı ile işaret etti: "Refik-i âlâya- en yüce dosta'' dedi ve bu son kelimelerle eli düştü. Aziz ruhu uçarak Rabbine kavuşmuş oldu.13
Allah'ım O'na O'nun âl ve ashabına çok çok rahmet eyle.
Hz. Aişe Validemiz Peygamberimizin 63 yaşında vefat ettiğini söylemiştir.14
Peygamberimizin vefat haberi hemen yayıldı: Bunu duyan herkes şaşırdı kaldı. Medine'nin üstünü derin bir matem havası kapladı. O'nun biricik kızı Hz. Fâtıma'nın şu sözleri bu münasebetle söylenmiştir:
"O gün gökyüzünün ufukları bozardı. Günün ortasında güneşin aydınlığı köreldi. İkindi vaktinde kâinatı karanlık içinde bıraktı. Peygamberin vefatından sonra yeryüzü O'na üzüntüsünden bir kum yığını haline geldi. Artık şimdi doğunun batının şehirleri O'na ağlasın. Mudar ve Yemen'in bütün kabileleri matem tutsun.''15
Evet bu acı haberi duyanlar şaşırmışlardı. Bazıları bu habere inanmak istemiyordu. Bunların başında Hz. Ömer de vardı. Peygambere olan aşırı derecedeki sevgi ve saygısı sebebiyle O'nun öldüğüne inanmak istemiyor:
"Her kim Muhammed öldü derse boynunu vururum", diyordu.
Hz. Ebû Bekir haberi öğrenir öğrenmez hemen koştu Mescide geldi. Orada olanların Peygamberin ölümü konusunda ayrılığa düştüklerini görünce bir konuşma yaptı ve şöyle dedi:
''Kim Muhammed'e tapıyorsa bilsin ki Muhammed ölmüştür. Kim Allah'a tapıyorsa bilsin ki, Allah daim ve bâkidir." dedi ve sonra şu Ayet-i Kerime'yi okudu:

''Muhammed ancak bir Peygamberdir. Ondan önce de Peygamberler gelmiş geçmiştir. Şimdi o ölür ya da öldürülürse gerisin geriye mi döneceksiniz. Kim geri dönerse Allah'a hiçbir şekilde zarar vermiş olmayacaktır. Allah şükredenleri ödüllendirecektir."16
Şaşkınlık içinde olan müslümanlar bu âyet-i duyunca sanki ilk defa duymuş gibi oldular.
Hz. Ebû Bekir'in bu konuşmasından sonra herkes kendine geldi.17
Ayet-i Kerime, Peygamberin kendisinden önceki Peygamberler gibi öleceğini haber veriyor ve O'nun getirdiği mesaja sımsıkı sarılmanın gerektiğine işaret ediyordu.
Peygamberimiz Pazartesi günü vefat etmiş, vefatının ikinci günü olan Salı günü yıkanmış ve namazı kılınmıştır.
Peygamberimizi Hz. Ali yıkadı, amcası Abbas (r.a.) ile oğulları Abdullah, Fazl ve Kusem (r.a.) yardımcı olmuşlardı.
Peygamberimiz vefat ettiği odada yıkandı ve mübarek cesedi bir sedir üzerine kondu. Burada cemaatle değil, herkes içeriye girip cenaze namazını kıldı. Bu sebeple namaz akşama kadar devam etti. Sonra vefat ettiği bu odaya defnedildi.
Evet Peygamberimiz vefat etti ama O'nun getirdiği din dünya durdukça yaşayacak ve O'nun getirdiği kitap Kur'an-ı Kerim insanlığı aydınlatmaya devam edecektir.
Allahım, bizi o yüce Peygamberin yolundan ayırma ve kıyamet günü şefaatinden mahrum etme. Amin.
DİPNOTLAR
1 Ankebût, 57.
2 Enbiyâ, 34.
3 Müslim, Kitabu'l-Hac, 19.
4 Mâide, 3.
5 Müslim, Hac, 51.
6 Buhari, Cenâiz, 73; Müslim, Fedâil, 9.
7 Buhari, Salât, 98.
8 Buhari, Salât, 46.
9 Buhari, Kitabu'I-İlim, 39.
10 Buhari, Kitabu's-Salât, 80; Müslim, Kitabu'I-Mesâcid, 3.
11 Buhari, Cenâiz, 62; Müslim, Mesâcid, 3.
12 Buhari, Meğazî, 83.
13 Buhari, Meğazi, 83.
14 Buhari, Meğazi, 85.
15 Kâmil Miras,Sahih-i Buhari Tecrîd-i Sarih Tercemesi, c. XI, V, XXV, XXVI.
16 Al-i İmran, 144.
17 Buhari, Meğazî, 83.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
[ İsra ve Mirac ]​
Değerli mü'minler!
Bugünkü sohbetimizde İsrâ ve Mi'rac'tan söz edeceğiz.
İsrâ, gece yürüyüşü demektir. Peygamberimizin, biraz sonra açıklayacağımız bu akıllara durgunluk veren mucizesi geceleyin olduğu için bu adı almıştır. Kur'an-ı Kerim bu olayı bu kelime ile ifade etmiştir.
Mi'rac ismi de yükseğe çıkmak manasına olan "uruc"tan alınmıştır ki merdiven, asansör demektir. Mi'rac ile ilgili hadislerde bu kelime kullanılarak "Yükseğe çıkarıldım" buyurulduğundan bu olaya "Mi'rac" da denmiştir. İslâm dünyasında bu olay genelde bu kelime ile bilinmektedir.
Sözlük anlamları bu olan İsrâ ve Mi'rac, Peygamberimizin üstün makamlara yükselişi ve Allah'ın yüce katına kabul edilişi olayıdır. Yüce yaratıcıya yakınlığın en üstün derecesi olan Mi'rac, beşer anlayışı çizgisinin ötesinde bir olaydır. Çünkü bu olayın fizik kanunları ile açıklanması mümkün değildir.

Olay Nerede ve Ne Zaman Meydana Gelmiştir
Mi'rac olayının ne zaman meydana geldiği kesin olarak bilinmemektedir. Bunun sebebi İslâmiyet'ten önce câhiliyet zamanında Araplar arasında yıl tarihin olmayışıdır.
Kesin olarak bilinen, Mi'rac'ın hicretten önce Mekke'de meydana gelmiş olmasıdır.
Tarihi, ayı ve günü konusunda birbirinden farklı rivayetler vardır. Biz zamanı da dikkate alarak önemli bazı rivâyetleri özet olarak nakletmekle yetineceğiz.
Büyük hadis ve kelâm alimi olan ve 1448-1517 tarihleri arasında yaşamış bulunan Kastalânî, Peygamberimizin hayatı üzerine yazdığı "el-Mevâhibu'l-Ledüniyye" adlı eseri ve 1710 tarihinde vefat etmiş olan Zürkânî'nin şerh ettiği bu eserde şu bilgilere yer verilmiştir: Ünlü alim ve tarihçi İbn Kuteybe (H.213-267) ile allâme İbn Abdülberr (H.368-463), Mi'rac'ın, kamerî aylardan Recep ayında olduğunu söylerler. İmam Nevevî (H.631-676) bu tarihi gerçeğe daha yakın bulur. Ayrıca hadis alimi Abdülganî el-Makdisî (H.659)'de bu tarihi kabul eder, hatta Mi'rac'ın Recep ayının 27'nci cuma gününde vuku bulduğunu söyledikten sonra: "Müslümanlar bu tarihi benimsemiş bulunuyor ve bunu en doğru rivâyet kabul ediyorlar" der.1
Mi'rac hakkındaki ihtilaf, sadece vuku bulduğu tarih konusunda değildir. Olayın nasıl olduğu, ruh ile mi cesed ile mi vuku bulduğu da ihtilaflıdır. Bu konuda farklı görüşler olmakla beraber alimlerin çoğunluğuna göre Mi'rac hem ruh ve hem de cesetle birlikte meydana gelmiştir. Esasen bu konudaki âyet ve hadisler incelendiği ve Mi'rac'ın Mekke'li müşrikler arasında meydana getirdiği yankı dikkate alındığında çoğunluğun görüşünün doğru olduğu yani Mi'rac'ın hem ruh ve hem de cesedle birlikte olduğu anlayışıdır.
İşte buna göre İslâm dünyasında Mi'rac Recep ayının 27'nci gecesinde kutlana gelmiştir.

Olay Nasıl Oldu?
Buhârî ve Müslim'de yer alan rivâyetlere göre olay şöyle olmuştur:
Peygamberimiz Mekke'de, evinde iken veya Kâbe'de bulunduğu sırada Cebrâil aleyhi's-selâm bazı meleklerle birlikte gelerek Peygamberimizin göğsünü açmışlar, içini zemzem ile yıkadıktan sonra hikmet ve iman nuru doldurmuşlardır.
Peygamberimizle ilgili göğüs açma (şerh-i sadr) denilen olay budur. Ancak bu olay ne zaman ve nerede olmuştur? Bu, ihtilaflıdır. Bazıları bunun, sütannesi Halime'nin yanında iken çocukluğunda olduğunu söylerken, diğer bazıları ise bir defa Halime yanında, bir defa da Mi'rac'tan önce olmak üzere iki defa olduğunu söylerler.
Şah Veliyyullah ed-Dehlevî, bu olayı yani göğüs açma olayını manevî bir operasyon olarak değerlendirir ve: "Peygamberimizin ruhunda meleklik ruhunun üstün gelmesi, tabiat özelliklerinin yok olması, tabiatın, kudsiyet âleminin ilhamlarına tabi olması" ile yorumlamaktadır.2
Bir gün Peygamberimize soruldu:
- Ey Allah'ın Resülü, göğüs açılır mı? Peygamberimiz.
- Evet, açılır, buyurdu.
- Nasıl olur? diye sorduklarında, Peygamberimiz:
- Bir nurdur ki Allah onu mü'minin kalbine atar, o da onunla ferahlanır, açılır, buyurdu.
- Onun alâmeti nedir? dediler. Peygamberimiz:
- Aldanma yurdu (dünyadan) uzaklaşmak, ebediyet yurduna (âhirete) yönelmek ve gelmeden önce ölüm için hazırlanmaktır, buyurdu.3
Peygamberimizin Mi'rac'tan önce göğsünün açılması, o muazzam olaya bir hazırlık, göreceği olaylar karşısında rahat olması ve kendini kaybetmemesi içindir.
Daha sonra Cebrâil aleyhi's-selâm Peygamberimizi "Burak"a bindirerek birlikte Kudüs'teki Mescid-i Aksa'ya geldiler. Manevî bir binit olan Burak'ı Peygamberimiz şöyle tarif ediyor: "Bu, merkepten büyük, katırdan küçük uzun ve beyaz bir hayvandı. Adımını gözünün görebildiği en son noktaya koyardı."
İsrâ sûresinde Mi'rac'ın bu bölümü ile ilgili şöyle buyurulmaktadır:

"Kulu Muhammed'i bir gece Mescid-i Haram'dan' kendisine bir kısım âyetlerimizi göstermek için çevresini mubarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya götüren Allah'ın şanı ne yücedir. ''Doğrusu O, işitir ve görür."4
Peygamberimiz burada (Peygamberlerin ruhlarına imam olarak) namaz kılmış ve bütün Peygamberler de onunla beraber kılmışlar.
Sonra Mi'rac getirildi. Mi'rac, asansör gibi yükseğe çıkaran manevî bir araçtır. Buna Cebrâil aleyhi's-selâm ile beraber bindiler ve göklere çıktılar. Birinci semaya vardıklarında, Cebrâil aleyhi's-selâm:
- Açınız, dedi. İçerden bir ses:
- Kimsin? diye sordu.
- Ben Cebrâil'im.
- Yanında kimse var mı?
- Muhammed (s.a.v.) var.
- Muhammed gönderildi mi? (Peygamber olarak görevlendirildi mi) Evet, gönderildi. Kapı açıldı ve Peygamberimiz birinci semâya varmış oldu. Orada, sağında ve solunda bir çok gölgeler olan bir adam gördü. Bu adam, sağına baktıkça gülümsüyor, soluna baktıkça da ağlıyordu. Peygamberimizi görünce:
- Merhaba sâlih Peygamber, hoş geldin, iyi oğul, dedi. Peygamberimiz Cebrâil aleyhi's-selama kim olduğunu sordu. Cebrâil aleyhi's-selam da Hz.Adem olduğunu söyledi. Etrafındaki gölgeler de onun soyu idi. Sağındakiler cennetlik olanlar, solundakiler de cehenneme girecek olanlardı. Onun için Hz.Adem sağına baktıkça seviniyor, gülüyordu. Soluna baktıkça da üzülüyor ve ağlıyordu.
Peygamberimiz Cebrâil aleyhi's-selam'ın kılavuzluğunda yoluna devam etti. İkinci semâya vardılar. Orada birinci semâda olduğu gibi aynı sorular soruldu ve aynı cevaplar verildi. Böylece her semada bir Peygamber ile karşılaştılar. İkinci semada Yahya ve İsa, üçüncü semada Yusuf, dördüncü semada İdris, beşinci semada Harun, altıncı semada Musa ve yedinci semada İbrahim (a.s.) ile karşılaştılar. Karşılaştığı Peygamberlerin her biri kendisini selamlamış; hoş geldin salih Peygamber, iyi kardeş, dediler.
Daha sonra, "Sidretü'l-Müntehâ"ya vardılar. Sidretü'I-Müntehâ, gökleri, cennetleri kucaklayan ulu varlık ağacıdır. Peygamberlerin ve meleklerin erebildikleri ilmin son noktasıdır. Ondan ilerisine ne bir melek ne bir Peygamber yaklaşamaz. İlerisi gayb alemidir. Allah'tan başka kimsenin ilmi oraya ulaşmaz.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Peygamberimiz Sidretü'I-Müntehâ'ya varınca Necm sûresinde ifade buyurulduğu üzere: "Sidreyi bürüyen bürümüştü."5 Yani Sidre'yi bir nûr kaplamıştı. Bundan ötesi tarif ve bayana sığmayan bir âlemdi. Buraya kadar Peygamberimize arkadaşlık ve kılavuzluk eden Cebrâil aleyhi's-selam burada kaldı ve: "Bir parmak ucu kadar öteye yaklaşmış olsaydım yanardım" dedi.
Bundan sonra Peygamberimiz: "Refref" ile yükselip Allah'ın divanına yaklaştı. (Refref, görmeye engel geniş örtü ve perde demektir ve Allah'ın divanı hadimlerinden biridir.) Nitekim Mevlid'de Süleyman Çelebi bu anı tarif ederken:
- "Söyleşürken Cebrâil ile kelâm,
Geldi Refref önüne verdi selâm,
Aldı ol şâh-ı cihanı ol zaman
Sidreden gitti ve götürdü heman.
Mirac'ın bundan sonra ki esrar dolu ulvî sahneleri ise Necm sûresinde şöyle ifade edilmektedir.

"Allah o anda kuluna vahyedeceğini etti. Muhammed'in gözünün gördüğünü gönlü yalanlamadı. Ey inkarcılar onun gördüğü şey hakkında kendisi ile tartışıyor musunuz? Andolsun ki Muhammed Cebrâil'i sınırın sonunda (Sidretü'I-Müntehâ'da) başka bir inişte de görmüştür. Orada Me'vâ cenneti vardır. Sidre'yi bürüyen bürüyordu. Muhammed'in gözü oradan ne kaydı ne de onu aştı. Andolsun ki Rabbinin varlığının büyük delillerini gördü."6
Âyet-i Kerîme'lerde Peygamberimize vahyedildiği bildiriliyor, ancak neyin vahyedildiği açıklanmıyor.
Bu makamda Peygamberimize üç ilâhî ihsanda bulunulduğu hadis-i şeriflerde ifade buyuruluyor. Bunlar:
1. Beş vakit namaz. Mi'rac hediyesi olarak Peygamberimizin getirdiği beş vakit namaz, aynı zamanda mü'minin Mi'rac'ı sayılmıştır.
2. Allah'a ortak koşmayanların bağışlanacağı müjdesidir.
3. Bakara sûresinin sonundaki üç âyet ki, İslâm'ın temel inanç esaslarını tamamlamakta ve müslümanların çektiği üzüntü ve sıkıntıların sona erdiği müjdelenmektedir.
Âyet-i Kerimeler şöyledir:

"Gökte ve yerdekilerin hepsi Allah'ındır. İçinizdekileri açığa vursanız da gizleseniz de Allah ondan dolayı sizi hesaba çekecektir. Sonra dilediğini affeder, dilediğine azap eder. Allah her şeye kadirdir.
"Peygamber Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, mü'minler de iman ettiler. Her biri Allah'a, meleklerine, kitaplarına, Peygamberlerine iman ettiler. Rabbimiz! affına sığındık, dönüş sanadır, dediler.
Allah her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde yükümlü kılar. Herkesin kazandığı (hayır) kendisine, yaptığı kötülük de kendisinedir. Rabbimiz! unutursak veya hataya düşersek bizi sorumlu tutma. Ey Rabbim, bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme. Ey Rabbimiz, bize gücümüzün yetmediği işler de yükleme. Bizi affet. Bizi bağışla. Bize acı. Sen bizim Mevlâ'mızsın. Kafirler topluluğuna karşı bize yardım et."7 Âmîn.
İşte Peygamberimiz bu müjdelerle Mi'rac'tan dönüyordu.
Peygamberimiz Mi'rac'ta Allah'ı Gördü mü?
Yukarda özetlediğimiz Mi'rac, Peygamberler arasında yalnız Muhammed Mustafa (s.a.v.)'e nasip olmuştur.
Muhammed'den diğer yok dahil olmuş Kabe Kavseyn'e,
Kirâm-ı Enbiyâ'dan girmedi bir ferd o mabeyne,
Haremgâh-ı visale Ahmed'i tenha alıp Mevlâ,
O halvet mahsus oldu Hazret-i Sultan-ı Kevneyne.
Yani Muhammed'den başka Kabe Kavseyn'e gıren yoktur. Büyük Peygamberlerden hiç kimse o saraya girmedi. Sevgili ile buluşma haremine yüce Allah Ahmed'i yalnız aldı. O başbaşa kalma iki cihan sultanına tahsis edildi.
Olay esnasında Peygamberimiz pek çok ilâhî âyetler görmüştür ki, sahih hadislerde bunlara işaret buyurulmuştur. Esasen Kur'an-ı Kerim'de Peygamberimizin Mi'rac sebebi açıklanırken, "Kendisine bir kısım âyetlerimizi göstermek için'' buyurulmuştur. O gece Peygamberimiz pek çok şey gördü, ancak Allah'ı gözleriyle görmüş müdür? Bu hususta ne Kur'an-ı Kerîm'de ve ne de hadislerde kesin bir ifade bulunmamaktadır. Bunun için bu konuda İslâm âlimleri arasında farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Bu husus ile ilgili görüşlere ve bu görüşlerin dayandığı delillere yer vermeden önce bir hususu açıklamakta yarar vardır. O da Allah'ı görmenin caiz olup olmadığı husustur.
Akaid kitaplarında konu ile ilgili şu ifade yer almaktadır:
''Allah'ı görmek aklen câiz ve naklen sâbittir."8 Yani Alllah'ı görmenin imkânsız olduğuna dair aklî bir delil bulunmamaktadır. Kur'an-ı Kerîm'de de Allah'ın görülebileceğini gösteren âyetler vardır. Nitekim:

"Mûsa", Ey Rabbim, bana kendini göster, sana bakayım"dedi. Allah, sen beni göremezsin, ama dağ yerinde kalırsa sen de benigöreceksin, buyurdu."9
Bu âyet-î kerîme Allah'ı görmenin mümkün olduğuna iki yönden delâlet etmektedir.
Birisi, Hz. Mûsa Allah'ı görmek istemiştir. Eğer Allah'ın görülmesi mümkün olmasaydı, o, böyle bir istekte bulunmayacaktı. Çünkü bir Peygamberin Allah hakkında caiz ve mümteni olan şeyleri bilmesi gerekir.
Diğeri ise, Allah Teâlâ yüce zâtının görülmesini dağın yerinde kalmasına bağlamıştır. Dağın yerinde kalması ise mümkün olan bir şeydir. O halde Allah'ın görülmesi de mümkündür.10
Ayrıca mü'minlerin kıyâmet günü Allah'ı göreceklerine dair ayetler ve sahih hadisler vardır.11
Bu kısa açıklamadan sonra şimdi konumuza dönelim ve Peygamberimizin Mi'rac'da Allah'ı görüp görmediğini inceleyelim.
Mi'rac olayına ışık tutan âyetlerde Peygamberimizin Allah'ı gördüğüne dair açık bir şey yoktur. Bu olayın bazı safhalarını açıklayan âyetler ashab-ı kirâm tarafından farklı şekillerde yorumlanmıştır.
Kadı Iyad (H.476-544) İslâm âlimlerinin bu konuda farklı görüşler ortaya koyduklarını söylüyor.
Hz. Aişe ve taraftarları Peygamberimizin Mi'rac'da Allah'ı gözleri ile uyanık halde görmediğini söylerken, İbn Abbas (r.a.) ve onun görüşünü benimseyenler, bunun aksini savunarak Allah'ı gördüğünü iddia ediyorlar.
Mesrûk (r.a.) şöyle demiştir. Hz. Aişe'ye:
- Vâlide, Muhammed (s.a.v.) Rabbini gördü mü? dedim. O:
- Söylediğin sözlerden tüylerim diken diken oldu. Nasıl oluyor da bunu bilmiyorsun. Üç şey vardır ki, onları her kim sana söylerse yalan söylemiş olur:
- Her kim Muhammed (s.a.v.) Rabbini gördü derse yalan söylemiş olur, dedi ve sonra:

"Onu gözler idrâk edemez. O ise bütün gözleri idrak eder. O, gerçek Iütuf sahibidir. Her şeyden de haberdardır."12

"Ya bir vahiy ile bir perde arkasından, yahut bir elçi gönderip de kendi izniyle dileyeceğini vahyetmesi olmadıkça, Allah'ın hiçbir beşere söz söylemesi vaki olmamıştır."13
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Âyetlerini okudu.
Sana her kim yarın ne olacağını bildiğini söylerse yalan söylemiş olur dedi ve:
"Hiç bir kimse yarın ne kazanacağını bilemez."14 Âyetini okudu.
Her kim sana Peygamberin bir şey sakladığını söylerse yalan söylemiş olur, dedi ve:

"Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer yapmazsan Allah'ın Peygamberliğini tebliğ ve ifa etmemiş olursun."15 Ayetini okudu. (Hz.Aişe devamla) Fakat Peygamberimiz Cebrâil (a.s.)'i kendi sûretinde iki defa gördü, dedi.16
İbn Mes'ûd (r.a.) da Hz.Aişe'nin görüşündedir.17

Ebû Zer (r.a.) da şöyle demiştir: "Peygamberimize sordum:
- Ey Allah'ın Resûlü, Rabbini gördün mü? dedim. Peygamberimiz:
- O, bir nûr, O'nu nasıl göreyim, buyurdu.18
Hz. Aişe ve onunla birlikte ashaptan bazılarının, Peygamberimizin, Allah'ı gördüğünü kabul etmemelerine karşılık İbn-i Abbas (r.a.) ve onunla birlikte diğer bazı sahabiler ve bazı İslâm âlimleri Mi'rac'da Peygamberimiz Allah'ı görmüştür, demişlerdir.
İkrime (r.a.) Şöyle demiştir: "İbn Abbas (r.a.): "Muhammed, (s.a.v.) Rabbini gördü." dedi. Ben:
"Gözler O'nu idrak edemez." buyurulmuyor mu? dedim, İbn Abbas:
- Allah gerçek nuru ile tecelli ettiği zaman öyledir, diye cevap verdi.19
Yine İbn Abbas (r.a.): "İbrahim (a.s.)'ın Allah'ın dostu olmasına, Mûsa (a.s.)'ın Allah ile konuşmasına ve Muhammed (a.s.)'ın Allah'ı görmesine şaşıyor musunuz?'' demiştir.20
Görülüyor ki, Peygamberimizin Mi'rac'da Allah'ı görüp görmediği konusunda iki görüş vardır. Hz. Aişe ve taraftarlarına göre Peygamberimiz, Allah'ı görmemiş; İbn Abbas ve onun görüşünde olanlara göre ise Allah'ı görmüştür.
Bu incelemeden de anlaşılacağı üzere bu hususu ifade eden kesin bir şey yoktur. Sadece Mi'rac'tan söz eden âyetlerin bir kısmının ashap tarafından farklı yorumlanması sonunda bu görüşler ortaya çıkmış bulunmaktadır. Esasen Hz. Aişe ile İbn Abbas (r.a.) da onun kalbi ile Allah'ı görmüş olduğunu iddia etmiş olması muhtemeldir. Böylece her ikisinin görüşü telif edilmiş olur. Nitekim İkrime'nin İbn Abbas (r.a.)'dan rivayetine göre, İbn Abbas şöyle demiştir:


''Muhammed'in gözünün gördüğünü gönlü yalanlamadı.'' Âyet-i kerimesinin tefsirinde, "O'nu kalbi ile gördü." demiştir.21 Ata'nın da İbn Abbas'tan aynı mealde rivâyeti vardır.22 Hatta İbn Abbas (r.a.)'ın: "Resûlullah Rabbini gözü ile değil, kalbi ile görmüştür." dediği de rivayet edilmiştir.23
Bunun içindir ki Said İbn Cübeyr: "Peygamberimiz Rabbini gördü diyemem, görmedi de diyemem.'' dediği rivayet edilmiştir.24
En doğrusunu Allah bilir.
Evet, değerli mü'minler, Peygamberimiz böylece bu mübarek yolculuğu tamamlayarak aynı gece evine döndü.
Mi'rac'ın Yankıları
Peygamberimiz evine döner dönmez gece olup bitenleri ailesine ve arkadaşlarına anlattı. Her söylediğinin gerçek olduğunda şüphe olmayan Peygamberimize ailesi ve arkadaşları inanmıştı. Mekke'lilerin bazıları olayı duyar duymaz şaşkına dönmüşler; bir gecede bu kadar yer hiç gezilir mi demişlerdi. Çünkü onlar Mi'rac'taki üstün gerçekleri kavrayacak seviyede değillerdi. Bu sebeple Mi'rac olayı kendilerine anlatılınca inanmadılar. Her şeyi maddî ölçülere göre değerlendirdikleri için böyle şey olur mu? dediler. Kainatta olup bitenlerden, Allah'ın sonsuz kudretinden haberleri yoktu. Her yeni şeye karşı gelen câhil halk seviyesinden yükselmiş değillerdi. Kervanların bir ayda gidip bir ayda geldikleri mesafeyi Muhammad (s.a.v.) bir gecede nasıl alabilecek, dediler. Halbuki Hz. Muhammed onların kullandıkları vasıtaları kullanmış değildi. O, Burak'a binmişti. Burak, şimşek manasındaki berk kökünden gelir. O halde Mi'rac'ta şimşek sür'ati vardır.
Evet, değerli mü'minler, Mekke'liler bu olay karşısında şaşkına döndüler. Hemen Ebû Bekir (r.a.)'e koştular ve Peygamberimizin İsrâ'ya dair verdiği haberi ona naklettiler. Hz. Ebû Bekir onlara:
- Muhammed'in doğru sözlü olduğuna kanaatim vardır. Bu kanaatimi size de bildiririm, dedi. Onlar:
- Demek Muhammed (s.a.v.)'in bir gecede Mescid-i Aksâ'ya gidip sonra dönüp geldiğini sen de tasdik mi ediyorsun? dediler. Hz.Ebû Bekir:
- Evet, tasdik ediyorum. Değil bu, bundan daha ziyade uzaklarına da meleklerin gökten haber getirdiklerine de inanmışımdır, dedi. Bu cihetle Ebû Bekir (r.a.)'e "Sıddık" denildi.
Peygamberimizin daha önce Mescid-i Aksâ'ya gitmediğini biliyorlardı. Onun için kendisine Mescid-i Aksâ ile ilgili sorular sordular. Peygamberimiz çok bunaldı. Çünkü bir an uğrayıp geçtiği bir yer hakkında ne kadar bilgisi olabilirdi. Kendisi bu anı şöyle anlatıyor:
"Kureyş beni yalanlayınca Mescid-i Haram'a gidip Hicr'de ayakta durdum. Bundan sonra Allah bana Beyt-i Makdis ile gözümün arasındaki mesafeyi kaldırdı da ne sordularsa bakarak haber vermeye başladım.25
İşte Mi'rac ve safhaları kısaca böyle.
Mi'minin Mi'rac'ı sayılan namazın farz kılındığı bu mübarek gecede yüce yaratıcıya yönelmeli, O'ndan af ve bağış dilemeliyiz. Birbirimize sevgi ile yaklaşmalı düşmanca davranışlardan uzak durmalıyız. Sağlıkla kavuştuğumuz bu kutlu günleri değerlendirmeli ve Allah'ın Iütfettiği sayısız nimetlerine şükretmeliyiz.
Bu duygularla hepinizin Mi'rac kandilini kutlar, bu mübarek gecenin hepimiz için hayra vesile olmasını yüce Mevlâ'dan dilerim.


DİPNOTLAR
1 Zurkânî, c. I, s. 307-308.
2 Şah Veliyyullah ed-Dehlevî, Hüccetüllahi'l-Baliğa, c. II, s. 866.
3 İbn Kesir, Tefsiru'l-Kur'ani'l-Azîm, c. II, s.174.
4 İsrâ, 1.
5 Necm, 5.
6 Necm, 10-18.
7 Bakara, 284-286.
8 el-Îcî, Şerhu'I-Mevakıf, c. II, s. 368.
9 A'raf, 143.
10 Şerhu'I-Mevakıf, c. II, s. 368.
11 Kıyame, 23; Mutaffifîn, 15; Yunus, 26; Buhari, Salât, 16; Müslim, Mesâcid, 37.
12 En'am, 103.
13 Şûra, 51.
14 Lokman, 34.
15 Maide, 67.
16 Buhari, Tefsîru'I-Kur'an, Sûre ve'n-Necm, 1; Müslim, İman, 77.
17 Askalânî, Fethu'I-Bârî, c. IX, s. 493, Mısır, 1948.
18 Müslim, İman, 78.
19 Tirmizî, Tefsîru'I-Kur'an, 54.
20 Fethu'I-Bârî, c. VIII, s. 492.
21 Necm, 11.
22 Umdetü'I-Kârî, c. XIX, s. 199.
23 Müslim, İman, 77.
24 Aliyyü'I-Kârî, Şifa Şerhi, c. I, s. 422.
25 Buhari, Menakıp, 41; Müslim, İman, 75.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
[ İslam Tarihinin En Önemli Olayı Hicret ]​
Değerli mü'minler!
Bugünkü va'zımızda İslâm Tarihinin en önemli olayı olan Hicretten bahsedeceğiz.
Hicret olayını şu üç başlık altında özetlemek istiyorum:
- Hicret ve Hicreti doğuran sebepler,
- Hicretin safhaları,
- Hicretin sonuç ve etkileri.

A. Hicret ve Hicreti Doğuran Sebepler:
Hicret, Peygamberimizin Mekke'den Medine'ye göç etmesidir.
Peygamberimiz Mekke'de doğmuş ve İslâmiyet'i tebliğ etmek üzere burada görevlendirilmişti. Doğup büyüdüğü Mekke halkı genelde müşrikti, putlara tapıyorlardı. Halbuki ibâdet yalnız Allah'a yapılır. Çünkü yaratan 0, yaşatan 0, öldürecek ve sonra tekrar diriltecek olan 0. Böyle olunca O'ndan başkası ibâdete müstahak değildir. Bunun için ilk insan ve ilk Peygamber olan Hz. Adem'den itibaren bütün Peygamberler ilk önce bir olan Allah'a inanmaya ve yalnız O'na ibadet etmeye çağırmışlardır. Peygamberimiz de öyle yapmış, önce en yakınlarına İslâmiyet'i tebliğ etmiş, sonra da bunu herkese ulaşacak şekilde yaymıştı.
Peygamberimizin çağrısını duyanlar ona inanıyor ve etrafında toplanıyorlardı. Çünkü Peygamberimiz o toplumda "el-Emîn - Güvenilir'' diye tanınmış, güzel ahlâkıyla herkes tarafından sevilmişti. Yalan konuşmadığı ve kimseyi aldatmadığı herkesin ortak inancı idi. Onun için de söylediği dinleniyor ve herkese güven veriyordu.
Müslümanların sayısı günden güne artıyor ve Allah'ın dini gönüllerde yer ediyordu. Ancak Mekke'de söz sahibi olan Kureyş kabilesi ileri gelenleri bundan endişe duyuyor, toplum üzerindeki etkinliklerini yitireceklerinden ve çıkarlarının sona ereceğinden korkuyorlar, bunun için de bu duruma engel olmak istiyorlardı. Hem Peygamberimize ve hem de ona inananlara amansız düşman kesilmişlerdi. Güçlü oldukları için müslümanlara her kötülüğü yapıyor, akıl almaz işkencelerde bulunuyor, bu dinden vaz geçmelerini istiyorlardı.
Mekke müşriklerinin yaptıkları dayanılmaz hale gelince Peygamberimiz İslâm güneşine başka ufuklar aramayı düşündü. Hac münasebetiyle Mekke'ye gelmiş olan Yesrip (Medine) Iilerden bazılarıyla Akabe denilen yerde 621 ve 622 yıllarında iki defa toplantı yaptı. Onlara müslümanlığı anlattı ve müslüman olmalarını istedi. Onlar da müslümanlığı kabul ederek Medine'ye döndüler. Böylece İslâmiyet Medîne'ye girmiş oldu. Orada da müslümanlar çoğalmaya başladı. Peygamberimiz de Mekke'den Medîne'ye göç etmek isteyenlere izin verdi ve şöyle buyurdu:
"Sizin hicret edeceğiniz yerin iki kara taşlık arasında hurmalık bir yer olduğu bana gösterildi.''1
Peygamberimizin bu izin ve teşviki üzerine Medine'ye hicret başladı kısa zamanda pek çok kimse Hz. Ömer de dahil olmak üzere Medîne'ye göç etti.
Mekke'de Hz. Ebû Bekir, Hz. Ali ve Mekke'de müslüman oldukları için aileleri tarafından hapsedilmiş olanlarla köle ve cariyelerden başka kimse kalmamıştı.
Hz. Ebû Bekir de hicret etmek istemiş, Peygamberimiz kendisine;
- Acele etme, bana hicret için izin verileceğini umuyorum, diyerek ona izin vermemişti. Hz. Ebû Bekir:
- Anam babam sana fedâ olsun, gerçekten bunu umuyor musun? diye sordu.
Peygamberimiz:
- Evet, umuyorum, diye cevap verdi ve Hz. Ebû Bekir buna çok sevindi.2

Dârü'n- Nedve'nin Korkunç Kararı
Mekke'de müslümanlardan kimsenin kalmadığını, hepsinin Medîne'ye göç ettiğini gören Mekke ileri gelenleri telâşlanmaya başladılar. Hz. Muhammed de Medîne'ye hicret eder müslümanların başına geçerse kendileri için iyi olmayacağını, Şam ticaret yolu Medîne'den geçtiği için kapanabileceğini düşündüler. Mekke'de hemen hemen yalnız kalan Peygamberimiz için bir şeyler düşünmeli dediler. Bu amaçla Kureyş ileri gelenleri "Dârü'n-Nedve" denilen önemli kararların alındığı yerde toplandılar. Toplantıya başta Ebû Cehil olmak üzere, Ebû Sufyan, Ebû'l - Buhterî, Utbe b. Rabi'a, Cübeyr b. Mut'im, Nadr b. Hâris, Umeyye b. Halef, Hâkim b. Hizam... gibi Mekke ileri gelenleri katıldılar. Toplantı son derece gizlilik içerisinde yapıldı. Toplantıda çeşitli görüşler ileri sürüldü, tartışıldı. Bir kısmı, Muhammed (s.a.v.) i bağlayıp her tarafı kapalı bir yerde ölünceye kadar hapsedelim, dedi. Bu görüşlerden hiçbiri kabul görmedi.
Nihâyet Ebû Cehil; Kureyş kabilesinin bütün kollarından birer temsilci seçelim. Bunlar aynı anda Muhammed (s.a.v.) e hücûm edip öldürsünler. Kimin vurduğu belli olmasın. Böylece kanı bütün Kureyş kabilesine dağılmış olur. Haşimîler bütün Kureyş kollarına karşı çıkamıyacaklarından kan davasına kalkışamazlar, çaresiz diyete razı olurlar. Bu iş de böylece kapanmış olur, dedi. Ebû Cehil'in bu teklifi kabul edildi. Bu işi yapacak kırk kişi seçilerek toplantıya son verildi. Bir an evvel bu kırk kişinin görevlerini yerine getirmeleri istendi.
O caniler ve beyinsizler, kendilerine doğru yolu göstermekten, dünya ve ahirette mutlu olmaları için - huzurunu kaçırırcasına - çaba harcamaktan başka bir şey yapmayan alemlere rahmet Sevgili Peygamberimizi öldürme kararını alırken bunu kendilerinden başka kimsenin bilmediğini sanıyorlardı. Halbuki yanılıyorlardı. Çünkü yerde ve gökler de olan her şeyi, hatta gözlerin hâin bakışını ve sinelerin gizlediğini bilen Allah vardı. Nitekim "Dârü'n-Nedve" de alınan kararla ilgili Kur'an-ı Kerîm de şöyle buyuruluyor:

"Hani bir vakitler kâfirler, seni tutup bağlamak veya öldürmek veya (Mekke'den) sürüp çıkarmak için tuzak kuruyorlardı da onlar tuzak kurarken Allah da tuzaklarını bozuyordu. Öyle ya Allah tuzakların en iyisini kurar.''3
Allah onların kararını Cebrâil aleyhi's-selâm aracılığı ile Peygamberimize bildiriyor ve Mekke'yi terkedip Medîne'ye hicret etmesini emrediyordu.
Peygamberimiz bu emri alır almaz Hz. Ebû Bekir'in evine geldi. Hz. Ebû Bekir Peygamberimizin geldiğini görünce: "Vallahi önemli bir olay olmadıkça bu saatte, öğle vaktinde günün en sıcak saatinde evimize gelmek Peygamberimizin âdeti değildi", dedi ve heyecanla Peygamberimizi karşıladı. Peygamberimiz.
- Yanında kim varsa dışarı çıkar, önemli bir şey görüşeceğim, buyurdu. Evde Hz. Aişe, kız kardeşi Esma ve annesi Ümm-i Rumân vardı. Hz. Ebû Bekir:
- Yabancı yok, ey Allah'ın Resûlü, dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz.
- Medîne'ye hicret için bana izin verildi, buyurdu. Hz. Ebû Bekir heyecanla sordu:
- Size arkadaşlık etme şerefine erecek miyim? Peygamberimiz daha önce va'dettiği gibi:
- Evet, beraber olacağız, buyurdu.
Hz. Ebû Bekir bu habere çok sevindi. Dört aydan beri bugün için beslediği ikiz devesi vardı. Birisini hemen Peygamberimize teklif etti, "Şu iki deveden birini beğen al'' dedi Peygamberimiz Hz. Ebû Bekir'i şaşırtan bir şey söyledi. Bu en samimi dostunun bile minnet yükü altında kalmak istemediği için:
- Ancak bedelini ödeyerek alabilirim, buyurdu. Hz. Ebu Bekir.
- Anam babam size fedâ olsun, dedi ise de, Peygamberimiz sözünde ısrar etti. Hz. Ebû Bekir başka çaresi olmadığı için devenin bedelini kabule mecbur oldu.
Değerli mü'minler, burada bir noktaya dikkatinizi çekmek isterim. Yüce Peygamberimiz, en sevdiği dostu Hz. Ebû Bekir'in kendisi için hazırladığı deveye ücretini ödemeden binmeyeceğini söylemesi bizim için önemli bir uyarıdır. Din uğruna dindarlık uğruna geçimini başkalarına yükleyen kimseler bunu kulaklarına küpe etmelidirler. Dindarlıklarını başkalarına para ile satmamalıdırlar. İşte Peygamberimiz, işte Hz. Ebû Bekir.

B. Hicretin Safhaları
Hz. Aişe'nin ablası Esmâ (r.anh.) seyahat için gerekli hazırlığı yapmaya başladı.
Peygamberimiz Hz. Ali'yi çağırdı ve:
- Ben Medîne'ye gidiyorum sen bu gece benim yatağımda yat, örtünü üzerine al. Sabahleyin bu emânetleri sahiplerine ver ve sonra da hemen gel, buyurdu.
 
Üst