Ordan burdan şurdan...

Ağlama karanfil

Profesör
Katılım
30 Ocak 2008
Mesajlar
1,048
Tepkime puanı
311
Puanları
0
Yaş
106
bazen bazı şeyleri görerek duyarak idrak etmeye çalışırız fakat ruhumuzda bir kramp zinciri oluşur kendimiz kendimize yabancıdır şahsımız ötekine yabancıdır yabancıyla tanışmak sevmek için mi yoksa bir yaşam fikstürü çıkarmak için midir bilinmez RUH zincirle bağlı sırtında hançer suratında kamçı izleri yaşadığına ve dayanma gücüne şükredip hayran mı olmalı... bir insanın maddi manevi dayanabilirliğini ölçmek isteyenlere karşı yıkılmışlığın destanını mı okumalı yoksa binbir zorlukla yaşamanın binbir gecelik masalınımı anlatmalı

bir bilinmeze bölünür ihtişam,bir varılmazlar köyündeki yaşam
nerede; o bütün anlaşmazlıklarla anlaşan
nerede; ciğerlerini sırtlanlarla paylaşan
 

kilicarslan

Kıdemli Üye
Katılım
14 Mar 2013
Mesajlar
4,054
Tepkime puanı
41
Puanları
0
@kilicarslan

İmam Ebu Hanife şöyle demiştir : ‘’Hadis sahih olunca o benim mezhebimdir. (yani ben sahih hadis varken farklı bir görüş ileri sürmem.) ve tekrar dedi ki: Kimseye bizim görüşlerimizin nereye dayandığını bilmeden almak helal değildir.’’
kaç kere anlattık , tekrar tekrar baştan başlayacak meşakatım yoktur.
Sahih ne demek? Bunun üstünde tefekküre davet ediyorum.
 

lafons7275

Kıdemli Üye
Katılım
19 Şub 2013
Mesajlar
21,533
Tepkime puanı
342
Puanları
0
Konum
İzmir
Tevatürü Hafife Almak:



Zaman zaman gençlerin bilhassa itikadi konularda serbestçe sarf-ı kelam ettiği konusunda mailler alıyorum. İnternetteki kimi forumlarda tevatürle sabit bir takım meselelerin inkârı söz konusu oluyormuş. Bilgi sahibi olmadan kanaat sahibi olmanın getirdiği önemli bir tehlike bu.Hz. İsa (a.s)’ın nüzulü, kabir azabı ve benzeri meseleler hakkında genellikle şu tarz değerlendirmeler yapılıyor: “Bu meseleler Kur’an’da geçmiyor, bazı hadislerde yer alıyor. Ama hadis Kur’an’a aykırı olamaz. Dolayısıyla bu konulardaki hadisler uydurmadır.” Ya da, “Evet, bu konuda bazı hadisler var, ama bu hadisler itikadî sahada bir şey ifade etmez.”

@kilicarslan bu kısmı dikkatli oku:

İmam Ebû Hanîfe şöyle der: “Kabir azabını bilmem” diyen kimse helaka uğrayan Cehmiyye’dendir. Çünkü o kimse, kabir azabının ifade edildiği “Biz onları iki defa azaplandıracağız” (9/et-Tevbe, 101) ayetini ve kabirdeki azabı anlatan “Şüphesiz zulmedenlere bundan başka da bir azap var” (52/et-Tûr, 47) ayetlerini inkâr etmiştir. Eğer bu kimse, “Ben ayete inanıyorum; ancak tefsir ve teviline inanmıyorum” derse kâfir olur. Çünkü Kur’an’da, tevili tenzilinin aynı olan (ne ifade ettiği konusunda ayrıca yoruma gerek bırakmayacak ölçüde açık olan) ayetler vardır. Eğer bunu inkâr ederse kâfir olur.”[SUP]1)[/SUP]
.


Yine İmam Ebû Hanîfe şöyle der: Mestler üzerine meshin, mukim için bir gün bir gece, yolcu içihn üç gün üç gece olacak şekilde hak olduğunu ikrar ederiz. Çünkü hadiste böyle varit olmuştur. Bu konudaki rivayetler mütevatir seviyesine yakın olduğu için inkâr edenin küfründen korkulur.”[SUP]2)[/SUP]
Ekmeluddîn el-Bâbertî bu metni şerh ederken ilginç bir anekdot nakleder. Buna göre Tabiun’dan Katâde Kûfe’ye geldiğinde İmam Ebû Hanîfe ile bir araya gelirler. Ona şöyle der: “Sen, Dinlerini fırka fırka bölenlerden misin?” İmam buna şöyle cevap verir: “Ben Hz. Ebû Bekr ile Hz. Ömer’i (r.anhuma) diğer sahabîlerden üstün tutarım. Efendimiz (s.a.v)’in iki torununa muhabbet beslerim. Ve mestler üzerine meshe kailim.” Bunun üzerine Katâde üç kere, “İsabet ettin. Bu çizgiden ayrılma” der.[SUP]3)[/SUP]Burada enteresan olun nokta şu: İmam Ebû Hanîfe, itikadî çizgisi hakkında Katâde’nin kulağına gitmiş olan yalan-yanlış bilgileri tashih etmek için dönemindeki bid’at fırkaların görüşlerine muhalif olduğunu beyan sadedinde üç husus zikretmektedir. Bunlar arasında sadece mestler üzerine meshin fıkhî bir mesele olduğu açıktır. Böyle olduğu halde İmam, bu meselenin itikadî bir boyutu olduğunu ihsas etmektedir. Bu boyut, konuyla ilgili rivayetlerin “ilim” ifade edecek kemiyette olduğu gerçeğinden başkası değildir.
İmam Ebû Hanîfe (rh.a), itikadî meseleler hakkında yeterli bilgisi olmayan kimselerin takınması gereken tavır hakkında şöyle der: Tevhit (itikad) ilminin ince meselelerinden herhangi bir hususu anlamakta müşkilat çeken kimsenin, meseleyi sorup öğreneceği bir alim bulana kadar o konuda Allah Teala katındaki doğru neyse o şekilde inanması gerekir. Bu durumdaki bir kimsenin, meselenin doğrusunu öğrenmeyi ertelemesi caiz değildir. Bu durumdaki kimsenin, tevakkuf etmesi, meselenin aslını öğrenmekten geri durması mazur görülemez. Eğer bu durumdaki kimse, meselenin aslını öğrenmekten geri durursa (ve hayatını öylece şüphe içinde geçirmeye devam ederse) dinden çıkar.”[SUP]4)[/SUP]Be sebeple itikadî meselelerde ya aklımıza takılan hususları ehil kimselerden sorup doğru bir şekilde öğreneceğiz, ya da hiç bu meselelere dalmadan “inandım” deyip geçeceğiz. İtikadda şüpheye yer yoktur.

1.el-Fıkhu’l-Ebsat, (İmam-ı Azam’ın Beş Eseri içinde), 48.
2.el-Vasıyye, (İmam-ı Azam’ın Beş Eseri içinde), 74.
3.Şerhu’l-Vasıyye, 124.
4.el-Fıkhu’l-Ekber, (Ali el-Karî şerhiyle birlikte), 319-20.



Milli Gazete – 31 Aralık 2007
 

ummuhan

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eyl 2007
Mesajlar
12,943
Tepkime puanı
1,042
Puanları
0
Konum
Arz
Ya HU! Tasavvufu anlayamamış kabul edememiş olabilirsiniz de uslubunuz mü'mine uysun bari...

o ne öyle ...... Aliciler , mehmetciler....v.s
 

lafons7275

Kıdemli Üye
Katılım
19 Şub 2013
Mesajlar
21,533
Tepkime puanı
342
Puanları
0
Konum
İzmir
@kilicarslan

Ebû Hanîfe nefsini her türlü süflî arzulardan kurtarmıştır. Onun tek emeli ve arzusu vardır: Hakikati doğru anlamak. O biliyordu ki, fıkıh dindir, dîni anlamaktır. Başka düşünce-lerin altında kalan kimse bunu elde edemez. Yalnız hakkın ardı sıra koşan kimse ona yol bulur, hakikat öyle nazlı bir mahbubedir ki, kendini ona tam vermeyene râm olmaz. Hakikat âşığı bu yolda kendisi galip gelmiş, mağlûp düşmüş onun için hep birdir. Yeter ki hakikat meydana çıksın. Mademki hakikat meydana çıkmıştır, öyle ise o galip demektir. Çünkü aradığı budur. Münazara ve mu-bahasede hasmı onu ikna ederse hakikat meydana çıktı diye yine sevinir, mağlûp da olsa hakikati anladı diye kendini galip sayar. Hakkı aramaktaki ihlâstan dolayıdır ki, kendi görüşünün mutlaka hak olduğunu ileri sürüp iddia etmiyor, şöyle diyordu: «Bizim gö*rüşümüz budur. Bu, kadir olabildiğimiz en güzel kavildir. Kim ki bizim bu kavlimizden daha iyisini bulursa doğru olan odur.»http://www.ihvanforum.org/#_ftn6
Kendisine : — Ya Ebû Hanîfe, bu verdiğin fetva şüphe götürmez bir ha*kikat mıdır? dediler. — Bilmem vallah, dedi. Belki de şüphe kaldırmaz bir bâtıl olabilir! İmâm Züfer şöyje diyor: «îmâm Ebû Yusuf, Muhammed b. Hasan ile birlikte Ebû Hanîfe'nin dersine devam ederdik. Onun şöyle söylediklerini yazardık. Bir gün Ebû Yusuf'a dedi.ki: — Ne yapıyorsun öyle Yusuf, benden her işittiğini yazma! Çünkü ben bugün bir re'y görürüm, yarın onu bırakırım, yarın bir re'y görürüm, Öbürgün ondan vazgeçerim.»


Hakkı aramakta son derece samimî ve ihlâs sahibi olduğun*dan kendisine sahih ve sağlam bir Hadîs veya Sahabe fetvası söylenince hemen onu kabul eder, kendi re'y ve görüşünden döner*di. Çünkü aradığı hakti. Züheyr b. Muâviye diyor ki: Ebû Hanîfe'ye harpte kölenin verdiği eman muteber mi diye sordum. — Eğer harbe iştirak etmediyse verdiği eman mu'teber de*ğildir, dedi. Ona dedim ki: — Âsim Ahvel, Füzeyi b. Yezid Rakkâşî'den bana şunu riva*yet etti: Düşmanı muhasara etmiştik. Düşmana üzerinde (Eman) yazılı bir ok atılmış. Karşı taraf: Bize eman verdiniz, dediler. Biz de bunu atan bir köledir, dedik. — Biz sizin hanginiz hür, hanginiz köle ne bilelim, dediler. Bu mes'eleyi Ömer b. HattâVa yazıp sorduk, o da: Kölenin verdiği emanı yerine-getirin, diye cevap verdi. Ebû Hanîfe bunu işitince sustu. Bir şey demedi. Sonra ben on sene kadar Kûfe'den ayrıldım. Sonra dönüp geldim. Ebû Hanîfe'ye gittim ve ona yine kölenin verdiği .emanı sordum. Bu defa bana Asım'm rivayet ettiği hadisle cevap verdi. Eski sözünden dönmüştü. Anladım ki, o, işittiği hadislere tâbi oluyor.
 

lafons7275

Kıdemli Üye
Katılım
19 Şub 2013
Mesajlar
21,533
Tepkime puanı
342
Puanları
0
Konum
İzmir
Muhammed Bakır ra. Al-i Beyt'ten oiduğu halde Hulefa'yı Raşidîn'den olan Ebû Bekir, Ömer ve Osman Hazretleri haklarında asla kötü bir söz sarfetmemiştir. Rivayet olunduğuna göre, Irak ahalisinden bâzıları onun yanında Ebû Bekir, Ömer ve Osman'ı kötülükle anmış*lar, onlara dil uzatmışlar, Muhammed Bakır buna fena halde kız*mış onlara sitem ederek:


— Siz mal, mülk ne varsa hepsini terkederek kendi yurtla*rından çıkarılan muhacirlerden misiniz? diye sordu.

— Hayır, dediler,

— Muhacirlere kucağım açan, yer hazırlayan Ensar'dan mı*sınız?

— Hayır.

— Bunlardan değilsiniz, onlardan değilsiniz! Hiç olmazsa onlardan sonra gelip de: Yâ Rab bizi ve îman etmede bizi geçen kar*deşlerimizi affet diyenlerden de mi olamıyorsunuz? Bari onların aleyhinde bulunmayın. Bunu da mı yapamıyorsunuz? Yanımdan defolun! Benden uzak olun. Müslüman olduğunuzu söylüyorsunuz, fakat islâm ehlinden değilsiniz.
 

lafons7275

Kıdemli Üye
Katılım
19 Şub 2013
Mesajlar
21,533
Tepkime puanı
342
Puanları
0
Konum
İzmir
İddia: Bazı tasavvuf kitâblarında daha da ileri gidilerek Allah’ın isimlerinin ve sıfatlarının Şeyhte gözüktüğü ifâde edilmektedir. Bu nasıl kabûl edilebilir? Bu durum sizde de var, siz de aynı iddiaları tekrarlayıp duruyorsunuz. Ama bu çirkinliği daha fazla uzatmak istemiyorum.[1]
Cevâb: Kişi, birçok şeye düşman olabilirse de, bilhassa bilmediği şeyin çoğu kez azılı bir düşmanıdır; söylenilen sözü anlamaktan âciz olmasının yanında bir de sormamakta ısrârlı olur ve şizofrenik rahatsızlar gibi kafayı bellediği noktaya mıhlarsa, iş böyle içinden çıkılmaz hâl alır. Oysa, şu sözün sâhiblerine ne demek istedikleri? sorulsa, belki de yorulma hiç vâkı' olmayacaktır. Lâkin bunun da ön şartı, hakkı aramak ve ard niyyetli olmamaktır. Bunlar bulunmayınca da sorma ihtiyâcı duyulmuyor.
Evet, Allah celle celâlühû bazı sıfatlarından sadece insanlara değil, bütün varlıklara belli şekil ve nisbetlerle verir.
Mevzû’ İle Alâkalı
Âyetlerın Bir Kısmı
(Birinci Âyet): "Ve ben O'na (Âdem'e), rûhumdan üfledim."[2]
Şu âyeti nasıl anlayacağız?... "Rûhundan", ya'nî "hayâtından" vermesi ne demektir?[3]
“Allah celle celâlühû'nun O'na ‘rûhundan’ üflemesi, O’nda ‘hâyâtı yaratması’/O'na ‘hayât’dan vermesi demektir.”[4]
Müfessirlerin, ‘rûhun Allah celle celâlühû'ya izâfe edilmesi, 'Allah’ın rûhu' denilmesi, 'Allah'ın devesi' sözünde olduğu gibi, şu 'rûh'a şeref kazandırmak içindir,’ demeleri, 'üfleme'nin 'hayât verme' şeklindeki te'vîl edilmesinden sonra yapılan ikinci bir te'vîldir.
Oysa, "Allah celle celâlühû 'O'na hayâtımdan hayât verdim', demeyi murâd ediyor" demek, âyetin zâhir ma'nâsına daha yakındır. Şöyle bir ma'nâlandırma, ileride getireceğimiz İmâm Buhârî'nin Sahîh'indeki rivâyetine ve diğer hadîs rivâyetlerine de münâsib düşmektedir.
Allah celle celâlühû şöyle buyurdu:
(İkinci Âyet): “Ve o'(insan)’ı semî’ ve basîr yaptık)buyuruyor.[5]
Hâlbuki Allah Teâlâ, başka bir âyette\
(Hiç şübhesiz ki, “(başkası değil), O(Allah)dır, ‘semî' ve ‘basîr' olan”[6] buyurmuştu.
(Üçüncü Âyet): “(O Resûl sallallâhu aleyhi ve sellem), Mü’minlere Raûf ve Rahîm’dir.”[7]
Rahîm” sıfatının hiç değilse Fâtıha’dan ve başındaki besmeleden, “Raûf”un da Tirmizî’de ve başka kitâblarda gelen rivâyetler-den Allah’a âid sıfatlarından olduğunu biliyoruz.
Allah Teâlâ’nın sözleri arasında çelişki olamayacağına göre, “sâdece kendine âit olduğu”nu bidirdiği “Sem’”/“işitmek”,“Basar”/“görmek”, “Re’fet” ve “Rahmet”sıfatlarından cüz'î ve mecâzî de olsa kullarına dahî verdiğini haber verdi; kime ne?
(Dördüncü Âyet):“Ve her bir kavim içün bir hâdî/doğruya sevk eden vardır.”[8]
Hâdî sıfatının Allah’a âid olduğu bellidir. Çünki,
(Beşinci Âyet): “Rabbin hâdî ve Nasîr/yardımcı olarak yeter.”[9]
Ancak, sebeb olmak alâkasıyla Allah bu sıfattan başta nebîleri olmak üzere bir nebze kullarına da verir.
(Altıncı Âyet): “(Allah) Sizi melikler (veya mâlikler) yaptı.”[10] “Artık (insanlar) onlara (davarlara) mâliklerdir”[11]
Habuki, yine Kur’ândan ve Sünnetten öğrendiğimize göre “O Allah'dır Melik olan.”[12] Yani “Melik” ve “Mâlik” Allah’ın isimleridir; ama,
(Yedinci Âyet): “Mülkünü dilediğine verir[13]
Yani bir parça da olsa onu mâlik ve melik yapar.
Mes’eleyle
Alâkalı Birkaç Hadîs
(Birinci Hadîs): "Allah celle celâlühû rahmeti yüz parça yaptı; doksan dokuzunu kendisinde bıraktı; birini bütün mahlûkata taksim etti…”[14]
Hadîsin Buhârî ve Müslim’in rivâyetlerinde değişik lafızları vardır. Bunlardan biri de Müslim’in şu lafzıdır: “Allah’ın yüz rahmeti vardır…”
(İkinci Hadîs): “Rahmân benim, (Rahm)’i/akrabalığı ben yarattım; ona ismimden bir isim kopardım verdim.”[15]
(Üçüncü Hadîs): “Allah’ın yüz on yedi huluku/hasleti (sıfatı, vasfı) vardır; kim onlardan bir tane haslet getirirse, Allah onu cennete girdirir."[16]
(Dördüncü Hadîs): “Şübhesiz Allah Teâlâ’nın yüz on yedi huluku/hasleti[17], vasfı vardır; kim, onlardan birini Allah’a getirirse cennete girer.”[18]
Rivâyetin sıhhat’i tartışılmakta ise de tarîklerinin fazlalığından olmalı ki, Feyzü’l-Kadîr’in metninde hadîsin sonunda Hasen (-Allâhu a’lem- “liğayrihî”) işâreti konulmuştur.
Âlimler Ne Diyorlar?
Allâme Muhaddis Azîm Âbâdî[19] benzer mevzûlardaki birçok şâzlarına rağmen şöyle diyor:
“Mü'mine Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmak, isim ve sıfatları ile bağlantı kurmak kesinleşiyor.”[20]
Allâme Hifnî (Ö:1101-1181) şöyle diyor:"Ya'nî, Allah’ın, hilim, kerem ve güzel huy gibi kullarca sâhib olunmaya elverişli sıfatları vardır. (Kullarca şu sıfatları bulundurmak) her ne kadar Allah’ın sıfatlarına denk olmasa da O'nun sıfatlarıyla kısmen (ve mecâzen) sıfatlanmaktır."[21]
İmâm Müfessir ve Kelâmcı Fahruddîn er-Râzî, Levâmiu’l-Beyyinât fî Şerhi Esmâillâhi’l-Hüsnâ ve’s-Sıfât isimli eserinde “kulun bu isimden olan payına gelince” diyerek daha çok her ismin şerhinin sonlarında dedikleri de bu istiqâmettedir.[22]
İmâm Ğazâlî el-Maksadu'l-Esnâ isimli eserinde mü'minlerin ilâhî isimlerden ve sıfatlardan “nasîbi”nin ne olduğunu ‘tenbîh’ başlığı altında teker teker îzâh eder.[23] Hattâ O, ‘kulun fiillerin sıfatlarından payı açıktır; o yüzden sözü uzatmamış olmak içün bu nasîbi her bir isimde tekrâr ile meşğûl olmayacağız’ demektedir.[24]
Öylesi büyük bir müctehid ve akâid âlimi -hâşâ- “çirkinlik” işliyor; ama şimdiki kendini bilmez edeb mahrûmu cüceler şu çirkinlikten sakınıyor!... Mine’l-Ğarâib…
Muhaddis ve Sûfî Hakîm-i Tirmîzî de şöyle dedi: "Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem demek istiyor ki, Allah celle celâlühû’ya kim onlardan bir tane getirirse, Allah ona bütün günâhlarını hibe eder, diğer günâhlarını da ona bağışlar. Bu ahlâk, kullarına kendi katındaki rütbelerine göre Allah’ın hediyesidir. Onlardan insanlardan beş tane verdiği kimse vardır; on tane, yâhud yirmi tane verdiği kimse vardır."[25]
Sözün kısası, bir kaçı hâric Allah’ın hangi ismine ve sıfatına bakılırsa bakılsın onların âyetlerde kullar için de kullanıldığı görülecektir. Tabiîdir ki, mâhiyyet, muhtevâ ve nisbet olarak kıyâs kabûl etmeyecek ölçüde farklı olarak… Bunları kullarda müstakil olarak görmek midir Tevhîd’e daha münâsib olan, yoksa bunların Allah celle celâlühû tarafından yaratılanlara cüz’î ve mecâzî olarak verildiklerine inanmak mı? Elbette ki ikincisi…
İnsanın vücûd sıfatı, Allah’ın vücûd sıfatından onun nasîbine düşen, görme sıfatı, Allah’ın basarından, işitmesi Allah’ın sem'inden/işitmesinden, merhameti rahmetinden, ona düşen pay... Allah’ın sıfatları bütün eşyâya değişik tecellî eder. Ancak, insana daha çok. Mü''mine, daha da fazla… Kâmil mürşidlere ise nasîbsizlerin hayâl bile edemeyeceği kadar fazla. Allah kime de hidâyet ederse/verirse o'dur hidâyete eren.[26] Allah’ın o'na hâdî sıfatı tecellî etmiştir. Allah kime hidâyet ederse, odur hidâyete eren, kimi de saptırırsa onun için asla hiçbir mürşid velî[27] bulamayacaksın.[28]Bu kimsede ise Allah’ın mudıl sıfatı tecellî etmiştir.
“Hâsılı, Allah’ın ilim, hilim ve kerem gibi kısmen ve mecâzen kullarda bulunabilecek sıfatlarına sâhib olmak, -bunlar her ne kadar Allah’ın sıfatlarına denk veya yakın olmasa da- O’nun sıfatlarıyla kısmen sıfatlanmaktadır..”[29]
Tenbîh:
Allâme Hifnî yine şöyle diyor: “Allah’ın doksan dokuz isminin bulunuşu tahsîs/sınırlandırmak ifâde etmez. El-Hannân,[30] (el-Mennân)[31] ve ed-Deyyân[32] isimleri bu doksan dokuz isim arasında bulunmamasına rağmen Sahîh hadîslerle sâbittirler.”
Allah’ın sıfatları neydi? Ğafûr, rahmân, rahîm, kahhâr, cebbâr olmak ve diğerleri… Sıfatlarından, kullarına vermesi ne demektir? Şimdi aklı olana soruyoruz: Allah celle celâlühû kullarına, bağışlayıcılık, merhâmet etmek ve diğer sıfatlarından kendisindekiyle kıyâslanmayacak derecede az bile olsa vermiyor mu? Sizde merhamet, adâlet, affedicilik, bilmek, kusûr örtmek yok mu, varsa, kim verdi? Yoksa, zâten diyeceğimiz yok. Bizim sözümüz; insan olan insanlaradır; bu vasıflardan mahrûm olduğunu söyleyenlere veya onları Allah’dan bağımsız olarak bulundurduğunu iddiâ edip O’na rakîb olduğunu i’lân eden ilâh taslaklarına değil…
Kısacası, Allah’ın sıfatları mutlak/sınırsız ve hakîkî, kullarına verdiği ise mukayyed/sınırlı ve Allah’a nisbetle mecâzîdir…
Cehâlet sebebiyle, İslâmî hakîkatlere çirkinlik vasfını yakıştırmakla takınılan çirkinlik sıfatı, elbette bir yanıyla Allah'dan değil şeytândan alınmadır. Lâkin bu da Allah’ın Mudıll/saptıran sıfatının birilerindeki bir tecellîsi olup yine de Adâlet-i İlâhiyye ve Hikmet-i Samedâniyye çerçevesindedir. Birileri bu çirkinlikleri ile beraber bakalım kendilerini Allah’ın azâbından koruyabilecekler mi? Bir şeyin güzel yahut çirkin oluşu, cüce beyinlilerin tesbîti ve yakıştırmasıyla değil, İslâmî kıstâsların/ölçülerin tâ'yîni iledir. Bu sebeble, bir takım som İslâmî doğrulara çirkin denilmesi, mü'minler için hakîkatin ölçüsü değildir. Aksine bu, kendini ele vermekten başka bir işe yaramaz.
"Allah'ın Tecellî
Etmesi" Ne Demektir?
İddia:Tecellî, gözükmek, ortaya çıkmak anlamındadır. Allah’ın tecellî etmesi de Allah’ın gözükmesi veya gücünün ortaya çıkması anlamında kullanılır.
Cevâb: Tecellî bir terim olarak ne demektir? Bu, bir ilim adamı ciddiyeti ile açıklanacağı yerde kısmî bir luğat ma'nâsı ile iktifâ edilmiş. Olsun, benzeri ciddiyetsizliklerinize bizi çoktan alıştırdınız; yadırgamadık. Oysa, Tecellî, “bir şeyin iyice zâhir olması, açılması,”[33] “bir şey inkişâf etmek açığa çıkmak,”[34] demektir. “Rabbi ne zamân ki tecellî etti."[35] Ya'nî "emri zuhûr etti/ ortaya çıktı”[36] “Tecellî (ortaya çıkmak, gözükmek), bazen, bizzât olur.[37]Gündüze yemin olsun bizzât göründüğü zamân[38] âyetinde olduğu gibi. Bazen de emir/iş ve fiil ile olur. Rabbin ne zamân ki dağa tecellî etti, âyetinde olduğu gibi.[39]Tecellî, kalblere açılan, ğaybların nûrları…” “Allah’ın zâtının tecellîsi, demek, -her ne kadar bu tecellî isimler ve sıfatlar vasıtası ile olsa da- kendisiyle sıfatlardan bir sıfat bulunmaksızın, başlangıcı zât olan, tecellî demektir.. Zirâ, Hakk (teâlâ), zâtı yönünden mevcûdâta ancak isimler(i) ile alâkalı perdelerden olan bir takım perdelerin ardından zuhûr eder…”[40]“Ya'nî Allah’ın nûrundan küçük parmak kadar gözükünce.” Nitekim bu ma'nâda Hâkim’in naklettiği ve Sahîhtir dediği rivâyetler vardır.[41]Gerçi, Hâkim’in rivâyetinde, nûru lafzı yoksa da,[42] İbn-i Cerîr’in Rebî’den yaptığı, Perde açılıp nûru gördüğünde[43]ve İbnü Ebî Hâtim ile Ebû'ş-Şeyh’in Mücâhid’den yaptığı, Perdelerin bazısı açıldığında şeklindeki[44]rivâyetlerden anlaşılacağı gibi, ortada muzâfın hazfi vardır. Ya'nî buna göre, Allah tecellî ettiğinde… lafzı, aslında, Allah(ın nûru) tecellî ettiğinde takdîrindedir.
Kaldı ki, Allâme Münâvî, İmâm İbnü'l-Hümâm'dan şöyle bir rivâyet nakletti: İbnü'l-Hümâm'a Darekutnî ve diğerlerince Enes radıyallâhu anhu’dan rivâyet edilen, Rabbimi en güzel şekilde gördüm, hadîsinin uyanık iken görme takdîrinde nasıl anlaşılacağı sorulduğunda, bu, sûret perdesidir, diye cevâb verdi. Bu, da sûfilerde yaygın olan Tecellî-i Sûrî'dir.[45]Ya'nî, Allah’ın dağa sûret perdesi vb… bir takım perdeler ardından tecellî/zuhûr etmiş olması mümkindir.
“İktidarının zuhûru, emrinin ve iradesini tesaddîsi…”[46]“Azametinin zuhûru iktidar ve emrinin tesaddisi…” Şöyle de denilmiştir: “Allah celle celâlühû dağa, O'nu görme iktidarı verdi ve O'nu gördü.”
Bir Hadîsde Efendiler Efendisi Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyorlar:
“Şübheniz olmasın ki, güneş ve ay, ne bir kimsenin ölümü, ne de yaşamasından dolayı tutulmazlar. Lâkin bu ikisi Allah (celle celâlühû)'nun âyetlerinden iki âyettirler. Bir de, şübheniz olmasın ki, Allah, yarattıklarından bir şeye tecellî ettiği zamân, o şey O'na boyun büker.”[47]
Demek ki, Allah celle celâlühû, yarattıklarına tecellî eder… Ama kimi süper akıllılara(!) göre insana etmez; öyle mi?... Sübhâhe kâsimi'l-ukûl…
Allah Dünyâda Veya Rü'yâda Görülebilir mi?
Şeyh Efendi:(Kendi alnını göstererek) Şeyhlerin alnı bir aynadır. Orada Cenab-ı Hakk celle celâlühû tecellî eder.
İddia:Allah Teâlâ, insanda nasıl tecellî eder, nasıl görünür? Bunun delîli nedir?
Şeyh Efendi: Delîli şudur: Allah celle celâlühû şöyle buyuruyor:
“Mûsâ, ta'yîn ettiğimiz vakitte (Tûr-i Sina’ya) gelip de Rabbi onunla konuşunca, Rabbim bana kendini göster, seni göreyim dedi. (Rabbi), Sen beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak eğer yerinde durabilirse sen de beni göreceksin, buyurdu. Rabbi o dağa tecellî edince, dağı paramparça etti. Mûsâ, baygın düştü. Ayılınca dedi ki; seni noksan sıfatlardan tenzîh ederim. Sana tevbe ettim ve ben inananların ilkiyim”[48]
Allah celle celâlühû bir dağda tecellî ettiğine göre bir insanda tecellî edemez mi?
[Ben (A. Güzel) Derim ki;Allah’ın zâtının, dünyâda uyanık iken, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in dışında hiçbir kimseye görünmeyeceği, aralarında Şeyh efendi hazretlerinin de bulunduğu bütün mü'minlerin icmâ' ettiği, Mi'râc'da Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem tarafından görüldüğü, rü'yâda iken de mü'minlerce görülebileceği, âlimlerin ihtilaf ettiği bir mes'eledir. İhtilâftaki ağırlık kazanan görüş ise, muhakkiklere göre farklıdır. Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem, Allah celle celâlühû’yu, Mi'râcda, kafa gözüyle gördü mü görmedi mi? mes'elesi için Şifa-i Şerîf[49] ve şerhlerine bakılırsa, geniş bilgi elde edilebilir.][50]
Allah Celle Celâlühû
Rü'yâda Görülebilir mi?
Cevâb: Şu mevzû', Allah celle celâlühû’nun rü'yâda görülebilip görülemeyeceği dahî akâid âlimlerince tartışılan mevzû'lardandır. Bu da -eğer sâbitse- bir tecellîdir.
Hadîslerde, “Rabbimi gördüm,”[51]“Rabbimi gördüm…”[52],“Rabbimi gördüm…”[53], “Rabbimi gördüm…”[54], “Rab bimi gördüm…”[55]buyruldu.
İmâm Münâvî Şemâil-i Tirmizî şerhinde,[56]Ahmed İbn-i Hanbel'in Müsned'ini (mevzû'lara göre) tertîb edip şerheden Allâme Ahmed Abdurrahmân el-Bennâ da el-Fethu’r-Rebbânî’de[57], Resûlullah’ın, Allah’ı rü'yâda, bir sûrette görmesi onun bir şekil ve sûret sâhibi olduğunu göstermeyeceğini, zîrâ, nihâyet bunun bir rü'yâ olduğunu, rü'yâda ise şekil ve sûretli varlıkların şekilsiz, şekil ve sûret sâhibi olmayan varlıkların ise şekil ve sûretli olarak görünebileceğini, söylüyor. Benzer ifâdeleri, Aliyyu'l-Kârî de serdetmiştir.[58]Mâtürîdiye akâidi imâmlarından es-Sâbûnî,[59] Allah’ın, rü'yâda görülüp görülmeyeceğinde âlimlerce ihtilâf edildiğini, kimilerinin, bunun câiz olmayacağını söylediğini ve Hz. Ömer radıyallâhu anhu’nun kalbim Allah’ı gördü dediğini, ifâde etmektedir.
Neyse, biz asıl mes'eleye dönelim:
Tecellî… Dünyâdayken Allah’ın mü'minlere tecellîsi (zuhûru, inkişâfi, görülmesi) demek, nûrunun, emrinin ve fiilinin tecellîsi ma'nâsındadır. Yoksa, zâtının perdesiz zuhûru değil. Hâkim’in el-Müstedrek’inde Sahîh bir isnâdla yaptığı rivâyette, Allah(ın nûru) dağa küçük parmak kadar tecellî etti[60] denilmektedir. Bütün bunlara rağmen, Allah’ın, sadece zâtının gözükmesinden dem vurulabiliyorsa, muhâtablar böyle bir iddiâda bulunmamalarına rağmen, mes'ele böyle aksettirilmeye kalkılıyorsa, ya birilerinin bu mes'elelerden haberleri yok, yahud var da, kasden bilmezlikten geliniyor, okuyucu bu noktada da kandırılıyor. Birincisi kötü. Çünki, “İnsanlardan kimisi vardır; Allah hakkında ilimsiz olarak mücâdele eder ve her bir mutemerrid şeytânın peşine takılır.”[61]İkincisi ise, daha kötü. Zîrâ, ‘Aldatan bizden değildir.’[62]
Allah celle celâlühû, insana tecellî ettiğinde, dağda olduğu gibi, insanın parçalanacağını, dolayısıyla bunun olmayacağı iddiâ ediliyor. Böylesi akılcı ama akılsızca iddiânın benzeri, şu iddiâ sâhiblerinden çok daha akıllı ama yine de akılcılığın kurbanı olmuş akılsız Mu'tezile sapıklarınca ortaya atılmıştı. Âhirette mü'minlerin Allah’ı görmesi mes'elesinde ileri sürülmüştü. Bunun, (görme ve görülmenin), Allah’la aynı hizâda olma, O'nunla karşı karşıya gelme, mekan tutma ve O’nu kuşatma, imkansızlıklarını bulunduracağını, dolayısıyla, bâtıl olduğunu, ileri sürüyorlardı. Böylece Allah’ın ve Resûlünun karşısına dikilmişlerdi… Ehl-i Sünnet âlimleri de bu akılsızca akıl yürütmelere karşı, anılan o imkansız şeyler olmadan da görme'nin olabileceğini, bir et parçasına görme kâbiliyyeti veren kâdir-i mutlak’ın bu mahzûrlar söz konusu olmadan da kullarına böyle bir görmeyi nasîb edebileceğini söylemişlerdir. Böylece, kalbin îmânı yanında aklın da ona paralel îmân etmesi lâzım geldiğini ortaya koymuşlardır. Hâsılı, kalb ile aklın beraber îmân etmesiyle yalnız aklın yahut yalnız kalbin îmânı arasındaki inceliği gören gözlere göstermişlerdir. Hem, bu, sırf îmân eden aklın îzâhı değil, meşhûr (kimi âlimlerce de mütevâtir) haberlerin açık ifâdelerine dayanan biz îzâh ve çözülmesi zor bir şeyin çözülmesidir. Şimdi, ilmi, aklı ve idrâki yönüyle hasta olmayanlara soruyoruz; Âhiret'te Allah celle celâlühû kendini mü'minlere gösterdiğinde ne olacak, yok mu olacaklar, param parça mı? Kalbi ve aklı beraberce îmân edenlere göre hiçbiri…
Bunda anlaştıysak, Allah celle celâlühû dünyâda bir dostuna nûru ile veya emriyle yahud esmâ ve sıfât perdeleri arkasından bizzât zâtıyle değişik bir şekilde tecellî etse, o kul neden her halükarda parçalansın ve yok olsun?
Evet, bazen öyle olduğu da olur. Nitekim, Zürâre İbnü Ebî Evfâ radıyallâhu anhu’nun namazda imâmlık yaparken, sûra üflendiğinde[63] âyetini okuduğu zamân, ölüp düştü.[64]
Kaldı ki, Allah celle celâlühû’nun tecellîsi, sadece dostlarına değil bütün eşyâya değişik şekillerde olur. Ağaca tecellî etmesi ve ağaçtan, Mûsâ aleyhisselâm’a, Şübhesiz, benim Allah, ben,[65] diye ses gelmesi gibi.
Dostlarına tecellîsi ise, diğer eşyâdakinden bambaşka bir keyfiyette olur… Hem, O’nun tecellîsi, dostlarının sadece alnına değil, husûsan kalbine olur. Alnına olan tecellînin mâhiyyet ve keyfiyyeti ise başkadır. Sür çıkar ağyarı (Allah’tan başkalarını) dilden (gönülden) tâ tecellî îde Hakk. Padişah konmaz sarâye hâne ma'mûr olmadan demişler. Allah dostlarının kalbine olan ilâhî tecellî, dostluk nisbetinde kesîfdir, yoğundur. Onun için, gönül aynasını onların kalbine çevirenlerde te'sîr fazla olur. Güneşe tutulan, sıradan cam ise, değişen bir şey olmaz. Soğukluğu ile güneşin sıcağını bile azaltır. Ama bu, yuvarlak mercekse, güneşin dağınık ışıklarını mükemmel bir şekilde toplar. Bu ışık da nereye tutulsa (şâyet orası yanacak cinsten ise) orayı yakar. Şunu, çocuklar bile kâğıt yakarak deniyorlar; siz de sınayabilirsiniz. Sâliklerin de gönüllerini mürşidleri-nin gönül aynalarına çevirmelerindeki (Râbıta etmelerindeki) hikmeti bu noktada akıl ve hidâyetten nasibi olanlar daha bir iyi anlarlar. Meselâ, Allah celle celâlühû ârifin kalbine, es-Şâfi ismiyle, herkesinkinden ve her zamânkinden daha kesîf/yoğun tecellî ederse, ve O, hastaya bakar, yâhut ona dokunur veya onu okşarsa hemen şifâ bulabilir. Sahâbe radıyallahu anhüm'un onulmaz hastalıkları fâtiha'yı okuyarak bi iznillâh tedâvî ettiğini, Buhârî’de[66] ve diğer eserlerde okuyoruz… Siz ve biz okusak, bu muhâtaba şifa olur mu acaba? Olacak babayiğitler elbette vardır. Ama herkes böyle değildir… Kur'ân âyetleriyle tedâvî husûsun-daki hadîslere bir bakalım… Onları sâlih kimselerin okumasıyla sıradan kimselerin okuması aynı netîceyi vermez. Kimi Allah dostları birilerine kızgın bir bakışla bakar, baktığı hasta olur yahut ölür. Demek, Mevlâ o bakan kişiye mumît yahut Kahhâr ismiyle kesîf bir şekilde tecellî etmiştir.
Demek ki, esas mes'ele, kalbi yuvarlak mercek haline getirip Mevlânın isim ve sıfatlarına çevirebilmektir... Allah’ın nûrunun, âriflerin alnına tecellî ederek, onların, nûrânî bir sima, yüreklerine ve gözlerine tecellî edip keskin bir firâset sâhibi olmaları, erbâbına ma'lûm-dur. Hakîm isminin zuhûru, tecellîsi ile dillerinden incilerin dökülmesi, cemîl isminin tecellîsi ile insan güzeli olmaları, Rahmân isminin tecellîsi ile akıl almaz merhamet sâhibi olmaları, Hâdî ismini tecellîsiyle bir çoklarının hidâyet vesîle ve sebebi olmaları gören gözlere açıktır.
Ahmed İbnü Hanbel'in Müsnedinde[67] Nesâî'nin es-Sünenü'l-Kübrâ'sında[68] ve İbn-i Hıbbân’ın Sahîh'inde[69]yer alan Huzeyme İbnü Sâbit’in rivâyetinde, Huzeyme radıyallâhu anhu, rü'yâsında, Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’in alnına secde ediyor. Uyanınca gelip bunu O'na anlatıyor. O da, arkaya yatar gibi yapıp; Gel, nasıl gördüysen öyle yap, buyuruyor. Huzeyme gidip alnına secde ediyor. Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem de; Rûhlar ordulaştırılmış ordulardır, buyuruyor. Nesâî'nin rivâyetinde de, Rûhlar rûhlarla karşılaşır, buyuruyor. -Allah en iyisini bilir ya- rûhların teveccüh ettiği/yöneldiği uzuvların içinde alının bulunması bu mes'eleyle alâkalı bir şeydir… Yüz, zâttan mecâz-ı mürsel olarak dahî kullanılan en şerefli bir uzuv olduğu için de ilâhî tecellînin ona apayrı bir şekilde olması da muhtemeldir. Bu nihâyet keşif ve zevkle alâkalı bir hâldir.
Allah’ın, sıfatlarıyla mahlûkâtına tecellî etmesi mes'elesi başka bir mevzû' münâsebetiyle ileride İmâm Buharî’nin rivâyetiyle biiznihî teâlâ tekrar ortaya konulacaktır.
Şeyh Efendi: İşte şeyh dağ yerinde, mürîd de Mûsâ aleyhisselâm ın makâmındadır.
İddia:Mürîdin şeyhi önünde cezbeye girip baygın düşmesi böyle bir şartlanmadan dolayı olsa gerekir.
Cevâb:Böyle bir iddiâ câhilce bir yakıştırmadır. Verilen misâli câhiller de anlayacak diye bir şey yok. Hele hidâyetten nasîbi olmayanlar hiç… Bizim hoşafı, tabiîdir ki kimi yaratılmışlar içmeyecektir. Misâl basit.; dağa tecellîde, tecellî eden Allah, tecellî edilen dağ, bakıp seyreden Mûsâ aleyhisselâm. Şeyhe tecellîde ise, tecellî eden Allah, tecellî edilen Şeyh ve şeyhin husûsan alnı; bakıp müşâhede eden de mürîd. İki hâdisede de fiil tecellî. Mef’ûlün fîh, birincide Mûsâ aleyhisselâm, ikincide onun yerinde/makâmında mürîd. Değişik şekillerde ve azlık çoklukta da olsa, fiili ve fâili aynı olan iki hadîsenin değişik iki mef'ûlünde fiilin te'sîri bazen vasfı bakımından ayrı olsa da aslı bakımından aynı olabilir. Bunu bilmemek cehâletin ta kendisidir.
İddia:Bu ne biçim delîl getirme, ne biçim kıyâstır? Allah teâlâ celle celâlühû dağda tecellî etmedi ki, dağa tecellî etti. Ya'nî dağda gözükmedi, dağa gözüktü. (126)
Cevâb: Kaç "biçim" delîl getirme’yi biliyordunuz? Gûyâ, delîl getirme ve kıyâsdan anlıyormuş gibi, bu ne biçim delîl getirme, ne biçim kıyâstır, diyorsunuz. Siz nerde, bunlar nerde? On yaşına varmamış çocukların idrâk ve muhâkemesine bile mâlik olmayanlar lütfen şunları ehline terk etsinler. Tecellînin dağda değil de dağa oluşu neyi değiştirir ki?.. Tecellî ediş dağa olunca tecellî fiili dağda vâkı' olur. Birisi fiilin aslı, diğeri de, eseri ve semeresi itibariyle vasfıdır. Aynaya bakarsanız yahut görünürseniz, görünüşünüz aynada olur. Ya'nî, size göre, dağ Allah’ı gördü, başkaları dağda Allah’ı görmedi. Aksini iddia eden yoktu. Mef'ûlün bih'in ta'rîfi neydi? Fâilinin fiilinin, üzerinde vaki olduğu şey. Öyle değil mi? Hah, işte, bu i'tibârla tecellî dağa oldu ve dağda vâki' oldu. Kaldı ki bu laf cambazlığını siz kendiniz de uydurmuş olabilirsiniz.
İddia: Allah’ın insana tecellî etmeyeceği, ya'nî bu dünyâda bir insana gözükmeyeceği yukarıdaki âyette açıkça belirtilmiştir. (126)
Cevâb: Allah’ın insana tecellî etmeyeceği yukarıdaki âyette, değil kesinlikle, zayîf bir şübhe ile dahi yoktur. Allah celle celâlühû’ya iftirâ ediyorsunuz. Dünyâdaki tecellî'ye Allah’ın zâtının vâsıtasız görünmesi ma'nâsını ilim ve idrâk fakîri olmanız sebebiyle siz verdiniz. Sonra, kendi bâtılınız üzerine başka bâtıllarınızı bina ediyorsunuz. Âyetle sadece, insanların dünyâda Allah’ı göremeyeceği anlaşılıyor. Tecellî etmeyeceği, insanların onun tecellîsine mahzar olmayacağı hiçbir şekilde anlatılmıyor. Kendinize göre muhatablarınızı Allah’ın, kullarına dünyâda görünmeyeceğini bilmemekle ve buna dair olan âyeti bir tarafa atmakla suçlayayım derken, eşref-i mahlûk olan insana görünmeyecek olan Mevlâ’nın, dağa kayaya bilinen ma'nâda göründüğüne dair asılsız ve bâtıl düşüncenizi ortaya koymakla, cehâletinizi belgelemiş oldunuz. Halbuki tuğyan/azmak vesîlelerinin en kuvvetlilerinden olan müstağnîliği bir tarafa koyup tefsîrlere baksaydınız, dağa görünenin Allah’ın zâtı değil de nûru olduğunu, yahut zâtının değişik perdelerle ona tecellî ettiğini bilir, gülünç hale düşmezdiniz.
İddia:Âyete aykırı olmasına rağmen, farzedelim ki, sizin dediğiniz doğrudur ve Allah dağa tecellî etmiştir. Siz kendinizi dağa nasıl kıyâslarsınız? İnsan dağa benzer mi? Böyle kıyâslara kıyâs maâl fârık, ya'nî ilgisiz şeyleri birbirine benzetmek denir. İnsanla dağ arasında nasıl bir benzerlik buluyorsunuz ki, bir âyetin dağ ile ilgili hükmünü insana teşmil ediyorsunuz. (126)
Cevâb:Burada da güya mantık veya Usul-ı Fıkıhta olan kıyâs bilginizin olduğunu göstermeye kalkışmışsınız. Ancak geçmişteki alâkasız kıyâslarınızı unutup, alâkalı kıyâsları. Kıyâs meal fârık i’lân etmekle ve biraz konuşmakla bu noktada dahî ecvef/boş olduğunuzu gözler önüne sermişsiniz. Şecâat arz edeyim derken merd-i Kıptî sirkatin söyler… misâli… Burada sizin vehmettiğiniz şöyle bir kıyâs yok:
Allah dağa tecellî etti ve dağa bakan Mûsâ aleyhisselâm'a şöyle şöyle oldu. /Şeyhin alnı da dağ gibidir, /Öyleyse, ona da tecellî eder; ona bakan mürîde de Mûsâ aleyhisselâm’a olan olur.
Böyle bir kıyâs, ancak tecellîlerin aynı mâhiyette ve tecellî edilenin aynı dayanıklılıkta olması şartıyla aynı hükmü netîce verir. Oysa böyle bir iddiası olan yok… Yapılan ne? Bir benzetme… Allah’ın tecellî ettiği alın ile ona bakan mürîd, Allah’ın tecellî ettiği dağ ile ona bakan Mûsâ aleyhisselâm’a, bazı yanlarıyla benzer. Müşebbeh/benzetilen alın ve mürîd, Müşebbehün bih/kendisine benzetilen de dağ ve Mûsâ aleyhisselâm…Burada, Vech-i Şebeh/benzeme yanı nedir?.. Dağın da alnın da tecellî edilen yer, mürîdin de Mûsâ aleyhisselâm’ın da tecellî edilen yere bakan kimseler olması. Bu kadar… Yer yer Allah’a ve Resûlüne iftirâ edebilen kimsenin burada söylenilenlerde ne türlü tasarruflar, ne tür oynamalar yaptığı Allah’ın ma'lûmu. Aramızda geçen konuşma diye neşredilen fotokopilerle bu kitâbçıktakiler arasındaki mühim farklar bunun delîlidir.
Allah’ın nûrunun, Allah dostlarının alnına tecellî ettiği, erbâbı tarafından keşfen ve vicdanen de bilinmekte olan bir şeydir. Allahu a'lem bu ma'nâ, âyetin işâretiyle de takviye edilmek istenmiştir. Şunda ilim sâhiblerine göre Şer'î hiçbir mahzûr yoktur. Câhillerin zırvaları ise mühim değildir.
İddia: Bir an için benzetmenin doğru olduğunu kabûl etsek bile, varılacak hüküm, böyle bir tecellîden sonra şeyhin parçalanıp yok olması olmaz mı? Çünki Allah’ın tecellîsinden sonra dağ paramparça olmuştur. (126)
Cevâb:Böyle bir tecellîden sonra şeyh parçalanıp yok olmayabilir. Aynı şartlarda aynı sebebler her zamân aynı netîceleri doğurur düşüncesi Determinist bir felsefî cereyânının mahsûlü olup, mü'minin tamâmen kabûl edebileceği bir görüş değildir. Bu, mu'cize ve kerâmet gibi olağanüstülükleri inkâra götüren bir münkirlik ve ahmaklıktır. Kıyâmet gününde gerçekleşecek olan Rü'yetüllâh’ı kabûl edip-etmediğinizi bilmiyorum. Olabilir ki, Mu'tezile’yi taklîd ederek onu da inkâr edebilirsiniz. İsim vermeseniz de birçok yazınızda bunu açıkça ortaya koymaktasınız Ölçüsüzlüğü ölçü edinenlerden her şey beklenir. Şâyed ru’yetullahı kabûl ediyorsanız, diyoruz ki, Kıyâmet günü, Allah celle celâlühû mü'minlere tecellî edecek ve görünecek; ama paramparça olmayacaklar. Buna ne dersiniz?... Düşüncenizi felsefî temele dayandırabilecek bir kültür ve müktesebâtınızın olduğunu sanmıyorsam da bazen birtakım felsefî anlayışların bunların felsefî kaynaklı olduğundan haberi olmayan avamda, hattâ kocakarılarda da görüldüğünü biliyor ve hattâ görüyorum. Kaldı ki, böyle bir muhâkeme tarzının ve netîcesinin fizîkî doğruluğu, her iki taraftaki şartların ve sebeblerin aynı olmasına da bağlıdır. Oysa burada elinizde böyle bir bilgi yoktur. Ya'nî Allah’ın dağa tecellî mikdârı/ölçüsü ile[70] şeyhe tecellî ölçüsünün bir olduğunu size kim söyledi. Belki şeyhlere iğne ucu kadar, yani çok az tecellî oluyor.
Biz bu Kur'ânı bir dağın başına indirseydik, elbette onu Allah korkusundan dolayı paramparça olmuş halde görürdün[71]
Ama insana indi; lâkin insan paramparça olmadı…
Şübhe yok ki biz emâneti dağlara arzettik de onu yüklenmekden kaçındılar ve ondan korktular da, onu insan yüklendi[72]
Niye böyle oldu, insan neden parçalanmadı?
Yapacağından O'na soru sorulmaz.[73]
Ben soramam… Belki tecellî kesâfetini/yoğunluğunu az yaptığı için, belki insana dayanma gücünü fazla verdiği için, belki her ikisi de vukû bulduğundan? Belki başka nice illet, yâhud sebeb, veyâhud da hikmetlerle…
İddia:Ama böyle olmuyor. Şeyhin alnı bu tecellî ile Allah’ın aynası durumuna geliyor ve herkes şeyhin alnında Allah’ı görmeye başlıyor. (126)
Cevâb: Herkes şeyhin alnında Allah’ı görüyor iddiasında olanlar ile, böyle bir iddiası olmayanlara böyle bir çamuru atabilen çamurlara Allah adâletiyle muâmele eylesin. Âmîn… Bu kadar da süflîlik ve belden aşağı atmak da olmaz doğrusu!...
Evvel O'dur. Âhir O'dur. Zâhir/açık ve görünen O'dur[74] Ya'nî? O, görünendir. Nasıl görünen? Nasılı var mı, görünen, açık olan, kapalı olmayan… Ama O bâtındır… Kapalıdır, açık değildir. Tefsîrler, sıfatlarıyla ve onu gösteren delîllerle zâhir/açık, zâtı ile bâtın/kapalı ve gizli, ve benzeri te'vîllerle bu âyeti te'vîl ediyorlar.[75] Bütün tefsîrlere bakılabilir, kaynak göstermeye gerek yoktur. Değişik i'tibârları olan tecellînin farklı birçok yanıyla zuhûr, inkişâf ve tekeşşüf ma'nâlarından, sâdece zâtın görünmesi ma'nâsının alınması… Bunun, hiçbir şekilde söylemeyen muhâtaba isnâd edilmesi… O’nun karalanmaya çalışılması, müsbet vasıflardaki her türlü za'fiyetinin yanında husûsan ahlâk zafiyetinin hattâ ahlaksızlığın, dalâletten kaynaklanması, Allah’ın mudill/ saptıran sıfatının ondaki bir tecellîsi olması cidden ibret verici bir vâkı'adır.
وَصَلَّى الله عَلَى نَبِيِّنَا وَ عَلَى اَلِهِ و سَلَّمَ تَسْلِيمًا كلما ذكره الذاكرون و غفل عن ذكره الغالون
وَ الْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ الْعَالمِينَ


[1] Abdülaziz Bayındır.

[2] Hicr:29

[3] İmâm Rabbânî kuddise sirruhû’nun eşyâdaki "vücûd" sıfatı hakkındaki nefîs îzâhını münkire maraz olacağından buraya almayıp mes'elenin sathî tahlîli ile iktifâ ediyoruz.

[4] El-Hatîbu’ş-Şirbînî, es-Sirâcü’l-Münîr:1/201ve diğerleri….

[5] Sûre-i İnsân:2

[6] İsrâ:1

[7] Tevbe:128

[8] Ra’d:7

[9] Furkan:31

[10] Mâide:20

[11]Yâsîn:71

[12] Haşr:23

[13] Bakara:247

[14] [Buhârî (600, 6469), Müslim, Tirmizî, Ahmed İbnu Hanbel],

[15] [İrâkî İhyâ Tahrîci’nde, “’Âişe radiyellâhu anhâ’dan yapılan müttefekun aleyh (Buhârî ve Müslim’in rivâyet ettiği) bir hadîsdir,” dedi. Bu hadîs’i aynı zamanda Ahmed İbnu Hanbel Müsned(2/498)’de, İbnu Ebî Şeybe Musannef’de, Buhârî el-Edebu’l-Müfred(53)’de, Ebû Dâvûd (Sünen’inde), Tirmizî (Sünen’inde) sahîh olduğunu söyleyerek, İbnu Hibbân (Sahîh’inde-Mevârid:2033), Hâkim (el-Müstedrek’inde:1/348, 4/157-158), Beyhakî (es-Sünenü’l-Kübrâ’da:7/26), Abdurrahmân İbnu Avf radıyellâhu anhu’dan rivâyet etti. Kezâ, (biraz farklı bir lafızla) Harâitî, Mesâvî’l-Ahlâk’da, Hatîb (Târîh-i Bağdât’da:5/426) Ebû Hureyre radıyellâhu anhu’dan, el-Hakîmü’t-Tirmizî de “Allah Rahm’e seni yarattım ve sana ismimden koparıp verdim” lafzıyle (Nevâdiru’l-Usûl’ünde) İbnu Abbâs radıyellâhu anhumâ’dan, Süyûtî’nin el-Câmiu’s-Sağîr’deki isnâdına göre, Taberânî, el-Kebîr’de ve el-Evsât’da Cerîr radıyellâhu anhu’dan rivâyet ettiler.], İbnu Ebî'd-Dünyâ, Mekârimu'l-Ahlâk (D. K. İlmiye), dipnotu:155

[16] İbnu Ebî'd-Dünya, Mekârimu'l-Ahlâk (D.K. İlmiye), Osmân İbnu Affân radıyellâhu anhu’dan:33-34. H:27
Dipnot’unda hadîs’in Ebû Dâvûd et-Tayâlisî tarafından da rivâyet edildiği ifâde edildiyse de O’nun lafzı farklıdır.

[17] Münâvî, et-Teysîr:1/330

[18] [Hakîm-i Tirmîzî (Nevâdiru’l-Usûl), Ebû Ya'lâ (Müsned) ve Beyhekî, (Şu’abu’l-Îmân) Osman İbnu Affan radıyallâhu anhu’dan] et-Teysîr; 1/330. Hadîs, Hasen Liğeyrihidir, Azîzî kenarı: 1/520

[19] Bir çok şâzz/çizgi dışı görüşleri bulunan geçmiş asırda yaşamış Hindistânlı bir hadîs âlimidir.

[20] Azîm Âbâdî, Avnu'l-Ma'bûd Şerhu Süneni Ebî Dâvûd: 5/113

[21] El-Hıfnî, el-Camiu’s-Sağîr Hâşiyesi, (Azîzî kenarı): 2/226

[22] Misâl olarak, “Habîr” ismi içün 186, ‘Halîm’ ismi içün 188, ‘Azîm’ ismi içün 190, ‘Şekûr’ içün de 192. sayfalara bakılabilir. (El-matbaatü’ş-Şarkıyye-Mısır-1323)

[23] Misâl olarak, ‘vâsi’ ismi içün 86, ‘hakîm’ ismi içün 87, ‘vedûd’ ismi içün 88, ‘kayyûm’ ismi içün 98, ‘hamîd’ ismi içün de 94 numaralı sayfala ra bakılabilir.

[24] El-Maksadü’l-Esnâ:98

[25] Münâvî, el-Teysîr: 1/330

[26] İsrâ:97

[27] Rehber bir dost ve yardımcı…

[28] Kehf:17

[29] El-Hıfnî, el-Câmiu’s-Sağîr Hâşiyesi, (Azîzî kenarı): 2/226

[30] [Ahmed, Müsned:3/158 (Hannân)],el-Mu’cemu’l-Müfehres

[31] [Ahmed, Müsned:3/230 (Hannân ve Mennân)], el-Mu’cemu’l-Müfehres

[32] [Buhârî, Tevhîd:32 (Deyyân)], el-Mu’cemu’l-Müfehres

[33] Muhtâru's-Sıhâh (ج ل ا) maddesinin sonun

[34] Misbâh ( ل وج) maddesinin başı

[35] A'râf: 143

[36] Semîn, Umde: 98

[37] Yani bir şeyin zati ve kendisi tarafından olur.

[38] Leyl: 2

[39] Râğıb, Müfredât, 96, Ebû'l-Beka, Külliyât; 313

[40] Cürcânî, Ta'rîfât: 29

[41] Celaleyn, A'râf 143’ün tefsiri

[42] El-Müstedrek: 2/320-21

[43] İbnu Cerîr, 13/99)

[44] Ed-Dürrü'l-Mensûr: 3/546

[45] Alûsi, Rûh-ul Meânî: 9/52

[46] Keşşâf: 1/349

[47] [Ebû Hanîfe ve Ahmed, Müsned’lerinde, Nesâî ve İbnu Mâce, Sünen’lerinde, İbn-i Huzeyme, Sahîh’inde, Hâkim Müstedrek’inde. İbn-i Huzeyme ve Hâkim, bu rivâyetin “sahîh” olduğunu söylediler.], Muhammed Hasen es-Senbelî, Tensîku’n-Nizâm, Şerhu Müsnedi Ebî Hanîfe:321

[48] [Araf: 7/143]

[49] Şifâ-i Şerîf: 1/57-64

[50] Aliyyü'l-Kari, Şerh-i Şifa (1/416-430), Hafacı Şerh-i Şifa (2/285-302)

[51] Ahmed, İbnu Abbas radıyallâhu anhumâ’dan. İsnadı sahihdir.
Ya gözleriyle yahut kalbiyle. Münâvî, et-Teysîr: 2/25

[52] Taberânî, İbnu Abbâs radıyallâhu anhu’dan Ebû Zurâre radıyallâhu anhu dan bunun sahih bir hadis olduğunu söylediği nakledildi. Bu rüyada görmekti, Suyuti, K. Ummal, 1/228 h: 1152

[53] Taberânî, es-Sünne, Ummutufeyl radıyallâhu anhu’dan K. Ummal: 1/228, h: 1153

[54] Taberânî, es-Sünne, Muaz b. Afra radıyallâhu anhu’dan K. Ummal, H:1154

[55] Taberânî, el-Kebir, Ebû Rafi radıyallâhu anhu’dan K. Ummal, 1/228, H:1151

[56] Cemu'l-Vesâil Kenarı: 1/208

[57] El-Fethu'r-Rebbânî: 17/223

[58] El-Kevkebu'd-Dürrî: 2/261

[59] Es-Sâbûnî, el Bidaye fi Usûlüddîn'de: 43 (Muâsır Sâbûnî, değil.)

[60] Bu hadisin hakkında söz söylendiyse de, muzaf takdiriyle ortada bir telif vardır.

[61] Hacc: 22/3

[62] [Müslim Ebû Hureyre radıyallâhu anhu’dan], et-Teysîr, 2/432

[63] Müddessir:8

[64] [Hâkim], et-Terğib ve't-Terhîb: 5/223, h: 12

[65] Kasas:30

[66] Buhârî, Sahîh (5737) v.d.

[67] Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned: 5/214

[68] Nesâî, es-Sünenü'l-Kübrâ: 4/354

[69] (İbnu Hibbân'ın Sahîh'i et-Tekâsîm ve'l-Envâ'ın tertîbi) El-İhsân:16/99

[70] Ki hadisteki ifadesiyle küçük parmağın yarısı kadardır.

[71] Haşr:21

[72] Ahzâb: 72

[73] Enbiyâ: 22

[74] Hadîd: 3

[75] Tefsîrlerde, ‘ve’z-Zâhir ve’l-Bâtın'ın tefsîrine bakılabilir.
 

lafons7275

Kıdemli Üye
Katılım
19 Şub 2013
Mesajlar
21,533
Tepkime puanı
342
Puanları
0
Konum
İzmir
Kur’ân’da Kader’e Îmân ile alâkalı bir âyet değil, âyetler vardır.Aksini iddiâ edenler hem yalan söylemekte hem de Allah celle celâlühû’yu yalanlamaktadırlar. Evet,“Kur’ân’da kader’e îmân ile alâkalı âyet yoktur” diyenler yalan söylemekte ve birçok âyeti inkâr etmektedirler. Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem ile bütün bir Ümmet’in karşısına geçerek bir takım âyetleri “farklı yorumlama” ismi altında tahrîf etmeleri ve yaptıklarına yorum kılıfı geçirmeye çalışmaları Onları sözü edilen âyetleri inkâr etmiş olmaktan aslâ kurtaramaz.
Nitekim Kur’ân’da, (Şüphesiz biz her şeyi bir kaderle yarattık)[1], (Allah’ın emri/işi, takdîr edilen bir kader olmuştur.),[2] (Bu azîz ve alîm(olan Allah)’in takdîridir.)[3] gibi birçok âyette Kader isbât edilmektedir.
Bu âyetlerde geçen “kader” veyâ “takdîr” nasıl manalandırılacaktır? Kimi câhil sapıklara âid “belli bir ölçü ile yaratmak” ve benzeri meâllerde olduğu gibi gelişi güzelce veya bir takım keyfî lüğat yakıştırmalarına dayanarak mı, Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’e sorarak mı?... Gerçi âyetleri manalandırma ve îzâh etmeyi bir yanda kendilerine noter senediyle verilmiş bir hak olarak görürlerken, bunu Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’e çok gören ve O’nu mes’eleye karıştırmamaya yeminli görünen nice şaklabanlar var… Bu mânâlandırmak bir Mü’mine göre ilk önce elbette Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’e sorarak olacaktır…
İmâm Süyûtî ed-Dürrü’l-Mensûr’unda şöyle naklediyor:
Ahmed İbnü Hanbel, Müslim, Abd İbnü Humeyd, Tirmizî, İbnü Mâce, İbnü’l-Münzir, İbnü Merdûye (ve Beyhakî) Ebû Hureyre radıyallahu anhu’dan şöyle dediğini rivâyet ettiler:
“Kureyş Müşrikleri Kader hakkında münâkaşa yapmak üzere Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’e geldiler. Bunun üzerine, ((Müşrikler) o günde sürüklenip ateşe atılacaklardır. (Onlara) Cehennem’in dokunmasını tadın (denilecektir.) Şübhesiz biz her şeyi bir kaderle yarattık) âyetleri indi.”[4]
Bu rivâyetin Abdullah İbnü Amr, Zürâre İbnü Evfâ, Ebû Ümâme ve başkalarından şâhidleri vardır.
Peki, Müşriklerin bu sözü edilen münâkaşaları kaderin nesi hakkındaydı?
Müşrikler Allah’a inanan insanlardı… O’nun kâinâtın tek yaratıcısı olduğunu i’tirâf ediyorlardı… Böyle bir inançta olanların Allah’ın, yarattıklarını “belli bir ölçü ile yaratma”sı husûsunda i’tirazları hiç olur muydu? Elbette olmazdı…
Öyleyse, itirazları ne hakkındaydı? Elbette kaderin inkârı veya ucu inkâra varan ve götüren te’vîli hakkındaydı. Nitekim,
Bezzâr ve İbnü’l-Münzir ceyyid/iyi bir senedle Amr İbnü Şuayb yoluyla babasından, O da dedesinden şöyle dediğini rivâyet ettiler:
“(Şübhe yok ki, müşrik günahkarlar (dünyada) sapıklıkta ve (Âhiret’te de) alevli ateşler içindedirler. (Müşrikler) o günde sürüklenip ateşe atılacaklardır. (Onlara) Cehennem’in (azabının) dokunmasını tadın (denilecektir) Şübhesiz biz her şeyi bir kaderle yarattık.) âyetleri, ancak kader ehli/kader inkârcıları hakkında inmiştir.”[5]
İbnü Ebî Hâtim, Taberânî, İbnü Merdûye, İbnü Şâhîn, İbnü Mende, Bâverdî, Hatîb ve İbnü Asâkir, Zürâre radıyallahu anhu’dan şöyle dediğini rivâyet ettiler:
“Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem ((Onlara) Cehennem’in (azabını) dokunmasını tadın (denilecektir.) Şübhesiz biz her şeyi bir kaderle yarattık) âyetlerini okudu., ‘Bu âyetler, Âhir zamanda Ümmetimden Allah’ın kaderini inkâr edecek bir takım insanlar hakkında (indi)’ buyurdu.”[6]
Ve daha nice rivâyetler…
Âyetin iniş sebeblerinin birden fazla olmasına da hiçbir mâni’ yoktur… Âyet birden fazla sebeble inmiş olabilir.
Bu âyetlerde bir amel bulunmamaktadır. Bunlar Allah’ın verdiği haberler olduklarına göre Mü’min tarafından îmân/tasdîk edilmek mecbûriyeti olan hakîkatlerdendir. Bunu, ister Allah’ın Mukaddir/takdîr edici sıfatı çerçevesinde olarak Allah’a Îmân’a, ister Kur’ân’ın verdiği bir habere îman etmek dâiresinde düşünerek Kur’ân’a Îmân’a dâhil eder, isterse hakkındaki müstakil âyetlere ve manevî Tevâtür haddine varmış hadîslerin tasnîfine uyarak müstakil bir “Kader’e Îmân” esâsı kabûl edersiniz. Böylece de bu sınıflandırmada Resûlüllâh sallallâhu aleyhi ve sellem’e uymakla en münâsib olanı yapmış olursunuz. Nitekim Selefimiz dahî böyle yapmışlardır.
-----------------------------------------------
Hadîslerle Veya Sünnet’le
Îmân Esâsı Sâbit Olmaz mı?
-----------------------------------------------
Gurabâ mecmuasında neşredilen Haber-i Vâhid ile alakalı makalede de anlatıldığı gibi, -Cumhûr’a göre- Mütevâtir olmayan Sünnet ile -kesinlik bildirmediği içün- Temel Îmânî bir esas sâbit olmaz. Yalnız Cumhûrun bu aslı/temel Usûl kaidesi câhillerin zannettiği gibi mutlak değildir, kayıdlıdır. Şöyle ki, Ümmet’in âlimleri bir Haber-i Vâhid’i söz birliği ile kabûl ederlerse, o zaman haber artık kesin olur; onunla da temel îmân esası sâbit olur. Yani, Ümmet bir Haber-i Vâhid’in sâbitliğinde İcmâ’/sözbirliği ederse, artık o haber tartışmasız kesinlik arz eder. Başka bir ifâdeyle, İcmâ’ ile pekişen Haber-i Vâhid artık Mütevâtir seviyesine çıkar. Hattâ bu hadîsler, -İcmâ’ ile kabûl edilmeselerdi bile- bir tarafta Manevî Mütevâtirlik kazanmanın yanında, diğer tarafta da lafzî Meşhûrluk seviyesine ulaşmışlardır.
Üstelik, bir çok hadîs âlimine göre ise -Mütevâtir olmasa da- Sahîh Sünnetle Îmânî bir esas sâbit olabilir.
Bütün bunlardan dolayı, Kader ile alâkalı hadîsleri yalanlamak da -Kur’ân hesâba katılmasa bile- başlı başına bir kâfirliktir.
Kaldı ki, buradaki kaderle alâkalı Sünnet rivâyetleri Kader’e Îmân’ı isbâtta müstakil değillerdir; aksine bu babtaki âyetleri tefsîr etmektedirler. O sebeble ortada hiçbir müşkil kalmamaktadır.
Sünnetle îmân sabit olmaz”mış(!)… Kim demiş?... Böylesi bir saçmalığı küfür sistemlerinin gübre yığınları üzerinde yetiştirilen küflü ve zehirli kültür mantarlarından başka kim söylemiş?... Bu anlayış, hadd-i zâtında mevcûd olmamasına rağmen var zannettikleri akıllarına tapınan muâsır putperestler tarafından yontulup ibâdet edilmeye başlanılan bir puttur. Asrî/çağdaş hurâfecilerin uydurup tapındığı sahte dîn prensiplerindendir.
-----------------------------------------------
İslamoğlu’nun
Kader’i İnkâr Etmesi
-----------------------------------------------
Mustafa İslamoğlu Kader hakkında kendine sor(dur)ulan bir suâle internette yine kendi sesiyle görüntülü olarak cevâbı verdi.[7] Biz O’nun cevâbını aşağıya parça parça olarak kelimesi kelimesine ele alacağız. Cevâb diye sarfettiği cümleler esâsen cevâba değmese de, kandırdığı kimseleri hesaba katarak onları cevâblandıracağız:
İslamoğlu:
Ebu’l-A’lâ el-Mevdûdî’nin İslam’a Giriş kitabını ben görmedim, böyle bir kitabının olduğunu da bilmiyorum. İslam’a Giriş kitabı Muhammed Hamidullah’a ait. Onun için acaba bir yanlış var mı, kardeşimiz daha iyi bilir, ama ben sadece bir soru işareti koymakla yetindim. Fakat Ebu’l A’lâ el-Mevdûdî’nin kadere imanı ayırmasını da bilmiyorum.
Cevâb:
Hiç mühim değil. Mü’minler ayırmıyorlar… Ayıramazlar… Allah korusun ayırırlarsa kâfir olurlar…
İslamoğlu:
Çünkü kadere imanı ayıran Ebu’l A’lâ el-Mevdûdî değil, koca koca muhaddisler o bize nakl edilen hadisteki kadere imanı ayırırlar. Hatta İman isimli kitabımda bize aktarılan iman hadisi, Cibril hadisindeki kadere imanın olmadığı versiyonlar var Buhari ve Müslim’de. Her versiyonda o geçmez.
Cevâb:
Bu “kadere îmân etmeyi diğer îmân esaslarından ayırmak” iddiâ ve isnâdı o muhaddislere yapılan süflî bir iftirâdır. Eğer bu iddiâ “Cibril hadisindeki kadere imanın olmadığı versiyonlar var Buhari ve Müslim’de, her versiyonda o geçmez” sebebine dayandırılıyorsa, anlatılması zor bir câhillik veya hâinlik sergilenmektedir. Çünki Onlar, sözü edilen kitâblarında Kadere îmânla alakalı olarak onlarca rivâyet getirmişlerdir. Meselâ Buhârî Sahîh’inde açtığı “Kitâbu’l-Kader” başlığı altında tam (27) hadis getirmiştir.[8] İmam Müslim de Sahih’inde Kitabu’l-Kader başlığı altında mükerrerler haric (34) rivayet getirmiştir.[9] Bütün bunlara rağmen “Buhârî ve Müslim Kader’e Îmânı Îmân esaslarından ayrı tuttu” demek ne ile anlatılabilir? Dinleyenleri ve okuyanları eşek yerine koymak ve bilgisizliklerinden faydalanmakla mı? Buhârî’nin ve Müslim’in Sahîh’lerini hiç okumamış olmakla mı? Buhârî’ye ve Müslim’e ne dediğini anlamayacak kadar bunak olmak çamurunu atmak çamurluğuyla mı?... Hadîs ilimlerinden hiç nasîbi olmamakla beraber o sahada konuşma densizliğiyle mi?... Beyin çukurunda usturaya sürecek kadar akıl bulunmamakla mı? Neyle?... Bu ihtimâllerin ilk üçü tiksindirecek seviyede müptezellikler… Son ikisi ise acınacak haller…
O halde Onların îmân esaslarının bazılarını bulunduran şu rivâyetleri getirmeleri başka rivâyetlerde bulunanları inkâr etmeleri manasına gelemez. Yoksa onlar, şimdiki sulu beyinliler gibi çelişkiler kumkuması ne dediğini bilmeyenlerin derekesine düşmüş olurlardı. Doğrusu Onlar îmân esaslarını Kur’ân’dan, açıklamalarını da Sünnet’ten ve Selef’in anlayıp yaşadığından alıyorlardı. Bu sebeble hadîs rivâyetlerindeki çelişki arz etmeyen eksiklik veya fazlalık bulunan lafızları “sağlam râvînin ziyâdesi makbûldur” kaidesi çerçevesinde kabûl ediyorlardı. Çünki, nakleden yahud nakledenlerden nakleden bir veya birkaç kelimeyi duymamış veya unutmuş olabilirdi. Başka yollarla ve Ümmet’in Selef’inin İcmâıyla, hatta Kur’ân’la pekişen ilâvelerin kabûlünde İslâm âlimlerinden hiçbir kimsenin zıd bir düşünce ve sözü bilinmemiş ve görülmemiştir. Tevâtür-i Ma’nevî denilen bir ilmî mesele vardır ki o, hoşaf değildir. Olsaydı bile onu herkesin yemesi bahis mevzuu değildi. Neydi o Ma’nevî Tevâtür? Bir maddenin değişik rivâyetlerde tevâtür mertebesinde gelmesiydi… Kader Meselesi de öyledir. Mücerred hadis rivâyetleri olarak başta Ma’nevî Mütevâtir, âlimlerin tartışmasız kabûlü ve bütün bir Ümmetin âlimi ve câhilinin kabulü ve tatbîki ile de sonunda kesin Mütevâtirdir. Bütün bu Mütevâtir Sünnet ve İcmâ’ Kur’ân’daki kader ve takdîr âyetlerinin tefsîri ve açıklamasıdır.
Hâsılı, bazı rivâyetlerde bir veya birkaç îmân esasının bulunmaması onların gerçekte mevcûd olmadığını göstermez. Değişik münâsebetlerle, îmân esaslarından bir kısmı açıklanmış olabilir. Kur’ân bunun açık şâhididir. Nitekim bir yazımızda şöyle demiştik:
Kur’ân’da,

(Bir) Bâzen sırf Îmân’a veya Îmân ve Amel-i Sâlih’e dâir âyet veya âyetler gelmiştir. Hiçbir îmân esâsından bahsedilmemiştir. Kur’ân fihristinden neye îmân edildiği gösterilmeden, sadece “îmân edenler” hitabıyla (258) âyet bulacaksınız.
(Îmân edip sâlih amel işleyenlere gelince, onlar için Me’vâ Cennetleri vardır.)[10]
Nelere îmân edildiği gösterilmemiş. Tabiî ki, îmân esaslarının tamâmına îmân edenler kasdedilmektedir. “Bu îmân, her hangi bir tasdîkdir” deyip, îmân esasları inkâr mı edilsin?
(İki) Bâzen sırf Allâh’a îmân’a dâir âyetler gelmiştir.
(Çünki O, azîm olan Allah’a îmân etmezdi.)[11](Kim Allah’a îmân ederse Allah onun kalbine hidâyet verir.),[12] (Kim Rabbine îmân ederse, artık ne eksiklik’den ne de ğadirlikden/haksızlığa uğramakdan korkmayacaktır)[13](Artık kim Tâğût’u inkâr eder ve Allah’a îmân ederse o sapasağlam bir kulpa sarılmıştır.)[14]
Bu âyetlerde diğer îmân esaslarından bahsedilmiyor. Âhiret ve diğer îmân edilecek şeyler inkâr mı edilsin?
(Üç) Bazen sırf Allah’a, Peygamber’e veyâ Peygamberlere, îmân’a dâir âyet gelmiştir.
(Kim Allah’a ve Resûlüne îmân etmezse şübhesiz biz kâfirler için bir alevli ateş hazırladık.)[15](O halde Allah’a ve Resûllerine îmân ediniz.)[16]
Âhiret ve diğer îmân esasları inkâr mı edilsin?
(Dört) Bazen sırf Kitâb’a veya kitâblar’a veya Allah’dan İndirilenler’e îmân’a dâir âyet gelmiştir.
(Allah’ın âyetlerine inanmayanları Allah hidâyet etmeyecektir.),[17] (Yalan iftirâyı ancak Allah’ın âyetlerine inanmayanlar yaparlar.),[18] (Âyetlerimizi ancak kâfirler topluluğu inkâr eder.),[19] (Şübhesiz sana bir takım açık âyetler indirdik. Onları ancak fâsıklar (kâfirler) inkâr eder.)[20](Şübhesiz ki, Allah’ın âyetlerini inkâr edenler için şiddetli bir azâb vardır.),[21] (Kim Allah’ın âyetlerini inkâr ederse, hiç şübhe yok ki, Allah, azâbı çok şiddetli olandır.),[22] (Âyetlerimizi yalanlayanlar ve büyüklenerek onlardan uzak duranlar. Onlar cehennemliklerdir.),[23] (Âyetlerimiz hakkında ancak kâfir olanlar (inanmamak, inkâr etmek, bâtıl olduklarını ortaya koymaya çalışmak, cennete girebilmek için onlara da îmân edilmesinin şart olmadığını iddiâ etmek gibi yollarla) mücâdele ederler.),[24] (Âyetlerimizi inkâr edenlere gelince, onlar amel defterleri solundan verilecek olanlardır. Üzerlerinde kapatılmış bir ateş vardır)[25] ve daha niceleri…
Allâh, Âhiret ve diğer îmân edilecek şeyler inkâr mı edilsin?
(Beş) Bazen sırf Âhiret Günü’ne, îmân’a dâir âyetler gelmiştir.[26]
Allah ve diğer îmân edilecek şeyler inkâr mı edilsin?
(Altı) Bazen sırf Meleklerlealâkalı âyetler gelmiştir.[27]
Allah, Âhiret ve diğer îmân edilecek şeyler inkâr mı edilsin?
(Yedi) Bazen sırf Kader’e Îmân’a esas olacak âyetler gelmiştir.[28]
Allah, Âhiret ve diğer îmân edilecek esaslar inkâr mı edilsin?
(Sekiz) Bazen sırf Allah’a, Âhiret’e ve Melekler’e îmân’a dâir âyetler gelmiştir.[29]
Diğer îmân edilecek şeyler inkâr mı edilsin?
(Dokuz) Bazen sırf Allâh’a ve Âhiret Günü’ne îmân’a dâir âyetler gelmiştir.[30]
Diğer îmân edilecek şeyler inkâr mı edilsin?
(On) Bazen sırf Allah’a, Âhiret Günü’ne îmân’a ve Sâlih Amel’e dâir âyetler gelmiştir.[31]
Yine diğer îmân edilecek şeyler inkâr mı edilsin? Amel-i Sâlih îmân esası mıdır; ona fırsat bulamayan veya sadece tenbellijk îcâbı amel etmeyen cennete gidemeyecek midir?
(On Bir) Bazen, sırf Allah’a, Melekler’e, Kitâblar’a ve Peyğamberler’e îmân etmeye dâir âyet gelmiştir.[32]
Âhiret inkâr mı edilsin?
Burada bir nokta kalmaktadır: Cibrîl hadîsi tek bir hâdise ile alakalıdır. Rivâyetlerin fazla ve eksik olarak farklı oluşları sağlamlıklarını zedelemiyor mu?
Hayır, birbirine ters düşmeyecek noksanlıklar ve fazlalıklar bilhassa rivâyetin aslı başka delîllerle pekişirse “ıztırâb”/çelişki sayılmaz ve sağlamlığa mani olmaz.
İslamoğlu:
Bana sorarsanız, Allah Resulü’nden öyle geldiği kanaatinde asla değilim. Kadere Îman hicri ilk yüzyılda Müslümanların birbirlerinin boynuna kılıç düşürdükleri bir siyasi tartışmaydı.
Cevâb:
Sana sormuyoruz. Kim sorarsa sorsun. Biz Mü’minler Kader’e îman’ın Allah’tan ve Resûl’ünden geldiğine îman ediyoruz. “Artık dileyen îman etsin dileyen de küfretsin…”
İslamoğlu:
Amentü’nün Kur’an’daki karşılığını biliyor musunuz? Kur’an’da iki ayet var: “Herkes Allah’a, meleklerine, kitâblarına ve Resûllerine îmân etti.”Orda kadere iman maddesi var mı, bir bakın bakayım? Yani Amentü’nün tamamı var ama kadere iman yok Kur’an’da. Niye acaba hiç düşündünüz mü? İman kitabını 17 sene evvel yazdım. Orda da bunu kayda geçirdim. Bu aslında ümmetin tarihindeki bir polemiğin rivayetin içine girmişidir. Anlatabiliyor muyum? Yoksa Amentü’nün karşılığı Kur’an’da iki ayette var. Fakat bu yok, bu madde yok.
Cevâb:
Yukarıda da geçtiği gibi nice âyetlerde îmân esasları tam olarak verilmemektedir. Nitekim bu âyette Kadere Îmân’ın yanında Ahiret Gününe Îmân da yoktur. Şimdi, “Allah, Âhiret’e îmân etmeyi ayrı tuttu” mu diyeceğiz? Yoksa “îmânın esasları dörttür, Âhiret’e îmân yoktur” mu denilmektedir? Bu nasıl bir akıl, bu nasıl bir îmân? Esâsen biz böylesi akıl, ilim, anlayış ve ciddiyetten uzak kimselerle ve aynı vasıftaki sözleriyle uğraşmakla ne kadar harab olduğumuzu kısmen de olsa biliyoruz. Ama ne çâre ki, buna birçok sebeb ve hikmetle mecbûr kalıyoruz…
Bu aslında Ümmet’in tarihindeki bir polemiğin rivayetin içine girmişidir; anlatabiliyor muyum?” diyorsunuz. Çok iyi anlatıyorsunuz ve yalan söylüyorsunuz. Kuruntu ve hayallerinizle hezeyânlar saçarak Allah’ı, Resûlünü ve âlimiyle-avâmıyla bütün bir Ümmet’i yalanlıyorsunuz. Demek ki, “Amentü’nün karşılığı Kur’an’da iki ayette var. Fakat bu yok, bu madde yok” ha!... Allah doğru söyledi: “…Âyetlerin tamâmını görseler de onlara îmân etmezler….”
İslamoğlu:
Çünkü bu madde Emeviler devrinde Emevilerin zulümlerini kader üzerinden yürüttüler ve Hasan el-Basri kader risalesi diye bir mektup yazdı Abdulmelik bin Mervan’a; meşhurdur, piyasada vardır, onu alın da bir okuyun. Hasan el-Basri’nin kader risalesi. Hay dillerine sağlık Üstadım! “Allah’a iftira ediyorsunuz” diyor. Ne diyorlardı Emeviler? “Hüseyin’in kaderi ölmekti. Dolayısıyla bizim suçumuz yoktu, kaderine koştu; napalım.” Hz. Zeyneb’e Yezid’in dönüp de Hüseyin’in kesik mübarek başını gösterip söylediği lafı biliyor musunuz? “Onu Allah öldürdü.” Kadere iman diye buna diyorlar onlar; biliyor musunuz? Buna karşılık Hasan el-Basri o irfânî mizacına rağmen, o mûnis yapısına rağmen kükredi. Allah’a iftira ediyorsunuz, dedi.
Cevâb:
Büyüklerin büyük sözleri cücelerin cüce beyinleriyle işte bu kadar anlaşılabilir. Hasen-i Basrî âlimane, hakîmâne ve fâdılâne bir şekilde hem doğruyu söyledi hem de doğru söyledi. O’nun i’tirâz ettiği bunların “kaderden olduğu” değil, kul olanların kendi kesb ve isyânlarını kadere yüklemeleri, âlimlerin ifâdesiyle kaderle ihticâc etmeleri idi. Kader kalkanı arkasına sığınılmazdı. Âdâlet ve hikmet çerçevesini hiçbir zaman taşmayacak olan Kader’in arka planında mazeret ileri sürüp mes’ûliyyetten kurtulmaya çabalamağa mâni olacak nice incelikler ve sırlar vardı… Oysa onlar doğruyu söylemişlerdi ama doğru söylememişlerdi. Kendi irâdeleriyle attıkları adımları hesâba katmamışlardı. Bir doğru ile kendi eğrilerini kılıflamaya çalışmışlar ve hakîkaten Allah’a iftirâ etmişlerdi. Tıpkı Nebimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’e “şâhidlik ederiz ki sen Allah’ın Resûlüsün” diyen münâfıklar için Rabbimizin “halbuki Allah şâhidlik etmektedir ki onlar elbette yalancılardır/yalan söylemektedirler” buyurması gibi… Nebimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’in “Allah’ın Resûlü” olduğu doğruydu, münâfıklar doğruyu söylüyorlardı; ama doğru söylemiyorlardı, maksadları doğru değildi…
İslamoğlu:
Dolayısıyla tarihte siyasi bir takım sonuçlardan dolayı rivayetlerin içinde korumaya alınmış hususları biz akaidin bir maddesi gibi algılarsak yanlış olur. Hakikaten beni niye buraya çektiniz? Bela yetmiyordu başımdaki şimdi bir de bunu mu eklediniz? Şimdi yarın bakın siz piyasaya: “Amentü’ye de dokundu.”
Cevâb:
Doğru, Âmentü’ye çok süflî bir biçimde, sapıkça ve câhilâne dokundunuz.
Evet, târihte de günümüzde de inançlarını bir takım siyâsi kabûllerinin kurbânı yapan ve inanç sapmalarının ibretlik tablolarını sergileyen irâdesi zayıf zavallılar olmuştur. Lâkin, Kadere inanan Ehl-i Sünnet imâmları gerek Emevî, gerekse Abbâsî zâlimliği karşısında canlarını bile verebilecek kararlılıkla dimdik durmuş, bu duruşlarıyla destanlar yazmışlardı. Onlara ve Kader inancı sâhibi Ümmet’in tamamına böylesi bir karayı çalanlar bilsinler ki, yanlış oynuyorlar. Bu çamur, akıllılar ve hidâyette olanlar nezdinde zaten kara olan suratlarını tastamam karartmaktan başka bir işe yaramaz. Bilhassa iki mühim noktadan çok kötü açık veriyorlar: Bir kere Kader inancına sâhib olan İmâmlarımız İmâm A’zamlar, Mâlikler, Şâfiîler, Ahmed İbnü Hanbeller devirlerindeki zâlimlerden icâzetli ve destekli bir hareket içinde değillerdi. Onlarla araları hiç mi hiç iyi değildi. Meselâ günümüz zâlim düzenlerince icâzet verilen ve Selefimizin kalesini düşürmek mukaddes işiyle vazîfelendirilip beslenen akademisyenler ve t.v. sâhibleri gibi değillerdi. Onlar, hiçbir zaman ayyaş Abbâsî padişahına karşı Müşrik Hülâgü ile işbirliği yapıp bir rivâyette yüzbine yakın, başka bir rivâyette de milyona yakın Müslümanın kanının dökülmesine sebeb ve yardımcı olan Şiî vezir İbnü’l-Alkamî gibi olmadılar. Tıpkı günümüzdeki gibi… Onlar, cukkaları hesab ederek Amerika’nın Irak’a girip milyona varan Mü’min kanı dökmesine yüz binlerce Mü’min kadının da ırzına geçmesine yardımcı olanlara yalakalık yapan “Müslüman aydınlar” ve t.v. patronları gibi olmadılar. Onlar, Amerika’yla işbirliği yapan husûsan Iraklı Şiîler ve Türkiyeli satılmış zâlimler için tenkid şöyle dursun, tek bir kelime bile sarf etmeyen Goldziher âşığı ve talebesi “Modernist Müslüman aydınlar, t.v. sahibleri,” zâlim yaverleri ve onların zulümlerine çanak tutanları gibi asla değillerdi. Küfür sistemlerinin açık gübre yığınlarında üretilen şu zehirli kültür mantarlarına bakın hele!... Kimlere hangi çamuru atmaya kalkışıyorlar?!... Dünyalık hedefler uğruna satmadıkları kalmayanlar, Sahâbeden günümüze Ümmetin İmâmlarına nasıl da tiksindirici iftirâlar atıyorlar?... Zâlim Amerika’nın ve Yehûdî’nin cezâlandırdığı ve ipini çektiği bir siyâset adamını kıyasıya karalarken Amerika’nın bölgedeki en büyük av köpekliğine soyunanlara tenkıdvârî bir şeyler demek şöyle dursun, önlerinde zevkle kuyruk sallayanların şu dediklerine bakın!... “Tarihte siyasi bir takım sonuçlardan dolayı rivayetlerin içinde korumaya alınmış hususları biz akaidin bir maddesi gibi algılarsak yanlış olur”muş… Alakalı olduğu meselemize nisbetle şu artistik ve bir o kadar da müptezel olan gürültülere bakınız!... Bu, insanların gözünün içine baka baka tarihi ters yüz etmek değil de nedir?... Oysa asıl Kader meselesinde ciddî problemleri olan Mu’tezile o sözü edilen dönemlerde bahsi geçen zâlimlerle beraber olmuş, Mü’minlerin Kader inancına sâhib olan imamlarına kan kusturmuşlardı… Bu yapılana, “yavuz hırsızın ev sahibini yakalaması”demezler de ne derler?
Hâsılı, asıl şu andaki Kader inkârcıları, içinde yaşadıkları İslâm’a düşman Küfür düzeninin siyasi gübreliğinde yetişen veya onlardan beslenen kimselerdir. Onların Kader inkârı şeklindeki küfür inançlarını belirleyen küfür sistemleri ve ideolojileridir.
İslamoğlu:
Amentü Kur’an’dır. Baştan sona iman ettik, hadise budur.
Cevâb:
Bu sözle, Sünnet’i bir tarafa fırlatan ve Mü’min olduğunu iddiâ ederek Mü’minleri kandırmaya çalışan harbi kâfirlerin taktiği hedefleniyorsa dünya hayatı ve hiçbir şey için değmeyecek boşuna zavallıca bir iş yapılıyor. Kur’ân’a îmân etmek sadece lafla olmaz… Çünki O’na îmân eden Sünnet’i bir yana atamaz… “Kur’ân’a baştan sona iman ettik” diyen Ondaki Kader âyetlerini keyfince yorumlamakla buharlaştırıp dolaylı olarak inkâr edemez.
İslâmoğlu:
Kaldı ki aynı rivayeti nakleden Buhari ve Müslim aynı rivayeti içinde kadersiz de nakletmişlerdir. Bu rivayetlerin hangi sayfa, hangi cild, hangi numara olduğunu görmek isteyen İman kitabına baksın, orada var. Dolayısıyla lütfen bunları bir tartışma meselesi haline getirmeyelim.
Cevâb:
“Buhari ve Müslim, aynı rivayeti, içinde kader bulunmayan tarıklerle de nakletmişler” ise ne olmuş? Bu, hangi ilmî mesnedle Kaderin inkârını gerektiriyormuş?.. Kur’ân’da onlarca kıssa vardır ki, değişik yerlerde değişik şekillerde anlatılır. Bunlarda çelişki asla yoktur ama, bir takım fazlalık ve eksiklikler vardır. Bir takım husûslar, sözler ve işler bir takım âyetlerde yer almadı diye inkâr mı edilecek?... Kezâ yukarıda da anlattığımız gibi îmanla alakalı âyetlerde bulunan eksik ve fazla unsurlara ne diyeceğiz?... Sübhânellah bunlar hep bir tornadan çıkmış!... İdrâk fukaralığı hepsinde aynı… Bakış şaşılığı tıpatıp…
İslamoğlu:
Aslında bunlar bayatlamış şeyler.
Cevâb:
Eski küflenmiş kâfirlerle çağdaş dinsizlerin ve İslâm düşmanlarının çiğneye çiğneye hakîkaten bayatlattığı bir sakız: İslâmî olan değerlere “bayatlamış şeyler” yaftasını asmaya kalkışmaları…
İslamoğlu:
Ama diyeceksiniz ki hocam “kadere de iman etsek.” Hiçbir sıkıntısı yok, ama hangi kadere. Ne anlıyorsunuz kaderden?
Cevâb:
Biz Kader’den, küfür sistemlerinin beslemeleri cüce beyinlilerinin anladığını değil, Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem, Ashâb’ı ve Ehl-i Sünnet İslâm âlimlerinin tamâmının anladığını anlıyoruz.
İslamoğlu:
Biliyor musunuz, müşrikler kadere iman ediyordu ve Kur’an bize naklediyor bunu. Ne diyorlardı: “Eğer Allah dileseydi biz şirk koşmazdık[33] diyorlardı ve Kur’an da bize bunu aynen iki yerde naklediyor. Ne dersiniz? “Ne mübarek adamlar” mı dersiniz, “vay ahlaksızlar vay” mı dersiniz? Allah’a bundan büyük iftira olur mu? Şimdi kadere iman mı etmiş oldular bu adamlar?
Cevab:
Biliyor musunuz, Müşrikler Allah’a ve Meleklerine de inanıyorlardı, bu Kur’ân’ın bir çok yerinde bize naklediliyor, ne dersiniz? İnanıyorlardı, ama çarpık bir şekilde… O halde Allah’a ve meleklerine doğru bir şekilde -hâşâ ve kellâ- îmân etmeyecek miyiz? Müşriklerin bu sözleri, Kadere Îmân değildir; hakîkatte, gerektiği şekilde inanmadıkları kaderi kalkan yapmaktır. Yukarıdaki âyetin iniş sebeblerinde de naklettiğimiz gibi, onlar, -tıpkı günümüzdeki kader inkârcıları gibi- kader mevzûunda Nebimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’in Kader anlayışına i’tiraz etmişler, şu sözü de -Allahu a’lem- O’nu ilzam, yani kendi kabûlü ve inancı ile susturmak için söylemişlerdi. Veya diyebiliriz ki, çarpık ve yamuk yumuk da olsa Müşrikler Kader inancında şu kader inkârcılarından doğruya daha yakındırlar.
Çünki Allah celle celâlühû,
Şâyet Allah dileseydi onlar şirk koşmazlardı,“[34]
“Şâyet Rabbin dileseydi yer yüzündekilerin tamamı hep beraber îmân ederlerdi,”[35]
“Şâyet Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı”,[36]
“Allah dileseydi, elbette onları hidâyet üzere toplardı, o halde sakın câhillerden olma”,[37]
“Allah dileseydi, onu işlemezlerdi; o halde onları iftirâlarıyla baş başa bırak”,[38]
“Allah dileseydi, insanları tek bir ümmet yapardı[39] ve daha nice âyetlerde bu manada başka nice sözleri buyuruyor, ona ne diyeceksiniz?..
Allah’ı da mı -hâşâ- “asılsız bir kader inancı” ile karalayacağız, yahud O’na “sen de Müşrikler gibi düşünüyorsun” mu diyeceğiz? Söz aynı…
Evet, Nebimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’i susturmaya çalışan ve çarpık bir kader anlayışına sâhib olan şu pis müşriklere “Ne mübarek adamlar” demeyiz ve “vay ahlaksızlar vay” deriz, hatta daha da fazlasını deriz; lâkin, onlar kadar bile olamayan kader inkârcılarına daha da yakışıklı sözler söyleriz.
Kaderle alakalı otuz civârında rivâyeti bulunan Buhârî’yi, kırk civârında rivâyeti olan Müslim’i, diğer bütün muhaddisleri, Müsned’i Kader’e Îmân’ı da bulunduran iki hadîsle başlayan ve bunlardan birincisi Kader’e îmân etmeyenden uzak olunmasını bildiren İmâm A’zam Ebû Hanîfe’yi, Muvatta’sında, Kader hakkında on rivâyet bulunan İmâm Mâlik’i, Müsnedi Mükerrerler hâric (45) Kader hadîsini içine alan İmâm Ahmed İbnü Hanbel’i ve diğer imâmlarımızı müşriklerle bir kefeye koyan, Onları en temel bir meselede, îmân noktasında müşrik kafalı i’lân eden bir vatandaşın Mü’minlerin gözündeki yer neresi olmalıdır?... Elbette ki en baş köşe(!)… Gayretleri böylesine sönmüş bir “Mü’min”ler topluluğu içinde bulunmak, Allah’a ve Resûlüne göre Mü’min olanları nasıl kahretmesin?... Böyle bir kafa sahibinin “ben mezheb İmâmlarına saygılıyım, onlar aleyhinde konuştuğumu kim duymuş?” demesi sahtekarlık ve yalancılık değil de nedir? Kur’ân’ın “köküne kiprit suyu döktüğü müşrik inancı”nı bulunduran şu imâmların güvenilir hangi yanı kalabilir?... Hele, işine gelen yerlerde onca hadisleri -hâşâ- uydurup Ümmet’e sunanlardan hadîs rivâyet etmek, hokkabazlıktan başka ne ile açıklanabilir?
İslamoğlu:
Aslında Kur’an bu inancın temeline yönelik kibrit suyu döküyor, biliyor musunuz? Çünkü bu sakat inanç, Allaha iftiradır, iradeyi yok ediyor.
Cevâb:
Yok… “Kur’ân(ın) bu (Kader) inancın(ın) temeline yönelik kibrit suyu döküyor” olduğunu bilmiyoruz. Çünki yok böyle bir şey. Tam aksine bu “iftirâ” iddiâsının da, sık sık yapıldığı gibi Kur’ân’a yapılan bir iftira olduğunu biliyoruz. Kur’ân ile, Kur’ân’dan câhilce ve sapıkça çıkarılan yanlış manalar karıştırılmış… Evet, bu inanç, ilahlaştırılan sınırsız iradeyi yok ediyor ama, mükellefiyet ve mesûliyete gölge düşürmeyecek kadar bir irâdeyi bırakıyor.
-----------------------------------------------
Kader Nedir, Ne değildir?
-----------------------------------------------
İslamoğlu:
O nedenle kadere iman nedir, önce kaderi bir anlamak lazım. (قدرنا تقديرا) Kur’an’da geçen bu tür ibareler Allah’ın bütün bir varlığı, bütün bir mahlukatı ölçüsüz yaratmadığına imandır. Eğer buysa sa kıncası yok, buysa sakıncası yok değil, zaten buna iman etmeden olmaz. Allah’ın hiçbir şeyi ölçüsüz yaratmadığına iman ettik. Onun için Amentü’yü öyle okumamız ve kaderi böyle anlamamız halinde hiç bir beis yok devam edelim. Evet devam edelim. Ama kadere imandan ne anladığımızı çok iyi bilelim.
Cevâb:
Müşrikler de dahil, Allah’ın “bütün bir varlığı, bütün bir mahlukatı ölçüsüz yaratmadığı”na kim itirâz ediyor?. Müşriklere ve felsefecilere varıncaya kadar, Allah’ın var olduğunu kabûl edenlerin tamamı “Allah, yarattıklarını ölçüsüz yarattı” demezler. Aksine Allah’ın “bütün bir varlığı, bütün bir mahlukatı ölçüsüz yaratmadığı”na inanırlar. O halde, onlara bu hakikati ilzam yoluyla söylemenin bir manası yoktur. Çünki onların buna hiçbir itirazı yoktu. Bu doğru, Allah’ın varlığını kabûl etmeyenlere ise hiç denmez. Zîrâ onlar, başta Allah’ın varlığını kabul etmezlerkenyaptıklarını ölçülü veya ölçüsüz olmasını bahse bile mevzu etmezler. O halde, onlara denilecek ve gösterilecek olan, Allah’ın varlığının delilleridir, yaptıklarının “ölçülü olduğu” değil. Halbuki bu âyette onlara her bir şeyin bir kader’le yaratıldığı söylenmektedir.
İslamoğlu:
Allah’ın verdiği aklı kullanmadık, gittik günahı işledik. İşlediğimiz günah başımıza bela oldu. Onu temizlemek yerine o günah başka günaha sardırdı bizi ve yara bere içinde kaldı imanımız.
Cevâb:
İşte burası doğru. Bu dedikleriniz kendiniz için bir i’tirâf olduğundan kabûl edilebilir; hattâ müşâhedelere de dayanarak bunların sizde zirvede olduğu söylenebilir… Ancak bu çamuru, ondan uzak olan başkalarının da suratlarına sıvamaya hakkınız yoktur. Çünki bunlar başkaları için ithamdır ve kabulü içün yeterli delile muhtâcdır. Oysa böyle bir delil bilinmemektedir. İleri sürülen vehimler ise isbatta bir işe yaramaz…
İslamoğlu:
Oraya çıktık, “kaderimmiş, Allah yazmış ne yapalım günah işlemeyi.” Haşa, bu kader midir, bu kadere iman mıdır?, Bu Allah’a iftira değil midir?
Cevâb:
Bu mazereti şeytan ve peşine takılan sapık Cebriye Mezhebi ileri sürmekle müdhiş bir sapıklık sergilemişti. Evet, şu sözün bile ilk kısmı “kaderimmiş, Allah yazmış” kadarı doğrudur. Lâkin o doğruya dayandırılmak istenen “mes’ûliyyetten kurtulmak” çabaları mahiyetindeki “ne yapalım” kısmı ise yanlış… O bakımdan, Allah’ın, kâfirlerden olduğunu haber verdiği şeytanın “kaderimmiş, Allah yazmış” sözü doğru olsa da, bu doğru bölünme kabûl etmeyen îmân esasları içinde bulunmadığından “Kadere îmân” değildir. “Ne yapalım (?)” demesi ise Allah’a iftirâdır. Çünki bu günahlar, Allah celle celâlühû yazdığı için işlenmemiştir; işleneceği için yazılmıştır. Kader, Allah’ın bir şeyi “ilmine dayalı olarak yazmasıdır”, felsefecilerin ve peşlerinden gidenlerin dediği gibi “Kaderin (veya Kaza’nın) ilim nev’inden olması, İlmin de ma’lûma/bilinene tâbi’ olması, Allah’ın sadece ezelde olacakları bilmesinden ibâret[40] değildir. Buna ilâve olarak “ezelde yazması”dır.
Nitekim, Kadızâde Ahmed Şemsüddîn şöyle demektedir:
“Ebû Hanîfe radıyallâhu anhü, ‘lâkin ketebehû bi’l-vasfı lâ bi’l-hükmi[41]/’Lâkin Allah yazdıklarını hüküm ile değil, vasıf ile yazdı’ demiştir. Yani Hak sübhânehû ve teâlâ Levh-i Mahfûz’a vasıf yoluyla yazdı. Yani her şey hakkında ‘fülâh şey şöyle olacak, fülân kimseler, kendi tercîhleriyle kâfir olacaklar, falan kimseler kendi tercîhleriyle mü’min olacaklar ve diğer şeyler şöyle olacaklar diye her şeyin vasıfları ve halleri ve kulların irâdeleri ve kasıdları îcâda sebeb olur. Yoksa, fülân kimseler şöyle olsunlar, fülân şeyler böyle olsunlar diye hüküm emir ve nehiy yoluyla değildir.”[42]
Hâsılı, İmâm A’zam, meâlen “Allah celle celâlühû yazdıklarını yapın diye değil de, yapılacak diye yazdı” demekle anlatmaya çalıştığımız ince noktayı ortaya koymakta ve açıklamaktadır.
Allah celle celâlühû da şöyle buyurmaktadır:
-“…Bu yüzden Allah onu bir ilme dayalı olarak şaşırttı”,[43]
-”Allah’ın işi takdîr olunmuş bir kaderdir”,[44]
-”…Şübhesiz ki, kavminden (Allahın ilminde) îmân edenlerden başkası asla îmân etmeyecektir,[45]
-“Ancak çok küfredici bir fâcir doğuracaklardır”,[46]
-”Bilin ki, Allah kişi ile kalbi(ndeki îmânı) arasında perde (mâni’) olur (da îmân edemez),[47]
-“De ki, bize ancak Allah’ın bizim için yazdıkları isâbet edecektir”,[48]
-“Allah bize hidâyet etmeseydi, biz hidâyete erecek değildik.”[49]
İmâm Buhârî, yukarıdaki âyetleri, Sahîh’indeki Kader Kitâbı’nın bâb/mevzû başlıkları yaptıktan sonra, onları şu başlıkların altında Kader’le alâkalı olarak rivâyet ettiği onlarca hadîsle desteklemiştir. Yani zikri geçen âyetleri -belki de tefsîre ihtiyâc bırakmayacak kadar açık bir şekilde Kader’e îmân’ı göstermelerine rağmen- bu hadîslerle de tefsîr ve îzâh etmiştir. Açıktır ki, Kader’e îmân etmenin aslında bu âyetler ve benzeri başka âyetlerle sâbit olduğunu, bu âyetleri Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’in böyle anladığını ifâde etmek istedi. Âlimi ve câhiliyle koca bir Ümmet de aynı kanaatte olmasına rağmen, birileri olanca câhillik ve geri zekâlılığına rağmen kalkacak bu hadîslerin uydurma olduğunu şu âyetlerin de başka manalara geldiğini iddiâ edecek ve Mü’minler onun “ictihad sahibi” olduğuna inanacaklar, Ümmet’in imamlarının tamamının önüne geçirecekler ve Mü’min kalacaklar(!)... Vallahi yalan…
Mezheb imamlarına, saygılı imiş ama, onları taklîd etmezmiş; Mezheb imâmları da böyle söylüyorlarmış.” Bu kadar -hâşa- hurafeci olan, hurâfecilikleri îmândan olmayan hattâ şeytanın ve müşriklerin inançları olan bir inanışı îmân esâsı hâline getirecek kadar ileriye varmış, âyetleri bu kadar tahrîf edecek seviyede yanlış anlayacak geri zekâlılara, hakîkaten hürmet ve saygı duyan, kesinlikle katıksız bir ahmak, yalandan böyle diyen de münâfıktır. Evet imâmlarımız, delilleri bilinmeden taklîd edilmelerini yasaklamışlardır, doğru… Ama bu yasağın muhâtabları kimlerdi?... Bu sözün herkese nisbetle söylendiğini iddiâ etmek ise kuyruklu bir yalandır. İmâm Nevevî ve başkaları bunların ictihâd ehliyetini bulunduranlar olduğunu söylemişlerdir. Vasatın çok altında dil/Arabça, sıfır seviyeye yakın Şer’î ilimler, sıfırın altında Mantık, kifâyetsiz akıllar ve dibe vurmuş idrâkler ile meflûc, kör ve sarhoş olmuş zavallı zamâne “müctehidler”i(!) elbette bu yasağın dışındadırlar. Bunlar birilerini taklîde bile ehil olmayan, hattâ elinden tutulup helâya götürülen körler misâli husûsî müşâhade altına alınması gereken kimselerdir. Avâm onlara nisbetle çok daha üstün mertebelerin sâhibleridirler… Çünki onlar, hiç değilse, her bakımdan kifâyetsiz olduklarının farkındadırlar…
İslamoğlu:
Onun için bakın şu etrafınıza bakın, afâkî bir şeyden sözetmiyorum gidin mahallenize, oturun beş kişiyle konuşun.
Cevâb:
Evet, mahallede oturan Mü’mine ihtiyar nineler bile, kadere îmân eder ama, suçu Allah celle celâlühû’ya yükleyerek suçsuzluğunu iddiâ etmezler…
İslamoğlu:
Evet bir de kader mahkumu var değil mi?. Ama gerçekten kader mahkumu var, o ayrı bir mesele. Fa kat insan iradesinin dahiline, alanına giren hususlarda insanın kaderi seçmektir. Allah bu kaderi koymuştur ve Allah bunu söylemiştir: (و قل الحق من ربكم) “De ki, Hak Rabbinizden açıkça ortaya gelmiştir.”
(” فمن شاء فليؤمن ومن شاء فليكفر)“İsteyen îmân etsin, isteyen inkâr etsin.”
Cevâb:
Şükür ki, burada İnsân irâdesinin ve mükellefiyetinin dışındaki bir kaderin varlığı kabûl ediliyor gibi. Lâkin “insan iradesinin dahiline, alanına giren hususlarda insanın kaderi seçmektir” denilirken ne denilmek isteniyor? İnsânın mes’ûl tutulması için çok az da olsa bir parça irâdesinin bulunması ve kullanılması lâzım gelir. Ancak, “Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz[50] denilirken, bir takım suçlarımız ve hikmetler yüzünden bazen dilememizin Allah Teâlâ tarafından dilenmeyebileceği anlatılıyor. Yani Allah celle celâlühû, bir yanda yapacağımızı bildiği yanlışlıkları ve isyanları yazarken, öte yandan da bunlara veya başka sırlara istinâden -adâleti ve hikmeti çerçevesini taşmayacak bir şekilde- başka şeyleri de yazar.
İslamoğlu:
Tamam bitti, değil mi? Ne diyor Kur’an? Açıkça diyor, açıkça diyor: (فالهمها فجورها و تقويها) İnsanın yaratılışından bahseden bir paket, bir pasaj içindedir, biliyor musunuz? İnsanı Allah’ın yarattığını, tesfiye ettiğini, ta’dil ettiğini söylüyor, ondan sonra ne yaptı diyor bakınız: “İçine fücur tohumunu da koydu, takva tohumunu da koydu.” İster fücur tohumunu sular cehennem çıkarır, ister takva tohumunu sular cennet çıkarır. Daha ne desin Kur’an? Onun için bütün bu paketi birbiriyle anlamalıyız değerli dostlar. Şimdi sert mi oluyorum? (Katılımcılardan birisi: “Aksine hocam, aksine!”) Onu sen diyorsun, başkaları neler diyor bir bilsen.
Cevâb:
Allah celle celâlühû’nun insana takvasını da fücûrunu da ilham etmesi dahî, şübhesiz ki Allah’ın Kaderi’nin bir îcâbı ve parçasıdır. Kader’e îmân etmemek de fücûr tohumunu ekmek kaderidir ki Allah onu kulu hakkında bilgisine dayanarak yazmıştır.
-----------------------------------------------
Netîce
-----------------------------------------------
Kâinâtın ezelî bir proje ve plânının olmadığını ve buna göre yaratılmadığını iddiâ etmek, sunturlu bir geri zekâlılıktır. Kullar, Âlemin çok küçük bir parçasıdırlar. Onların mükellefiyet ve mes’ûliyyetle alakalı ışleri de hayatlarının irâdeye dayalı olan yine küçük bir kısmını teşkîl etmektedir. Bu küçük parça içindeki küçük parçada -hak etmeseler bile- hidâyete mazhar olmaları, veya saptırılmayı hak edip de İlâhî irâde îcâbı saptırılmamaları yanıyla bir şey demeye gerek yok. Bu bir ihsândır, -her noktada olduğu gibi- bilhassa bu noktada dahi Allah’a hesâb sorulamaz. Kısmen ihtiyârî ve irâdî olan noktalardaki sapma ve saptırmaya gelince… Kader inkârcısı geri zekâlıların, kelin “karışık hâle gelen” saçları misâli, olmayan akıllarını karıştıran işte bu nokta… Bu işlerdeki saptırmanın büyük bir kısmı, doğruyu görmesini kolaylaştıracak yolların -değişik sebeb ve hikmetlerle- gösterilmemesi demek olan “hızlân” mahsûlü… Kalanı da nihâyet, ilâhî ilimde malûm ve gizli bir takım vukû’ bulacak cinâyetler, günahlar ve kusurlar yüzünden insana hak yolun kapatılıp bâtıl yolun da açılmasıyla olan saptırma… Bütün bunlar, kulun fiilleri içinde çok az ve bir bakıma siparişe göre olmasına rağmen, yaratılanların hepsinden bu takdîri nefyetmek, “kader yoktur” demek, insana hür ve sınırsız irâdeyi bağışlamak, yaratıcıyı müdâfaa edeyim derken, O’nu devre dışı bırakıp kulu bu güç ve yetkiyle donatmak yaratıcı yapmaktır. Bu da değişik bir şirktir. İnsanda, “mes’ûl değilim” diyemeyeceği ve Allah’ı -hâşâ- adâletsizlikle ithâm edemeyeceği kadar çok cüz’î bir irâde vardır. Bunun nisbeti ise, bütün bir hayatına göre binde bir midir, on binde bir midir, milyonda bir midir? Bilmiyoruz…
Hâsılı, Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’in, Ashâb’ının, Mü’minlerin ve İmamlarının anladığı manada bir “Kader’e îmân”, Mü’min olabilmek için alâ küllî hâl lâzım olan bir îmân esâsıdır. Onu inkâr etmek, yahud başka taraflara sündürmek Kur’ân’ı, Sünnet’i ve dolayısıyla Mukaddir olduğunu haber veren Allah’ı ve Resûlü sallallâhu aleyhi ve sellem’i yalanlamaktır. Bu îmân, zamâne zındıklarının iddiâ ettiği gibi -hâşâ- asılsız bir şey değil, Kur’ân ve Sünnet delîlleri yanında Ümmet’in üzerinde İcmâ’ ettiği bir esasdır. Bu Kader îmânını bulundurmayan ise şeksiz ve şübhesiz kâfirdir.
وَصَلَّى الله عَلٰى سيدنا محمد وَ عَلٰى اٰلِه وصحبه كلما ذكره الذاكرون وغفل عن ذكره الغافلون
وَ الْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ الْعَالَمٖين




[1] Kamer: 49

[2] Ahzâb:38

[3] Yâsîn:38

[4] Ed-Dürrü’l-Mensûr (7/601), Ahmed, Müsned (9443), Müslim (2656), Tirmizî (2157), İbnü Mâce (83), (benzerini) İbnü Cerîr, Tefsîr (27/65, bir çok yolla), Beyhakî, El-Kadâ ve’l-Kader (177,180), [Halku Ef’âli’l-İbâd (104), Beğavî, Şerhu’s-Sünne (80), Beyhakî, El-Kadâ ve’l-Kader dipnotu:180]

[5] Ed-Dürrü’l-Mensûr (7/602)

[6] Ed-Dürrü’l-Mensûr (7/602) Meselâ, “Kader ölçüdür, kadere iman Allahın hiçbir şeyi ölçüsüz yaratmamış olduğuna imandır” gibi sözleriyle…

[7] Süâl: “Seyyid Ebu’l A’lâ el-Mevdûdî
imanın şartlarından olan kaderi İman
dan ayırıp Ehl-i Sünnet akidesine ters
düşmüş müdür? Zannedersem İslama
giriş kitabı.” Link: http://video.google.com/videoplay?d...0&ei=aDX_SaOnIcLQ-AbN_cSnAg&q=islamoğlu+kader

[8] Buhârî, Sahîh (6594-6620) Yani tam (27) aded hadis.

[9] Müslim, Sahih (3/2036-2052)

[10] Secde:19

[11] Hâkkah:52

[12] Teğâbun:11

[13] Cin:13

[14] Bakara:256

[15] Fetih:13

[16] Âl-iİmrân:179, A’râf:158, Hadîd:7

[17] Nahl:104

[18] Nahl:105

[19] Ankebût:47

[20] Bakara:99

[21] Âl-i İmrân:4

[22] Âl-i İmrân:19

[23] A’râf:36

[24] Ğâfir:4

[25] Beled:19-20

[26] Nahl:22,60, İsrâ:10,45

[27] Kur’ânda sadece “Melâike” kalıbının geçtiği (68) âyet vardır ki, diğer kelimeler ayrıdır.

[28] Kamer:49,Ahzâb:38

[29] Bakara:177

[30] Bakara:232

[31] Bakara:62, Mâide:69 vd.

[32] Bakara:285

[33] En’âm:148

[34] En’âm:107

[35] Yûnus:99

[36] Mâide:48

[37] En’âm:35

[38] En’âm:112

[39] Hûd:118

[40] Kadı Beyâdî, İşârâtu’l-Merâm:265; Şerhu Mevâkıf’dan naklen Keşşâfu Is- tılâhâti’l-Fünûn:2/1235

[41]Kadı Beyâdî, el-Fıkhu’l-Ekber’den naklen İşârâtu’l-Merâm:278

[42] Ferâidü’l-Fevâid:293, (1220 baskısı)

[43] Câsiye:23

[44] Ahzâb:38

[45] Hûd:36

[46] Nûh:27

[47] Enfâl:24

[48] Tevbe:51

[49] A’râf:43

[50] İnsan:30
 

lafons7275

Kıdemli Üye
Katılım
19 Şub 2013
Mesajlar
21,533
Tepkime puanı
342
Puanları
0
Konum
İzmir
Yalnız Kuran diyenler Allahu Tealanın olmuş, olan ve olacak herşeyi bilmesini kabul ediyor mu?
@çelebiler @Yahayy ?
 

çelebiler

Kıdemli Üye
Katılım
4 Ocak 2013
Mesajlar
7,457
Tepkime puanı
211
Puanları
0
Yalnız Kuran diyenler Allahu Tealanın olmuş, olan ve olacak herşeyi bilmesini kabul ediyor mu?
@çelebiler @Yahayy ?
Allah herşeyi bilir.

Allah'ın bizzat cüppelinin işlerini gördüğüne inannıyor musun?

Allah'ın ete kemiğe bürünmüş halinin mahmut hoca olduğuna inanıyor musun?

Cüppelinin yanmayan kefeni ile gömüldüğünde kabirde seni ateşin yakmayacağına inanıyor musun?



LG-D682TR cihazımdan Tapatalk kullanılarak gönderildi
 

lafons7275

Kıdemli Üye
Katılım
19 Şub 2013
Mesajlar
21,533
Tepkime puanı
342
Puanları
0
Konum
İzmir
Allah herşeyi bilir.


LG-D682TR cihazımdan Tapatalk kullanılarak gönderildi

Teşekkür ederim.

Şu ayetleri tefsir okumadan nasıl anlıyorsun?

Ey Peygamber! Mü’minleri savaşa teşvik et. Eğer içinizde sabırlı yirmi kişi bulunursa, iki yüz kişiye galip gelirler. Eğer içinizde (sabırlı) yüz kişi bulunursa, inkâr edenlerden bin kişiye galip gelirler. Çünkü onlar anlamayan bir kavimdir.

Şimdi ise, Allah yükünüzü hafifletti ve sizde muhakkak bir zaaf olduğunu bildi. Eğer içinizde sabırlı yüz kişi olursa iki yüz kişiye galip gelirler. Eğer içinizde (sabırlı) bin kişi olursa, Allah’ın izniyle iki bin kişiye galip gelirler. Allah, sabredenlerle beraberdir.

Enfal 65, 66
 

çelebiler

Kıdemli Üye
Katılım
4 Ocak 2013
Mesajlar
7,457
Tepkime puanı
211
Puanları
0
Teşekkür ederim.

Şu ayetleri tefsir okumadan nasıl anlıyorsun?

Ey Peygamber! Mü’minleri savaşa teşvik et. Eğer içinizde sabırlı yirmi kişi bulunursa, iki yüz kişiye galip gelirler. Eğer içinizde (sabırlı) yüz kişi bulunursa, inkâr edenlerden bin kişiye galip gelirler. Çünkü onlar anlamayan bir kavimdir.

Şimdi ise, Allah yükünüzü hafifletti ve sizde muhakkak bir zaaf olduğunu bildi. Eğer içinizde sabırlı yüz kişi olursa iki yüz kişiye galip gelirler. Eğer içinizde (sabırlı) bin kişi olursa, Allah’ın izniyle iki bin kişiye galip gelirler. Allah, sabredenlerle beraberdir.

Enfal 65, 66

Müslümanlar az sayıdayken bile savaşmakla yükümlülerken içlerinde oluşan korku ve endişe gibi zaaflar sebebiyle çok daha fazla olan düşmana karşı savaşma yükümlülüklerini kaldırıp müslümanlar daha rahat olsunlar diye sayıları artacağı zamana savaşmayı erteliyor.

Ayrıca savaşta sabırlı,organize,birbirine inanmış birliklerin kendilerinden çok fazla sayıdaki birliklere galip gelebileceğini de anlıyoruz.

Sen cevap verecek misin?

LG-D682TR cihazımdan Tapatalk kullanılarak gönderildi
 

lafons7275

Kıdemli Üye
Katılım
19 Şub 2013
Mesajlar
21,533
Tepkime puanı
342
Puanları
0
Konum
İzmir
Müslümanlar az sayıdayken bile savaşmakla yükümlülerken içlerinde oluşan korku ve endişe gibi zaaflar sebebiyle

i

Allahu Teala az sayıdaki müslümanların içlerinde korku ve endişe gibi zaafların oluşacağından habersiz miydi ki sabırlı 20 müslümanın 200 kafire yeteceğini söyledi?
 

çelebiler

Kıdemli Üye
Katılım
4 Ocak 2013
Mesajlar
7,457
Tepkime puanı
211
Puanları
0
Allahu Teala az sayıdaki müslümanların içlerinde korku ve endişe gibi zaafların oluşacağından habersiz miydi ki sabırlı 20 müslümanın 200 kafire yeteceğini söyledi?
Allah senin cennete gidip gitmeyeceğini bilmiyormuydu da dünyada yaşatıyor?

LG-D682TR cihazımdan Tapatalk kullanılarak gönderildi
 
Üst