hirahos
Kıdemli Üye
- Katılım
- 9 Kas 2006
- Mesajlar
- 35,948
- Tepkime puanı
- 483
- Puanları
- 0
- Yaş
- 55
Onun Cismi Sarhoş, Sizin ise Ruhunuz!
1988 senesi Ramazân-ı Şerîf'i İstanbul'da çetin bir kış mevsimine isâbet etmişti. Her taraf karla kaplıydı. Dondurucu bir soğuk iliklere işliyordu.
Üsküdar'da içki müptelâsı hırpânî kılıklı iki sarhoş, lokantaların vitrinlerindeki kızaran tavukları seyrediyorlardı. İftar saati yaklaşmakta olduğundan müşteriler fevc fevc lokantalara doluyor, garsonlar da onları hürmetkârâne bir sûrette karşılayıp iftar telâşıyla masalara yerleştiriyorlardı.
Bir lokantanın garsonu, vitrin önünde dikilmiş yemekleri hayran hayran iştahla seyreden bu iki garip sarhoşu görünce asabîleşti ve onları sert bir üslûpla lokantanın önünden uzaklaştırdı. Açlıktan şaşkına dönen bu iki garip nereye gideceklerini bilmiyorlardı. Zîrâ bütün paralarını içkiye sarfetmişlerdi. Karınlarını doyuracak bir simit almak için ceplerinde tek bir kuruş yoktu. Garson bunları kirli bir şeye dokunurcasına yüzünü ekşiterek itelerken:
"Burası aşhâne mi? Sizin burada ne işiniz var! Defolun! Burası Azîz Mahmûd Hüdâyî dergâhı değil. Hadi bakayım oraya!" diye bağırdı.
Garson, bu sözleriyle fakirlere kucak açan Azîz Mahmûd Hüdâyî dergâhına yönlendirmek sûretiyle bu pejmürde kılıklı sarhoşları, müşterilerin göz zevkini bozmaması için oradan uzaklaştırmış oluyordu.
İki sarhoşun, bu hakâret cümlelerindeki "Azîz Mahmûd Dergâhı" ifâdesi akıllarında yer etmişti. Hafif hafif kar yağarken açık bağırlarını sırtlarındaki hırpânî paltonun yakalarıyla örtmeye çalışıyor ve orada karınlarını doyurup doyuramayacakları husûsunda tereddüt ediyorlardı. Birisi iyice ümitsizdi:
"Acaba oradan da bizi kovalarlar mı? Boşuna bu yokuşu tırmanmayalım." diyordu.
Öteki ise, açlıktan bîtap düşmüş bedenini doyurmak ve ısınmak ümîdindeydi. Daha önce birçok kereler sabahladığı o civarda o sıralar vîrâne hâline gelmiş Halil Paşa türbesini düşünerek hiç olmazsa orada geceleriz düşüncesiyle arkadaşını iknâ etmeye çalışıyordu.
Bu iki bîçâre, birbirine baston olarak Halil Paşa türbesinin önüne geldiklerinde Azîz Mahmûd Hüdâyî Camii'nin mütevâzî minâresinden ezân-ı Muhammedî okunmaya başladı. Herkes o dakîka iftar için masalara geçmiştir diye düşünerek Halil Paşa türbesine sığınmadan önce bir dilim kuru ekmek, bir tas sıcak çorba alabilmek ümit ve ihtimâliyle dergâha yöneldiler. Kapı önüne geldiklerinde içeri girmek üzere olan cemâatten biriyle yüz yüze geldiler. O zât, bu iki perişan kılıklı adamın ağız kokularından sarhoş olduklarını anlayınca içeri girmelerine mânî olmak istedi:
"Bu ağızla nereye giriyorsunuz? Gireceğiniz yerin farkında mısınız?" dedi. Onlar ise:
"Artık bizim başka gideceğimiz kapı kalmadı. Buradan başka bir merhamet ve şefkat kapısı var mı? Bizlere onu söyleyin!" diye cevap verdi. O esnâda iftara gecikmiş olarak yetişen cemâatten bir başkası söze karışarak bu iki garîbi içeri almak istemeyen şahsa:
"Ne yapıyorsun arkadaş? Bu ezan saatinde böyle mübârek bir zamanda bu iki garîbi, Allâh'ın aç iki kulunu buradan uzaklaştırmayı vicdânına nasıl îzâh edersin? En fecî günahlardan birinin de, Allâh'ın kullarını istihkar etmek (hakir görmek) olduğunu bilmiyor musun? Hem unutma ki, burada sadece maddî ziyâfet yoktur, mânevî bir ziyâfet de her zaman mevcut olur. Bunların bedenleri gibi ruhları da aç! Bu gece Yûnus Dede iftardan sonra sohbet edecek. Bırak bu gariplerin nasipleri belki bizden daha fazla olacak!.." dedi. İçeri almak istemeyenlerden bir başkası cevap verdi:
"Arkadaş, baksana bunlar ayakta duramayacak kadar sarhoşlar. Bu dergâha onları nasıl yakıştırıyorsun?" Cevap:
"Sen onların günâhına değil, Allâh'ın kendilerine bahşettiği insanlık cevherine bak! Günâha öfkelen, lâkin günâhkârı kanadı kırık bir kuş gibi farzedip onu merhametle yüreğine alarak irşad merhemiyle tedâvî et!"
Bu sözleri söyleyen ince ruhlu zât, kapıyı açtı, birtakım kibar insanlara hitap ediyormuş gibi hafif bir temennâ ile:
"Buyurun efendiler! Bu büyük kapı; merhamet, şefkat ve müsâmaha kapısıdır; kimseye kapanmaz!.." dedi. Bu iki yabancı garîbe cemâat arasında bir yer bulundu. Yarı mahcup ve mahzûn olarak lezzetli Hüdâyî iftar sofrasında karınlarını doyurdular.
İftardan sonra cemâat câmîye girip namazını kıldı. Ve tekrar yemek salonunda yerini alarak Yûnus Dede'yi vecd içinde dinlemeye koyuldular. O gün Yûnus Dede, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'ye nisbet edilen şu beyitleri okuyup şerh etti:
"Gel! Gel! Ne olursan ol, yine gel!
Kâfir, mecûsî veyâ putperest olsan da, gel!
Bizim dergâhımız olan İslâm, ümitsizlik dergâhı değildir.
Yüz kerre tevbeni bozsan, yine de gel!.."
Bu iki sarhoş yemeği yedikten sonra Halil Paşa türbesine sığınıp orada sabahlamayı düşünüyorlardı. Fakat yemek yedikleri salon sıcak olduğundan kapısız Halil Paşa türbesinde üşüyeceklerini hesap ettikleri için cemâat dağılana kadar orada kalmayı tercih etmişlerdi. Bu sebeple sohbeti de mecbûren dinlediler.
Bu iki sarhoşun kulakları böyle sohbetlere karşı -tabir câizse- pamuk doluydu. Lâkin dinledikçe uykudan uyanırcasına kendi benliklerinin derinliklerinde bir haz ve ürperti duyuyorlardı. Yüzlerce kişi arasında Yûnus Dede'nin onları görmüş ve sözlerini kendilerini dikkate alarak yönlendirmiş olmasına imkân yoktu. Çünkü salon tıklım tıklım doluydu. Onlar, namaza gitmediklerinden bir sandalye bulup oturmuşlardı. Lâkin câmîden çıkanların hücûmuyla çoğu kimse ayakta kalmıştı. Önünde duranlardan görünmeleri imkânsızdı. Lâkin bir müddet sonra sohbetin gönüllerini fetheden târifsiz hazzı ile Yûnus Dede'nin önüne doğru ilerlediler.
Ayakta da olsa o mübarek insanı rahatça görebilecekleri bir yeri tercîh ettiler.
Yûnus Dede, sanki mûtenâ bir goncaya rûhâniyetli bir fısıltı hâlinde iltifat edercesine anlatıyor, habire anlatıyordu. Sözleri arasında yer alan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri'ne âit şu kıssa, iki sarhoşu derinden sarsmış ve düşünceye sevketmişti. Ruhlarındaki sarhoşluk, bedenlerindeki sarhoşluktan şiddetli olan bu iki yalnız, Yûnus Dede'nin anlattığı şu kıssada âdetâ kendi mâcerâlarının bir benzerine şâhid oluyorlardı. Yûnus Dede ise zaman zaman başını kaldırıyor, iki garîbin gözlerinin içine bakarak yumuşak ve âhenkli sesiyle onları gönlünün içine alıyordu. Diyordu ki:
"…Vaktiyle Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri'nin dergâhının kapısına üstü başı kusmuk içinde bir sarhoş dayanmıştı. Tekkenin hizmetkârları bu garip misafiri hışımla karşılayıp:
'Ne istiyorsun?' diye sordular. O da bir sarhoş peltekliğiyle:
'Mevlânâ Hazretleri'ni göreceğim!' deyince, onu içeriye sokmadıktan başka hakâretlerle defetmeye çalıştılar.
O sarhoş, kapının dışında yere oturmuş ağlamaya başladı. Bir müddet sonra Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri'nin tekkeden çıkıp bir ziyârete gitmesi îcâb etti; kapı dibinde ağlayan o sarhoşu görünce eğilip mübârek elleriyle o sarhoşun başını okşadıktan sonra sordu:
'Evlâdım, neyin var? Niye ağlıyorsun? Bu dergâh, insanları muzdarip etmek ve onlara ümitsizlik aşılamak için değil, bilâkis ferahlatmak ve ümit vermek için kurulmuştur. Derdini söyle dermân olayım…' Sarhoş yaş dolu gözleriyle Efendiye baktı ve:
'Efendi Hazretleri, ben sana kurban olayım! Huzuruna gelip sohbetini dinlemek istedim. Lâkin bu etrafınızdaki nâdânlar beni içeriye almadılar. Aksine hakâretlerle beni kovdular.' dedi.
Mevlânâ Hazretleri, etrafındaki müridleri üzerinde nazarlarını gezdirdi. Tam da, 'Bu nâdânlığı kim yaptı?' diye soracaktı ki, müridlerden biri cevap verdi:
'Efendi Hazretleri! Sarhoş işte, ne yaptığını bilmiyor! Şu hâliyle huzûr-i saâdetlerinize çıkmak istedi ve bunda da ısrâr etti. Ben de kendisine: ‘Git evine. Böyle Efendimizin huzuruna çıkamazsın. Ayıldığın zaman gelirsin.’ diyerek uzaklaştırmaya çalıştımsa da dinletemedim. Kapının dibine yığıldı kaldı. Bu çirkin hâl ile huzurunuza çıkmasına nasıl müsâade edebilirdim?'
Mevlânâ Hazretleri sitem ve serzeniş dolu bir nazarla cevap verdi:
'Bu garibin bedeni sarhoş. Sizinse rûhunuz… Şu sarhoş hâliyle bu tekkenin yolunu nasıl olup da bulabildiğini takdir etmeyi de mi düşünemediniz? Tamirciye eşyanın bozuğu gittiği gibi tabibe de hastalar gider. Siz bu dergâhın mânevî bir şifâhâne olduğunu unutmamalısınız. Alın bu garîbi, tekkenin hamamında bir güzel yıkayın. Kirli esvaplarını atın, ona yeni giyecekler verin. Siz zâhirini temizleyin, bâtınını, yâni rûhî temizliğini de bize havâle edin…' "
(alıntıdır)
1988 senesi Ramazân-ı Şerîf'i İstanbul'da çetin bir kış mevsimine isâbet etmişti. Her taraf karla kaplıydı. Dondurucu bir soğuk iliklere işliyordu.
Üsküdar'da içki müptelâsı hırpânî kılıklı iki sarhoş, lokantaların vitrinlerindeki kızaran tavukları seyrediyorlardı. İftar saati yaklaşmakta olduğundan müşteriler fevc fevc lokantalara doluyor, garsonlar da onları hürmetkârâne bir sûrette karşılayıp iftar telâşıyla masalara yerleştiriyorlardı.
Bir lokantanın garsonu, vitrin önünde dikilmiş yemekleri hayran hayran iştahla seyreden bu iki garip sarhoşu görünce asabîleşti ve onları sert bir üslûpla lokantanın önünden uzaklaştırdı. Açlıktan şaşkına dönen bu iki garip nereye gideceklerini bilmiyorlardı. Zîrâ bütün paralarını içkiye sarfetmişlerdi. Karınlarını doyuracak bir simit almak için ceplerinde tek bir kuruş yoktu. Garson bunları kirli bir şeye dokunurcasına yüzünü ekşiterek itelerken:
"Burası aşhâne mi? Sizin burada ne işiniz var! Defolun! Burası Azîz Mahmûd Hüdâyî dergâhı değil. Hadi bakayım oraya!" diye bağırdı.
Garson, bu sözleriyle fakirlere kucak açan Azîz Mahmûd Hüdâyî dergâhına yönlendirmek sûretiyle bu pejmürde kılıklı sarhoşları, müşterilerin göz zevkini bozmaması için oradan uzaklaştırmış oluyordu.
İki sarhoşun, bu hakâret cümlelerindeki "Azîz Mahmûd Dergâhı" ifâdesi akıllarında yer etmişti. Hafif hafif kar yağarken açık bağırlarını sırtlarındaki hırpânî paltonun yakalarıyla örtmeye çalışıyor ve orada karınlarını doyurup doyuramayacakları husûsunda tereddüt ediyorlardı. Birisi iyice ümitsizdi:
"Acaba oradan da bizi kovalarlar mı? Boşuna bu yokuşu tırmanmayalım." diyordu.
Öteki ise, açlıktan bîtap düşmüş bedenini doyurmak ve ısınmak ümîdindeydi. Daha önce birçok kereler sabahladığı o civarda o sıralar vîrâne hâline gelmiş Halil Paşa türbesini düşünerek hiç olmazsa orada geceleriz düşüncesiyle arkadaşını iknâ etmeye çalışıyordu.
Bu iki bîçâre, birbirine baston olarak Halil Paşa türbesinin önüne geldiklerinde Azîz Mahmûd Hüdâyî Camii'nin mütevâzî minâresinden ezân-ı Muhammedî okunmaya başladı. Herkes o dakîka iftar için masalara geçmiştir diye düşünerek Halil Paşa türbesine sığınmadan önce bir dilim kuru ekmek, bir tas sıcak çorba alabilmek ümit ve ihtimâliyle dergâha yöneldiler. Kapı önüne geldiklerinde içeri girmek üzere olan cemâatten biriyle yüz yüze geldiler. O zât, bu iki perişan kılıklı adamın ağız kokularından sarhoş olduklarını anlayınca içeri girmelerine mânî olmak istedi:
"Bu ağızla nereye giriyorsunuz? Gireceğiniz yerin farkında mısınız?" dedi. Onlar ise:
"Artık bizim başka gideceğimiz kapı kalmadı. Buradan başka bir merhamet ve şefkat kapısı var mı? Bizlere onu söyleyin!" diye cevap verdi. O esnâda iftara gecikmiş olarak yetişen cemâatten bir başkası söze karışarak bu iki garîbi içeri almak istemeyen şahsa:
"Ne yapıyorsun arkadaş? Bu ezan saatinde böyle mübârek bir zamanda bu iki garîbi, Allâh'ın aç iki kulunu buradan uzaklaştırmayı vicdânına nasıl îzâh edersin? En fecî günahlardan birinin de, Allâh'ın kullarını istihkar etmek (hakir görmek) olduğunu bilmiyor musun? Hem unutma ki, burada sadece maddî ziyâfet yoktur, mânevî bir ziyâfet de her zaman mevcut olur. Bunların bedenleri gibi ruhları da aç! Bu gece Yûnus Dede iftardan sonra sohbet edecek. Bırak bu gariplerin nasipleri belki bizden daha fazla olacak!.." dedi. İçeri almak istemeyenlerden bir başkası cevap verdi:
"Arkadaş, baksana bunlar ayakta duramayacak kadar sarhoşlar. Bu dergâha onları nasıl yakıştırıyorsun?" Cevap:
"Sen onların günâhına değil, Allâh'ın kendilerine bahşettiği insanlık cevherine bak! Günâha öfkelen, lâkin günâhkârı kanadı kırık bir kuş gibi farzedip onu merhametle yüreğine alarak irşad merhemiyle tedâvî et!"
Bu sözleri söyleyen ince ruhlu zât, kapıyı açtı, birtakım kibar insanlara hitap ediyormuş gibi hafif bir temennâ ile:
"Buyurun efendiler! Bu büyük kapı; merhamet, şefkat ve müsâmaha kapısıdır; kimseye kapanmaz!.." dedi. Bu iki yabancı garîbe cemâat arasında bir yer bulundu. Yarı mahcup ve mahzûn olarak lezzetli Hüdâyî iftar sofrasında karınlarını doyurdular.
İftardan sonra cemâat câmîye girip namazını kıldı. Ve tekrar yemek salonunda yerini alarak Yûnus Dede'yi vecd içinde dinlemeye koyuldular. O gün Yûnus Dede, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'ye nisbet edilen şu beyitleri okuyup şerh etti:
"Gel! Gel! Ne olursan ol, yine gel!
Kâfir, mecûsî veyâ putperest olsan da, gel!
Bizim dergâhımız olan İslâm, ümitsizlik dergâhı değildir.
Yüz kerre tevbeni bozsan, yine de gel!.."
Bu iki sarhoş yemeği yedikten sonra Halil Paşa türbesine sığınıp orada sabahlamayı düşünüyorlardı. Fakat yemek yedikleri salon sıcak olduğundan kapısız Halil Paşa türbesinde üşüyeceklerini hesap ettikleri için cemâat dağılana kadar orada kalmayı tercih etmişlerdi. Bu sebeple sohbeti de mecbûren dinlediler.
Bu iki sarhoşun kulakları böyle sohbetlere karşı -tabir câizse- pamuk doluydu. Lâkin dinledikçe uykudan uyanırcasına kendi benliklerinin derinliklerinde bir haz ve ürperti duyuyorlardı. Yüzlerce kişi arasında Yûnus Dede'nin onları görmüş ve sözlerini kendilerini dikkate alarak yönlendirmiş olmasına imkân yoktu. Çünkü salon tıklım tıklım doluydu. Onlar, namaza gitmediklerinden bir sandalye bulup oturmuşlardı. Lâkin câmîden çıkanların hücûmuyla çoğu kimse ayakta kalmıştı. Önünde duranlardan görünmeleri imkânsızdı. Lâkin bir müddet sonra sohbetin gönüllerini fetheden târifsiz hazzı ile Yûnus Dede'nin önüne doğru ilerlediler.
Ayakta da olsa o mübarek insanı rahatça görebilecekleri bir yeri tercîh ettiler.
Yûnus Dede, sanki mûtenâ bir goncaya rûhâniyetli bir fısıltı hâlinde iltifat edercesine anlatıyor, habire anlatıyordu. Sözleri arasında yer alan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri'ne âit şu kıssa, iki sarhoşu derinden sarsmış ve düşünceye sevketmişti. Ruhlarındaki sarhoşluk, bedenlerindeki sarhoşluktan şiddetli olan bu iki yalnız, Yûnus Dede'nin anlattığı şu kıssada âdetâ kendi mâcerâlarının bir benzerine şâhid oluyorlardı. Yûnus Dede ise zaman zaman başını kaldırıyor, iki garîbin gözlerinin içine bakarak yumuşak ve âhenkli sesiyle onları gönlünün içine alıyordu. Diyordu ki:
"…Vaktiyle Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri'nin dergâhının kapısına üstü başı kusmuk içinde bir sarhoş dayanmıştı. Tekkenin hizmetkârları bu garip misafiri hışımla karşılayıp:
'Ne istiyorsun?' diye sordular. O da bir sarhoş peltekliğiyle:
'Mevlânâ Hazretleri'ni göreceğim!' deyince, onu içeriye sokmadıktan başka hakâretlerle defetmeye çalıştılar.
O sarhoş, kapının dışında yere oturmuş ağlamaya başladı. Bir müddet sonra Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri'nin tekkeden çıkıp bir ziyârete gitmesi îcâb etti; kapı dibinde ağlayan o sarhoşu görünce eğilip mübârek elleriyle o sarhoşun başını okşadıktan sonra sordu:
'Evlâdım, neyin var? Niye ağlıyorsun? Bu dergâh, insanları muzdarip etmek ve onlara ümitsizlik aşılamak için değil, bilâkis ferahlatmak ve ümit vermek için kurulmuştur. Derdini söyle dermân olayım…' Sarhoş yaş dolu gözleriyle Efendiye baktı ve:
'Efendi Hazretleri, ben sana kurban olayım! Huzuruna gelip sohbetini dinlemek istedim. Lâkin bu etrafınızdaki nâdânlar beni içeriye almadılar. Aksine hakâretlerle beni kovdular.' dedi.
Mevlânâ Hazretleri, etrafındaki müridleri üzerinde nazarlarını gezdirdi. Tam da, 'Bu nâdânlığı kim yaptı?' diye soracaktı ki, müridlerden biri cevap verdi:
'Efendi Hazretleri! Sarhoş işte, ne yaptığını bilmiyor! Şu hâliyle huzûr-i saâdetlerinize çıkmak istedi ve bunda da ısrâr etti. Ben de kendisine: ‘Git evine. Böyle Efendimizin huzuruna çıkamazsın. Ayıldığın zaman gelirsin.’ diyerek uzaklaştırmaya çalıştımsa da dinletemedim. Kapının dibine yığıldı kaldı. Bu çirkin hâl ile huzurunuza çıkmasına nasıl müsâade edebilirdim?'
Mevlânâ Hazretleri sitem ve serzeniş dolu bir nazarla cevap verdi:
'Bu garibin bedeni sarhoş. Sizinse rûhunuz… Şu sarhoş hâliyle bu tekkenin yolunu nasıl olup da bulabildiğini takdir etmeyi de mi düşünemediniz? Tamirciye eşyanın bozuğu gittiği gibi tabibe de hastalar gider. Siz bu dergâhın mânevî bir şifâhâne olduğunu unutmamalısınız. Alın bu garîbi, tekkenin hamamında bir güzel yıkayın. Kirli esvaplarını atın, ona yeni giyecekler verin. Siz zâhirini temizleyin, bâtınını, yâni rûhî temizliğini de bize havâle edin…' "
(alıntıdır)