Ölümü çocuklara nasıl anlatmalı?

gumus_Tesbih

Paylaşımcı
Katılım
8 Eki 2006
Mesajlar
382
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
45
Konum
van
Ölüm meselesini
çocuklara en doğru biçimde
anlatmanın yolu
biz büyüklerin onu en doğru biçimde
anlamamızdan geçer
.


Deprem sonrası, birçok kişi pek çok konuda yığınla şey söyledi. Ama her meselede olduğu gibi bu meselede de, atlanan, gözden kaçan, hiç değinilmeyen mevzular kaldı. Bu kapısı açılmadık konuların içinde en önemlisi de, bütün hayatı koca bir oyun gibi gören çocukların, bir anda gerçek hayatın en gerçek yüzüyle burun buruna gelmeleri oldu. Çocuklar bu büyük depremden sonra, annelerini, babalarını, kardeşlerini, sokakta birlikte oynadıkları arkadaşlarını ölümün alıp götürüşünü gördüler. Enkaz altlarından ölü insanların çıkarılışını izlediler, harabe sokaklarda, eski oyun günlerinin izini ararken daha önce hiç tanışmadıkları ceset kokularını duydular. Ölüm, bütün çıplaklığıyla karşılarına çıktı. Büyükler kendi dertlerine düşmüş olmanın verdiği telâşla, çocukların bu ölümle ilk ve yoğun karşılaşmalarının ardından, onlara ne gibi açıklamalarda bulunulması gerektiğini, teselliye muhtaç küçük kalplerin nasıl teskin edileceğini düşünmeye bu konuda gerçek ve işe yarar açıklamalar yapmaya gerek duymadılar.

Deprem sonrası ilerleyen günlerle birlikte, bu konuda bazı yazılar yazıldı. Meselâ tanınmış bir yazar ölümü kendi dünyasında çözememiş bir insan çaresizliğiyle meseleyi farkediyor ama; “4 yaşında bir çocuk babası olarak bu türden hassas konularda daha ‘yerel’ ve ‘gerçekci’ çözüm ve önerileri beklediğini” itiraf ediyordu. Evet bu itiraf ölüm meselesini, bütün gerçekliğiyle birlikte kuşatamamış ve kucaklayamamış birinin çaresizliği idi. İslâmiyetin ahiret inancından uzak kalmışlığın, inanamamışlığın kaydı idi.

•••

Batı dünyasından elimize geçen ve ölümle alâkalı olan çeşitli yazılar, İslâmiyetin her yaş grubu için ne kadar isabetli müjde ve telkinlerde bulunduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Batılı bir çocuk eğitimcisinin başından geçen çok enteresan bir olay, bu hakikate misâl olarak gösterilebilir.

Bu eğitimcinin küçük yaştaki kızı, günün birinde, bir türlü yemek yemez olmuştur. Annesi çocuğa önce yemesi için yalvarmış, sonra zorlamışsa da fayda vermeyince acıkması için beklemiştir. Ancak aradan 2 gün geçtiği halde küçük çocuk, ağzına bir lokma dahi koymamıştır. En nihayet annesi çok ısrar edince, çocukcağız ağlamaya başlar ve dilinden şu sözler dökülür:

—Ne olur anneciğim sen de yeme, çünkü seni çok seviyorum.

Annesi, neden yememesi gerektiğini sorduğunda küçük kız sebebini söyler ve anne hayretler içinde kalır. Meğer küçük kız ile babası arasında birkaç gün evvel şöyle bir konuşma geçmiştir.

—Baba, niçin yemek yiyoruz?

—Büyümek için.

—Büyüyünce ne olacak?

—İhtiyarlıyacağız.

—Peki ihtiyarladıktan sonra ne olacağız?

—Ne olacak, herkes gibi biz de öleceğiz...

O günden sonra çocuk, yemek yememeğe karar vermiştir. Çünkü o, herkesin yemek yediği için öldüğünü zannedip; öyleyse yemek yemem; yemezsem büyümem, büyümeyince de ihtiyarlamam ve dolayısıyla ölmem diye düşünmektedir. Tabii kendisi ölmek istemediği gibi, çok sevdiği annesinin de ölmesini istemiyor. Bu sebeple O'nun da yememesi için, yalvarıp yakarıyor. Ve eğitimci bu hâdiseyi naklederek okuyucularına "Demek ki, çocuklara anlaşılması zor olan ölüm ve âhiret gibi mevzuları anlatmamalıyız" diyor. Bunu burada noktalayıp bir başkasına göz atalım.

Doktor D. Freundin de, Readers Diegest adlı derginin bir sayısında "Çocuklara ölümden bahsetmeli mi?" konulu bir yazı yayınlar ve ölüm konusunda şu tavsiyelerde bulunur: "Çocuğunuzun köpeği ölünce, derin bir uykuya daldığını, kardeşi, arkadaşı veya bir yakını ölünce de onların bir seyahate çıktığını söylersiniz" diyor.

Ancak birkaç gün sonra gelen yüzlerce mektupta; çocuğumuzu yatırıp uyutamıyoruz ve birlikte seyahate çıkamıyoruz. Çünkü köpeğinin ve arkadaşlarının başına gelen âkibetin, kendilerine de geleceğinden korkuyorlar, ne yapacağız, şaşkına döndük şeklinde birçok soru soruluyor. Doktorun cevaben yazdığı yazı ise; "Bu meseleyi fazla kurcalamakla hata ettik" şeklinde oluyor.

İşte bu cevaplar hiç şüphesiz çaresizliğin ve aczin, ilâhî esaslardan habersizliğin ifadesinden başka bir şey olmasa gerek. Demek ki, insan nev'inin yarısını teşkil eden çocuklar ancak ölüm sonrası bir hayat inancıyla insanca yaşayabilirler. Ve yalnız Cennet fikriyle onlara dehşetli ve ağlatıcı görünen ölümlere ve vefâtlara karşı dayanabilirler. Ve her vakit etrafında kendi gibi çocukların ve büyüklerin ölümlerinin onların endişeli nazarlarına çarpmasına, ancak ebedî hayatın müjdesiyle tahammül edebilirler. Hem bunu tahmin etmek zor değildir. Çünkü çocuklar daha küçük yaşlardan başlayarak çeşitli ölüm-kalım tecrübeleriyle belirli bir ölçüde ölümle ilk karşılaşmaya doğru ilâhi bir programlama çerçevesinde hazırlanmaktadır. Aydınlık ve karanlığın birbirini takibi, uyuma ve uyanık kalma dönemleri, çeşitli çocukluk oyunları, ölüm ve hayat zıtlıkları şuurunu geliştirmekte, çocuk yavaş yavaş bazı şeylerin daimi ve düzenli bir şekilde gelip gittiğini, ister istemez öğrenmektedir. Bize düşen ise, en iyi ve gerçekçi telkini, ruha uygun olarak enjekte edebilmektir. Yeri gelmişken bu konuda da bazı tecrübe ve tespitlerin ışığında çocuktaki ölüm şuurunun kendini hangi yaşta gösterdiğine göz atalım.

"Henüz 5 yaşına gelmemiş küçüklerin, ölümün varlığından bütünüyle habersiz ve herşeyin canlı olduğu, Macaristan, Çin, İsveç, A.B.D. doğumlu çocuklarda yapılan testlerde hepsinin aynı kavrayış şeklini paylaştığı görülmüştür.”

Çocuklara gerçeklerin bizim inancımız doğrultusunda öğretilmesi, onların yavaş yavaş ölüm fikrini kabul etmelerine ve bu tutumlarının düşünce ve konuşmalarına yansımasına sebep olur.

Pedagog ve psikologlar tarafından yapılan araştırmalar, çocuğun ruhî dünyasının en çok sarsıldığı yaşların 7 ve 9 yaşları olduğunu ortaya koymuştur. Çünkü çocuğun ölümü ihtiva eden, ölü taklidi yapması gerektiren oyunlara merak sarması bu döneme rastlar. Ölü taklidinin yer aldığı oyunların oynanması, çocuğun ölüm düşüncesini hayatın içine yerleştirmesi açısından tesirli bir rol oynar. Bu dönemdeki çocukların çoğu, ölümü bütün hayatî faaliyetlerin süresiz olarak kesilmesi şeklinde benimserler. Ünlü bir pedagog olan Carlos Costanetana'ya göre; çocuk ancak kendini doğrulayacak tasvirlere dayalı his ve müşahede tahlillerini yapabilecek duruma eriştiği bu yaştan itibaren, dünyayı ve hayatı tanımayı öğrenmiş ve dolayısıyla içinde yaşadığı toplumun bir üyesi olmağa hak kazanmış demektir.

Hiç şüphesiz insanlar içinde yapılan bu araştırmalarda, mantık ölçülerine sığmayan tecrübe ve buluşlara da rastlamak mümkündür. Ancak yine de bunların hepsi bir araya geldiğinde, şaşırtıcı bir şekilde birbiriyle uyum gösteren bir tablo oluşmaktadır.

Başta zikrettiğimiz iki örnekte olduğu gibi; susmak veya meseleyi örtbas etmeye çalışmak kime ne kazandırır? Aslında, bizce hiç ehemmiyeti olmayan şeylerin dahi en ince noktalarını soran veya araştıran çocuk, nasıl olur da kendisini ve bütün yakınlarını alâkadar eden ölüm ve âhiret gibi mevzuları sormaz, araştırmaz?

Eğer siz ona "Ölüm yokluk değil!.. Hiçlik değil!... Sönmek değil!... " hakikatını ve kabir kapısının nur âlemine açılan bir kapı olduğunu anlatamazsanız çocuğun, küçücük kalbi paramparça olacaktır. Oynamakta olduğu basit bir oyuncağı dahi elinden almaya çalıştığınızda ağlayan çocuk, eğer âhireti bilmezse, hergün beraber oynadıkları kardeşinin veya sevdiği bir yakınının birdenbire kaybolmasına nasıl tahammül edecektir?

Halbuki ruhu, "Cennet ve ahiret inancının" nuruyla aydınlanan bir çocuğun yüzündeki acı ve keder sisi dağılacak "Gerçi çok sevdiğim oyun arkadaşım veya kardeşim öldü, ama Cennetin bir kuşu oldu; orada bizden daha iyi yaşar. Hem nasıl olsa biz de O'nun yanına gideceğiz. İleride yine onlarla beraber olacağım. Ölüm yok olmak değil ki üzüleyim. Ölüm sadece bir yer, bir oda değişikliğinden ibarettir" düşüncesi şuur ve hislerine yansıyınca, gözyaşları dinecek ve o küçücük kalbi huzur bulacaktır.

Yazımızı Prof. Dr. Atalay Yörükoğlu’nun ölüm ve çocuk konusundaki bir tavsiyesiyle bitirelim: “Çocuklar ölümle, çok erken yaşlarda ilgilenmeye başlarlar. Öldükten sonra iyilerin cennete gideceğini öğrenmek, onlar için çoğu zaman yatıştırıcı olur... Sevdiği dedesi ölen bir küçük çocuk, bu gerçeği çok güzel dile getirmişti: Dedem beni bırakıp cennete gitti, orada başka çocuklarla oynuyor!..”

A. Yörükoğlu’nun, çocuğun bu durumuyla ilgili olarak anne ve babalara son tavsiyesi; “Onların sevdiği kişilerle, bir öte dünyada buluşmak ümidini kırmayın” şeklindedir. (Çocuk ve Ruh Sağlığı, İş Bankası Yay. Shf. 194)

Son olarak şunu da ifade edelim ki; ölüm meselesini çocuklara en doğru biçimde anlatmanın yolu biz büyüklerin onu en doğru biçimde anlamamızdan geçer.

(Zafer Yayınlarından çıkan "Ölüm Son Değildir" kitabından alınmıştır.)
 

mülayim

Üye
Katılım
9 Nis 2008
Mesajlar
86
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Ölümü çocuklara nasıl anlatmalı?


Ölüm meselesini

çocuklara en doğru biçimde

anlatmanın yolu

biz büyüklerin onu en doğru biçimde

anlamamızdan geçer.



Deprem sonrası, birçok kişi pek çok konuda yığınla şey söyledi. Ama her meselede olduğu gibi bu meselede de, atlanan, gözden kaçan, hiç değinilmeyen mevzular kaldı. Bu kapısı açılmadık konuların içinde en önemlisi de, bütün hayatı koca bir oyun gibi gören çocukların, bir anda gerçek hayatın en gerçek yüzüyle burun buruna gelmeleri oldu. Çocuklar bu büyük depremden sonra, annelerini, babalarını, kardeşlerini, sokakta birlikte oynadıkları arkadaşlarını ölümün alıp götürüşünü gördüler. Enkaz altlarından ölü insanların çıkarılışını izlediler, harabe sokaklarda, eski oyun günlerinin izini ararken daha önce hiç tanışmadıkları ceset kokularını duydular. Ölüm, bütün çıplaklığıyla karşılarına çıktı. Büyükler kendi dertlerine düşmüş olmanın verdiği telâşla, çocukların bu ölümle ilk ve yoğun karşılaşmalarının ardından, onlara ne gibi açıklamalarda bulunulması gerektiğini, teselliye muhtaç küçük kalplerin nasıl teskin edileceğini düşünmeye bu konuda gerçek ve işe yarar açıklamalar yapmaya gerek duymadılar.

Deprem sonrası ilerleyen günlerle birlikte, bu konuda bazı yazılar yazıldı. Meselâ tanınmış bir yazar ölümü kendi dünyasında çözememiş bir insan çaresizliğiyle meseleyi farkediyor ama; “4 yaşında bir çocuk babası olarak bu türden hassas konularda daha ‘yerel’ ve ‘gerçekci’ çözüm ve önerileri beklediğini” itiraf ediyordu. Evet bu itiraf ölüm meselesini, bütün gerçekliğiyle birlikte kuşatamamış ve kucaklayamamış birinin çaresizliği idi. İslâmiyetin ahiret inancından uzak kalmışlığın, inanamamışlığın kaydı idi.

•••

Batı dünyasından elimize geçen ve ölümle alâkalı olan çeşitli yazılar, İslâmiyetin her yaş grubu için ne kadar isabetli müjde ve telkinlerde bulunduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Batılı bir çocuk eğitimcisinin başından geçen çok enteresan bir olay, bu hakikate misâl olarak gösterilebilir.

Bu eğitimcinin küçük yaştaki kızı, günün birinde, bir türlü yemek yemez olmuştur. Annesi çocuğa önce yemesi için yalvarmış, sonra zorlamışsa da fayda vermeyince acıkması için beklemiştir. Ancak aradan 2 gün geçtiği halde küçük çocuk, ağzına bir lokma dahi koymamıştır. En nihayet annesi çok ısrar edince, çocukcağız ağlamaya başlar ve dilinden şu sözler dökülür:

—Ne olur anneciğim sen de yeme, çünkü seni çok seviyorum.

Annesi, neden yememesi gerektiğini sorduğunda küçük kız sebebini söyler ve anne hayretler içinde kalır. Meğer küçük kız ile babası arasında birkaç gün evvel şöyle bir konuşma geçmiştir.

—Baba, niçin yemek yiyoruz?

—Büyümek için.

—Büyüyünce ne olacak?

—İhtiyarlıyacağız.

—Peki ihtiyarladıktan sonra ne olacağız?

—Ne olacak, herkes gibi biz de öleceğiz...

O günden sonra çocuk, yemek yememeğe karar vermiştir. Çünkü o, herkesin yemek yediği için öldüğünü zannedip; öyleyse yemek yemem; yemezsem büyümem, büyümeyince de ihtiyarlamam ve dolayısıyla ölmem diye düşünmektedir. Tabii kendisi ölmek istemediği gibi, çok sevdiği annesinin de ölmesini istemiyor. Bu sebeple O'nun da yememesi için, yalvarıp yakarıyor. Ve eğitimci bu hâdiseyi naklederek okuyucularına "Demek ki, çocuklara anlaşılması zor olan ölüm ve âhiret gibi mevzuları anlatmamalıyız" diyor. Bunu burada noktalayıp bir başkasına göz atalım.

Doktor D. Freundin de, Readers Diegest adlı derginin bir sayısında "Çocuklara ölümden bahsetmeli mi?" konulu bir yazı yayınlar ve ölüm konusunda şu tavsiyelerde bulunur: "Çocuğunuzun köpeği ölünce, derin bir uykuya daldığını, kardeşi, arkadaşı veya bir yakını ölünce de onların bir seyahate çıktığını söylersiniz" diyor.

Ancak birkaç gün sonra gelen yüzlerce mektupta; çocuğumuzu yatırıp uyutamıyoruz ve birlikte seyahate çıkamıyoruz. Çünkü köpeğinin ve arkadaşlarının başına gelen âkibetin, kendilerine de geleceğinden korkuyorlar, ne yapacağız, şaşkına döndük şeklinde birçok soru soruluyor. Doktorun cevaben yazdığı yazı ise; "Bu meseleyi fazla kurcalamakla hata ettik" şeklinde oluyor.

İşte bu cevaplar hiç şüphesiz çaresizliğin ve aczin, ilâhî esaslardan habersizliğin ifadesinden başka bir şey olmasa gerek. Demek ki, insan nev'inin yarısını teşkil eden çocuklar ancak ölüm sonrası bir hayat inancıyla insanca yaşayabilirler. Ve yalnız Cennet fikriyle onlara dehşetli ve ağlatıcı görünen ölümlere ve vefâtlara karşı dayanabilirler. Ve her vakit etrafında kendi gibi çocukların ve büyüklerin ölümlerinin onların endişeli nazarlarına çarpmasına, ancak ebedî hayatın müjdesiyle tahammül edebilirler. Hem bunu tahmin etmek zor değildir. Çünkü çocuklar daha küçük yaşlardan başlayarak çeşitli ölüm-kalım tecrübeleriyle belirli bir ölçüde ölümle ilk karşılaşmaya doğru ilâhi bir programlama çerçevesinde hazırlanmaktadır. Aydınlık ve karanlığın birbirini takibi, uyuma ve uyanık kalma dönemleri, çeşitli çocukluk oyunları, ölüm ve hayat zıtlıkları şuurunu geliştirmekte, çocuk yavaş yavaş bazı şeylerin daimi ve düzenli bir şekilde gelip gittiğini, ister istemez öğrenmektedir. Bize düşen ise, en iyi ve gerçekçi telkini, ruha uygun olarak enjekte edebilmektir. Yeri gelmişken bu konuda da bazı tecrübe ve tespitlerin ışığında çocuktaki ölüm şuurunun kendini hangi yaşta gösterdiğine göz atalım.

"Henüz 5 yaşına gelmemiş küçüklerin, ölümün varlığından bütünüyle habersiz ve herşeyin canlı olduğu, Macaristan, Çin, İsveç, A.B.D. doğumlu çocuklarda yapılan testlerde hepsinin aynı kavrayış şeklini paylaştığı görülmüştür.”

Çocuklara gerçeklerin bizim inancımız doğrultusunda öğretilmesi, onların yavaş yavaş ölüm fikrini kabul etmelerine ve bu tutumlarının düşünce ve konuşmalarına yansımasına sebep olur.

Pedagog ve psikologlar tarafından yapılan araştırmalar, çocuğun ruhî dünyasının en çok sarsıldığı yaşların 7 ve 9 yaşları olduğunu ortaya koymuştur. Çünkü çocuğun ölümü ihtiva eden, ölü taklidi yapması gerektiren oyunlara merak sarması bu döneme rastlar. Ölü taklidinin yer aldığı oyunların oynanması, çocuğun ölüm düşüncesini hayatın içine yerleştirmesi açısından tesirli bir rol oynar. Bu dönemdeki çocukların çoğu, ölümü bütün hayatî faaliyetlerin süresiz olarak kesilmesi şeklinde benimserler. Ünlü bir pedagog olan Carlos Costanetana'ya göre; çocuk ancak kendini doğrulayacak tasvirlere dayalı his ve müşahede tahlillerini yapabilecek duruma eriştiği bu yaştan itibaren, dünyayı ve hayatı tanımayı öğrenmiş ve dolayısıyla içinde yaşadığı toplumun bir üyesi olmağa hak kazanmış demektir.

Hiç şüphesiz insanlar içinde yapılan bu araştırmalarda, mantık ölçülerine sığmayan tecrübe ve buluşlara da rastlamak mümkündür. Ancak yine de bunların hepsi bir araya geldiğinde, şaşırtıcı bir şekilde birbiriyle uyum gösteren bir tablo oluşmaktadır.

Başta zikrettiğimiz iki örnekte olduğu gibi; susmak veya meseleyi örtbas etmeye çalışmak kime ne kazandırır? Aslında, bizce hiç ehemmiyeti olmayan şeylerin dahi en ince noktalarını soran veya araştıran çocuk, nasıl olur da kendisini ve bütün yakınlarını alâkadar eden ölüm ve âhiret gibi mevzuları sormaz, araştırmaz?

Eğer siz ona "Ölüm yokluk değil!.. Hiçlik değil!... Sönmek değil!... " hakikatını ve kabir kapısının nur âlemine açılan bir kapı olduğunu anlatamazsanız çocuğun, küçücük kalbi paramparça olacaktır. Oynamakta olduğu basit bir oyuncağı dahi elinden almaya çalıştığınızda ağlayan çocuk, eğer âhireti bilmezse, hergün beraber oynadıkları kardeşinin veya sevdiği bir yakınının birdenbire kaybolmasına nasıl tahammül edecektir?

Halbuki ruhu, "Cennet ve ahiret inancının" nuruyla aydınlanan bir çocuğun yüzündeki acı ve keder sisi dağılacak "Gerçi çok sevdiğim oyun arkadaşım veya kardeşim öldü, ama Cennetin bir kuşu oldu; orada bizden daha iyi yaşar. Hem nasıl olsa biz de O'nun yanına gideceğiz. İleride yine onlarla beraber olacağım. Ölüm yok olmak değil ki üzüleyim. Ölüm sadece bir yer, bir oda değişikliğinden ibarettir" düşüncesi şuur ve hislerine yansıyınca, gözyaşları dinecek ve o küçücük kalbi huzur bulacaktır.

Yazımızı Prof. Dr. Atalay Yörükoğlu’nun ölüm ve çocuk konusundaki bir tavsiyesiyle bitirelim: “Çocuklar ölümle, çok erken yaşlarda ilgilenmeye başlarlar. Öldükten sonra iyilerin cennete gideceğini öğrenmek, onlar için çoğu zaman yatıştırıcı olur... Sevdiği dedesi ölen bir küçük çocuk, bu gerçeği çok güzel dile getirmişti: Dedem beni bırakıp cennete gitti, orada başka çocuklarla oynuyor!..”

A. Yörükoğlu’nun, çocuğun bu durumuyla ilgili olarak anne ve babalara son tavsiyesi; “Onların sevdiği kişilerle, bir öte dünyada buluşmak ümidini kırmayın” şeklindedir. (Çocuk ve Ruh Sağlığı, İş Bankası Yay. Shf. 194)

Son olarak şunu da ifade edelim ki; ölüm meselesini çocuklara en doğru biçimde anlatmanın yolu biz büyüklerin onu en doğru biçimde anlamamızdan geçer.

Alıntı: www.xvidmania.com
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
0
Yaş
37
Konum
İstanbul
Çok mühim bir konu... Birgün bir komşumuz geldi anneme dert yanıyor, ağlıyor... Diyor ki; "bizim oğlan, Allah'ı sevmediğini söylüyor, adını duymak istemiyor, nereye gitsek -Allah kötü, sevmiyorum onu, insanları öldürüyor, ben peygamberimizi seviyorum, o hiç kimseyi öldürmüyor- diye konuşuyor, ne yapacağımı şaşırdım, aklımı oynatacağım" ... Çocuk 5 yaşında... Hemen aklıma şu sorular geldi, "sen bu çocuğa ölümü nasıl anlattın, ya da hiç anlattın mı, ölüm kötü değil dedin de bir yakının ölünce ağıtlar mı yaktın da çocuk sözüne değil tavrına dikkat etti?".....

Çocuğa göstererek anlatabilirsin bunu ancak! Onun önündeki en derin en anlamlı model sensin çünkü...
 

adalı

Profesör
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
1,907
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Web sitesi
adali81.blogcu.com

"Çocuklara Ölümü
Küçük Yaşlarda Duyurmalı ve Sevdirmeli,
Yoksa Çocuk Ölümü Unutup Dünyaya Sarılır."


(Ömer Öngüt)

Ölüm, bu fâni âlemdeki hayat yolculuğunun sona ermesi, bekâ âleminde gerçekleşecek ebedî hayatın başlangıç noktasıdır. Ölüm, bu hayatın değişmez kanunudur. Başı olanın mutlaka sonu da olacaktır.

Her doğan ölür; her yeni eskir.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Her insan ölümü tadacaktır." (Âl-i imrân: 185)

Çocuklarımızın eğitiminde de bu gerçeği onlara öğretmemiz gerek. Fakat çocuklarımıza bu gerçeği öğretirken her yaşın kendine göre bir ölüm kavramı olduğunu bilmekte fayda vardır.

İlk çocukluk yıllarında ölüm korkutucu değildir. Çünkü çok belirsiz ve bulanık bir kavramdır. Fakat buna rağmen ebeveynler olarak bizler bu yaşlarda en azından bir terim olarak ölümü çocuklarımıza öğretmeliyiz. Mesela; ölmüş bir hayvanı göstererek, "Bak! Karınca ölmüş." demeliyiz. Bu yaşlarda ölmüş bir hayvanı "Çocuk korkar, üzülür." diye düşünerek gizlemek, ölümü bilinçli bir şekilde saklamak doğru değildir. Bu yaştaki çocuklar, sorular sorarak bir anlam çıkarmaya çalışırlar, pek de etkilenmiş görünmezler. Genellikle beş yaşından önce "ölüm, ölmek, ölmüş" gibi sözler tam kavranmadan ve duygusuz söylenir. "Ölürsün inşallah!" diyen dört yaşındaki çocuk kızgın görünse de söylediği sözün ne anlama geldiğinin bilincinde değildir.

Üç-dört yaş çocukları için ölüm uzun bir ayrılık ya da dönüşü olan uzun bir yolculuktur. Bu yaşta ölümün yalnız canlılar için değil, cansızlar için de olabileceğine inanılır. Üç yaşında bir çocuk, "Bir adam ölmüş, sonra da evi ölmüş." diyebilir. Ya da bozulan bir oyuncağına "Oyuncağım ölmüş." diyebilir. Bizler bu yaştaki çocuklara ölümün sadece yaşayan canlılar için geçerli olan bir kavram olduğunu ifade etmeye çalışmalıyız. Mesela; "Çiçek ölür, oyuncak kırılır." gibi.

Giderek ölümün uzun bir uyku, kımıldamadan yatma olduğu düşüncesi gelişir. Bu yaş çocukları yere yatar, ölmüş gibi yapar, sonra da ayağa fırlayıp "Bak, dirildim!" derler. Bu çağda ölümün sürekli ve geri dönmez bir olgu olduğu bilinmez. Örneğin; dört yaşında bir çocuk, kafesinde ölmüş bir kuşu "Anne, bak kuşumuz ölmüş!" diye doğru olarak bildirebilir. Ancak biraz sonra "Neden kalkmıyor, kalksın artık!" diye tutturur ya da "İlâç verelim, iyileşsin." diyebilir. Bu yaştaki çocuklarımıza meseleyi tamamen kavrayamazlarsa da, ilâcın hasta yatan canlıları iyileştirmek için olduğunu, ölen bir canlının aslâ bir daha bu dünyada ayağa kalkamayacağını bildirmeliyiz. Çocuk ilerki yaşlarda bilinç altına yerleşen bu bilgilere geri dönecektir.

Beş yaşlarında, ölüm yavaş yavaş korkutucu olmaya başlar, çocuk annesinin babasının ölüp ölmeyeceğini sık sık sorar. Eğer bu yaşlarda anne çocuğunun korkmaması için ölümü uzun bir uykuya benzetirse kimi çocuklar yatağa yatmaktan, uykuya dalmaktan korkabilirler. Gene bu yaşlarda çocuklar gömülmeyle ilgili yanıtlanması güç sorular sorarlar. "Ölülerin toprağın altında nasıl kımıldayabildikleri, ne yiyip ne içtikleri, nasıl hava aldıkları..."na ilişkin sorulardır bunlar. Bu yaşta çocuklarımıza öğreteceğimiz konu: Ölümün bir bitiş, yok oluş, son oluş olmadığıdır. Ölümün bir "Mekân" değiştirmek olduğudur. Ve her mekânın kendine göre bir yaşamı olduğudur. Burdaki en güzel örnek: "Anne karnındaki bebektir..."
Beş-altı yaşlarında, çocuklar ölümle hastalık ve yaşlılık arasında bir ilişki olduğunu kavramaya başlarlar. Yaşlı ve ak saçlı herkesin yakında öleceğini sanırlar. Çizgi filimlerde yutulan canlılar dipdiri çıkar; ezilen, uçuruma yuvarlanan kahramanlar ayağa kalkıverirler. Masal ve öykülerde hep kötüler ölür. Ölüm hep kötü kişiler için bir ceza olarak gösterilir. Böylece çocuk ölümü kendisinden uzak, kendisi ile hiç ilgisi olmayan bir olay olarak tanır. Ve bu konu bilinçli bir şekilde anlatılmaz ise bu düşünce "dünyaya daha da çok sarılan" bir yetişkin olmasına sebep olur. Bu yaşlarda ebeveynlerin yapabilecekleri en güzel şey çocukları ile sık sık mezar ziyaretleri yapmalarıdır. Bu arada ölen küçük çocukların mezarlarını da göstermeyi ihmal etmemelidir.

Genelde sekiz-on yaşlarında ölümün dünyaya geri dönülmez bir son olduğu gerçeği benimsenmeye başlar. Bu yaştaki çocuklarımıza dünyanın bir imtihan yeri olduğunu, ölümle ahirete gidildiğini, Münker-Nekir'den, kabir hayatından, berzah âleminden, hesap gününden, amel defterinden, cennet ve cehennemden bahsetmeliyiz. Güzel ve tatlı dil ile bunları çocuklarımıza öğretmeliyiz. Ölümün Hazret-i Allah'a kavuşmaya vesile olduğunu, şehitliğin değerini öğreterek ölümü sevdirmeliyiz.

Fâni dünya hayatı kadar ebedî olan ahiret hayatını da çocuklarına öğretenlerden olmak ümidi ile...


http://www.hakikat.com/anabuay.html
 

mülayim

Üye
Katılım
9 Nis 2008
Mesajlar
86
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Kim demiş çocuk küçük bir şeydir.
Belki de çocuk en büyük şeydir.”

Şair böyle diyor, ama çocukların en büyük şey olduğunu en iyi anneler
bilir. Çocuklar ailenin aynası olduğuna göre vazife ağır, iş zordur. Çocuk
yetiştirmek başlı başına bir sanattır. Bitmeyen bir okul, emekliliği olmayan
bir iştir.

Bu zorlukları kolaylaştırabilmek için dikkat edilmesi gereken bir
takım hususlar vardır. Bunların başında evvelâ çocuğa maneviyatın verilmesi
gelir.

“İnsanın en birinci Üstadı ve tesirli muallimi onun validesidir” diyor
Bediüzzaman. Ve kendi üzerindeki tesirini şu sözlerle ifade ediyor:

“Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zatlardan ders aldığım hâlde, kasem
ediyorum ki, en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi,
merhum validemden aldığım telkinat ve manevî derslerdir ki, o dersler
fıtratımda, âdeta maddî vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş.”

Bu sözler annenin çocuk üzerindeki tesirini gösteriyor. Demek ki,
çocuğu hayata hazırlayan annedir.

Yabancı bir düşünürün; “Çocuklar donmamış beton gibidir, üzerine ne
düşse iz bırakır” dediği gibi eğitimciler de doğum öncesi ve 0-6 yaş
arasının çok ehemmiyetli olduğunu, o yıllarda verilen iyi bir eğitimin,
terbiyenin ömür boyu sürdüğünü ifade ediyorlar. Bizler de yaygın olan “Daha
küçük, büyüsün öğrenir” ifadelerinin büyük bir hata olduğunu daha iyi
anlıyoruz.

İman hakikatleri bir çekirdek-i esasiye olduğuna göre dünyevî
ilimlerimizi bu çekirdek üzerine bina etmemiz lâzımdır. Meselâ;

* Dinî bilgileri öğrenmede zorlayıcı olmamalı, sevdirmeliyiz.
* Dinin güzelliklerini göstererek ya da hakikî dindar Müslümanları ve
tarihimizdeki büyük dinî şahsiyetlerin hayatlarını, yaptıkları hizmetleri
anlatmalıyız.
* Maneviyatımıza faydası olan kutsal yerlere, camilere götürmeli, mukaddes
mekânlarımızı sevdirmeliyiz.
* Yanında sesli dua yapmak, namaz kılacağımızda seccademizi serdirmek de
onu etkileyecektir.
* Günah ile hatanın sınırlarını belirlemeli, günaha hata, hataya da günah
dememeliyiz.
* Her yaramazlık ve kusurun karşısında Cehennem ile korkutmamalıyız.
* Çocuklarımıza neye niçin inanması gerektiğinin şuurunu vermeliyiz.
* Dinî vecibelerini yalnız Allah için yapmanın gereğini anlatmalıyız.
* Allah’ın bizlere karşı anne babamızdan daha şefkatli, merhametli olduğunu;
bütün nimetleri bizim için yapıp verdiğini söylemeliyiz.

Hatta çocuğumuza istediği şeyi aldığımız zaman ona “Allah bize bu
imkânı verdi, ben de alabildim” diyerek her şeyin Allah’ın izni dairesinde
olduğunu belirtmeliyiz.

Onlara karşı şefkatimizi, acımak duygumuzu, merhametimizi nerede,
hangi durumlarda ve nasıl kullanacağımızı iyi bilmeliyiz. Bediüzzaman da
Risale-i Nur’da annenin şefkatini suiistimal etmesinden bahsetmektedir:

“O şefkatli valide, çocuğun dünya hayatının tehlikeye girmemesi,
istifade ve fayda görmesi için her fedakârlığı nazara alır, onu öyle terbiye
eder.
“O çocuğun ebedî hayatının tehlikeye girdiğini düşünmez. Dünyada
rahat etsin diye çabalarken Cehennem hapsine gireceğini hesap etmez.
“O çocuk neden beni imanla terbiye etmediniz diye şikâyet edecektir.
İslâm terbiyesini tam almadığı için peder ve validesine vicdan azabı
çektirir. Onlara karşı layıkıyla mukabele edemez belki de çok kusur eder.
Şefaat yerine şekvacı olurlar.”

Demek ki bu şefkat bizlere çocuklarımızın dünya istikbalinden ziyade
ahiret istikbalini düşünmemiz için verilmiştir.

“Bir çocuk küçüklüğünde kuvvetli bir iman dersi almazsa, sonra pek zor
ve müşkül bir tarzda İslâmiyet ve imanın erkânlarını ruhuna alabilir,
bilhassa anne ve babasını dindar görmezse ve yalnız dünyevî fenlerle zihni
terbiye olsa daha ziyade yabanîlik verir.”

“O hâlde çocuklarımızı Kur’ân’ın ve Nurların dersiyle terbiye etmeliyiz”
diyor asrın âlimi Bediüzzaman.

“Çocuklarımızın karınlarını ve zihinlerini doyurduğumuz kadar,
ruhlarını da beslemeliyiz” diyen uzman Miçel de, Bediüzzaman’ın
tespitlerinin doğruluğunun ve yalnız İslâm âleminde değil, insanlık
mabeyninde de geçerli olduğunu gösteriyor.

Risale-i Nur’da geçen “Madem ki, o masumlar hayatın sıkıntılarına
atılacaklar, madem ki insandırlar, elbette küçük kalplerinde uzun arzuları,
büyük maksatları olacaktır.

“Onlara kuvvetli bir dayanak noktası, tükenmez bir yardım kaynağını
kalplerinde Allah’a iman ve ahirete iman ile yerleştirmek lâzımdır. Onlara
şefkat, merhamet bununla olur” ifadeleri de bunu göstermektedir.

Alıntı. www.http://www.hazanmevsimleri.blogcu.comhazanmevsimleri.blogcu.com
 

ateşvesu

Üye
Katılım
27 Şub 2008
Mesajlar
253
Tepkime puanı
2
Puanları
0
“CENNETTEKİ
GAZOZ NEHİRLERİ”
Çocuğa hayatın, ölümün, varlığın anlamına dair temel bilgileri verin. Çocuğunuz 3-4 yaşlarından itibaren çevresinin ve dünyanın farkına vardığında ve “neden, nasıl?” soruları başladığında, sizden her konuda, özellikle de varlığın ve ölümün anlamına dair açıklamalar isteyecektir. “Anne, sen de ölecek misin? Ölünce ne olur? Baba, Allah nerededir?” gibi sorular peş peşe gelir bu dönemden itibaren. Siz de cevap verin tüm sorularına, onun anlayacağı dilde. Unutmayın, çocuklar öğrenmeye hazır olmadıkları soruyu sormazlar zaten. “Bu yaşta bu konuları anlatmak erken” deyip kaçamak cevap veren ailelerin çocuklarında, çok çeşitli ve sebepsiz korkular görülebilir. Cevabı alınamamış her soru o minik beyinlerde kıvrım kıvrım şüphe ve problemler doğurabilir.
Hiç unutmam, küçüklüğümde anneme sormuştum:
-Anne biz ölünce ne olacağız?
-Öbür dünyaya, inşallah Cennete gideceğiz yavrum.
-Tamam da, ondan sonra ne olacak? Yani orada ne kadar yaşayacağız?
Annem “Bu çocuk bu yaşta sonsuzluktan anlamaz her halde. Uzun bir zaman söyleyeyim de rahat etsin.” diye düşünmüş olsa gerek ki, “Bin yıl yaşayacağız yavrum.” demişti.
O kadar üzülmüştüm ki. “İster on yıl, ister bin yıl olsun. Sonunda yok olacaksak, ne anlamı var? Ben sonsuzluk istiyorum, yok olmak istemiyorum.” demişti o küçücük zihnim bile. Neyse ki ısrarla “emin misin anne?” diye sora sora bir süre sonra doğruyu öğrenip rahatlamıştım. Ya ısrar etmeyip kabullenseydim, ruhumda nasıl derin yaralar kalırdı acaba diye düşünmeden de edemiyorum.
Siz anlatın lütfen çocuklarınıza bildiklerinizi. Hayatın ve ölümün anlamını izah edin. Sizi koruyan inançlarınızı onlara da aktarın usulünce. Allah’ı, cenneti öğretin. Özellikle de melekleri unutmayın. Kendilerini koruyan, kollayan, her yerde bulunan iyi varlıklara inanmak, öcülerden, çizgi filmlerdeki hayali canavarlardan korkan ruhlarına ilaç gibi gelecektir.
Peygamberimizin ve büyük insanların hayatını anlatmak da çok önemlidir. Zira büyüyen bir fidan gibi olan çocuk ruhu, kendisine örnek alacağı mükemmel kişiler arar. Siz öyle yüksek kişilikleri çocuğunuzun hayallerine ideal olarak kazımazsanız, çocuğunuz uyduruk bir çizgi film kahramanını kendine idol seçebilir.
Ancak dini eğitim verirken abartılı bir zorlamaya da kaçmamak gerekir. Çocuğa onun hoşuna gidecek örneklerle ve kaldırabileceği dozda verilmelidir eğitim. Daha ergenlik çağına girmemiş küçücük çocuklara cehennemden bahsetmek, en çok düşülen hatadır bu konuda. O masum, günahsız çocuğun cehennemle ne işi var Allah aşkına? Bu tip yanlış ve dengesiz bir yaklaşım, dine karşı sebepsiz bir soğukluk yaşayan insanların çoğunda, bilinçaltındaki esas sebeptir.
Ergenlik çağı öncesi çocuklara sadece Cenneti anlatmak, Allah’ın sonsuz rahmetinden bahsetmek, müjdeler vermek lazımdır. Bunu yaparken de hayal gücünüzden, özellikle de çocuğunuzun çocukça heveslerinden de yararlanabilirsiniz. “Bu dünyadaki her lezzetli şeyin en güzel şekli Cennette bulunur.” gerçeğinden hareketle, onlara huzur ve sevinç verecek tarifler bulabilirsiniz. Mesela kızım gazoz ve dondurmaya bayılırdı. “Cennette gazoz nehirleri vardır. İç iç bitmez. İstersen dondurmadan dağlar verir Allah sana. Bana da yalatır mısın?” dememden sonra ölüme bakışı değişti. Hatta yakını ölen erişkinleri, bu örnekle teselli edecek hale bile geldi.
Onların ruhları, attığınız her tohumu mükemmel büyütür, emin olun.

ALINTI: cevherkutusu.com
 

emircan

Üye
Katılım
22 Şub 2008
Mesajlar
44
Tepkime puanı
1
Puanları
0
GERÇEK GERÇEK OLANI TEFEKKÜR ETMEKTİR.

Tefekkür ve akletme eksikliği: Toplumun çoğunluğunu oluşturan geniş bir kitle ciddi konular üzerinde düşünmeye, kafa yormaya pek alışık değildir. Düşünmeden yaşamaya alışık olduklarından, ölümü de -kendi tabirleriyle- kafalarına fazla takmazlar. Üstesinden gelemedikleri günlük sorunlar, onların zihnini zaten yeterince meşgul etmektedir. Küçük konuları düşünerek o dar zihinlerini doldururlar, küçük sorunlarda boğulur ve ölüm gibi büyük konuları düşünemezler. Herhangi birinin ölümüyle karşılaştıklarında ya da ölümle ilgili bir konu açıldığında, "Allah gecinden versin, Allah kimsenin başına vermesin, Allah sıralı versin..." gibi sözlerle kendilerini avutur, konuyu en kısa zamanda geçiştirmeye çalışırlar.
- Yaşamın karmaşa ve hareketliliği: Yaşam öylesine akıcı ve hareketlidir ki kendini olayların akışına kaptıran insan özel bir çaba göstermezse, eninde sonunda kendisini yakalayacak olan ölüm gerçeğini göz ardı eder. Gerçek imana sahip olmadığı için kader, tevekkül, Allah'a teslim olma gibi kavramlara son derece yabancıdır. Bu nedenle kendini bildiği andan itibaren "dünyasını kurtarmaya" bakar. Bu tip insan ölümü düşünemeyecek kadar meşguldür. Sürekli yeni dünyevi planlar, çıkarlar, hedefler peşinde koşar. Hiç ummadığı bir anda da hazırlıksız ve şaşkın bir şekilde ölüm gerçeğiyle karşılaşır. Son bir pişmanlıkla geri dönmeyi talep eder. Ama artık çok geçtir.
 

rıdvanuyan

Doçent
Katılım
18 Ocak 2008
Mesajlar
736
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Ölmek gerçek yaşama geçmektir

Eğer ölmek üzere olanlar için üzülmek gerekiyorsa, yalnızca ölüm anında değil herkes birbiri ve kendisi için şimdiden üzülmeye başlamalıdır. Ya da içinde bulunduğu gafleti yırtmalı, ölümün gerçek anlamını kavramalıdır.

Bunun için de, öncelikle gafleti doğuran sebepleri tanımak yararlı olabilir


"Meyyitin yanında haykırıp, saçınızı başınızı yolmayın, ona eziyet edersiniz" uyarısı da, gene meyyitin sizi görüp hâlinizden üzüntü duymasından ileri gelir.
Ölüm denen madde bedeni kullanamama hâlini tadmış kişinin mezarda "ruh olarak" diri, aklı şuuru yerinde ve dışardan gelen hitapları algılar bir halde olduğunu bize en iyi idrak ettirecek olan BUHARİ isimli hadis kitabında mevcut olan şu hadisi Rasûlullaha dikkat edelim:
"Talha radıyALLAHu anh şöyle anlatmıştır:
Bedir savaşı günü Nebi
(salla'llâhu aleyhi ve sellem) Kureyş eşrâfından 24 kişinin cesedlerinin biraraya kaldırılmasını emretti de bunlar Bedr kuyularından pis bir kuyuya atıldılar. Bu suretle pis kuyu yeni pislikleri toplamış oldu.
Rasûlullah düşman bir kavme galip gelince onun açık sahasında üç gün konaklamak âdeti idi.
Bedr savaşının üçüncü günü olunca da Rasûlullah devesinin getirilmesini emretti. Yol ağırlığı deveye yüklenip bağlandı.
Sonra Rasûlullah yürüdü. Ashab da peşinden yürüdüler...
Bu arada birbirlerine, herhalde Rasûlullah bir hâcet için gidiyor, diye konuştular.
Nihayet, Rasûlullah Efendimiz maktûllerin atıldığı kuyunun bir tarafında durdu ve onlara kendi ve babalarının adlarıyla seslendi:
-Ya filân ibn-i filân, Ya Ebâ Cehil İbn-i Hişam, Ya Utbe İbn-i Rebîâ... Siz ALLAH'a ve Rasûlüne inanıp itaat etseydiniz şimdi sevinir miydiniz?.. Ey maktûller!.. Biz, Rabb'imizin vaad etmiş olduğu zaferi gerçekten bulduk. Siz de rabbinizin vaad ettiği zaferi gerçek üzere buldunuz mu?..
Bu hitap üzere Ömer r.a. sordu:
-Ya Rasûlullah... Hayatı olmayan cesedlere ne diye konuşursun?.
Rasûlullah aleyhisselâm şöyle cevab verdi:
-Muhammed'in nefsi elinde olana yemin ederim ki, söylediklerimi siz onlardan daha iyi işitmezsiniz!.."
Görüldüğü gibi, Buharî'de nakledilen bu olayda, Hz. Rasulullah aleyhisselâm büyük bir yanlış anlamayı tashih etmekte..
"İnsanlar, mezara ölmüş olarak konur ve sonra da onlar kıyâmette dirilirler" şeklindeki gerçek dışı inanışı, bundan daha iyi düzeltecek bir hadis olamaz.


.
 

rıdvanuyan

Doçent
Katılım
18 Ocak 2008
Mesajlar
736
Tepkime puanı
3
Puanları
0
ÖLÜMÜN YOKLUK OLDUĞUNU ZANNETME
Nitekim büyük İslam Âlimi ve mutasavvıfı İMAM GAZALİ, "Esmâ'ül hüsna şerhi" isimli eserinde "El BÂİS" ismini açıklarken bakın ne diyor:
"İnsanlardan birçokları bu hususta yanlış vehimlere kapılırlar.. Bunu da çeşitli şekillerde izaha çalışırlar, derler ki; ölüm yokluktur, baas yok olduktan sonra yeniden dirilmektir, aynen birinci dirilme ve canlandırma gibi...
Bir kere onların ölümün yokluk olduğunu zan etmeleri yanlıştır!. İkinci diriltmenin de birinci gibi olduğunu sanmaları dahi yanlıştır.
Ölümün yokluk olduğunu sanmak bâtıldır!.. Çünkü, kabir, ya ateş çukurlarından bir çukurdur, ya da cennet bahçelerinden bir bahçe..
İşin içyüzüne vâkıf olan Erbab-ı Basiret, insan varlığının ebediyet için halk olduğunu bilir ve anlar.. ona yokluk arız olmaz..
Evet, bazen cesedle ilgisi kesilir de kendisi hakkında öldü derler.. Bazen cesede iade edilir de hakkında diriltildi derler..
Dirilmenin ilk yaradılış gibi ikinci bir yaratılış olduğunu sananlar da bu zanlarında yanılmışlardır!.. Çünki diriltmek ilk canlandırılışlarına uymayan yepyeni bir yaratma fiilinden ibarettir..
Aslında insanoğlunun bir çok dirilmesi vardır; onun dirilmesi iki defadan ibaret değildir..."

Ahmed Hulûsi
 
Üst