dedekorkut1
Doçent
ÖLÜM KAR BEYAZ
SELİM GÜRBÜZER
İki kardeş düşünün ki biri Emir’ül Mü’min, diğeri evliya büyüklerinden. Tahmin etmişsinizdir, bunlar Harun Reşid ve Behlül’den başkası değil elbet. Ana yüreği bu ya, Behlül’ü çağırdığında şöyle der:
-Bak Oğul! Kardeşin Harun hükümdardır, ama biliyorsun bunun sorumluluğu çok büyüktür, dolayısıyla kardeşine nasihatte bulunursan çok sevinirim.
Behlül cevaben:
- Anacığım, sen bana kardeşime nasihat et derde etmez miyim, hiç siz merak etmeyin, tez elden gereği neyse seve seve yapacağım elbet.
Gerçektende Behlül ilk iş olarak sarayın kapısına varıp kardeşinin huzuruna çıkmak olur. Ve kardeşine şöyle der:
-Haydi, kalk gidiyoruz, seninle şöyle bir hava alıp turlamaya ne dersin?
Harun Reşid cevaben;
-Peki derim.
Hemen birlikte epey dolaşıp hava aldıktan sonra en nihayetinde bir kabristan başına vardıklarında dönüp kardeşine şöyle seslenir:
-Bak, kardeşim! Şurada ki kabristanda yatan mevta var ya, falancı kişi olup şu kadar sene yaşamıştır, azcık onun ilerisinde kabirde yatan mevta var ya, o da on yaşındadır, hemen yanı başında yatan mevta da yirmi yaşındadır. Sanırım bu kadar hava almak ikimize de yetti diyebilirim.
Derken mevtaların ruhlarına Fatiha okuyup kabristandan ayrılıverirler.
Tabii akşam olduğunda ana oğul bir araya geldiklerinde, Harun Reşide şöyle der:
-Bak Oğlum! Bu gün Behlül kardeşin sana uğrayacaktı, şayet uğrayıp geldiyse sana hiç nasihatte bulundu mu?
Harun Reşid:
-Anacığım uğradı uğramasına ama nasihatin dışında sadece kabristana uğrayıverdik.
Bu cevap karşısında anne şaşkın halde:
- Allah Allah deyip soluğu Behlül’ün yanında alır. Daha yanına varır varmaz şöyle sitem eder:
- Oğlum, Hani kardeşine nasihat edeceğine dair söz vermiştin bana, görüyorum ki sadece gezip tozmaktan başka bir şey yapmamışsın.
Behlül bu durum karşısında:
- Bak Anacığım! Sözüm sözdür zaten, nitekim yerine getirdim de. Kardeşimi sarayından alır almaz kabristana götürdüm bile. Şimdi sorarım size, ölümden daha iyi nasihat mi olur?
Şimdi gel de bu cevap karşısında anne böylesi bir evlada sahip olduğu için şükretmesin. Elbette şükredecektir.
Bir başka misalde Seyda-i Tâhî Hz.lerinden örnek verebiliriz pekâlâ. Nitekim o da akşam olup ev ahalisiyle bir araya geldiğinde sohbetine hep geçmiş ölüleri yâd ederek başlarmış. Öyle ki aklına gelen ne kadar vefat etmiş eş dost varsa hemen hepsinin ismini anmaktan kendini alamazmış. Her bir ismi andıktan sonra en nihayetinde ev ahalisine dönüp nasihatlerin en büyük veciz sözünü söyler: ‘Hiç kuşku yoktur ki bir gün gelip ecel bizimde kapımızı çalacaktır.”
Bu gün olmuş halen Anadolu’nun pek çok yerlerinde eski geleneklerimizin yâd edildiğine şahit olabiliyoruz. Hani eskiden insanlar gündüz yorgun ve argın halde evlerine çekildiklerinde kâh tandır başlarında, kâh teraslarda, kâh soba başlarında halkalar oluşturup aralarından ebediyete intikal etmiş ölülerinin hatıralarını sohbet konusu yaparlardı ya, aynen buna benzer örneklerin izine bugünde pekâlâ rastlayabiliyoruz. Şayet her kim “ illa da benim nasihate ihtiyacım var” diyorsa turistik mekânlara gitmek yerine bu tip tandır başı yaren meclislerin bulunduğu mekânlara gitmesi kâfidir dersek yeridir. Gittiğinde hiçte alışık olmadığı manzaralarla karşılaşacaktır. Mesela o adamın Anadolu’ya gittiğinde bir taziye gününe denk geldiğini düşünün, ‘Ölmeden önce ölünüz’ hadis-i şerifin tüm çizgilerine şahit olacak demektir. Elbette ölenle ölünmez ama en azından ölüye hürmet neymiş onu bizatihi yaşantılarına aksettirebiliyorlar. Dahası ölüye hürmet o kadar üst doruktadır ki; daha bismillah cenaze musalla taşından kalkmadan malından bütün borçlar ödendiği gibi vasiyeti de yerine getirilip diğer geriye kalan miras varisleri arasında pay edilirde. Belki ne acelesi var diyebilirsiniz, oysa tüm bunlar ölen insanın yükünü hafifletmek için yapılan aceleciliktir.
Peki, metropol şehirlerde durum nasıl? Maalesef, kent hayatı geleneksel hayatın tam aksine aynı apartman sakinlerinin hem ölüsünden hem de dirisinden haberinin olmadığı zindan şehir hayat modelidir. Tabii buna hayat modeli denirse. Nasıl hayat modeliyse insanlar şehrin ana caddelerinde yaşayan ölüler gibi birbirinden habersiz nefes nefese, soluk soluğa koşuşturmaktalar. Sanki gerçek ölümle karşılaşmayacak gibisine burnundan solumaktalar. Oysa kabre girdiğinde gerçek ölüm neymiş o zaman anlaşılacaktır. Neyse ki son ümmet olmamız hasebiyle diğer ümmetlere göre toprağın altında daha az kalınacaktır. Nitekim Şah-ı Hazne (k.s) sofilerine bu hususta şöyle sohbet etmiştir:
SELİM GÜRBÜZER
İki kardeş düşünün ki biri Emir’ül Mü’min, diğeri evliya büyüklerinden. Tahmin etmişsinizdir, bunlar Harun Reşid ve Behlül’den başkası değil elbet. Ana yüreği bu ya, Behlül’ü çağırdığında şöyle der:
-Bak Oğul! Kardeşin Harun hükümdardır, ama biliyorsun bunun sorumluluğu çok büyüktür, dolayısıyla kardeşine nasihatte bulunursan çok sevinirim.
Behlül cevaben:
- Anacığım, sen bana kardeşime nasihat et derde etmez miyim, hiç siz merak etmeyin, tez elden gereği neyse seve seve yapacağım elbet.
Gerçektende Behlül ilk iş olarak sarayın kapısına varıp kardeşinin huzuruna çıkmak olur. Ve kardeşine şöyle der:
-Haydi, kalk gidiyoruz, seninle şöyle bir hava alıp turlamaya ne dersin?
Harun Reşid cevaben;
-Peki derim.
Hemen birlikte epey dolaşıp hava aldıktan sonra en nihayetinde bir kabristan başına vardıklarında dönüp kardeşine şöyle seslenir:
-Bak, kardeşim! Şurada ki kabristanda yatan mevta var ya, falancı kişi olup şu kadar sene yaşamıştır, azcık onun ilerisinde kabirde yatan mevta var ya, o da on yaşındadır, hemen yanı başında yatan mevta da yirmi yaşındadır. Sanırım bu kadar hava almak ikimize de yetti diyebilirim.
Derken mevtaların ruhlarına Fatiha okuyup kabristandan ayrılıverirler.
Tabii akşam olduğunda ana oğul bir araya geldiklerinde, Harun Reşide şöyle der:
-Bak Oğlum! Bu gün Behlül kardeşin sana uğrayacaktı, şayet uğrayıp geldiyse sana hiç nasihatte bulundu mu?
Harun Reşid:
-Anacığım uğradı uğramasına ama nasihatin dışında sadece kabristana uğrayıverdik.
Bu cevap karşısında anne şaşkın halde:
- Allah Allah deyip soluğu Behlül’ün yanında alır. Daha yanına varır varmaz şöyle sitem eder:
- Oğlum, Hani kardeşine nasihat edeceğine dair söz vermiştin bana, görüyorum ki sadece gezip tozmaktan başka bir şey yapmamışsın.
Behlül bu durum karşısında:
- Bak Anacığım! Sözüm sözdür zaten, nitekim yerine getirdim de. Kardeşimi sarayından alır almaz kabristana götürdüm bile. Şimdi sorarım size, ölümden daha iyi nasihat mi olur?
Şimdi gel de bu cevap karşısında anne böylesi bir evlada sahip olduğu için şükretmesin. Elbette şükredecektir.
Bir başka misalde Seyda-i Tâhî Hz.lerinden örnek verebiliriz pekâlâ. Nitekim o da akşam olup ev ahalisiyle bir araya geldiğinde sohbetine hep geçmiş ölüleri yâd ederek başlarmış. Öyle ki aklına gelen ne kadar vefat etmiş eş dost varsa hemen hepsinin ismini anmaktan kendini alamazmış. Her bir ismi andıktan sonra en nihayetinde ev ahalisine dönüp nasihatlerin en büyük veciz sözünü söyler: ‘Hiç kuşku yoktur ki bir gün gelip ecel bizimde kapımızı çalacaktır.”
Bu gün olmuş halen Anadolu’nun pek çok yerlerinde eski geleneklerimizin yâd edildiğine şahit olabiliyoruz. Hani eskiden insanlar gündüz yorgun ve argın halde evlerine çekildiklerinde kâh tandır başlarında, kâh teraslarda, kâh soba başlarında halkalar oluşturup aralarından ebediyete intikal etmiş ölülerinin hatıralarını sohbet konusu yaparlardı ya, aynen buna benzer örneklerin izine bugünde pekâlâ rastlayabiliyoruz. Şayet her kim “ illa da benim nasihate ihtiyacım var” diyorsa turistik mekânlara gitmek yerine bu tip tandır başı yaren meclislerin bulunduğu mekânlara gitmesi kâfidir dersek yeridir. Gittiğinde hiçte alışık olmadığı manzaralarla karşılaşacaktır. Mesela o adamın Anadolu’ya gittiğinde bir taziye gününe denk geldiğini düşünün, ‘Ölmeden önce ölünüz’ hadis-i şerifin tüm çizgilerine şahit olacak demektir. Elbette ölenle ölünmez ama en azından ölüye hürmet neymiş onu bizatihi yaşantılarına aksettirebiliyorlar. Dahası ölüye hürmet o kadar üst doruktadır ki; daha bismillah cenaze musalla taşından kalkmadan malından bütün borçlar ödendiği gibi vasiyeti de yerine getirilip diğer geriye kalan miras varisleri arasında pay edilirde. Belki ne acelesi var diyebilirsiniz, oysa tüm bunlar ölen insanın yükünü hafifletmek için yapılan aceleciliktir.
Peki, metropol şehirlerde durum nasıl? Maalesef, kent hayatı geleneksel hayatın tam aksine aynı apartman sakinlerinin hem ölüsünden hem de dirisinden haberinin olmadığı zindan şehir hayat modelidir. Tabii buna hayat modeli denirse. Nasıl hayat modeliyse insanlar şehrin ana caddelerinde yaşayan ölüler gibi birbirinden habersiz nefes nefese, soluk soluğa koşuşturmaktalar. Sanki gerçek ölümle karşılaşmayacak gibisine burnundan solumaktalar. Oysa kabre girdiğinde gerçek ölüm neymiş o zaman anlaşılacaktır. Neyse ki son ümmet olmamız hasebiyle diğer ümmetlere göre toprağın altında daha az kalınacaktır. Nitekim Şah-ı Hazne (k.s) sofilerine bu hususta şöyle sohbet etmiştir: