okumak

Risale-i Nur Talebesi

Diyar-ı Bekirli
Katılım
30 Haz 2006
Mesajlar
1,460
Tepkime puanı
11
Puanları
0
OKUMAK
İnsan dua ve ilim vasıtasıyla tekemmül etmek için dünyaya gönderilmiştir. İlmin yolu da okumaktan geçer. İnsanın gayesi olacak kadar önemli olan okumaktan niçin bu kadar uzağız? Kısa bir cevap okumanın önemini bilmediğimiz için?
Evet, okumanın önemini anlamayan insana yıllarca oku deyin okur mu? Okursa da az okur. Okumanın önemini her insan bilir. Ama ne kadar önemli olduğunu bilmez. O zaman ilk etapta okumanın önemini zihinlere idrak ettirdikten sonra niçin okumuyoruz? Sorusunu sorabiliriz. Aslında cevabını almış olduk. Ama okumanın sebeplerini meşgalelere veren insanlara şunu sormak istiyorum. Yaradılış gayesinden daha önemli ne meşgalen var ey! Nefsim ve insan!
Ve neyi okuyacağız? ‘’Ey nefsim! Tahkiki iman ilmini oku. Hakkı ve hakikati öğren. Cahil kalma. Münevver ol. Aydın ol. Cahil insan, cahil bir genç, cahil bir kadın, ne kadar varlıklı da olsa yine fakirdir, geridedir, aşağıdadır. Okuyan erkek ve kadın, genç ve ihtiyar daima ileri¬de, daima yükseklerdedir. Bütün fenalıkların, hayattaki bütün bedbahtlıkların vasıtası cehalettir. Bütün iyilik ve güzelliklerin, bütün saadet ve huzurun tek çaresi, ilm-i îman bilgisiyle aydınlanmak ve nurlanmaktır.’’
Zübeyir ağabeyin cümlesiyle neyi okuyacağımızı anladık. Yoksa okuyup okudukça istidatlarını körelten nice insan vardır. Ve bu tahribatçıların haddi hesabı yoktur. Tahribatçıların çok olduğu ve tahribin kolay olduğu şu devirde iman ilmiyle tamir vazifesi omuzumuzdayken boş oturmak vebaldir. Boşuna dememiş Zübeyir ağabey;
• Her erkek ve kadın için ilme çalışmak, cahillik bataklıklarında batmamak farzdır; Cenab-ı Hakkın ve Hz. Peygamberin (a.s.m) emridir.
Ve sadece kitapları değil kâinatı okumak esmaihüsnasının nakışlarını görmek. Gafleti izale eden tefekkürü edebilmek ne büyük saadet!Haydi durma şeytanı def et!
 

drone

Üye
Katılım
7 Eki 2006
Mesajlar
170
Tepkime puanı
0
Puanları
0
KİTAP OKUMA
Kitap okumak çok önemlidir; hususiyle de insanı Rabb’ine ulaştıracak, onu gâye-i hayâl saydığı neticeye bağlayacak, kâinatın gerçek mânâda fethine vesile olacak, kendisi için kapalı meseleleri açacak; dahası kara delikleri cennetin birer koridoru haline çevirecek ve en zulmetli noktalarda dahi sürçmeden yürüyebilmesini temin edecek kitapları okumak çok önemlidir.

Yukarıda belirtilen türden kitapları okumakla metafizik gerilim, birbirini destekleyici mâhiyette “sâlih daire” teşkil ederler. Zira iyi bir kitap, metafizik gerilime; metafizik gerilim de o kabil kitapları okumaya sevk eder. Evet, insan kitap okudukça ondaki gerilim daha da artar ve o, gerilim arttıkça fırsatları kitap okuyarak değerlendirir. Bu sayede inançla gerilmiş aydınlık ruhlar, küfür ve dalâlete karşı hep donanımlı olur, aydınlanır ve başkalarını da aydınlatırlar.

Asrımızda, küfür ve ilhada sürükleyen kitaplar okutulmak suretiyle masum dimağlar baştan çıkarılmış ve büyük ölçüde Allah’tan uzaklaştırılmışlardır. Komünizm, ateizm, nihilizm vb. gibi küfür ve anarşiyi besleyen zararlı cereyanların yedeğinde hep bu menfûr ideolojiler –bunlara da ideoloji denecekse- ve hareketler vardır. Bunlara karşı insanları Allah’a yaklaştırmanın ve ona yönlendirmenin yolu, onlara bizim dünyamıza ait kitapları okutma olmalıdır.

İnanan herkes, şuurlu bir şekilde ve lüzumunu ruhunda derinlemesine hissederek mutlaka kitap okumak mecburiyetindedir. Zira bizi dinsizliğe zorlayan millet ve çevreler, aynı zamanda bizi doğruya götüren vesilelerden de mahrum etmek istemektedirler. Şimdiye kadar bu hasım ruhlar, böylesi hain emellerine ulaşabilmek için değişik yolları denemiş ve belli ölçüde de olsa neticede nesilleri birbirinden koparmayı başarmışlardır(!). Böyle bir talihsizliğe maruz kalan günümüzün zavallı insanı tabiî olarak kendi ruh köküyle alâkalı değerleri bilememekte ve bundan dolayı da her geçen gün biraz daha kendisinden uzaklaşmaktadır.

Bu itibarla, millî değerlerimize gönül vermiş muhabbet fedâilerinin okuma mevzuunda da, umumî seferberlik ilan edercesine kendilerini okumaya vermeleri gerekmektedir. Devlet başta olmak üzere gönüllü sivil toplum kuruluşları ve vakıflar tarafından bu önemli meselenin gerektiği şekilde ele alınıp alınmadığı meselesinin her zaman münakaşası yapılabilir; ama, okumak bizim için artık bir zaruret halini almıştır. Vâkıa okullarda insanlara okuyup yazma öğretilmektedir; ancak esas önemli olan husus, öğrencilere kitap okuma şuurunun kazandırılması ve faydalı kitapların okutulmasıdır. Eğer o körpe dimağlara sadece boş, fuzûlî ve onu onları baştan çıkaran romanlar, hikâyeler okutuluyor, fakat bizi asırlarca yücelten ve büyük insanların yetişmesine vesile olan yayınlar hep ihmal ediliyor ve neslimize iyi bir rehberlik yapılmıyorsa, onların bir şey okumuş oldukları söylenemez. Nihilist ve anarşist nesillerin yetişmesinde kötü yayınların okutulması, faziletli nesillerin yetiştirilmesinde de millî ruh eksenli yayınların okutulmasının tesiri büyüktür. Binâenaleyh her ferdin, evvelâ bu mevzuda, neyi bilmesi gerektiğini çok iyi belirlemesi, daha sonra da, başta kendi aile efradı olmak üzere ulaşabildiği herkese iyiyi, doğruyu ve güzeli öğrenme yollarını göstermesi gerekmektedir.

Bir mü’min, İslâm’a, imana ve Kur’ân’a ait meselelere sahip çıktığını söylediği halde kendi nesline anlatacak kadar bu yüce hakikatleri bilmiyorsa, onun samimî olduğunu söylemek çok zordur. Oysaki içte ve dışta dine karşı olan kimselerden hangisine kulak verilirse verilsin, kendilerine ait meseleleri çok iyi bildikleri görülecektir. Meselâ bir nihilist, bir anarşist, bir din düşmanının.., vb. fikirlerinden istifade ettiği kişilerin eserlerini çok iyi takip ettikleri ve rahat anlatabildikleri açıktır. Aynı zamanda onlar, demagoji ve diyalektiği de fevkalâde iyi bilmekte ve karşılarına aldıkları körpe dimağları ezip yoğurarak balmumuna çevirmektedirler. Evet bâtıl yolun talihsiz yolcuları, kendi ideolojileriyle alâkalı bilmeleri gereken her şeyi çok iyi bilirler. Bir şahsın hayat serencâmesini bilmek bir ilim ve irfân değildir ama ruhları karbonlaşmış bu talihsizler, kendi dâvâlarında bayraktarlık yapmış pek çok dinsizin hayat serencâmesini çok iyi bilirler.

Ne acıdır ki, yüce bir dâvâya gönül vermiş mü’minlerin pek çoğu Efendimiz’in (sav), Hulefâ-i Râşidîn’in (ra) hayat-ı seniyyelerine ait bir şey bilmedikleri gibi dinin temel felsefesinden de habersizdirler. Bilmedikleri için de o yüce şahsiyetlerin hayatlarından ve kıymetli sözlerinden habersizdirler. Bunlar bir yana, akıl ve mantık ölçüleri içinde müspet ilimlerden de istifade ederek anlatma imkânı varken Allah’ı, Peygamber’i, Kitab’ı ve ahireti bile tam olarak anlatamamaktadırlar. Onlar, fünûn-u müsbetenin henüz yeni yeni keşfettiği pek çok ilmî hakikatten Kur’ân-ı Kerim sayesinde, belli ölçüde de olsa haberdarken, bütün bunlardan gerektiği gibi istifade edememektedirler. Nitekim Kaptan Kusto, Cebel-i Târık boğazında Atlas Okyanusu ile Akdeniz’in sularının birbirine karışmadığını tespit edip bunu büyük bir buluş olarak neşrettiğinde onun niyeti ne olursa olsun hepimizde bir hayranlık hissi uyardı. Zira o, bizim kitabımızın bir faslını dile getiriyordu: “İki denizi birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir. Aralarında bir engel vardır, birbirine geçip karışmazlar.”[1] Biz bunları yabancıların, çarpıtarak vermelerinden mi öğrenecektik? Kur’ân’da bunun gibi daha pek çok ilmî hakikatler vardı ama, maalesef Müslümanlar bunlardan habersizdi.

İşte bütün bu sebeplerden ötürü kendi değerlerinden habersiz Müslüman nesillere mutlaka kitap okutmak suretiyle, Müslümanlığı anlama ve anlatma kâbiliyeti kazandırılmalıdır. Evet en az, bir ateist ve materyalistin kendisine ait meseleleri anlattığı kadar, bir mü’minin de kendisine ait meseleleri anlatması onun için bir vecîbedir. Biraz olsun onur ve gurur sahibi her mü’min, başkalarının kendi batıl ilhad ve küfürlerini anlattıkları kadar, her mevzuyu akla ve mantığa dayalı, o tertemiz, dupduru ve gönüllere inşirah veren iman esaslarımızı anlatabilmek için okuyup ve okutmalıdır. Öyle ki o, “-inşallahinşâallah- elime aldığım her insanı, duygu ve düşüncem altında yoğurarak onun kafasına ilim, kalbine iman yerleştirmek suretiyle, hem onun cennete gitmesini; hem de kendimin kurtulmasını sağlayacağım.” gibi.. duygu ve düşüncelerle harekete geçerek, kitapları, cennete yükselten merdivenin birer basamağı olarak kabul edip, bol bol okuyacak ve okuduklarını da başkalarına anlatmaya çalışacaktır.

Okumak bu kadar önemli iken bir mü’min yine de okuyup düşünmüyor ve okuyup düşünenlere destek olmuyorsa, onun dînî değerlere karşı alâkası da işte o kadar demektir. Yani Allah’ın (cc), Kur’ân’ın, Efendimiz’in (sav) ve O’nun güzîde Ashabının (ra) anlatılıp-anlatılmaması sanki onun nazarında müsâvîdir. Bir seçim, bir spor müsâbakası kadar bu meselelere alâka duymayan bir mü’min, sevip alâka duyduğunu söylediği zevatla işte o kadar alâkalı demektir. Hele bir mü’min, bütün âlemleri ve kendisini hiçten, yoktan yaratan Hz. Allah (cc) hakkında bir insanı aklen ikna edecek kadar malumâta sahip değilse ve Rabb-i Kerîm ü Rahîm’ini anlatamıyorsa, -ben diyemem ve dememeliyim de- fakat o kendi kendine “Yazıklar olsun.” demelidir.

Evet kitap okumama, kanaat-i âcizânemce, bizim neslimizin en büyük eksikliklerinden biridir. Bu eksikliği gidermek için devamlı ve çok okumalı, her gün bir şeyler öğrenmek için çalışmalı, ev ve iş yerlerinde, hiç olmazsa belli bir süre de okumaya ayırmalıyız. Neslimize bu mevzuda da iyi bir örnek olmalı, değişik vesile ve metotlar geliştirerek onlara okuma yollarını açmalı ve onların, İslâm’ı anlama-anlatma aşk ve şevklerini geliştirmeliyiz.



--------------------------------------------------------------------------------


[1] Rahmân, 55/19, 20
 

drone

Üye
Katılım
7 Eki 2006
Mesajlar
170
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Kur'an Okuma ;
Kur'an bir nasihat, bir zikir ve bir uyarıcıdır. Ne var ki, Kur'an'dan istifade edebilmek için, gönüllerin ona karşı açık olması şarttır. Gönlün açık olabilmesi için de, insanın gözünü O'na dikmesi ve kulağını O'na vermesi gerekir. Nitekim, Kelâmı İlâhî'de şöyle denilmektedir. "Bu Kur'an, kalbi ona açık olanlar ve gözünü Kur'an'a dikip ona kulak verenler için bir öğüttür." (Kaf, 50/37)

Selefi sâlihîn, Kur'an okumanın minimumu üzerinde durmuş, her gün bir miktar okunmalı demişlerdir. Bu hususta söylenilenleri, "Kur'anı Kerim en hızlı haftada bir, ortalama onbeş günde bir, en az ayda bir defa hatmedilmelidir; eğer ayda bir defa olsun hatmedilmiyorsa, Kur'an metruk sayılır." şeklinde özetleyebiliriz.

Şu kadar var ki, Kur'an okunurken o, insanın içine sinmeli, okuyan onu düşünmeli ve ondan bir kısım esintiler duymaya çalışmalıdır. Aksi halde onu okumuş sayılmaz. Kur'anı Kerîm, Efendimiz'in (sav) ifadesiyle en az ayda bir defa hatim edilmelidir. Fakat, hatim üçbeş güne sıkıştırılmamalıdır. Zira o zaman, düşünmeden okunmuş olur. Oysa, Kur'an baştan sona mülâhaza edilmesi, bir bütün olarak ele alınması ve dikkatle okunması gereken bir kitaptır.

Muhammed İkbal der ki, "Gençlik yıllarımda her sabah namazından sonra iki saat Kur'an okuyordum. Babam yaptığım işi görmesine rağmen her sabah gelip soruyor, "Oğlum, ne yapıyorsun?" diyor, ben de elimdeki Mushafı Şerif'i gösterip "Kur'an okuyorum." cevabını veriyordum. Tam iki sene belki onlarca defa, elimde Mushaf'ı görmesine rağmen ne yaptığımı sordu. Birgün adeti üzere tekrar sorunca, "Babacığım, biliyorsun ki Kur'an okuyorum; ama yine de ne yaptığımı soruyorsun. Birşey mi demek istiyorsun?" dedim. Babam şöyle cevap verdi: "Evladım, evet biliyorum ki elinde Kitap var. Ama ben ona bakmanı değil, onu okumanı istiyorum. Muhammedim! Kur'an'ı sana sesleniyor gibi okur ve her ayetten alacağın şeyleri alırsan o zaman gerçekten okumuş olur ve istifade edersin."

Maalesef, bizim insanımızın okuyuşunda da mânâ ve muhtevaya dikkat edilmiyor. Kur'an düşünülmüyor. Okuyanlar, sadece lafız olarak okuyorlar. Mutlaka onun da bir sevabı vardır. Kur'an okuyan biri, onun kelimeleri ve harfleri adedince sevap kazanabilir. Hatta bazılarına göre nafile namaz kılmaktansa Kur'an okumak daha evlâdır. Fakat, esas olan onu hem okumak ve hem de anlamaya çalışmaktır. İmkanı varsa hafız olanlar, her gün sabah kalkınca bir cüz' Kur'an okumalı ve o günkü namazlarını o cüz'le kılmalı. Böylece iki cüz okumuş olurlar. Çok meşguliyeti yoksa daha çok da okuyabilirler. Evet, insan her gün Kur'anı Kerim için belli bir süre ayırmalı, onu okumaya ve anlamaya gayret göstermeli.

Efendimiz (sav), ümmetine âit negatif görüntülerden birini dile getirirken, "Onlar bir vadide, Kur'an ayrı bir vadidedir." buyurmuştur. Maalesef, en az beş asırdır Müslümanlar böyle bir mahrumiyetin cenderesi içinde bulunuyorlar. Geleceğin fikir işçilerinin vazifelerinden biri de Kur'an'ın bu gurbetine son vermektir.
 

drone

Üye
Katılım
7 Eki 2006
Mesajlar
170
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Müslümanlığı Bediüzzaman'ın Bakışıyla Yeniden OkumakŞimdilerde "Müslümanlığı bir kere daha okuyalım" deniliyor. Kanaatimce, Müslümanlık mutlaka yeniden okunmalı ve anlaşılmaya, yaşanmaya çalışılmalıdır; fakat, onu okurken kullanılacak üslup çok önemlidir. Bu okuma mutlaka Üstad'ın ortaya koyduğu şekilde yapılmalıdır. Onun okuma tarzında şu husus çok önemlidir: Kur'anı Kerim'in, muhtevâsı, mânâsı ve derinlikleriyle anlaşılması nasıl zarurî ise; tekvinî emirler diyeceğimiz kainat kitabının, veya kainat meşherinin (sergisinin), en azından onun yeryüzü salonunun okunup anlaşılması da zarurîdir. O kainat ki, Kur'anı Kerim onların tercümesi, sözlü açıklayıcısı ve açık bir delili olmuştur. İşte Kur'an ve kainat iki kitaptır ve ikisi beraber okunmalıdır.

Evet, bu iki kitabın okunması da birer vecîbedir. Kur'ânı Kerim'in yanında, kainatın ve tekvinî emirlerin de çok iyi tahlil edilmesi, hayatın bütün kanunları ve kurallarıyla bu Kur'anî ve tekvinî emirlere göre şekillendirilmesi şarttır. Bununla beraber, teşriî emirlerin karşılığı büyük ölçüde ahirette verilir. Yani, Kur'ânı Kerim'le gelen emirlere uymanın ücreti öteye bırakılır, riayet etmemenin cezası da yine ahirette verilir. Tekvinî emirlerin cezası ise büyük ölçüde dünyada tatbik edilir, kısmen de ahirete bırakılır.

Tekvinî emirlere uymanın ahirette de cezası olduğunu sürekli söylüyorum. Çünkü onları iyi okuma, değerlendirme ve uygulama terakkiyatı hâzıranın, dünyadaki zenginliğin önemli yanlarından, esaslarından ve argümanlarından biridir. Size başkalarının bakışı, hakkınızdaki takdirleri ve sizi kabul etmeleri de çok önemlidir. Çünkü o bakış, takdir ve kabule göre sizi değerlendirir, saygı duyar ya da duymaz, sizi dinler ya da dinlemezler. İşte, eğer sizinbizim ihmalimizle yeryüzünde Müslümanlar sefaletin temsilcisi gibi görünürlerse ve bundan dolayı da kimse onları dinlemez, onlara değer vermezse, inananlar inandırıcı olamazlar. Bu sefalet İslâm'a ve Kur'an'a fatura edilir. Dine sıcak bakan, yakın duran birkaç insan varsa onlar da bizim halimize takılır. Bu açıdan da, tekvinî emirlerin çok iyi okunup değerlendirilmesi, onun yanında teşriî kurallara da hassasiyetle riayet edilmesi çok önemlidir.

Ayrıca biz, "Takva" mülahazamızı da, bu iki emrin ikisine birden riayet etmeye bağlıyoruz. Bize göre, Kur'ânı Kerim'den tam istifade etmek, hem tekvinî emirleri çok iyi okumaya, hem de teşriî emirler karşısında çok hassas yaşamaya bağlıdır ki, zaten insan ancak bu hususa dikkat ederse hakiki muttakî olur.

Çok defa üzerinde durduğumuz gibi, takvâ kelimesi, vikaye kökünden gelir; vikaye de gayet iyi korunma ve sakınma demektir. Şer'î ıstılahta takvâ, Allah'ın emirlerini tutup, yasaklarından kaçınmak suretiyle O'nun azabından korunma cehdidir. Ayrıca, bazen korku, takvâ tabiriyle; bazen de takvâ, korku sözcüğüyle ifade edilmiştir.

Bir de az önce ifade ettiğimiz üzere, takvânın oldukça şümûllü ve umumî mânâsı vardır ki; o, dinî prensipleri tam bir hassasiyetle görüp gözetmeden şerîatı fıtriye kanunlarına riayete; cehennem ve cehennemi netice veren davranışlardan cenneti semere verecek hareketlere; sırrını, hafîsini, ahfâsını şirkten, şirki çağrıştıran şeylerden koruyup kollamaktan, düşünce ve hayat tarzında başkalarına benzemekten sakınmaya kadar geniş bir yer işgal eder. İşte bu mânâda takvâ insan için biricik şeref ve değer kaynağıdır ki: "Sizin Allah indinde en asil, en şerefliniz takvâda en derin olanınızdır." (Hucurât, 49/13) âyeti kerimesi de buna işaret etmektedir.

İşte, klasik tarifiyle takva, haramlardan kaçınma, farzları yerine getirme ve şüpheli şeylerden tevakkîde bulunma; hatta daha ilerisinde bazı mübahları "şüphelidir" diye terk etme şeklinde yorumlanır; ahlak ve tasavvuf kitaplarında bu şekilde anlatılır. Fakat, eğer tekvinî emirlerin okunması, yorumlanması, değerlendirilmesi o kadar önemli ise, takvanın mutlaka onunla da irtibatlı olması lazımdır. Tekvinî emirlerin de, takva adına riayet edilmesi gereken kurallar olarak kabul edilmesi gereklidir.

Tekvinî emirlere dair kurallar vardır ve insan, o kurallara riayet etmezse cezalandırılır. Mesela, akrobasi yapan birisi, yerçekimini hesaba katmazsa tabiatın bağrına konan o kural affetmez o akrobatı. Allah'a (cc) karşı yaptığınız bir kusur ve kabahatı, ihtimal Tevvâb u Gaffâr affeder; cezalandırmaz sizi. Fakat, harikulâdeden bir şey olmazsa, sebepler planında o akrobat yerçekimine saygı göstermemesinin, ona hürmet etmemesinin cezasını görür. Öyleyse, kurallara riayet ederek Allah'a (cc) sığınma, O'nun vikayesine girme de takva demektir.

Kâmil mümin de, bu iki kitabı beraberce mütalaa edip emirlerine uyan mümindir. Bu hususta eksikleri olan insanın, müminliğinde de o derece eksikliği ve kusuru vardır. Bu kusur ötede sorulur mu, sorulmaz mı? Müslümanlığa getirdiği olumsuz yanları itibariyle sorulabilir. Tekvinî emirler bile sorulabilir. Mesela, hicri üçüncüdördüncü asır, bir yönüyle belki bizim rönesansımız sayılır; o tedvin dönemi çok gözalıcıdır. O dönemde, müthiş beyin fırtınaları yaşanmıştır. Allah (cc) müminlere, "Neden bu meseleyi daha dördüncü asırda öldürdünüz, ileriye getiremediniz?" diye sorabilir. "Neden verici iken dilenci haline geldiniz? Neden sizin bir yere kadar getirdiğiniz şeyleri Batı aldı değerlendirdi de, siz onlara karşı gâfilâne yaşadınız?" diye sorabilir. Çünkü, bu mevzudaki eksiğimiz ve gediğimizin hepsi İslâm'a fatura edilmiştir/edilmektedir.

Evet, biz tekvinî emirleri de tahlil etmeli ve sebeplerin hakkını da vermeliyiz. Bu mevzudaki ölçümüz de şu olmalı: Sebeplere öyle riayet edeceksin ki, dıştan bakanlar seni bir determinist sanacaklar. Fakat, her işin sebeplerini yerine getirip neticeyi öylesine Allah'tan (cc) bekleyeceksin ki, öyle bir tevekkül, öyle bir teslim sergileyeceksin ki, hatta öyle bir tefviz ve öyle bir sikaya tutunacaksın ki, bu halini görenler "Bu adamın sebeplere saygısı hiç yok." diyecekler. Yani; bu iki hususun bir yönüyle kesiştiği nokta müminin duracağı noktadır; sebeplere riayette hiç kusur etmemek ve her işin neticesini Allah'tan beklemek, O'na vermek.

Üstad Hazretleri, "Bizim düşmanımız cehalet, zaruret ve ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı san'at, marifet ve ittifak silâhıyla cihad edeceğiz. Ve bizi bir cihette teyakkuza ve terakkiye sevk eden hakikî kardeşlerimizle ve komşularımızla dost olup el ele vereceğiz. Zira husumette fenalık var, husumete vaktimiz yoktur." diyor.

Bu sözü, meşrutiyet yıllarında, daha Cumhuriyete de gelinmemişken İstanbul'da söylüyor. Üç düşman: cehalet, fakirlik ve bir de iftirak (ayrılmak, bölünmek) diyor. Hiç değişmiş midir bunlar? Senelerdir düşman cephesi aynı cephedir.. ve bu koskoca bir İslâm aleminin derdidir. Zamanında Batılılar, bizi parça parça etmiş, Osmanlı'nın bir kasabası olan Ürdün'ü devlet yapmışlar. Bir eyalet olan, başında sadece vali bulunan Suriye'yi, bir valiyle idare edilen Irak'ı devlet yapmışlar. Böyle parçalanınca, istenildiği gibi idare etmenin de kolay olacağını düşünmüşler.. "Onları zaman zaman birbirleriyle vuruştururuz; birini diğerinin aleyhine destekler, onu öbürünün üzerine süreriz..." demişler.

Bizi hem iftirakın pençesinde paramparça etmiş, birbirimizle boğuşturmuş ve hem de fakr u zaruret içinde aleme dilenci yapmışlar. Devleti Aliye bir taraftan iç ve dış hasımların baskılarıyla, balyozlarıyla parçalanmış; diğer bir yandan da duyûnu umûmiye altında ezilmiş. Bazı yerleri harp tazminatı olarak verip oralardan çekilmiş. Edirne bu şekilde feda edilen yerlerden biriydi. Sonra istirdat yaşadı o güzelim şehir. Oranın yaşlılarından defaatle dinlemiştim; "Üç yüz küsür cami vardı." derlerdi. Ben oradayken yirmi tane ibadete açık cami vardı. Hattâ, bir zamanlar fakülte vazifesi görmüş, İkinci Murad tarafından yaptırılmış ve belki Fatih'in de orada eğitim gördüğü yerler maalesef harabe olmuştu.

Fakr ü zaruret, ihtilaf ve cehalet marazlarımız bugün de değişmedi. Bugün de cehalet baş belamız. Fakirlik ve aleme karşı el açıp dilencilik yapma kaderimiz. O gün duyûnu umumiye ile yıkılmışız, bugün de maalesef belimizi çatırdatan borçtur. Belki bir gün, belki şu anda da öyledir borçlarımızın faizlerini ödemeye bile gücümüz yetmeyecek. Faiz terâkümüyle o borç daha da kabaracak ve şişecek. Bu açıdan da, her Müslümanın dünyayı iyi bilmesi lazımdır. Elden geldiğince hırsa girmemeli; ama milleti ve dini için zengin olmaya çalışmalı; "Ben çok zengin olmalıyım, Allah'ın izni ve inayetiyle bu sayede dinime hizmet etmeliyim, başkalarına da örnek olmalıyım." demelidir.

İhtilafa gelince, maalesef o da hala bize düşman. Yakın ve uzak komşularımız hala eski anlaşmazlık ve kavgaları sürdürüyor ve onları günümüze taşıyorlar. Mesela, Ürdün ve Suriye televizyonları, Cemal Paşa'nın zatında Türkleri karalayan filmi ısıtıp ısıtıp sürekli gösteriyor. Siz, "Devleti Aliye'nin yıkılması, bölgede muvazenenin bozulması açısından tarihte işlenmiş en büyük bir cinayettir." diyorsunuz; bundan sorumlu olanlar ve onların torunları hatalarını anlasın, "Geçmişte hata ettik; ama şimdi ettiklerimize nadim olduk, ağlıyoruz." desin diye bekliyor ve gelecek adına ümit besliyorsunuz; fakat, onlar geçmişte kin ve nefrete sebebiyet vermiş o hadiseleri dipdiri günümüze taşıyorlar, yeniden o duyguları tahrik ediyorlar. Arkadan gelen nesillere "aman, sakın birbirinizle dost olmayın, birleşmeyin; bakın, bunlar size neler yapmışlar.." diyorlar.

Geçen akşam haberlere bakmak istemiştik; bir Ürdün televizyon kanalında aynı filmin değişik bir versiyonuna tevafuk ettik. Maalesef, filmde Osmanlı erleri gavur gibi ve tavırları da hile, hud'a, insanları istihkar etme ve ahlaksızlık şeklinde gösteriliyordu. Kendi atalarını da sürekli "Allah" diyen, dillerinde hep "lâ ilâhe illallah" bulunan insanlar olarak gösteriyorlardı. Ve maalesef, gelecekte de o birliği bozmak için lazım gelen her şeyi yapıyorlardı.

İhtilaf da hala saldırma zemin ve zamanı arıyor bizim dünyamızda.. boğuşmak, yaka paça olmak ve birbirini vurup kırmak için zemin yine hazır. Düşmanlık adına gereğinin çok üstünde bir gerilim yaşanıyor dört bucakda. Belki halklar olarak birbirimize sempati duyuyoruz; ama idare edenler.. ve onları idare edenler, birbirimizi kabullenmeyi, konumlarımıza saygılı olmayı istemiyorlar. Ve binlerce teessürle ifade etmeliyim ki, yeni senelere de yine o iftirak ve ihtilaf düşünceleriyle ve birbirimizi yemekle gireceğiz; yine fakr u zaruret içinde, borç altında ezileceğiz. Ve yine cehalet ağa elinde asası başımızın üzerinde dönüp duracak.

İşte, Bediüzzaman Hazretleri, bu tehlikeye karşı bir çare söylüyor; san'at, marifet ve ittifak silahlarıyla düşmana karşı koymayı teklif ediyor. Müslümanların, bir taraftan kendi aralarında vahdeti tesis ederken, diğer taraftan sebepleri yerine getirmek suretiyle zengin olmayı düşünmeleri gerektiğini ve bir başka taraftan da eğitim seferberliği yaparak, seviyeli bir eğitim ortaya koyarak cehaleti yenmenin lüzumunu belirtiyor.

Kendisi yapamazdı bunu. Çünkü, o gün Üstad, ne bu derdi dinleyecek insanlar, ne fedakar öğretmenler, ne okul yapma, açma imkanları ve ne de kitap basmak için para bulabilirdi. Ama günümüzde onun işaret ve iş'arları altında bütün bunlar yapılabilir. Bugün ülkemizde bir sıkışıklık ve maddi zorluk vardır; ama sıkışmadan da olmuyor ve hiçbir devirde sıkışmadan da olmamış. Efendimiz (sav) irtihâli dârı bekâ buyurduğunda kalkanı bir yahudide rehindi. Kalkanını rehin vermiş, üçbeş kuruş para almıştı ve onu ödeyemeden gitmişti. Sonra kendi hakkına düşen şeylerden onu ödediler ve Efendimiz'in (sav) kalkanını istirdad ettiler. Fakat, söylemek istediğim odur ki, Kainatın İftihar Tablosu bile çok zor günler geçirmiş, bazen pek çok meşakkate katlanması gerekmiştir. Bugün ise, ekonomik krize ve maddi sıkıntıya rağmen, ülkemiz finansman ve eğitilmiş insan açısından zannediyorum yeterli kadroya ve imkanlara sahiptir.

Öyleyse, bizim insanımız, ellerindeki bu imkanları iyi kullanmalı, her taraftaki eğitim seferberliğine destek olmalı; okullar açmalı, burslar vermeli ve istidatlı her talebenin okuyabilmesi için şartlar hazırlamalı; bunu yaparken bir birlik tesis etmeli ve bu birliği insanlık paydalarında buluşma şeklinde evrensel hale getirmeli ve tekvinî kanunları gözeterek fakr u zaruretten de kurtulma yolları aramalı ve bulmalıdır.
 

drone

Üye
Katılım
7 Eki 2006
Mesajlar
170
Tepkime puanı
0
Puanları
0
"Şimdi oku, kabirde okuyamazsın!" (Zübeyir Gündüzalp)
 
Üst