Öğretmenliğe Dair...

mostar

Profesör
Katılım
6 Ara 2009
Mesajlar
1,011
Tepkime puanı
244
Puanları
0
Öğretmenliğe dâir muallimliğe dâir, müderrisliğe dâir...

Öğretmenliğe Dair...




Zihnimdeki öğretmen kıvamını, en güzel hangi kelime ifâde ediyor, bilmiyorum. Anlatmağa çalışacağım öğretmen sâdece bilgi veren değil ilgi uyandıran, ufuk açan, aşk ve samîmiyet tohumları eken, fıtrata, dikkate, akl-ı selîme, imâna çağıran, usûl-erkân öğreten, öğrenme metodlarını gösterendir.


Öğretmenliğin önemini ve sorumluluğunu kavramak için, en kıymetli varlıklarımız olan çocuklarımızı en temiz, öğrenmeye en hazır dönemlerinde öğretmenlere teslim ettiğimizi hatırlamamız kâfîdir.

Çocuk insanın orjinali, “bir hârikanın en güzel nüshası”, şaheser varlık, hayat ağacının meyvesidir.
Bir şeyi daha hatırlamalıyız: Öğretmen çocukların en kıymetli uzuvlarında, kâlp ve kafalarında tasarrufta bulunur. O bir damlacık kalplerde bir dünya görüşü oluşturur. Bu açıdan baktığımızda öğretmenin insanlık işçisi, gelecek inşâcısı olduğunu görürüz.



Öğretmen bir ömür boyu süren rolünü, alıcıları çalışır vaziyette olan insan yavrusunun karşısında oynar. Bu seyircinin gözleri fotoğraf makinası, kulakları teyip kaseti gibi sürekli kayıtlar yapmaktadır. Bu seyirci bu hâliyle ömrünün en kıymetli zamanlarını okulda, öğretmenin karşısında geçirmektedir.



Bu kısa açıklama bile öğretmenin ne ağır bir mes’ûliyet altında olduğunu anlatmaya kâfîdir. Ağır vazîfelerin altından kalkabilmek ehliyet ister. Ehliyet, liyâkât demektir. Liyâkat, işin hakkını verebilecek durumda olmak, dürüst ve samîmi olmaktır. Şuur, sabır, sevgi gibi vasıflara sâhib olmaktır. Bu vasıflara sâhip olmayan, eğitimci değil, eritimci olur.

Söylediklerimizi biraz açalım:
“Öğretmenlik gönül işidir”
denir. El-hak, doğrudur efendim. Gönlü müsâit olmayanlar, dar dünyâların insanları, hayâtı şehvetten ve şöhretten ibâret sananlar sınıf kapısından içeriye alınmamalıdır.


Daha başlangıçta, öğretmen adaylarını, gönlü Allah’a ve insana dönük, parayı-pulu umursamayan, merak ve tecessüsü kuvvetli, aşk ve metafizik gerilimlere müsâit zekî çocuklardan seçmelidir.

Her çocuk başlı başına ayrı bir âlem, ayrı bir kâbiliyettir ama, her bir çocuğun bir kâbiliyeti diğer kabiliyetlerine baskın gelir.

Öğretmen adaylarında baskın kâbiliyet tesbit edilmeli ve seçim buna göre yapılmalıdır. O zaman öğretmen adayımızın “özel yaratılış amacı” doğrultusunda günden güne parlayacak, merhale merhale ilerleyecektir.


“Özel yaratılış amacı” şudur: Allah insanın hangi kâbiliyetini baskın yarattıysa kişi o doğrultuda insanlara ve canlılara faydalı olmak durumundadır. Buna, özel yaratılış amacı denir.

Genel yaratılış amacı hepimizce mâlumdur.


İnce ve derin ruhlu bir insan olan öğretmen, Allah rızasını hep ön planda tutacak kıvamda olmalı. Aksi takdirde idealizmini sonuna kadar sürdüremeyecek, tez zamanda işi oluruna bırakma kolaycılığına kaçacaktır. İnsanlık sevgisiymiş, ilim sevgisiymiş, bunlar bir ömür boyu insana zindelik ve idealizm aktaramaz. İllâ ki, rıza-yı Bârî, işin olmazsa olmazıdır.

Öğretmen bitmez-tükenmez okuma ve düşünme sevdâlısıdır.
Öğrenmeyi sürdüremeyen, öğretmeyi de sürdüremeyecektir. Öğrencisini oyalayacaktır. Hazıra dağlar dayanmaz. Sürekli yeni ve sıcak bilgiler arzedebilmek, orjinâl tesbitler sunabilmek sürekli okumakla mümkündür. Bir taraftan almayan öbür tarafa veremeyecektir.


Okuma meziyetine ermiş öğretmenlerimiz, kendilerini öğrencileriyle sınırlandırmamalıdırlar. Bildiklerini, öğrendiklerini, sözlü ve yazılı olarak yakın ve uzak çevrelere arzetmelidirler.

Türkiye gibi okuyanı az bir ülkede, bu meziyete erenler okulla yetinirlerse, bu, sermâyeyi kullanmama anlamına gelecektir. Bu bir vebâldir.

Okumayanlar mevcûdu tekrarlayacaktır. Bu da bıkkınlık getirecektir. Pedagojik bir gerçektir ki, “hakîkatın bile bayatına tahammül edilmez.” Söylenenler doğru bile olsa, hep aynı şeyler söyleniyorsa talebe, “anladık be anladık” diyecektir.
İlim sürekli oluşum hâlindedir. Muhtevâsını tamamlamış, son sözünü söylemiş değildir. İlim gelişmesini sürdürecek, öğretmen de bu gelişmeleri takip edecektir. Dört senede öğrendiğini kırk sene aktarıp-durmak iş değildir.
Medrese belli kitapları, belli hocaları esas aldığı, kâfî gördüğü için bitmiştir. Şu ve şu kitapları en iyi bilen, en büyük hoca kabul edilmiştir. Bu usûl, aynı şeyleri dönüp dönüp okumayı getirmiştir. Bu, fâsit bir dâirede dönüp durmaktır, hayâta yeni şeyler sunamamaktır.


Bu açıdan baktığımızda, yüz güldürecek bir öğretmenin, günün yirmidört saâtinde, senenin üçyüzaltmışbeş gününde arayış hâlinde olduğunu, dâima yeni ve sıcak bilgiler aradığını düşünürüz. Bu arayış, ömür boyu sürer gider.

Öğretmen ne okuttuğu ders kitabıyla yetinebilir, ne bıranşıyla, ne de mevcûd bilgisiyle. Dünyanın bütün güzellikleri onun ilgi alanındadır. O, pür dikkat bir arayış insanıdır. Bulma heyecanları, mal-mülk sevdasını gözden düşürmüş, gölgede bırakmıştır. O, kafa ve gönüllere sunduğu ikrâmlarla mest-ü hayrandır. Hemen ifâde etmeliyim ki, “insanlar denizi”, “derler, demişler, diyorlar batağı” aşılmadan bu safhâya ermek mümkün değildir.


Öğretmenlik sabır ve sebat mesleğidir.
Tahammülsüzlüğün ve şikâyetin başladığı yerde eğitimcilik biter.” Güzel bir usûlü, güzel bir alışkanlığı kazandırmak, bu günden yarına başarılabilecek bir şey değildir. Bir kusurun izâlesi yıllar alabilecektir. Binlerce kitap okunacak, notlar alınacak, tekrarlana tekrarlana hazmedilecektir. Düşünce ve duygular yazılacak, üzerinde çalışıla çalışıla olgunlaştırılacaktır. Bu işler, aceleci insanların, peşin çalışanların başarabileceği işler değildir.

Sabahleyin sınıfa giren bir öğretmen yetmiş gözün kendisine baktığının, yetmiş kulağın kendisini dinlediğinin şuûrunda olmalıdır. Her bir söz, her bir davranış, her bir tavır öğrenci şahsiyetine bir ilâvedir.


Öğretmen içten kaynayan insandır.
Sevinmeleri, üzülmeleri mânevî tatminleri öğrenciye yansır. Falanca büyük insanın parlayan taraflarını anlatırken, bir kara vicdanlının melanetlerini dile getirirken anlattıklarının etkisi altındadır. Ders ve sınıf ancak böyle ısınır. Heyecan ve öfkelerinde beden dili hemen devreye girer. O bir öğretmen midir, aktör müdür bilinmez.

Ne kadar güzel şeyler anlatırsanız anlatınız mıymıntı, mızmız ve ölü bir anlatım aslâ rağbet görmeyecek, aksine dersi çekilmez hâle getirecektir.


Ders, demircinin demir dövmesi gibi canlı, hareketli ve ses getirici olmalıdır. Öğrettiğinden dolayı memnûn kalmak bunu gerektirir.



Öğretmen, vazîfesini sâdece bilgi aktarmaktan ibâret sanmamalıdır. Onun görevi ilgi uyandırmaktır. Tuzu yiyen suyu kendisi bulacaktır.

Hayâtın nice güzellikleri, nice yüksek heyecanları vardır. Öğretmen bunlara parmak doğrultmalıdır ki öğrenci farkına varsın ve mutluluğunu artırsın. Bu da bir vazîfedir, hem de vazîfenin âlâsıdır.


İnsanlık hayrına birşeyler üretmenin verdiği haz, dikilen bir fidan, bir çocuğun tabiî hâli, bir gencin rol yapmayıp kendini yaşaması, bulutların güzelliği, kar ve yağmurun yağışı vb., duyarlı bir gönüle ne derin türküler söyleyecektir. Ne yazıktır ki, insanların büyük çoğunluğu, hayatın dört bir yanından gülümseyen güllerin farkında değildir. Halbuki insan için mide şenliği kadar kafa şenliğinin, kafa şenliği kadar gönül şenliğinin de önemi vardır. Tabiat ve toplumda yansıyan nice bin mûcizeden bir hisse alamamak büyük bir mahrûmiyettir.



Öğretmenlik “insan yetiştirme sanatı” olarak görülünce, kapsamının ne kadar geniş olduğu kendiliğinden anlaşılır.


Bütün doğrular, bütün güzellikler, bütün kadru kıymetler, insanlığın parlayan yönleri öğretmenin gündeminde olduğu gibi, bütün acılar, zilletler, karanlıklar da gündemindedir.

Yo, hayır, bir matematik öğretmeni sâdece matematik öğretmeni, bir lisan öğretmeni sâdece lisan öğretmeni değildir. Belki çocuğun gönlünü gül bahçesine, kafasını hakikat tarlasına çevirendir. Bu sebepledir ki sorumluluk şuûruna sâhip, iyi yetişmiş, mesleğini seven, çaplı bir öğretmenin tesirinin nereden başlayıp nerelere uzanacağını bir Allah bilir. Bu tesirler insandan insana yansıya yansıya mağripten meşrıka ulaşabilir, nesillerden nesillere intikâl edebilir. Böyle bir öğretmen insanlık âleminin şansıdır. O, yaşarken de, öldükten sonra da, Âdem’in evlâtlarına kafa ve gönül gıdâları sunmayı sürdürecektir. İkrâmlarının hangi güzelliklere kapı aralayacağını kestirmek mümkün değildir.


Öğretmenin bıranşına hâkim olması çok önemlidir.
Öğretmen kendine, öğrenci öğretmenine güvenmelidir. Bu, işin olmazsa olmazıdır. Nice kâbiliyet, nice ilgi ve alâka, öğretmenin liyâkâtsizliği yüzünden sönüp gitmektedir. Öğretmen mi öğretmen, okul mu okul... Bu mantık olsa olsa müstemleke mantığı olabilir. Çocuğa, sâfiyete, samîmiyete, beyinlere, gönüllere, ilimlere, sevgilere, aşklara, vecdlere, geleceklere kıymaktır, dünyâları karartmaktır.
İnsanlığın en geniş yürekleri, en bitmez sabırları, en derin ruhları, en tatmin olmaz beyinleri, en sarsılmaz irâdeleri sınıflarda olmalıdır. İnsanlık bu hakikat ve aşk adamlarının bu insanlık hayrına yaşayanların, gözleri ve gönülleri Zât-ı Ulviyete çevirenlerin kıymetini bilmeli, üzerlerine titremelidir.


Yo, hayır!
Öğretmenlik mesleklerden bir meslek değil, peygamberâne bir meşgûliyettir.
Ders mutlaka hayatla bağlantılı anlatılmalıdır.
Hayat öğrenciyi ilgilendirir, hayatla bağlantısı kurulan ders de ilgilendirir. İlgilenen bilgilenir. İlgiyle izlenen dersten daha zevkli ne olabilir?


Öğretmen çocuğun gönlünde derin duygular, yüksek heyecanlar uyandırmalıdır.
İnsan, ufukları aşan gönül dünyâlarına, Arş-ı Âlâ istikâmetlerine bakıp bakıp içlenen bir rûha, ipince hüzünlere, aşk ve miraç özlemlerine sâhiptir.


Öğretmenimiz bu derin dünyâlarla karşı karşıya olduğunun şuûrunda olmalıdır. Bu derinliklerde yol almak elbette kolay olmayacaktır ama, imkânsız da değildir. Öğretmen ince ayar bir donanıma sâhip olmazsa derinlik ve duyarlılıkları perişan edecektir. Bu, içler acısı bir yıkımdır.

Şimdi, bu tesbit ve temennîlerimizi misâllendirmeye çalışalım:
Bilinmelidir ki, ilk muallimimiz Allah’tır (c.c). (Bakara sûresi, 31)
Fâtih, bütçe görüşmeleri esnâsında, “Medreseler için ne kadar harcamak gerekiyorsa o kadar harcanacak, kısıntı yapılmayacaktır. Buralardan peygamber vârisleri çıkacaktır. Bu, kolay bir iş değildir. Bu yüzden çok fire veriyor. İstenilen evsafta, yüz öğrencide beş öğrenci yetişsin yeter. Bu beş öğrenci benim milletimin güneşi olacaktır. Bu beş öğrenci hatırına, gereken bütün harcamalar eksiksiz yapılacaktır” der.
Ertuğrul Gâzi, oğlu Osman Gâzi’ye bil-vesîle; “Bak oğlum” der, “Bana karşı hatalı bir davranışın olursa, çocukluğuna, tecrübesizliğine tutar, bağışlayabilirim. Lâkin, Hocamız Şeyh Edebaliye karşı çiy bir davranışın olursa, senden tarafa bakmam artık, baksam da seni gözüm görmez. O bizim kabilemizin güneşidir, terâzisi dirhem şaşmaz” buyurur.


Kayseri’li
Hasan Hüseyin Aksakal Hoca; “Gerekirse maaş vererek te talebe okutmaya devâm ederim, okutmadan duramam” derdi.


Celâlettin Ökten Hoca
; “Derse gelmediğim zaman cenâzeme gelin” diye söylerdi.


Rahmetli bindokuzyüzellidokuzda Medine’ye gider. Orada kalmak niyetindedir. Gördüğü bir rüyâda kendisine Türkiye’ye dönmesi, eğitim-öğretim işleriyle meşgul olması söylenir. Oğlunun anlattığına göre Celâlettin Hoca derslere hazırlanmaya yazdan başlardı.



İstanbul’da Çinili Câmi imamı
Mehmet Efendi, son anlarında başucunda Yâsin-i Şerif okuyan talebelerine, “ölürsek ölürüz, bunda yadırganacak birşey yok. Yalnız kitap bitmedi, ona yanıyorum” buyurur.


Hoca Efendi âhir ömründe talebelerine İmam Mâverdi’nin
“Edebü’d dünya ve’d din” isimli eserini okutmaktadır. Kitap henüz bitmemiştir.


İşte bu şuur ve mes’ûliyyet âbideleridir ki ilmin ve âlimin şânını yüceltmiş, milletin yüzünü güldürmüştür. Bunlar insanlığın büyük evlâtları, unutulmaz simâları, isimsiz kahramanlarıdır. İsimsiz kahramanlar, yüz yıllar ötesinden bizi eğitmeyi sürdürmektedir.



İdris Arpat
 
Üst