O (s.a.v) çanakkaledeydi

SeNoL

MUEYABYA
Katılım
16 Kas 2006
Mesajlar
4,867
Tepkime puanı
224
Puanları
0
Yaş
42
Konum
Kocaeli
Harbin, manevî cephesiyle alakalı, eksik kalan ve fazla işlenmeyen kesitlerden biri de "Peygamber Efendimiz'in (s.a.v.) harbe nüzulleri, Mehmetçiğe manevî teşvik ve destekleri"dir. O'nun davasını yedi iklim üç kıtada bayraklaştıran, Viyana önlerine kadar Sancak-ı Şerif'ini taşıyan, "Haremeyn'inin hâdimi" olmayı şeref telakki eden ve nihayet O'na ve kutsal topraklarına sonsuz bir muhabbet ve hürmet besleyen soylu ceddimizi/milletimizi, dara düştüğü bu en felaketli anında "vefalıların en vefalısı" Kutlu Nebi, elbette ki yalnız bırakmazdı. Kim bilir; milletimizin Çanakkale'de "yeniden dirilişinde", Hz. Peygamber'in "kutsî himmeti" belki de hayat iksiri hükmüne geçmiştir. Bu durum aynı zamanda, Enbiyalar/Şüheda Yurdu mübarek vatanımızın manevî koruma altında olduğunu, başımız sıkıştığında daima "ilahî inayetin" imdadımıza yetiştiğini ispatlayan en bediî bürhanlardandır.
Yarbay Hasan: "Zahmet Buyurdunuz Ya Resullallah!"
Gelibolu kara savaşlarının başladığı ilk günlerde, yarımadanın güneyinde ileri hatlarda bulunan 26. Alayın taburları, kendilerinden dokuz misli kalabalık düşman askerine karşı kahramanca mücadele ediyorlardı. 27 Nisanda, Morto koyu civarından Fransız birlikleri Kerevizdere'ye doğru taarruza geçmişlerdi. Buradaki birliklerimize acil takviye gerekiyordu. Takviye birliklerden 5. Tümene bağlı 17. Piyade Alayı, deniz yoluyla Kilya'ya gelmişti. Yarbay Hasan Bey de birliklerinin önünde atıyla ilerlemekteydi. Hasan Bey, Kerevizdere'de Fransızlarla hemen her gün kanlı çatışmalara soyunacaktı.
11 Temmuz günü de şiddetli siper çatışmaları yaşanmıştı. Mehmetçik, Fransızların taarruzunu püskürtmeyi başarmış; üstelik karşı taarruza geçerek düşman birliklerini siperlerinden söküp atmaya muvaffak olmuştu. Hasan Bey, mıntıkada dolaşırken, bir Fransız askeri dikkatini çekmiş ve kıpırdanmasından yaralı olduğunu düşünmüştü. Yarbay Hasan, dininin verdiği yüce ahlâk ve şefkat hissiyle, yerde yatan askere düşmanı bile olsa yardım etmek için yaklaştı. Tam yarasının olup olmadığını araştırmak niyetiyle eğilmişken; ölü numarası yapan düşman askeri birden elindeki kasaturayı Yarbay Hasan Bey'in göğsüne saplayıverdi. Hasan Bey, göğsünden oluk oluk kan aktığı halde yere yığıldı. Askerler müdahale etmiş, ancak geç kalmışlardı.

Hasan Bey'in gözleri buğulanmaya, güzel çehresi solmaya başlamıştı. Birden silkindi ve gözleriyle ufku takip etmeye koyuldu. Gözleri ötelerde seyran eder bir vaziyette, askerlere fısıltıyla "Beni ayağa kaldırınız." dedi. Komutanlarının son emrine uydular ve koltuklarına girerek kaldırdılar. Üstü başı kan içinde son demlerini yaşamakta olan Yarbay Hasan Bey, "Lailahe illallah Muhammedün Resulullah" dedi ve yüzünde derin bir tatlı tebessüm belirdi. Dudaklarından son olarak şu sözler döküldü: "Niçin zahmet buyurdunuz ya Resulallah!.." Ruhunu teslim ettiğinde, "nur yüzünde ince bir huzur çiçeklendi; gözlerini mavi göğün sonsuzluklarına daldırmış sükun içinde bulunuyordu."

"Ben, Medine'de Değil, Çanakkale'deyim!"

Alasonyalı Cemal Öğüt aktarıyor: Hâdise 1928'de Medine-i Münevvere'de, Cemal Öğüt Hoca ile Peygamber Efendimiz'in (s.a.v.) türbedarı arasında geçer. Piri fâni türbedar, tam bir Osmanlı hayranıdır; Osmanlı ile oturuyor, Osmanlı ile kalkıyor. Halbuki, ne Osmanlı kalmıştır ortalıkta ne de esamesi. Cemal Öğüt Hoca, bir gün dayanamaz sorar: "Niçin bu derece Osmanlı muhabbeti? Neden Allah ve Resulünün muhabbeti, Osmanlı'yı sevmeyi gerektirir?" Türbedar, duraksamadan cevap verir: "Osmanlı'yı, İslâm namına sevmek için şu hatıram sana yeter de artar!" der ve anlatmaya başlar:

1915 yılı haccına, Hindistan ulemasından, Allah dostu bir zat da gelmişti. Hacdan evvel, Resulullah'ı ziyaret için Medine'ye teşrif etmişti. Kendisiyle tanıştık ve uzun uzun sohbet ettik. Fakat bir türlü gözünün yaşı, gönlünün kederi dinmiyordu. Bu hüznün günlerce geçmediğini görünce sebebini sordum: "Burası, Cennet bahçesi, Resulullah'ın mescidi, makamı... Neden bu ziyaret sizi sevindirmiyor; yoksa gözünüzden akan sevinç gözyaşları mı?" Gözyaşları daha da çoğalan Hindistanlı âlim şu cevabı verdi: "Keşke göz yaşlarım gönlümün sevinçlerini yansıtmış olsaydı! Bunca yıl sonra nasip oldu, o "Güzeller Güzeli'ni" ziyarete geldim. Yanında, yakınında özlem giderecektim. Fakat müşahede ettim ki, Resulallah makamında değil... Resulullah niçin burada değil? Yoksa, benim kalp gözüm mü körelmiş? Resulallah'ın varlığını neden hissedemiyorum? Hangi hatam, hangi günahım onunla olmaya, onunla dolmaya engeldir? İşte, geldim geleli bu düşüncelerle perişanım!"

Alim zatın bu sözleri üzerine hayretler içerisinde kaldım ve ne diyeceğimi bilemedim. Bin bir düşünce içinde bir şey söylemeden yanından ayrıldım. Bu düşünceler içerisinde geç vakitte yatağa uzandım ve gece rüyamda Hz. Peygamber'i gördüm. Gün boyu kafamı meşgul eden düşünceler, şimdi Hz. Peygamber'in açıklamasıyla dağılacaktı. Hz. Muhammed ( s.a.v.) bana şunları söyledi: "Evet, hissedilen doğrudur. Ben şimdi Medine'mde değilim, Çanakkale'deyim... Çok zor durumda olan asker evlatlarımı yalnız bırakmaya gönlüm razı olmadı. Şimdi onlara yardım ediyorum."

Hintli Alimden Menderes'e:

"O, Sizi Çanakkale'de Ruhaniyetiyle Korudu!"

Yukarıdaki olayla bağlantılı olarak bir de Türkiye Cumhuriyeti'nin başbakanlarından Adnan Menderes'in başından geçen şu hâdiseye nazar edelim: Menderes, 1955'te Hindistan'a bir resmi ziyaret düzenler. Ülkedeki temaslarını tamamladıktan sonra, Hintli yetkililere, büyük bir âlim zatı ziyaret edip, duasını almak istediğini bildirir. Halbuki, bu Hintli âlim yanına gelen çoğu kimseyi kabul etmemekte ve görüşmeden geri göndermektedir. Bir hayli yol alıp, müşkülat çekildikten sonra âlimin uzlet mekânına varılır. Kendisine, Türkiye'nin Başbakanı'nın ziyarete geldiği haber verilir. Alim zat gelenleri kabul eder; ama pek de hoşnut değildir. Menderes uzaklardan geldiklerini ve kendisinden dua talep ettiklerini söyler. Hintli âlim, söylenenlere itibar etmez ve asıl dua merkezinin İstanbul'da "Eba Eyyub el-Ensari"nin makamı olduğunu söyler ve ekler:

"O, Resulullah'ın mihmandarıdır, seçkin sahabelerinden biridir... İstanbul'un manevî fâtihi ve sahibidir. Böyle bir yâriniz varken, ta buralara dua için gelmeniz uygun mudur? Sen git, o mübarek zatın himmetini iste; onun şefkat ve şefaatine sığın... Biz onun ayağının tozu bile olamayız. Siz, Güzeller Güzeli'nin himayesini görmüş bir millete mensupsunuz. O, sizi Çanakkale'de, İstiklâl Harbi'nde ruhaniyetiyle korumuştur. Bunun şuurunda olunuz..."

Menderes'le konuşan bu büyük Hintli âlim kimdi? Tahmin edileceği gibi, 1915 yılında hacca giden ve Medine'de Hz. Peygamber'i makamında müşahede edemeyip, günlerce gözyaşları içerisinde ıstırap çeken o Hintli âlimden başkası değildi.



"Yetiş Ya Muhammed Kitabın Gidiyor!"

Dr. Hikmet Arda naklediyor: Edirne'deki 2. Alayın 3. Tabur doktoruydum... 1. Tabur Kumandanı Binbaşı Lütfi Bey, uzun boylu, zayıf ve babacan bir zattı... Bir hafta sonra biz de Çanakkale'nin yolunu tuttuk. Artık harp sahasında girmiştik. Seddülbahir ve Kerevizdere'de bize ayrılan siperleri teslim aldık. Siperlerimiz, düşmanınkilere çok yakın, bazen birbiri içine girmiş vaziyetteydi. Sargı yerim, diğer harp sahnelerinde olduğu gibi geride değil, harp sahası olan siperler arasındaydı. Seddülbahir'de bizim karşımızda Fransız kıtaları vardı... Bir gün, gene bir ölüm kalım harbine tutuşmuştuk. Düşman askerleri sel gibi hücuma kalktılar. Karşılık vermemiz fayda etmiyordu. Esir kaldım...

Kaç dakika geçti, hatırlamıyorum; müthiş bir "Allah, Allah!" nidası kulaklarımızı yırttı. Başlarında, o mütevazı ve dindar kahraman, 1. Tabur Kumandanı Binbaşı Lütfi Bey... Askerlerin başına geçmiş ve "Yetiş Ya Muhammed! Kitabın gidiyor!" diye naralar atarak, askerleri heyecana getirip ileri atılmıştı. Peşine takılan kükreyen aslanlarla, siperlerimizi tekrar düşmandan geri almıştı... Korkunç bir rüyadan uyanır gibiydik. Alay Kumandanımız, Lütfi Bey'e itimat ve sevgisini şöyle açıkladı: "İşte, görüyorsunuz; himayemi çok gördüğünüz ve serzenişte bulunduğunuz bu zatı, ben bugün için tuttum." Sonra haber aldım ki, Binbaşı Lütfi Bey, Çanakkale'den sonra İran'da şehit olmuş. Allah rahmet eylesin..."



İkbal'in, O'na (s.a.v.) Sunduğu "Çanakkale Kanı"

Şair Nedvi Ebul Hasan anlatıyor: Lahor'da bir meydanda ciddi bir toplantı olmuştu; sayılamayacak kadar kalabalık vardı, heyecan son haddine gelmişti. Trablusgarp işgal edilmişti ve arkasından Çanakkale'ye geçilecekti. Lahor halkı, sırtlarındaki elbiselerine kadar, evlerindeki bakıra kadar çıkarıp verdiler. "Osmanlı'nın, Mehmetçiğin imdadına" diyorlardı, vagonlara yükleyip gönderiyorlardı. Konuşma kürsüsü hazırlanmıştı. Nazarlar bir tarafa teveccüh etti, belli ki büyük bir âlim şair geliyordu. O gelen insanda, bütün bir milletin ıstırabını çekmenin havası saklıydı, iki büklümdü. Konuşma kürsüsüne çıktı. Çok belagatlı ve tatlı konuştu, insanları coşturmuştu. Müslümanlara yardım etmenin faziletini anlatıyordu:

"Bu zaman hengamesi bana ağır geldi; pılımı pırtımı toplayarak bu dünyadan göçtüm. Hayatımı, akşam ve seher sınırlarında geçirdim. Ama dünyanın eski düzenini öğrenemedim. Melekler beni, Hz. Peygamber'in huzuruna götürdüler; rahmet ayetinin sahibinin önüne çıkardılar. Hz. Peygamber buyurdu: Ey Hicaz bahçesinin bülbülü! Senin her goncan, senin terennümünün ateşiyle ısındı; senin gönlün aşk şarabıyla coşkundur. Senin coşkunluğun, Allah'a secde ve niyazda bulunmaktır. Senin, dünyanın alçaklığından göklere doğru uçtuğun zaman melekler sana yüksekliğin sırrını öğrettiler; cihan bahçesinden çıkıp bana bir koku gibi yaklaştın. Söyle bana ne gibi bir hediye getirdin!" dedi. Dedim: "Ya Muhammed ( s.a.v.)! Dünyada yok rahatlık, bütün özlemlerimden ümidi kestim. Varlık aleminde binlerce gül, lale var; ama ne renk ne koku; hepsi vefasızdır. Yalnız bir şey getirdim kutlanmış tekbirle bir şişe kan ki, eşi yoktur cennette bile! Bu senin ümmetinin namusu, vicdanıdır. Bu, Trablusgarp (Çanakkale) şehidi, Mehmetçiğin kanıdır!.."


ALINTIDIR
 
Üst