o güzel insanlardan bir demet

arşivist

Profesör
Katılım
17 Ocak 2007
Mesajlar
1,361
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Web sitesi
www.smf123.net
Hacı Hafız Ali Oruç
Yurtdışında olmam, bazı haberlerden habersiz olmamı da netice veriyor. Halbuki öyle meçhul kahramanlar var ki, onların vefatını aylarca sonra öğrenebiliyorum... Bunlardan birisi de Ali Oruç Hoca...
1970’li yılların sonlarına doğruydu. Alaaddin ve Hasan isimlerindeki delikanlılar da ev tutmak için Kayseri’ye gelmişlerdi. Kimseyi tanımıyorlardı. Câmiye geldiklerinde, cemaatle namaz kılınmıştı. Onlar da sünnetlerini kılıp cemaat olarak farza başladılar. Tam o sırada bunları Ali Hoca gördü... Kendi kendine “Bunlar Kayserili değil. Çünkü cemaatle namaz kılındıktan sonra, artık, ekseriyetle her Kayserili farzını tek başına kılar.” diyerek, gençler namazlarını bitirinceye kadar bekler. Sonra da “Sizler kimselersiniz bakalım?.” diye söze girer ve onlarla tanışır. Onları dinledikten sonra hemen bir baba gibi onlara sahip çıkar. Başta Müftü Efendi olarak, ileri gelen kimselerle onları tanıştırmaya başlar.
Onlar, kalacak bir ev aradıklarını, Özbakır Apartmanı’nda bir daire bulduklarını; fakat sahibi olan Dr. Feyzi Bey’in kendilerini tanımadığı için bir kefil göstermelerini istediğini söylerler. Ali Hoca onları yakın arkadaşı ve kendisi gibi hacı ve hafız olan Durdu Hoca’nın işyerine götürür. Durdu Hoca şöyle bir bakar ve “tamam” diyerek onları Dr. Feyzi Bey’e götürür. Doktorun “Bunları nereden tanıyorsun?” sorusuna “Ben onları çok iyi tanıyorum ve her şeylerine kefilim.” der. Bu cevap Ali Hoca’nın dikkatini çekmiştir. Sonra Durdu Hoca’ya bunun sebebini sorar. Durdu Hoca pek bir şey söylemek istemez; ama biraz üzerine gidilince, “Dün gece rüyamda Hz. Ali Efendimiz’i gördüm. Bana ‘Yarın sana benim iki arkadaşım gelecek, onların ihtiyaçlarını gider.’ buyurdu. Siz yanıma gelince, onların olduklarını anladım. Artık başka bir şeye ihtiyaç var mı?” meâlinde sözler söyler.
Bir müddet sonra Ali Hoca, bir otobüs dolusu dostuyla beraber İzmir’e gider. Orada gençlerin teheccüde kalkışları ve seher güzelliğinde şahit olduğu ruhanî ve lâhutî manzara ve atmosfer kendisini âdeta büyüler. Birden bu durumu, seneler önce gençliğinde rüyasında gördüğünü hatırlar... İşe daha iyi sarılır.
Bu muhteşem şahsiyetlerle ilgili bir hatıramı da anlatmak istiyorum. Konya’da bulunduğum yıllardı. Bir gün Ali ve Durdu hocalar ziyaretime geldiler ve beni Kayseri’ye davet ettiler. Bir taksi ile kahvaltıdan sonra yola çıktık. Nevşehir’e gelince Taceddin Hoca’mızın yeğeni Adil Hoca aklıma geldi. “Suvermez veya Sırvermez” isimli bir kasabada imamdı. Yolumuzun üzerinde olduğu için uğrayalım, dedik. Câmiye geldik, sorduk. Onun izne ayrıldığını söylediler. Tam ayrılacakken orta yaşlı birisi “Siz misafirsiniz, karnınız açtır, ne olur buyurun.” dedi. Ben “Teşekkür ederim. Karnımız aç değil, yolumuz uzak, Kayseri’ye gidiyoruz.” dedim. Lâtife ve espriyi seven Ali Hoca, “Doğru değil... Bizim karnımız aç!” demesin mi?.. Bu sefer adam yakamıza yapıştı ve bizi bırakmadı. Ali Hoca ona, “Sen herhalde gurbette çok kalmışsın, onun için halden anlıyorsun.” dedi. O da “Doğru söylüyorsun hocam.” dedi. Bize, “Evime mi götüreyim; yaş - yavan ne varsa yeriz. Yoksa hacı yemeği var; oraya mı götüreyim?” diye sordu. Hocamız “Hacı yemeğine.” dedi. Gittik, bütün kasaba halkı oraya toplanmıştı. Güzel bir hava vardı. Tam ayrılacakken Ali Hoca birer kucaklık, bölgeye has ekmekleri göstererek, “Bunlardan misafirlerin arabalarına doldurun bakayım!.” dedi. Ben çok utandım. Ama o “sen anlamazsın” dercesine bildiğini okudu ve taksinin arkasını ekmeklerle doldurdu. Kayseri’ye geldik. Arkadaşların pikniğe çıktıklarını söylediler. Yanlarına vardığımızda “Eyvah, her şey var. Sadece ekmek almayı unutmuşuz!.” dediler. Ali Hoca, yüzüme bakıp gülümseyerek “Gördün mü?” dedi. Sanki kerâmetini ifşâ ediyordu...
Allah rahmet eylesin. Mekânı cennet olsun.
 

arşivist

Profesör
Katılım
17 Ocak 2007
Mesajlar
1,361
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Web sitesi
www.smf123.net
Şehadet getire getire
Doktor Can’ımız Mehmet Ayvacı Bey, üniversite öğrenciliği yıllarından itibaren pek çok lise ve ortaokul öğrencisine ağabeylik, fedakârlık ve rehberlik yaparak onların çok iyi yetişmelerini sağlamıştır.
Şahsen ben kendim pek çok insandan onun hakkında “Üzerimde hakkı vardır.” sözünü duymuşumdur.
Cenazesine yetişemeyince, kıymetli bir arkadaşımla baş sağlığı dilemek üzere memleketine gittik. İslâmî konularda çok hassas olan babası, lise yıllarından beri arkadaşım olan ağabeyi, diğer yakınları ve dostları ile dertleşip görüştük. Bilhassa Bediüzzaman Hazretleri’nin Mektubat isimli eserinden 20. Mektup’taki ölüm ve âhiret ile ilgili bölümü mütâlaa ve müzâkere ederken, sanki yeni yazılmış ve özellikle de bu vefat ile ilgili olarak yazılmış gibi bir hissi içimizde uyanmış bulduk. Bu güzelliği bütün yakınları ve dostları ile beraber yer yer yaşlı gözlerle paylaştık...
Merhum Mehmet Ayvacı kardeşimiz, dört yıl boyunca, Zaman Gazetesi Ailem ekinde okuyucuların dertlerini dinlemiş ve onlara güzel cevaplar ve nasihatlar vermeye çalışmıştı. Ekim 2005’te kendisiyle yapılan bir röportajda şunları söylemişti:
“Kur’an-ı Kerim’i tefe’ül ederek açar okurum. Oradan aldığım bir hava ile gelen mektupları yorumlarım. Olaylara tamamen bir melek gözüyle bakarım. Ben bana zarar verse bile, bir mikrobun arkasında olan mükemmel hücrenin gerisindeki Allah’ı görmeye çalışırım. Gelen mektuplardaki dertlerin de dindarlıkla birleşmesi ve samimi yazılması beni ağlatır. Sabahlara kadar ağladığımı hatırlarım. Benim derdim, eğer okuyucularımın derdi biterse biter. Her mektup bana, merhume annem âhiretten gelmiş kadar sevinç verir. Okurlardan gelen her mektubu sandığımda saklıyorum. Onların, mezarıma konulmasını istiyorum. Onlardan yaptığım kanatlarla uçacağıma inanıyorum. Kabirde soru sorulduğunda o mektuplara verdiğim cevapları göstereceğim.”
Dr. Can’ımız Mehmet Ayvacı kardeşimizde gelişen bu âhiret derinliğinde, herhalde bu mektupların rolü olsa gerek. Diyor ki: “Ben geçirdiğim bir kalp ameliyatından sonra kendi kendime ‘Canım doktorum, evlilik, çocuk derken bugünlere geldin. Sen artık bundan sonra tamamen âhireti düşün.’ dedim. Bir sürü ameliyat oldum. Dil altı kullanıyorum. Şeker hastasıyım. Ortalama iki-üç ayda bir gidip ameliyat oluyorum.”
Doktorumuz, vefatından az evvel, hastaneye giderken “Ne olur ne olmaz, belki bir daha uyanamam” diyerek üç defa şehadet getiriyor... Allah rahmet eylesin... Hüsn-ü zannımız ve ümidimiz odur ki, güzel bir şekilde hüsn-ü hâtime ile dünyadan ayrılıp İlâhî rahmete kavuştu...
Onun bu hâli bana Barla Lâhikası’nda mektubu bulunan Üstad’ımızın kardeşi Molla Abdullah’ın oğlu merhum Abdurrahman Nursî’yi hatırlattı. Üstad’ın tespiti ile o da yedi-sekiz sene Üstad’ı amcasından ayrı kaldıktan sonra yazdığı mektubunda üç tane zâhir kerâmet göstermiş ve mektubunun sonunda da “Bismillahirrahmanirrahîm ‘O gün onların ağızlarını mühürleriz; elleri bize yaptıklarını anlatır, ayakları kazandıkları günahlara şâhitlik eder.” (Yâsin Sûresi, 65) Allah’ım! Bizi ancak dünyadan imân ve şehâdetle çıkar. Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine, ölümden sonraki dirilişin hak olduğuna imân ettim. Ben şehâdet ederim ki, Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur. Ve yine şehadet ederim ki, Muhammed Aleyhisselam Allah’ın kulu ve resûlüdür.” Abdurrahman, diye yazmıştır. Üstad Bediüzzaman Hazretleri de mektubunun sonuna koyduğu, Birinci Hâşiye’de: “Cây-ı dikkattir, vefatını haber veriyor.” diyor. İkinci Hâşiye’de: “Hem iman ile gideceğini ilân ediyor.” diyor. Üçüncü Hâşiye’de ise: “Âhir nefesteki kelimât-ı imâniyeyi âhir mektubunda zikretmesi, dünyadan kahramancasına imanını kurtarıp öyle gideceğini işaret eder.” diyor.
Biz de kardeşimiz, arkadaşımız Dr. Can’ımız Mehmet Ayvacı için aynı şekilde hüsn-ü zanda bulunuyoruz.
 

arşivist

Profesör
Katılım
17 Ocak 2007
Mesajlar
1,361
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Web sitesi
www.smf123.net
Bu cefakâr ruh nasıl söylensin?
Eğitim gönüllüsü Hüseyin Bey, seneler önce yaşadığı bir hatırasını tarihe not düşercesine kaleme almış. Biz de bu “büyük eğitim destanının” bir parçasını sizlere aktarmak istedik...

“Okulumuzda İngilizce öğretmeni olarak çalışan Hüseyin Demirtaş’a ailesinden telefon geldi. Askerdeki kardeşinin teröristlerle girdiği çatışmada üç kurşun yediğini, çok acil para göndermesini söylüyorlardı. Arkadaşın babası yıllar önce vefat etmiş. Ailesinin en büyüğü olarak arkadaşımıza telefon gelmişti. Okulumuzdaki ekonomik problemler had safhadaydı. Arkadaşlara iki hafta önceki toplantıda her zamanki gibi geçmiş büyüklerin katlandığı sıkıntı ve fedakârlıkları anlatarak, bizim işimizin de böyle olduğunu ifade ettim. Özetle paramızın bittiğini, arkadaşların pazardan ekmek ve çay hariç, para gelinceye kadar başka bir şey almamalarını, hâlâ yeni okul alamadığımızı anlatıp toplantıyı bitirmiştim. Arkadaşlar para istemeye gelince 150-200 tenge (2 dolar) para verebiliyordum. İşte tam böyle bir günde arkadaştan para isteniyordu. Müdür olarak genel müdürümüzle görüşmüş; 300 dolar bulamamıştım. Arkadaşa günde iki defa telefon geliyordu, ‘Para ne oldu?’ diye hakaretler yağıyordu. Hepimizin huzuru kaçmıştı. En son olarak da, ‘Kardeşin hâlâ bitkisel hayatta, doktorlar göstermiyorlar, iki hafta geçti, gel kardeşini son kez gör.’ diye telefon gelmişti. Arkadaşımızı gönderecek bilet parası yoktu.

“Evime gelirkenki ruh haletimi anlatmam mümkün değil. Çünkü genel müdürlükte telefonla görüşmüştüm, 300 doları Türkiye’ye gidecek bir belletmene verdiklerini, iki gün sonra uçacağını, arkadaşımıza yol parası verecek durumda olmadıklarını söylemişlerdi. Çok bunalmıştım. Evimdeki satabileceğim eşyaları düşünüyordum; fakat nasıl satılacak, kaç para edecekti? Neticede problemi çözmek mümkün değildi. Para olmadığından dolayı eve ekmek almadan gelmiştim. Hanım kapıyı açtığında 1,5 yaşındaki oğlum bana doğru düşe kalka gelirken elindeki dolarlar dikkatimi çekmişti. Hanıma, ‘Bu paralar nereden geldi?’ diye sorduğumda bilmediğini söyledi. Çocuk konuşmayı bilmediğinden bir şey anlatamıyordu. Ben ise hâlâ bilmiyorum. O gecenin sabahında arkadaşlara parayı yetiştirmiştim. Belki arkadaşlar; ‘Müdürümüzde para var da niçin bu sıkıntıyı bize çektiriyor?’ diye düşünmüş olabilirler düşüncesiyle endişe ediyordum. Gördüğüm bu kerametin gizli kalmasını istiyordum. Evet banka havalesi ile para gelmiyordu, borç bulmak mümkün değildi!.. Dualarım kabul olmuş ki nereden geldiğini benim de bilmediğim bu paranın kaynağını hiç kimse sormadı. Bana göre bu sorunun sorulmaması paradan daha büyük keramet. Çünkü akşamleyin ancak bir ekmek parası verdiğim arkadaşlara, sabahleyin birer maaş takdim edebilmiştim.
“1200 dolar verip öğretmen arkadaşı ertesi gün gönderdim. Dedesiyle Diyarbakır’a gidince dedesi rahatsızlanıyor ve ameliyat oluyor.

“Şimdi ben size bu arkadaşa ailesinin niçin sert tavır aldığının sırrını açıklayayım... Çünkü üç ay sonra dönüp geldiğinde; ‘Müdür bey, bildiğiniz gibi ben elektrik mühendisiyim. Bilgisayar ve İngilizce yönünden de çok iyiyim. Türkiye’de ailem bana 2000 dolar aylık maaşı olan bir iş bulmuştu. Ben Orta Asya’da öğretmenlik yapabilmek için onlara daha yüksek maaşla iş bulduğumu söyleyip buraya geldim. Halbuki, burada 412 dolar maaş alıyorum. Şu sıralarda da biraz sıkıntı var. Bunları onlara söyleyemiyorum. Onlar benim çok maaş aldığım halde onlara yardım etmediğimi zannediyorlar.’ dedi.”

Şimdi bu eğitime adanmış fedakâr ruh ne yapsın? Gerçeği söylemiş olsaydı o zaman ‘Hemen geri dön!’ diye baskı yapacaklardı. Gitse eğitim ortada kalacaktı.

İşte yapılan fedakârlık ve cefakârlık bu şartlarda gerçekleşiyordu.
Allah bu yüz aklarımızdan ebediyen râzı olsun...
 

arşivist

Profesör
Katılım
17 Ocak 2007
Mesajlar
1,361
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Web sitesi
www.smf123.net

İlahî inayet, gözetip koruyordu
Müdür Hasan Hüseyin Bey’in Orta Asya hatıralarından sizlere birkaçını nakletmek istiyorum:

Yıl 1998, Kazakistan’dayız. Ülkemizdeki krizden dolayı üç ay hiç para gelmemişti. Arkadaşların morallerini yüksek tutmaya çalışıyordum. Özellikle moral yükselten manevi programlara ağırlık veriyordum. Kasıtlı olarak, belletmenlerin ne yediğini göreyim diye yemek saatinde pansiyona gittim. Arkadaşların çay ve makarna ile yetindiklerini gördüm. Pansiyon müdürü ile görüştüğümde iki aydır ekonomik sıkıntıdan dolayı, bu şekilde devam ettiklerini söyledi.

Yazın okulun tuvalet ve banyolarını yaparken, fayans ve çimento ilimizde olmadığından Rusya’ya bağlı Astarhan’a arkadaşları göndermiştim. Oradaki okul müdürü ve öğretmenlerin arkadaşlara gösterdiği ilgiyi düşünüp aynı faksı oraya da gönderdim. Beş dakika sonra beni aradı, faksı okuduğunu ve çok duygulandığını, telefonla sponsorlarına gönderdiğini söyledi. Sonra onlar da esnaf ve öğretmenleri toplayıp, faksı okumuşlar. Ağlayanlar olmuş ve aralarında 5.000 dolar para toplayıp gönüllerini alalım düşüncesi ile dört erkek üç bayan, iki araba ile bizi ziyarete gelmişlerdi.

Bu insanlara iade-i ziyaret yapmam gerektiğini biliyordum. Fakat üç-dört ay geçmiş olmasına rağmen nasip olmamıştı. Bahar gelmişti. Okul imtihanı için ilçeleri dolaşıyordum. Gittiğim ilçelerde milli eğitim müdürleri beni karşılıyor, okulları beraber geziyorduk. Okullarda 6. sınıf öğrencilerini bir salonda topluyor, önce okulumuzu iyi bir övüp mikrofonu bize veriyorlardı. En sonunda ise, “Türk abileriniz ayağınıza kadar geliyor, onları alkışlayın.” diyorlardı. Sonra kaymakamları ziyaret ediyorduk. Yerel gazete ve televizyonlar röportaj yaparken “Buralara niçin geldiniz?” diye soruyorlardı. Bizim için özel olarak hazırlanmış davet yemeğini yiyip ilçeden Atrav’a dönüyordum. Allah’ın inayeti çok fazlaydı, gittiğimiz her yerde insanlar bizi bağrına basıyordu. Vali, milli eğitim müdürüne hitaben “Türk kardeşlerimiz çocuklarımızı okutmak için buralara kadar gelmiş. Ben Türkiye’yi biliyorum. O kadar güzel yerden anne-babasını bırakıp bu çamurun içine, -40 derece soğuğa gelmişler. Onlarla beraber gez, yemek yedir. İltifatta kusur etme, bize ayıp olmasın.” diye tembih ediyordu. 250 km uzaktaki Kurmangazi ilçesine gitmiştim. Milli eğitim müdürü okulları gezdirdi. Öğlen yemeği unutulacak gibi değildi. Oradaki velilerimiz evlerine götürmek için gelmişler. Biz ise önceden gerçekleştiremediğimiz Astarhan gezisini 120 km daha gidip gerçekleştirecektik. Yol kısa; ama iki gümrük var. Volgagırad nehrinde iki yerde gemi ile geçilecekti. Milli eğitim müdürü ve ekibi bizi şehrin dışına kadar uğurladılar. Fakat benzinin lambası sürekli yanıyordu. Benzinin bitmesi lazımdı. Şehirden çıkarken “15 km sonra yolda benzinlik var. Benzini temiz. Eğer oraya kadar yetecekse oradan alın.” demişlerdi. Aslında yetmez diye düşünüyordum; ama o insanları çok meşgul ettiğimiz için ‘yeter’ dedim. Tahminen 40-50 km daha gittik. Gümrükleri çok kolay geçtik. Nehri geçtiğimizi fark edememişiz bile. Biraz gittikten sonra bir ses geldi; teker patlamıştı. Taş kesmiş. Yedek tekeri takıp devam ettik; fakat benzinin lâmbası sürekli yanıyordu. Benzinliğin kapalı olacağını düşünememiştik. Geriye dönsek zaten şehre kadar benzin yetmez belki ileride vardır diye yola devam ettik. Normal şartlarda benzinin bitmesi gerekirken, benzinliğe kadar gelmiştik. Fakat arabanın benzin kapağını açamıyoruz, 15 dakika açamadık. Sonra çekiçle vuralım, ya açılsın ya kırılsın diye karar verdik, çekiçle vurunca açıldı. Benzin alıp iki kilometre gittik. Vapurla nehri geçecek ve 45 km daha gidecektik. Nehrin kenarına gelince vapur hareket etti. İkinci vapura gittik, orada da “öğle yemeği” dediler. Biz “Hangi günahımızdan bu musibet başımıza geldi?” diye konuşuyorduk. 15 dakika sonra arabanın diğer tekerinin havasının indiğini gördük... Bulunduğumuz yer bir köydü. 370 km’lik o yolda bir tane lastik tamircisi vardı, biz de tam onun önünde duruyorduk. Kafkas Müslüman’ı olan bu adam iki tekerimizi de yapıp verdikten sonra benzin kapağının açılmayış sebebini anladık. Açılsa gemiyle karşıya geçtikten sonra 10-15 km gidip kalacaktık. Yedek teker zaten önceden patlamıştı. Buradaki insanların yedek teker vermesi çok zor bir ihtimaldi. Teker ilk patladığı an hızımız her ne kadar 90’ı geçmiyorsa da 89’a da düşmüyordu. Asfalt olmayan yeni çakıl dökülmüş bir yolda Murat 131 olan arabamızın kaymaması, mutlaka bitmesi gereken benzinin bitmemesi ve benzin kapağının vapuru kaçırıncaya kadar açılmaması gaybî bir elin açıktan desteklemesi değil de nedir?”

Evet, bütün bunlar İlahî inâyetin gözetmesi ve korumasıdır elbette...
 

arşivist

Profesör
Katılım
17 Ocak 2007
Mesajlar
1,361
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Web sitesi
www.smf123.net
Hacı Ali Rıza Güven

Aksekili Hacı Ali Rıza Güven, İzmir’de toptancı mağazası bulunan bir işadamı idi. İzmir İmam Hatip ve İlahiyata Öğrenci Yetiştirme Derneği’nin kurucularındandır ve uzun zaman da başkanlığını yapmıştır.

Bu dernek, tarihî Kestanepazarı Camii bitişiğinde idi. Yine orada bulunan yurdun ayakta kalması için ömrü boyunca gayret etti. Bizler o yurtta barınarak tahsilimizi tamamlama imkânı bulduk. Hem de benim gibi köyden gelmiş arkadaşlar olarak bizler, âdâb-ı muaşeretin pek çok kaidelerini de yine ondan öğrendik. O bizim “Hacı Amcamız” idi... Bir baba gibi onu hem sever hem de ona karşı büyük saygı duyardık.
Benim yurda ilk geldiğim seneler Hacı Amca’nın evi Alsancak tarafında idi. Neredeyse her sabah evinden çıkar, yurda gelir ve bizleri sabah namazına kaldırırdı. Cenab-ı Hak ebediyyen râzı olsun...

O zenginliğine ve başkanlığına rağmen, hocalarımıza karşı da son derece saygılı davranırdı. Fethullah Gülen Hocaefendi, Kestanepazarı’na vaiz ve yurda müdür olarak geldiğinde 28 yaşlarındaydı. Avluda bir gün pantolonuna bir şey sıçramış olacak ki, o koca Hacı Amca’mızın eğilip evladı yaşındaki kişinin pantolonunu çitelediğini gördüm. Hocamız müsaade etmek istememesine rağmen saygı ve sevgiyle bu işi yapmaya çalışıyordu.

1965 Haziran’ında, tam izine gidecektim, merhum Yaşar Tunagür Hoca’mızla beraber beni çağırıp “İsveç’ten bir vakıfla İlim Yayma Cemiyeti anlaşmışlar. Yazın karşılıklı öğrenci mübadelesi olacak. Bütün imam-hatip yurtları birer öğrenci seçip gönderecek. Kur’a çektik. Seni iki aylığına İsveç’e gönderiyoruz.” dedikleri vakit dünyalar benim olmuştu... Bunu da unutamam.

Fethullah Gülen Hocamız yurdumuza müdür olduktan sonra, artık yurdumuzda akşamları nöbetle kalan hocalar gelmez olmuştu. Biz de bu boşluktan istifade ile akşamları arkadaşlarla dışarı çıkıyorduk. Yine bir akşam sohbete gitmiştik. Gece ikişer üçerli gruplar halinde dönüyorduk. Ama o akşam Hocaefendi idareyi ele almış üst kapıya dikilmiş... Önümüzdeki gruptan Süleyman Gündem’e “Nereden geliyorsunuz?” diye sormuş o da “Sohbetten” demiş. Bu sefer “Kimden izin aldınız?” diye sorunca “Hacı Ağabey’den!” demiş. Hocaefendi ilk anda Hacı Ali Rıza Güven’den izin alındığını zannetmiş. Ama “Şimdi o da geliyor zaten.” demiş. O anda da ben alttaki büyük kapıdan içeri girmişim. Tabii bunlardan benim hiç haberim yok. Tam yanına gelince bana “Buyur hacı efendi!” dedi. Şaşırıp kalmıştım. “Daha ilk karşılaşıyoruz; acaba benim lâkabımı nereden öğrenmiş olabilir?” diye düşünmeye başladım.

Peki bana bu isim nereden gelmişti? Yaşar Tunagür Hoca’mızdan hadis dersi okurken, o sene Diyanet ilk defa otobüsle hacca, hacı adaylarını götürürken yanlarına din görevlisi de veriyordu. Yaşar Hocamız “Sizi bu kafilelere katalım, hem vaaz edersiniz, hem de haccınızı yapmış olursunuz.” demişti. Onun için birbirimize hacı hacı derken hepsi unutulmuş, sadece benimki kalmıştı.

Allah rahmet eylesin Hacı Amca’mızın vefatını duyunca bunları ilk etapta hatırlayıp yazmaya çalıştım. Başta bütün yakınlarına, bilhassa kendisine Külliyat konusunda medyun olduğum damadı Avukat Necdet Doğanata’ya ve bütün Kestanepazarı mensuplarına baş sağlığı diliyorum. Cenab-ı Hak onu ebedî saadetlere mazhar eylesin... Âmin...
 

arşivist

Profesör
Katılım
17 Ocak 2007
Mesajlar
1,361
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Web sitesi
www.smf123.net
Koşarken ölen bir gönül eri
Rahmetli Hacı Yusuf Kemâl Erimez Ağabey’in yardımcılarından Kadir Tufan’dan bir mektup aldım. Mektupta yazılan bazı bilgileri sizlerle paylaşmak istiyorum...

Tacikistanlı Nureddin Narov, dokuz kardeşin en küçüğü idi... Yetimdi, öksüzdü. Hem annesini hem de babasını küçük yaşta kaybeden Nureddin, amcasının yanında büyümüştü. Ailenin gözbebeği bu kabiliyetli çocuk, köyünün kıraç topraklarından gelip Tacik-Türk Koleji’nde okumuştu. Mezuniyeti sırasında Hacı Ataları bütün arkadaşlarıyla beraber kendisine şöyle bir vasiyette bulunmuştu: “Üniversiteye gidip yurtdışında okuyacak, tahsilinizi bitirince vatanınız Tacikistan’a geri dönecek ve burada hizmet edeceksiniz. Geri dönmezseniz, size hakkımı helâl etmiyorum.”

Nureddin dört yıl önce Eskişehir’de üniversitenin İngilizce öğretmenliği bölümünden mezun oldu. Türkiye’de iki sene özel bir okulda İngilizce hocalığı yaptı. Ama ülkesi Tacikistan’dan “İngilizce öğretmenine ihtiyaç var, gel.” davetine derhal kulak verdi ve Hacı Atası Hacı Kemal Erimez’in ikazını hatırladı. Türkiye’de iki senedir vazife yaptığı okuldan memnundu, hem de başarılı idi. İmkânları da iyiydi. Bütün bunları elinin tersiyle itip yola çıktı. Her şeyi bir tarafa bırakıp Haziran 2004’te zor şartlar altındaki ülkesine döndü. Yeni okulu, Hacı Ata’nın adına açılmış ve ülkenin en güzel ve en güzide okullarından biri olan Duşanbe Müşterek Tacik-Türk Hacı Kemal Lisesi’ydi. Bir yıl hizmet verdiği bu okulda hem okul personeli hem de öğrencilerin gönlünde taht kurdu. İkinci sene de yine Şelâle AŞ’ye bağlı eğitim kurumlarından biri olan Duşanbe Dil Merkezi’nde vazifeye başladı. Sekiz ay içerisinde burada da herkesin takdirini kazandı. Artık evliydi ve sekiz ay sonra kucağına alacağını ümit ettiği yavrusunun hayaliyle baba olma heyecanını yaşıyordu.

İşini çok seviyordu. Daha mükemmelini yapmak için de “açık ders” uygulaması yapıyordu. Yani ayda bir artı ve eksilerini görmek, hem de eğitim adına uyguladığı ve uygulanabilecek yeni ve güzel metotları meslektaşlarıyla paylaşmak üzere açık dersler veriyordu. Bu derslere isteyen herkes iştirak edebiliyor ve kendince notlar alabiliyordu. Bu ders okul müdürünün nezaretinde artısı ve eksisiyle masaya yatırılıyor ve hep birlikte çıkarılabilecek güzel neticelere ulaşılmaya çalışılıyordu. 29 Nisan günü de yine böyle bir açık ders günü vardı. Ama Nureddin bir gün önce eve gitmeden arkadaşının bilgisayarına “YARIN AÇIK DERS OLMAYACAK” notunu yazıp altına imzasını atarak yapıştırmış ve öyle okuldan çıkmıştı. Dediği gibi 29 Nisan 2006 Cuma günü açık ders yapılamadı. Çünkü o günün sabahı yine aynı aşk ve şevkle evden çıkıp işine heyecanla yönelen Nureddin Narov, elîm bir trafik kazası geçirip vefat etti. O, 27 yıllık ömrüne çok şey sığdırabilmiş bir adanmış ve eğitim gönüllüsü idi. Cenazesine üç bini aşkın cemaat katılmıştı.

Tevafuka bakınız ki, cebinden belki de akşam son bir defa okuyup cebine koyduğu ve kanıyla renklendirdiği “Koşarken Ölmeli” başlıklı ibretli yazı çıktı. Şöyle deniliyordu: “Evet, kendini yeterli görmeyen bir mümin, Allah’ın bahşettiği imkânları yine O’nun yolunda kullanıp ebedileştirmek için gecesi-gündüzüyle hayatının her anını en iyi şekilde değerlendirmeye çalışır. Rıza-yı İlâhî için koştururken bazan evinin yolunu unutur; kimi zaman çocuklarının sîmasını zor hatırlayacak hale gelir. Gelir ve sürekli sâlih bir amel peşinde koşar. Benim hayallerimi süsleyen Kur’an talebesi de hizmete giderken solukları tükenen, koşarken kalbi duran ve yatakta değil de yolda ölen bahtiyardır. Böyle birinin vefat haberini duysam, onun ardından gözlerim dolar, hicranla gözyaşı dökerim. Fakat aynı zamanda da o gözyaşları benim takdir hislerimin de ifadesi olur. Çünkü hakiki Kur’an talebesi, kalbinin durduğunun farkına varamayacak şekilde bir küheylan gibi koşan ve kendini adadığı dava uğrunda bir vazifeye giderken yolda son nefesini veren insandır. İşte böyle bahtiyar bir ruh, yapıp ettikleriyle asla yetinmez; o güne kadarki koşuşunu hareketlerini, yaptığı işleri ve vesile olduğu onca güzellikleri kâfî saymaz. Allah’ın bahşettiği imkânları tam olarak değerlendirememiş olmanın endişelerini taşır. Yaptıklarını unutup yapabileceklerine yönelir ve ‘Daha yok mu?’ deyip yeni vazifelerin altına girmeye âmâde bulunur. Samimiyet ve faziletin remzi böyle bir insan, ne kabiliyetleriyle, ne aklıyla, ne mantığıyla, ne ortaya koyduğu eserleriyle ve ne fütuhâtlarıyla kendini asla yeterli görmez.”

Böylelerin mekânları ebedî cennet olsun.
 

arşivist

Profesör
Katılım
17 Ocak 2007
Mesajlar
1,361
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Web sitesi
www.smf123.net

Artık hayat ve her şey çok manalı
On dokuz-yirmi sene önce, Osmanlı arşivlerinden Venezüella’ya 1912’de gönderilmiş bir belgenin fotokopisi elime geçmişti. Oraya Lübnan’dan gitmiş Osmanlı vatandaşı tüccarların yazdığı bir mektuptu bu... “Biz burada üç yüz civarında ticaret erbabıyız.

Balkanlarda savaş patladığını duyduk. Devletimiz isterse, gelir fiilen savaşa katılırız. İsterse, maddi yardım yapmaya çalışırız.” diyorlardı. 1997’nin sonunda yani 1998 yılbaşında oraya gitmeye çalıştım, nasip olmadı. Sonra bu belgeyi Kemal ve Melih Beylere emânet ettim. Kendisiyle yenilerde görüştüğüm Kemal Bey diyor ki: “Venezüella’ya gittik. Mektubu yazanların torunlarının camilerini bulduk ve camide cemaate dedelerinin bu mektubunu okuduk... Hepsi de ağlaşmaya başladılar... Artık burada o günlerden bu günlere 400 bin kadar olmuşlar... Şimdi de ‘Gelin burada da o Türk okullarından açalım...’ diyorlar.”

Arkadaşımız “Şili’ye Denizli’den insanlarımız gitmiş Manisa Turgutlu’dan da otuz aile bulunuyor. Bize ‘Çocuklarımız ne olacak?’ diye soruyorlar. Dünyanın her tarafında açılan Türk okullarını duymuşlar. Acaba burada da açılamaz mı?’ diyorlar. Aslında Şili çok güzel... Brezilya da öyle. Oralarda demokrasi var. Pek çok cami açılmış; Güney Amerika nüfus olarak 190 milyon; ama yüzölçümü olarak Kuzey Amerika’dan büyük.” diyor.

Arkadaşımız Mustafa Bey bize gönderdiği e-mailde diyor ki: “Janei Silva isimli avukat, bir hastanede insan kaynakları müdürü olarak yaşıyor, bize kurduğumuz “Conhecero İslam” sitesi aracılığı ile ulaştı. Kendisi “Burada benim şehrimde, hatta zannediyorum bütün Batı’da, Müslümanlar, diğer insanlara hep kapalı kalmışlar. Camiler de ibadet dışında hep kapalı. Yabancılardan, Müslümanlar uzak kalmak istiyorlar gibi... Ama burada Türkleri farklı tanıdım... Adeta kollarını sonuna kadar açıyorlar. Onlarla tanıştıktan sonra âdeta yeniden doğdum... Şimdi hârika bir ailem oldu. Ben onların, gayretlerine, adanmışlıklarına, sevgilerine ve büyük fedâkârlıklarına hayranım.” diyor.

Yine internetten Mustafa Beylere ulaşan Mariana isimli hanımefendi de şunları söylüyor: “İnişli-çıkışlı bir hayatım oldu. Kendi inancımı kaybedince başka din arayışına girdim. Hep hayal kırıklığına uğradım. 14 yaşımda başlayan bu arayış 18 yaşımda durdu. Çok defa bilmeden önünden geçtiğim bir cami vardı. Orasını evim gibi hissetmeye başladım... Fakat oradakilerin de benden hoşnutsuz olduklarını bakışlarından hissettim. Yine yıkıldım ve üzüldüm. Ama bir gün internette bir İslam sitesi gördüm. Onlarla tanıştım. Onlar, ülkemize Türkiye’den gelmiş meleklerdi. Bana rehberlik ettiler. Artık hayat ve her şey çok mânalı.”

Bunları niçin anlatıyorum? İnsanlarımızın, dünyanın her tarafına gitmesi ve Anadolu’nun gülen güzel yüzünü beraberinde götürmesi ile, dünyaya yepyeni bir vechenin nasip olması ümidinin gerçekleşmesi dileğimden dolayı... Eğitime ve diğer güzelliklere adanmışlar için çok güzel hedef olsa gerek...
 

arşivist

Profesör
Katılım
17 Ocak 2007
Mesajlar
1,361
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Web sitesi
www.smf123.net
Yaşar Tunagür Hocamız’ın ardından
30 Nisan 2006 Pazar günü 82 yaşında vefat eden Yaşar Tunagür Hocamız için, Fethullah Gülen Hocaefendi taziye olarak, "Dâüssıla ile meşbu kalbim, hayatı, aziz milletimizin kaderiyle bütünleşmiş nâdide bir insanı, âhiret seferine uğurlayacaklarla beraber bulunmamanın elemiyle çarpıyor.

İslâmî ilimlere vukûfiyeti, yaşadığı çağı anlama, süreçleri sezme ve dini adına tutulması gereken yolları idrak etmenin yanında, firâset ve basiret dolu usullerle uhdesindeki mesuliyeti yerine getirmekte fevkalâde mâhir bir hakiki âlim, câmi kürsülerinde Tuna nehri gibi coşan, istidadı ve hamiyet-i diniyesi olup da ne yapacağını bilemeyenler için kurak çölleri cennet-âsâ vahalara çevirmek üzere çağlayan bir Hızır çeşmesi, Hakiki bir rehber, kanunlara ve yöneticilere itaatte kusur etmeden, gelişmeler müvâcehesinde dev adımlar atabilen inkılâpçı bir ruh, Diyânet câmiamızın mümtaz mensubu, Diyanet İşleri eski başkan yardımcılarından Muhterem M. Yaşar Tunagür Hocaefendi'nin Hakk'a yürüdüğünü öğrenmiş olmanın hüznünü yaşıyorum. Merhuma rahmet, kederli ailesi başta olmak üzere bütün yâren, dost ve yakınlarına sabr-ı cemîl niyaz ederken, mahzun kalbimi, milletimizin ona göstereceğinden emin olduğum vefa tablosunu hayalimde canlandırarak teselli ediyorum." sözlerini ifade ediyordu. Gerçekten kendisini on binler yolcu etti.

Cenaze namazı Fatih Câmii'nde kılındı. Ben bu câmide böyle muhteşem bir cemaate, daha önce 1993 tarihinde merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın cenazesinde şahit olmuştum. Yaşar Hocamız’ın cenazesi de Turgut Özal ve Adnan Menderes merhumların kabirlerinin bulunduğu Topkapı Mezarlığı'na defnedildi. Cenaze namazını kıldıran Prof. Dr. Hayrettin Karaman Hocamız, "Kendisi ile vefatından iki gün önce görüştük. Onun kalbinin, son nefesinde de Allah, Peygamber aşkı ve İslamiyet için attığına şâhidim. O, İslâm'ın en sıkıntılı dönemlerinde her türlü zorluğa katlanmış zâhid bir insandı. Bundan daha mutlu, mübarek bir Allah'a dönüş tasavvur edilebilir mi? Biz her şeyimizle Allah'a âidiz ve O'na döneceğiz. Peygamber Efendimiz'in (sas) üç önemli vazifesi vardı. Birincisi, peygamberlik... Bu, Efendimiz'in (sas) vefatı ile son buldu. İkincisi, toplum ve devlet liderliği... Bunu kendisinden sonra Râşid Halifeler üstlendi. Üçüncüsü, irşad... Bunu da âlim ve sâlihlerimiz yaptılar ve yapıyorlar. İşte Yaşar Hocamız bunlardan biriydi... Bütün Müslümanların başı sağ olsun desek abartmış olmayız. Cumhuriyet'in sıkıntılı zamanlarında İslâm'ın yaşanması için kendini fedâ eden bir kimseydi. Haklarında romanlar yazılmamış; ama büyük hizmetler yapmış sessiz kahramanlardandı." dedi.

Onun için Korkut Özal; "Allah'ın yeryüzündeki sükuneti sağlayan halifelerinden birisini ararsanız, o bu tarife uyuyor." dedi.

Onu yakından tanıyanlardan Erdoğan Tüzün: "O, tam bir İstanbul beyefendisi, iyi bir entelektüel idi. Dinî hassasiyeti ve onuru yüksek bir insandı. Ehliyet sahibi insanların önlerini açmayı yeğlemiştir. Ehliyet sahibi pek çok insan onun döneminde Diyanet'te görev aldı.

Doğan Avcıoğlu ile hapis yattı. Sakalının kesilmesini istediler. Kesilmemesi için mücadele verdi. Tam kesilmesine karar verdikleri gün tahliye kararı çıktı. Samimiyeti tecelli etti." dedi.

Yaşar Hocamız, cezaevinde 9 Martçılarla kaldı. Orada da dinî sohbetlerine devam etti. On bir kişilik dindar üniversite talebelerine konuşmalar yaparken sol kesim de kulak kabartıyordu. Doğan Avcıoğlu, bir gün kendisine, "Hoca, hoca, bu anlattıkların doğru ise ya sen komünistsin, ya biz Müslüman'ız!.." dedi.

Onun arkasından, Recai Kutan, Yusuf Pekmezci, Mehmet Ali Şengül, Muharrem Kalyoncu, Ali Kervancı, Celâl Afşar, Muhsin Yazıcıoğlu, Prof. Dr. Osman Eskicioğlu, Prof. Dr. İbrahim Kâfidönmez, İstanbul Müftüsü Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Halil Gönenç, Tayyar Altıkulaç, Prof. Dr. Sabahaddin Zaim, Prof. Dr. Suat Yıldırım, Prof. İbrahim Canan ve daha pek çok kişi konuşmalar yaptı ve hepsi de onun örnek yönlerini, şâhit oldukları şekilde anlatmaya çalıştılar... Cenab-ı Hak, Yaşar Hocamız’ın mekânını cennet eylesin...
 

arşivist

Profesör
Katılım
17 Ocak 2007
Mesajlar
1,361
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Web sitesi
www.smf123.net
Yaşar Hoca’mızın pazar hutbesi
1960’lı yılların başında 27 Mayıs İhtilali sonrası hazırlanan anayasanın da yolu açmasıyla sosyalist fikirlerin yayıldığı o günlerde din, ekonominin temel alındığı materyalist bir anlayışla yorumlanıyordu.

Bizim bir taraftan maddeci felsefenin üretip yaygınlaştırdığı inançla ilgili şüphe ve tereddütlere cevap bulmamız, öbür taraftan eşitlik, özgürlük ve hakça düzen sloganları ile yepyeni dünya görüşleriyle üzerimize gelenlere karşı bir alternatif anlayışla mukabele etmemiz gerekiyordu.

Gençlik heyecanlarının hâkim olduğu o çağımızda, dünya çapında mutlak zafere götürecek ve evrensel prensiplerle cihana haykıracak bir davaya ihtiyacımız vardı. Çünkü karşımızdakiler kendilerinin öyle bir davaya sahip olduklarını söylüyorlardı. Onlar her şeylerini tarihî maddecilik üzerine kurdukları için, bir mümin olarak onların yanında olamazdık.

İşte biz bu arayışlar içinde iken Yaşar Tunagür Hoca’mızın tercüme edip istifademize sunduğu “İslamda Sosyal Adalet” isimli kitap bizim için bulunmaz bir hazineydi. İzmir Bahri Baba Parkı’nda bu eserin satırlarının altını çize çize okuyuşumu, yeni yeni keşiflerimi yapmanın zevkini bütün hissiyatımla tadışımı hiç unutamıyorum. Çünkü hem İslâmiyet’in materyalizmi reddeden iman esaslarının içtimai bir buudunu fark ediyor, hem de dünyaya sunacak mukaddes prensipler manzumesine sahip olmanın üstün hazzını duyuyorduk. Aradığımız evrensel davanın kaynağını bulmuştuk.

Bir genç için bunun mânası elbette pek büyüktü...

Muhterem Yaşar Tunagür Hoca’mızın vefatını öğrenince bütün bunları hatırladım.
Elbette Yaşar Tunagür Hoca’mızla alâkamız sadece bundan ibaret değil. Çünkü, o bizim kaldığımız yurdun müdürü ve Kestanepazarı Camii’nin de vâizi idi. Her cuma onun ateşli vaazlarını dinliyor, zaman zaman tüylerimizi diken diken eden anlattığı sahabe menkıbelerini heyecanlı ifadelerinden hafızamıza nakşetmeye çalışıyorduk...

1992’de Amerika’ya gittiğimde, izlerine orada da rastladım. New York’taki Kırımlılar Camii’nin temelinde yine Yaşar Tunagür Hoca’mızın emeğinin ve fedakârlığının olduğunu öğrendim...

Atlanta civarında yaşadığı bir olay da dillerdeydi... Bir pazar günü o zamanlar oralarda ender rastlanan bir mescidde, çok uzaklardan gelmiş olan insanlarımızla karşılaşır. Hocamıza derler ki: “Hocam, biz beş-altı saatlik mesafelerden bu mescide gelebiliyoruz. Tatil olduğu için ancak pazar günleri imkânımız oluyor. Ama hep içimizde bir cuma hasreti var. Acaba bize şimdi bir cuma hutbesi okuyup, bir namaz kıldırabilir misiniz?!..”

Onların bu özenti ve masum istekleri karşısında dayanamayan Hocamız, “Tamam...” diyerek, hutbeye çıkar ve çok hisli ve heyecanlı bir havada uzun bir hutbe olur. Sonra da dört rekatlık öğlen namazını kıldırır...

Merhum Hacı Kemal Erimez Ağabey anlatmıştı: “Yaşar Hoca’mızın vaazlarına ayakkabı boyacılarından da bir grup gelmeye başlar. Bir cuma namazı sonrası yanına gelip ağlaya ağlaya dertlerini anlatırlar. Hüzünle onları dinleyen Hocamız ‘Siz hiç üzülmeyin, kimsenin lâfına da kulak asmayın. Câmiye devam edin.’ der. Öbür cuma, konuşmasının bir yerinde bir punduna getirir ve ‘Aziz cemaat, dikkat edin size çok mühim bir şey söyleyeceğim... Geçen hafta cumadan sonra bir kısım ayakkabı boyacısı kardeşlerimiz yanıma geldi. Ağlayıp gözyaşı döküyor ve şöyle diyorlardı: ‘Hocam, cemaatten bazıları bize, siz Çingene’siniz, camiye gelemezsiniz, sizin burada ne işiniz var, deyip kalbimizi kırıyorlar.’ Ben bu kardeşlerimizin hâline cidden çok üzüldüm. Onlar camiye gelecekler, kalbimizde başımızın üstünde o kardeşlerimizin yerleri var. Onları kimse kovamaz; günahtır. Ama ben size bir şey söyleyeyim... Hangi yüksek makamda olursa olsun, eğer bir insan, Allah’a ve Kitabı Kur’an’a ve dini İslam’a saldırıyorsa, işte o kimse Çingene’nin, Çingene’nin, Çingene’nin tâ kendisidir. Evet bu adam, milletin en üstünde oturuyor olsa bile böyledir.’ der... Çünkü o günlerde maalesef yükseklerde bulunan birisi Müslümanların mukaddeslerine saldırmıştı. Böylece Yaşar Tuna Hocamız bir taşla iki kuşu birden vurmuştu.”

Merhum Hocamız, Allah’ın dinine adadığı ömrünü bildimiz kadarı ile dolu dolu yaşadı. Cenab-ı Hak rahmet eylesin ve ebedi saadete mazhar buyursun. Evlat ve yakınlarına sabr-ı cemil versin.
 

arşivist

Profesör
Katılım
17 Ocak 2007
Mesajlar
1,361
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Web sitesi
www.smf123.net
Kader beni Kazakistan’a gönderdi
Hüseyin Aygün Bey’in, öğrenciliğinde dinlediği bir vaaz ile kaderin kendisine açtığı Kazakistan macerâsını, kendi ifadelerinden dinleyelim:

Üniversitede okurken caminin birinde bir vaaz dinledim... Sanki vaaz eden insan değil de bir melekti... Camide iğne atsan yere düşmüyordu. İlk defa bu kadar genç insanı bir arada görüyordum. Hatip, sahabeyi anlatıyor, hicreti anlatıyor, herkes hıçkırıklara boğuluyordu. Hatip "Sizler de hicret edeceksiniz." dediği zaman henüz yurtdışında okullar yoktu. Ben bunun nasıl olacağını düşünür; fakat bir türlü anlayamazdım. Bu nasıl olacaksa bana da hicreti nasip etmesi için Allah’a dua ederdim. Üniversiteyi bitirdiğim yıl kırk günlük bir seminere katıldım. İlk defa yurtdışına adam gönderileceği arkadaşlar arasında konuşulurken çok heyecanlanmış, vaazlarda anlatılan hicretin nasıl olacağını anlamıştım. "Mutlaka gitmeliyim." diyordum. "Neresi olacak? Nasıl olacak?" şeklinde değil de "Ya beni göndermezlerse..." diye düşünüyor ve endişe ediyordum.

Yetkililerle görüştüm. Dünya’nın neresi olursa olsun gitmek istediğimi söyledim. "Henüz gidilip gidilmeyeceği belli değil." cevabını aldım. Tam bir ay geçti. Bir ay hiç dışarı çıkmamıştım. Bakkaldan bir şey almak için çıktığımda bir yetkilinin geldiğini, "Yurtdışı için on kişi lazım. Gönüllü on kişi aranıyor." dediğini öğrendim. Gitmek isteyenlerin hepsine "Yurtdışına gideceksiniz." denmiş. O gün çok üzülmüştüm. Yetkililerle görüştüğümde "Şu an ihtiyaç yok." demişlerdi. Dershanede çalıştığım dört yıl boyunca her yıl yurtdışına gitmeye teşebbüs etmiştim; ama olmamıştı. Kazakistan’la alakalı dinlediğim bir hadise benim oralara gitme isteğimi daha da pekiştirmişti:

Bir piknikte öğrenciler top oynarken top Ural Nehri’ne kaçar. Topu almak için giden öğrenci batar. Kurtarmak için kimse cesaret edemez. Belletmenlerden Yâsin suya atlar, çocuğu dışarı fırlatır, kendisi Hakk’ın rahmetine kavuşur. Almatı’da defnedilir. Öğrenci için kendini feda etmesi öğrencileri, velileri ve devlet yetkililerini çok ciddi etkiler. Almatı’da bir caddenin ismini Yâsin Çalkım Caddesi diye değiştirirler. Günün birinde aynı okulda üç yıl müdür olarak çalışacağımı nereden bilebilirdim ki?

Okulda iken belletmenlerden Hüseyin Bey’le çay içiyorduk. Ona "Bu gece rüyanda Yâsin’i nasıl gördün?" deyince, "Öğrenciler sürekli onu rüyasında görüyorlar. Onlarla çay içiyormuş. ‘Hayır ben ölmedim. Siz öyle sanıyorsunuz. İşte ben buradayım. Şimdi her yeri geziyorum...’ diyormuş. Ben bu gece rüyamda onu yemyeşil bir arazinin içinde namaz kılarken gördüm, çok heybetli idi. Fakat siz onu rüyada gördüğümü nereden biliyorsunuz? Yâsin, Almatı’da Aksay Kazak Türk Lisesi’ne nâzır bir tepede yatıyor. Oradaki okulları gezmeye devam ediyor." dedi.

Kendim gidemiyordum; ama öğrencilerimi gönderiyordum. Onlardan birisi de Abdullah idi. Bütün öğrencilerimi çok seviyordum; ama o çok farklı idi. Üniversiteyi kazanamamasına ondan çok üzülmüştüm. Ama onu karşıma alıp, "Üzülme kardeşim, bunda da bir hayır vardır. Bir yıl daha hazırlanmana gerek yok. Seni Kazakistan’a göndereceğim orada İngilizce, Rusça öğreneceksin, istikbalin parlak olacak. Hicret etmiş olacaksın, belletmenlik yapacaksın, ahiretin parlak olacak. Orada bizi unutmak yok. Korkma zaten ben de geleceğim." dediğimde boynuma sarılmış, sonra da "Gelmezsen, öbür tarafta seninle ilgilenmem." diye şaka yapmıştı.

Onu gönderdikten iki yıl sonra gittiğim Kazakistan’da havaalanında beni karşılarken, "Hocam gerçekten sizin geleceğinizi bilmiyordum ilginç bir tevâfuk oldu." demişti. Müdürler toplantısına Almatı’ya geldiğim zaman genelde Abdullah’ın evinde kalır, eski hatıralarımızı konuşurduk. Üniversiteyi bitirince Süleyman Demirel Üniversitesi’nde çalışmaya başladı.

Bir gün karşılaştık fakat onu çok farklı gördüm. Belki 4-5 ay birbirimizi görememiştik. İlk söylediği şey "Hocam bu gece bizde kalsanız." sözüydü. "Nerede kalıyorsun?" diye sordum. "Rektörle kalıyorum. O şu anda Türkiye’de evde yalnızım, ev müsait. Buraya sizin Almatı’ya ne zaman geleceğinizi sormak için geldim, sizinle karşılaştım. Bu gece bizde kalmanızı çok istiyorum. Size anlatmak istediğim şeyler var." dedi. "Ne anlatacaksan şimdi anlat." dedim. "Burada olmaz. Evde anlatacağım. Anlaştık değil mi hocam." dedi. "Henüz değil." dedim. Baktım gözleri nemlendi. Konuyu değiştirmek için; "Kardeş hayırdır evlendin mi?" dedim. Biraz da utanarak "Nişanlandım." dedi.

Not: Bir sonraki yazıda konuya devam edilecek.
 

arşivist

Profesör
Katılım
17 Ocak 2007
Mesajlar
1,361
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Web sitesi
www.smf123.net
Zamanın en büyük kutbu
Eskiden bana çok tesir eden bir menkıbe dinlemiştim. Çağının büyük mürşidlerinden bilinen birisinin “Zamanın en büyük kutbu kimdir?” diye bir murakabesi oluyor.

Ona günün en büyük gönül erinin bir demirci olduğu ilhâm ediliyor. Bu meşhur mürşid, “Acaba bu demircinin özelliği nedir ki böyle büyük bir makamı kazanmış?” diye merak ediyor ve doğruca bu demircinin dükkanına doğru gidiyor ve onu uzaktan takip etmeye başlıyor. Bakıyor ki, demirci, sabah namazından sonra işinin başına geçiyor, ateşin başında demircilik yapıyor. Hiçbir irşadı, hiçbir tebliği yok. Merakı iyice artıyor ve dükkanına girip kendisine “Zamanın en büyük kutbu sizmişsiniz... Siz neler yapıyorsunuz?” diye soruyor. O da “Estağfirullah... Biz kim, kutup kim? Ne yapabilirim ki, buraya geliyor akşama kadar demir dövüyorum. Ben nasıl kutup olabilirim ki?” diyor.

O meşhur zat tekrar soruyor: “Peki, sen demir döverken ne düşünürsün?”

Demirci gayet sıradan bir şey anlatır gibi; “Körük çekilirken, ateş kızıştığı, kıvılcımlar saçılmaya başladığı zaman cehennem ateşini düşünür, ‘Ya Rabbi, bu kullarının hâli ne olacak? Bu cehennemin azabından onları muhafaza et’ diyerek ağlar ve yalvarırım.” diyor. Bütün insanları kucaklayan bu derin ve engin şefkat, Cenab-ı Hakk’ın Rahîm isminin bir tecellisi olmak itibarıyla çok önemli. Vedûd isminin bir tecellisi olan aşktan çok yüksek. Kur’an-ı Kerim, Hz. Yakup Aleyhisselam’ın Yusuf Aleyhisselam’a karşı olan şefkatini, Züleyha’nın aşkından üstün göstermiş ve çok nezih bulmuştur.

Şefkat üzerine yazılan bir yazı üzerine sorulan soruya şöyle cevap verilmişti:

“Erzurum’da sohbetlere katılan Hacı Musa ile İshak Baba vardı. Bunlar, okunan Kur’an tefsiri Risale-i Nurları çok dikkatli dinlerlerdi. İç derinlikleri engin kimselerdi. Hacı Musa bir gün dedi ki: ‘İshak Baba ile hacca gitmiştik. Kırk kişilik bir otobüs içindeydik. Bir ara otobüs çok şiddetli şekilde öne ve arkaya doğru sarsıntıyla gidip gelmeye başladı. Çok şiddetli bir zelzeleye tutulmuş gibiydik. Bir ara dönüp baktım, arkada İshak Baba başka bir âleme dalmış şekilde kendi kendine öne-arkaya çarpa çarpa gidip geliyor. Bu müthiş duruma onun sebep olduğunu anladım. Sonra kendisine ‘O sırada ne düşünüyordun?’ diye sordum. ‘Bir anda gözümün önünde cehennem dehşetiyle canlandı. İnsanların durumuna dayanamadım. ‘Yakma Allah’ım onları... Beni yak!..’ diye yalvarmaya başladım.’ dedi.”

Aslında Bişr-i Hafi gibi büyüklerin de demirci olmaları veya demircilerin yanında çalışmaları açısından bu meseleye bakılabilir. Demiri eriten ateşin, cehennemi hatırlatıcı hatta gözler önünde temessül ettirici özelliği bilhassa maneviyata açık böyle ruhları uyandırıcı, vicdanlarını harekete getirici bir yanı da olsa gerek...
Büyük ruhlar, ulu gönüller, şefkatle atan yürekler insanlığın dünya ve âhiret saadeti için hep kendilerini fedâya hazır olmuşlar ve îsâr hasletiyle hareket etmişlerdir...
 

arşivist

Profesör
Katılım
17 Ocak 2007
Mesajlar
1,361
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Web sitesi
www.smf123.net
Onların 24 saatleri hizmet
İnternetten indirilmiş bir yazı okunuyordu... "Said Nursî'den Fethullah Gülen'e Gözyaşı Medeniyeti" başlıklı yazının giriş kısmından sonra devam eden ifadelerinde şöyle deniliyordu:

"Bizim bu gruba biraz uzak durmamızın bir başka sebebi de aslında o grup mensuplarının bize uzak durmalarıdır. Buradaki arkadaşlarımız bir Toktamış Ateş'e gösterdikleri ilgiyi, iltifatı, irtibatı doğrusu mümin kardeşlerinden biraz esirgemektedirler. On beş yıldır oturduğum Gebze'de ilk defa geçenlerde bu arkadaşlarımızdan bir görüşme talebi geldi. Oradan gelen arkadaşlarımızla bir araya gelip konuştuk. Baktık ki, imanımız bir, hedeflerimiz bir, okuduğumuz kitaplar bir. Aynı duygular ve arzularla yanıp tutuşuyoruz. Ayrılırken hepimiz de bu görüşmenin ne kadar da geciktiği kanaatini taşıyorduk. Ben inanıyorum ki, Fethullah Gülen cemaati mensupları, yabancılara gösterdikleri ilginin yarısını mümin kardeşlerine gösterseler, onları tenkit edenler de dâhil, herkesin duasını alacak, muhabbetlerini ziyadeleştireceklerdir. Bilhassa farklı gruplardan olan Risale-i Nur talebelerinin, kendilerine özel muhabbetleri olduğunu ve onları da kendileri gibi düşündüklerini biliyorum. Az bir irtibatın ve teveccühün çok hayırlara vesile olacağına da inanıyorum. Geçenlerde bu işlerle pek ilgisi olmayan entelektüel bir arkadaşımız bir yerde bir kıyaslama yaptı:

- Başka gruplar boş vakitlerinde hizmet ediyorlar, onların ise 24 saatleri hizmet.

Belki bu konu çok zamandır zihnimde olduğu için midir bilmem, bu bildik hakikat beni derinden etkiledi. Evet bizim boş zamanlarımızda yaptığımız işi onlar her an, 24 saat yapıyorlardı. Elbette ki, bu samimi çalışmalarının neticesini de Müsebbibü'l-esbab (Allah) halk ediyordu. Doğrusu hizmet tarzlarında, metotlarında, sosyal ve siyasî alanlarda birtakım çekincelerim olabilir. Ancak bu, ortadaki planlı, programlı, sistematik, bilinçli, fedakârâne olan iman hizmetini de görmezlikten gelmemi gerektirmemeli. (...)

Bu hizmetler için dünyanın diğer ucuna gözü açık (kapalı değil) giden kardeşlerimizi de tebrik ediyor, muvaffakiyetleri için dua ediyorum. Yine yukarıdaki arkadaşımız anlatıyor:

- İstanbul'da güzel bir semtte evi, arabası olan, çocukları buradaki özel okullarına giden önemli bir mevkideki bir elemanlarını Kuzey Irak'ta görevlendirmişler. Yaşamanın bile tehlikede olduğu bu yere gidip gitmeyeceğini sormuş arkadaşımız.

- Elbette demiş o kişi, hizmette bizim için bütün dünya aynıdır. Bu inanç, bu azim, bu fedakârlık karşısında şaşırıp kaldım, diyor entelektüel arkadaşımız. Ancak işin peşini de bırakmamış. Ailece görüştükleri elemanın bir de hanımına sordurmuş, hanımı vasıtasıyla. Hani kadınlar biraz duygusal olur ve çabuk isyan ederler ya!

- Bizim hizmet için yer seçme gibi bir lüksümüz yok, demiş elemanın hanımı. Nereye gönderilirsek oraya gider, hizmetimizi yaparız.

- Pes, diyor arkadaşımız. Bu iş ancak bu kadar olur. Bu kardeşlerimizin gayretleri, fedakârlıkları, çalışmaları karşısında gözlerimiz yaşarmadan edemiyor. Zaten Fethullah Gülen bize yüzyıllardır unuttuğumuz, ağlamayı tekrar öğreten adam değil mi? Onun kurmak için gecesini gündüze kattığı ‘Gözyaşı Medeniyeti' için ona yardım edelim, dua edelim, çok dua edelim." (Levent Bilge)

Bu yazı okunduktan sonra takdir edildi ve "Bize güzel bir hatırlatma yapılmış... Sağ olsun..." denildi. Levent kardeşimize teşekkür ederiz.
 

arşivist

Profesör
Katılım
17 Ocak 2007
Mesajlar
1,361
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Web sitesi
www.smf123.net
Hacı Kemal Ağabey’imizi hatırlayalım


Hacı Kemal Erimez, 22 Nisan 1926 tarihinde Samsun’un Havza kazasında doğmuştur. Hayatının büyük bir bölümü Aydın-İzmir’de geçmiştir. Ama o bir İstanbul beyefendisinin özelliklerini hep üzerinde taşımıştır.

Gençlik yıllarında Ege Bölgesi’nde deve güreşleri tertip etmiştir. Senesini tam hatırlamıyorum (tahminen 1968 olabilir) Aydın’ın köylerinden bir arkadaşımla onların yaylalarına gitmiştim. Dönüşte Aydın’a uğradık. Aydın İmam-Hatib’i adına muhteşem bir mehter gösterisi tertiplenmişti. Hacı Kemal Ağabey’i organizenin başında gördüm. Zaten zaman zaman sevinçli ve heyecanlı olduğu vakitlerde hemen mehterden bir parça okur. En çok da “Artar cihadla şevkimiz” parçasını okurdu. O zaman biz anladık ki, işler iyi gidiyor.
Ben kendisini ilk defa 1961-1962 yıllarında Ramazan aylarında İzmir’e vaaz vermek için gelen Hacı Tahir Büyükkörükçü Hoca’mızın heyecanlı konuşmalarını dinlerken gördüm. 1963 yılında da Yaşar Tunagür Hoca’mızın Kestanepazarı Camii’ne hem vaiz hem de yurt müdürü olarak gelmesiyle, hep onun yanında görürdüm. O zaman İzmir’de pek sakallı insan görünmezdi. Ama hem Yaşar Hoca’mızın hem de Kemal Ağabey’imizin simsiyah çok güzel sakalları vardı. Boy olarak da birbirlerine yakınlardı. Onun için akşam karanlığında Kestanepazarı Camii’ne gelen insanların çoğu Hacı Kemal Ağabey’i görünce Yaşar Hoca’mız zannederek saygıyla kenara çekilirlerdi.

Fethullah Gülen Hoca’mız 1966’nın başında vaiz ve yurt müdürü olarak Kestanepazarı’na geldiğinde de yine Hacı Kemal Ağabey’i elinin teybi ile vaazlarda görmeye başladık. Cuma namazından sonra Hocaefendi’yi birkaç defa İzmir Başoturak Camii civarındaki balık lokantasına götürdüğünü hatırlıyorum. Daha sonra Mesut Kızılhisarlı’nın işyerine de beraber balık yemeye gittiğimiz hatırımdadır.

Seçilme arzusu ile siyasete hiç bulaşmamış bu temiz insan, sağ partileri desteklemiştir. Bunu yaparken de ‘ezan’ın aslına çevrilmesi hizmeti gibi gayretlerden dolayı dinî bir gaye gütmüştür. Zamanla tamamen din-i mübin-i İslam’a hizmet ettiklerine inandığı hocaefendilerin peşine düşmüş ve onlardan hiç ayrılmamaya gayret etmiştir.

Dedesinin İstanbul’da imam olması ve bizzat Hacı Ağabey’in sık sık hacca gitmesi dolayısıyla İstanbul, İzmir gibi büyük şehirlerin dindar esnaf ve işadamları ile çok münasebetleri olmuştur. Onun için Hocaefendi Bornova’da vaazlar verip sohbetler ederken pek çok işadamını İstanbul’dan davet edip getirmiştir. Onun için 1970’li yılların sonunda Hacı Kemal Ağabey, “Artık bundan sonra Hocaefendi’nin İstanbul’a gidip yerleşmesi lâzım. İstanbul, Türkiye demektir.” diyordu. Zaten 1980’den sonra İstanbul’a mecburî bir gidiş oldu.

Hocaefendi bir konuşma yapıp bir tavsiyede bulunsa hemen Hacı Kemal Ağabey söylenen sözleri kendi üzerine alır, “Bunları bana söylüyor. Hemen yerine getirmem lazım.” derdi. Onun için hizmetlerde hep ilklere imza attı. Zaman Gazetesi’nde büyük emekleri vardır. İlk günlerin sıkıntılarını şöyle dile getirirdi: “Gazetenin ilk günlerinde sobamız yoktu. Küçük tüpte hem çay pişirir hem de ısınırdık. Sonra Allah nasip etti, arsa bulduk. İş artık inşaata gelmişti. Şu andaki yedi katlı binanın iki katını yapma planımız vardı. Benim maddi sıkıntım vardı. Kendime göre bir plan yapıp hâli vakti yerinde bir hayır sahibinden çimento almayı planladım. Vereceğinden emindim. Fakat bütün izahlarıma rağmen yardım edemedi. Yıkılmıştım. En büyük ümidim sönmüştü. Ağlayarak çıktım. Yolda ağlayarak yürüyordum, belki yarım saat yürüdüm. Birden karşıma henüz bir-iki hafta önce tanışmış olduğum biri çıktı. Cadde ortasında ağlayışıma hayret ve hüzünle bakarak “Niye ağlıyorsun Hacı Abi?” dedi. Derdimi ona açmak istemiyordum. Fakat ısrar edince olanları anlattım. Bizim eğitim ve kültür hizmetlerimizi yeni tanıyor olmasına rağmen gazete binasını kendisinin finanse edeceğini söyledi.”

Hacı Kemal Ağabey’imizin gönlünü hoş eden; fakat isminin gizli tutulmasını isteyen ve cömert gönlünü açabildiği kadar açan bu ulvî hedefli ağabeyimizden de Cenab-ı Hak ebeden râzı olsun ve bütün işlerini âsân eylesin. Âmin.

Hacı Ağabey’imizin eğitim hizmetleri İstanbul Fatih Koleji ile Türkiye’de belli bir zirveye yükseldikten sonra Orta Asya ülkelerinde, bilhassa ömrünün son zamanlarında Tâcikistan’da şâhikaya ulaşmıştır. Onun bu son gayretleri destan çapındadır ve gelecek nesillere ders ve ibret olması için mutlaka senaryoların yazılması ve filmlerinin çekilmesi lâzımdır..
 

arşivist

Profesör
Katılım
17 Ocak 2007
Mesajlar
1,361
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Web sitesi
www.smf123.net
Bağ bağışlayana bir sepet üzüm
Merhum İsmail Bakırcı, çocukluk çağında diyebileceğimiz öğrencilik yıllarında Urfa'da Edebiyat Fakültesi öğrencisi Abdullah Yeğin'in yanına gider gelirdi.

O yaşta bir çocuğun anlayabileceği şekilde namaz meselesini kendisine şöyle anlatmıştı: "Bak İsmail, mesela baban sana kocaman bir üzüm bağı bağışlasa, sonra da senden bir sepet üzüm istese, vermez misin?" O da "Elbette veririm." demişti. Abdullah Yeğin Ağabey de "İşte Rabb'imiz bize her gün binlerce nimet ve yirmi dört saat vakit ihsan ediyor. Bu sayısız nimetlere karşılık bir teşekkür olarak bir saatini ibadet için ayırmamızı istiyor. İnsan olan insanın buna 'evet ayıracağım' demesi gerekmez mi?" deyince, o da "Tabii ayırması gerekir." demişti... İşte çocukluk yıllarında yanlarına ara sıra uğradığı bu güzel ağabeylerin telkinleri, kalp ve kafasında bir çekirdek, bir tohumun fidan olup gelişmesi gibi yerleşip kökleşti... Seneler sonra Niğde'de görev yaparken önüne bir dava dosyası geldi.

12 Eylül'den birkaç gün önce Niğdeli arkadaşları, hem yeni açtıkları evlerini görmeleri hem de Niğde'yi tanımaları için kendilerini davet eden üniversiteli gençler 11 Eylül gecesi Niğde'ye gelmişlerdi. Hiçbir şeyden habersiz, yeni evde arkadaşları ile sohbet etmiş ve hasret gidermişlerdi. Halbuki 12 Eylül darbesi olmuş, Türkiye'de bir anda her şey değişmişti... Görevliler siyasî partilerin binalarına gelip işlem yapıyorlardı. Bir siyasî partinin bitişiğinde kalan öğrencileri görünce bir görevli hemen eve baskın yaptı. Gençlerin haline baktı, hiçbir şeyden haberleri yok. Ama bir-iki tane Risale-i Nur kitabı vardı. Hemen büyük bir örgüt ve suçlu grubu yakalamış gibi bunları gözaltına aldı. Sorgulamada bir şey çıkaramayınca işkenceye başladı. ‘Şehirden kimleri tanıyorsunuz' diye zorlayınca onlar da tanıdıklarını ve onları Niğde'ye davet edenlerin isimlerini söylemeye başladılar. Bu sefer aldıkları isimlerin evlerine baskın yaptılar. Bir şey bulamadılar; ama bir evde dededen kalma bir av tüfeği buldular. İşte şimdi terör örgütünün eksiği bu çakaralmaz silahla tamamlanmıştı. Sanki ortada müthiş bir olay vardı... İşte hâkim İsmail Bakırcı'nın önüne gelen dosya bu idi...

Hâkim dosyayı, suç âleti diye getirilen kitapları iyice inceledi. Baktı ki, bu gençler suçsuz, bu kitaplar zararlı değil... Uzun yıllardır kazandığı birikim ve tecrübeler bunu gösteriyordu. Hem de öğrencilik yıllarında Urfa'da Abdullah Yeğin'in anlattıkları ile bu kitapların anlattıkları şeyler birbirine benziyordu. Ortada suç denilebilecek hiçbir şey mevcut değildi. Derhal bu gençleri serbest bıraktı...

Bir hafta geçmeden de işkenceci görevli, kullandığı motosikletle korkunç bir kaza yaparak kendi eliyle kendisini cezalandırdı. Bu olaydan beş-altı sene sonra Bor Lisesi'nde okuyan, felç geçirdiği için iki ayağı tutmayan ve koltuk değnekleriyle dolaşan Mehmed'i tanıdı. Devlet yatılı okulunu kazanmış bu çalışkan ve dindar öğrenciyi çok takdir ederdi... Bir gün duydu ki, okul idarecileri Mehmed'in dolabında buldukları bir-iki Risale'den dolayı onu polise teslim etmişler, oradan da mahkemeye sevk edilmiş. Bunu duyunca derhal Bor'a gitti, okul idaresiyle, Mehmed ile görüştü... Sonra emniyete ve mahkemeye uğradı ve büyük bir yanlışlığın önüne geçti.

1980'li yılların ortasında onunla tanışma imkânı bulmuştum. Birkaç defa oturup uzun uzun ikili sohbetlerimiz olmuştu. Dürüst, onurlu bir insandı. Kendisine küçük yaşta iyiliğe rehberlik yapanları hayırla anıyordu.

Şimdi biz de onu hayırla anıyor, Cenab-ı Hak'tan rahmet ve ebedî saadetler diliyoruz.

:rtfm: :evil:


 
Üst