dedekorkut1
Doçent
NURANİ LETAİFLER İNSAN GÖĞSÜNDE KODLU
SELİM GÜRBÜZER
Resulullah (s.a.v) “Allah-ü Teâlâ ile kul arasında yetmiş bin nurdan perde ve yetmiş bin zulmetten perde vardır” beyan buyurmakla Cenab-ı Hakkın yetmiş bin perde arkasında olduğuna işaret eder. Ancak işaret edilen perdeler doğrudan zatını ilgilendiren perdeler olmayıp bilakis Allah’ın esma'sının tecelli mertebeleri ve yarattıkları arasındaki tabakalarla alakalı hicab perdelerdir.
Öyle anlaşılıyor ki Yüce Allah zatını yetmiş bin hicab perdeyle perdelemiştir. Ama Yüce Allah’ın zatını perdeleyip gizlemesi Allah’ın var olmadığı anlamına gelmez. Tam aksine müminler olarak bizler her bir perdeden tezahür eden sıfatlarının tecellisine bakaraktan varlığını iman dolu göğsümüzde hissedebiliyoruz zaten, bu yetmez mi? Elbette ki bu dünyada O’ndan tecelli edecek olan her ne varsa o bize ziyadesiyle yeter artar da. Kaldı ki Resul-i Ekrem (s.a.v): ‘Allah zatını nur ile perdeledi. Eğer cemalini açsaydı bütün mahlûkat yanardı’ (Müslim, İbni Mac’e) diye beyan buyurmakta. Bu demektir ki zatına bakmaya hiç kimsenin güç yetiremeyeceği, dolayısıyla Yüce Allah’ı mekândan ve zamandan münezzeh olarak ve O’nun hiçbir benzeri olamayacağını düşünerekten zatını zikretmemiz gerekiyor. Zira Allah’ı bu şeklide analım ki ahrette cennete girmekle müjdelendiğimizde cemalini temaşa edebilelim. Nitekim Allah ahirette mümin kulları için perdeleri kaldıracak da.
Evet, Yüce Allah (c.c) dünyada zatıyla değil sıfatları ve isimlerinin tecellileriyle bilinmesini istiyor. Tabii bilmek iyi hoşta, ama nasıl bileceğiz denildiğinde bunu açmamız gerekiyor. Bu bilme durumu sohbet, nasihat ve tefekkür yoluyla olabileceği gibi Allah’ı zikretmek yoluyla da olabilir. Nasihat ve sohbet yoluyla; mesela her bir Peygamber kıssası ya da âlim ve evliya sohbetleri de Allah’ı bilmede ışık tutabiliyor. Tefekkür yoluyla; mesela tüm mahlûkatın yaratılış nizamına baktığımızda her bir yaratılan varlık Allah’ın birliğine ayna olup Allah’ı bilmemize vesile olabiliyor. Hiç kuşkusuz Allah’ı hatırlatacak tüm aynalar asla yalan söylemez. Hem nasıl yalan söylesin ki, bikere Allah’ı hatırlatacak aynalar kul yapısı değil ki, doğrudan Tevhidi işaret eden aynalardır. İşin içinde Tevhid söz konusu olunca her bir aynanın müminler nezdinde çok büyük anlam ifade etmesi gayet tabiidir. Yeter ki müminler aynalardan yansıyan İlahi nur tecellilerine kayıtsız kalmasın, bak o zaman Allah’ın 99 güzel isimlerin yüzü suyu hürmetine marifet ilminden üzerine düşen hisse payını ruhunda hisseder de. Kayıtsız kalmamakta kastımız yaratılış gayemiz ne ise onun gereğini yerine getirmektir elbet. Nitekim Yüce Rabbimiz yaratılış gayemizi şöyle beyan buyurmakta: “Ben insanları, cinleri bana ibadet ve kulluk etsinler diye yarattım.”
Evet, ayeti kerimeden de anlaşıldığı üzere Yüce Yaradanı bilmenin sırrı ancak Allah’ı zikretmek ve ibadet etmek yoluyla çözülebiliyor. Hâşâ Allah’ın bizim ibadete mi ihtiyacı var, O’nu bilmemiz için tam aksine bizim ihtiyacımız var. Öyle ya, ibadet olmayınca Allah’ı nasıl bilebiliriz ki. Mutlaka kulluğun nişanesi iman, ibadet ve itaat olmalı ki ubudiyet idrak edilebilsin. Hiç kuşku yoktur ki, dünyada iken hayatını Allah’a itaat etmekle geçirenler ahirette Yüce Allah'ın cemalini görme şerefinden mahrum kalmayacakları malum. Nitekim kalp zikri, letaif zikri ve Nefy-u İsbat zikri çekenlerin göğsünde ve alnında kodlanmış âlem-i emirle bağlantılı letaifler bunun emarelerini ve muştusunu veriyor zaten. Malumunuz letaifler Yüce Allah’ın nurani tecelli daireleridir. Şayet bir salik Lafza-ı Celal (Kalp ve Letaif) zikri ve Nefy-u İsbat (Kelime Tevhit) zikri gibi daha nice zikirlere talip olup hakkını ziyadesiyle yerine getirirse şunu iyi bilsin ki daha evvel nefsin etkisiyle körelmiş ve nurları sönmüş halde konumlanan:
-Göğüs kafesinin sol memenin dört parmak altında bulunan KALP letaifi,
-Göğüs kafesinin sağ memenin dört parmak altında bulunan RUH letaifi,
-Göğüs kafesinin sol memenin iki parmak üstünde bulunan SIR letaifi,
-Göğüs kafesinin sağ memenin iki parmak üstünde bulunan HAFA letaifi,
-Boyun çukurunun iki parmak altın bulunan AHFA letaifi,
-İki kaş arasında bulunan NEFS-İ NATIKA gibi letaifler (latifeler) nuraniyet kesb edip asıl makamlarına yükselecektir.
Gerçektende daha öncesinden nefsin ablukası altında Allah’ın zikrinden mahrum kalaraktan körelmiş letaifler nuraniyet kesb ettiğinde görülecektir ki;
-Kalp letaifi huzur bulurken ruh ise Allah’a olan sevgisi arttıkça coşup cezbe haline bürünecektir.
-Sır letaifi kesrette vahdete ererken hafa’da Allah’ın zatı tecellisiyle benliğinden arınacaktır, yani istiğraka gark olacaktır.
-Ahfa letaifi eşyanın esaretinden kurtularak izmihlal olur. Yani salik ahfa letaifinde malın mülkün sembolü olan eşyanın Allah’ın varlığında yok olduğunu idrak edip böylece dünya hırsından hızla uzaklaşacaktır.
-Nefs-i Natıka letaifi ise saliki enaniyetten mahfiyete taşıyacaktır. Böylece Hak Teâlâ’yı şeksiz şüphesiz tasdik edip emrine amade olacaktır.
Bu arada insan göğsünden bahsetmişken bir hususa değinmekte fayda var. Hani halk arasında göğüs kafesinin tam ortasında bulunan iman tahtasından söz edilir ya hep, aslında sözü edilen o iman tahtası göğüs kaburgalarını birbirine bağlayan düz kemikten başkası değildir elbet. Bir insan düşünün ki kalp krizi geçiyor hemen ilk yardım bilen birisince bu düz kemiğin üzerine birkaç kez basmak suretiyle icabında hayatı kurtarılabiliyor. Hakeza bir kaza esnasında göğüs kafesinin kaburgalarından bir tanesinin kırılarak koptuğunda iman tahtası denilen kemikle bağlantısı kesileceğinden kaza geçiren insanın nefes almakta zorlanacağı muhakkak. Allah korusun birde böylesi bir elim durumda bu adamın kaburgalarının tamamının kırıldığının düşünün bu kez kaburga kemiklerinin topyekûn iman tahtasıyla bağlantısı kesileceğinden nefessizlikten ve oksijensizlikten boğularak ölmesi kaçınılmaz hal alacaktır. Aynen öyle de göğsümüzde kodlanmış letaifler nefsin boyunduruğu altına girip koptuğunda âlem-i emirle bağlantısı kesilip ilahi nur ve feyizden mahrum kalaraktan ruh dünyamızın ışıksızlıktan kararacağı muhakkak. Hatta bu misalden hareketle iman tahtasını bu kez de manevi bir siper olarak düşündüğümüzde bir kahraman askerin yapacağı tek şey göğsünde taşıdığı iman nuru letaiflerle Allah’tan başka tüm iç ve dış sahte mabutlara karşı Çanakkale geçilmez diyebilecek donanıma ve yüreğe haiz olmasıdır. Nasıl ki zahirde bir takım talimnamelerle iyi bir asker olunuyorsa, maneviyatta da iyi bir salik olmak içinde yukarıda özelliklerini dile getirdiğimiz letaifleri işler hale getirerekten nefsin hegemonyasına karış iman tahtasını siper edindiğinde evvel Allah’ın izniyle tüm iç ve dış sahte mabutların hakkından gelip fenafillâh ve bekabillah mertebelerine erişirde. Derken salik kat ettiği mertebeler sayesinde Yüce Allah’ın tüm mahlûkat üzerindeki tecelli dairelerini müşahede etme şerefine nail olacaktır. Ancak unutmayalım ki, bu mertebelere tek başına erişmek hiçte kolay değil, mutlaka iyi bir komutanın rehberliğine ve talimnamesine ihtiyaç vardır. Yani marifetullah ehlinin komutlarıyla hareket etmeli ki fenafillâh ve bekabillah aşamalarından geçilebilsin. Resulüllah (s.a.v) âlemlere rahmet olarak gönderilen bir elçidir. İşte tüm insanlığa elçi gönderildiği o gün bu gündür O’nun izini iz sürebilecek tüm mürşitlerin (kılavuzların) rehberliğine ihtiyaç duyarız da. İyi ki de Peygamberimiz (s.a.v)’in dünden bugüne izini iz süren rabbani âlimler, evliyalar ve irfan ehli var da bu sayede beşeriyet göğsünde âlemi emirle bağlantılı letaiflerin nasıl çalıştırılacağının tatbikini öğrenebiliyor. Böylece Allah’a yakin olmak neymiş taliplilerce idrak edilmiş olunur.
SELİM GÜRBÜZER
Resulullah (s.a.v) “Allah-ü Teâlâ ile kul arasında yetmiş bin nurdan perde ve yetmiş bin zulmetten perde vardır” beyan buyurmakla Cenab-ı Hakkın yetmiş bin perde arkasında olduğuna işaret eder. Ancak işaret edilen perdeler doğrudan zatını ilgilendiren perdeler olmayıp bilakis Allah’ın esma'sının tecelli mertebeleri ve yarattıkları arasındaki tabakalarla alakalı hicab perdelerdir.
Öyle anlaşılıyor ki Yüce Allah zatını yetmiş bin hicab perdeyle perdelemiştir. Ama Yüce Allah’ın zatını perdeleyip gizlemesi Allah’ın var olmadığı anlamına gelmez. Tam aksine müminler olarak bizler her bir perdeden tezahür eden sıfatlarının tecellisine bakaraktan varlığını iman dolu göğsümüzde hissedebiliyoruz zaten, bu yetmez mi? Elbette ki bu dünyada O’ndan tecelli edecek olan her ne varsa o bize ziyadesiyle yeter artar da. Kaldı ki Resul-i Ekrem (s.a.v): ‘Allah zatını nur ile perdeledi. Eğer cemalini açsaydı bütün mahlûkat yanardı’ (Müslim, İbni Mac’e) diye beyan buyurmakta. Bu demektir ki zatına bakmaya hiç kimsenin güç yetiremeyeceği, dolayısıyla Yüce Allah’ı mekândan ve zamandan münezzeh olarak ve O’nun hiçbir benzeri olamayacağını düşünerekten zatını zikretmemiz gerekiyor. Zira Allah’ı bu şeklide analım ki ahrette cennete girmekle müjdelendiğimizde cemalini temaşa edebilelim. Nitekim Allah ahirette mümin kulları için perdeleri kaldıracak da.
Evet, Yüce Allah (c.c) dünyada zatıyla değil sıfatları ve isimlerinin tecellileriyle bilinmesini istiyor. Tabii bilmek iyi hoşta, ama nasıl bileceğiz denildiğinde bunu açmamız gerekiyor. Bu bilme durumu sohbet, nasihat ve tefekkür yoluyla olabileceği gibi Allah’ı zikretmek yoluyla da olabilir. Nasihat ve sohbet yoluyla; mesela her bir Peygamber kıssası ya da âlim ve evliya sohbetleri de Allah’ı bilmede ışık tutabiliyor. Tefekkür yoluyla; mesela tüm mahlûkatın yaratılış nizamına baktığımızda her bir yaratılan varlık Allah’ın birliğine ayna olup Allah’ı bilmemize vesile olabiliyor. Hiç kuşkusuz Allah’ı hatırlatacak tüm aynalar asla yalan söylemez. Hem nasıl yalan söylesin ki, bikere Allah’ı hatırlatacak aynalar kul yapısı değil ki, doğrudan Tevhidi işaret eden aynalardır. İşin içinde Tevhid söz konusu olunca her bir aynanın müminler nezdinde çok büyük anlam ifade etmesi gayet tabiidir. Yeter ki müminler aynalardan yansıyan İlahi nur tecellilerine kayıtsız kalmasın, bak o zaman Allah’ın 99 güzel isimlerin yüzü suyu hürmetine marifet ilminden üzerine düşen hisse payını ruhunda hisseder de. Kayıtsız kalmamakta kastımız yaratılış gayemiz ne ise onun gereğini yerine getirmektir elbet. Nitekim Yüce Rabbimiz yaratılış gayemizi şöyle beyan buyurmakta: “Ben insanları, cinleri bana ibadet ve kulluk etsinler diye yarattım.”
Evet, ayeti kerimeden de anlaşıldığı üzere Yüce Yaradanı bilmenin sırrı ancak Allah’ı zikretmek ve ibadet etmek yoluyla çözülebiliyor. Hâşâ Allah’ın bizim ibadete mi ihtiyacı var, O’nu bilmemiz için tam aksine bizim ihtiyacımız var. Öyle ya, ibadet olmayınca Allah’ı nasıl bilebiliriz ki. Mutlaka kulluğun nişanesi iman, ibadet ve itaat olmalı ki ubudiyet idrak edilebilsin. Hiç kuşku yoktur ki, dünyada iken hayatını Allah’a itaat etmekle geçirenler ahirette Yüce Allah'ın cemalini görme şerefinden mahrum kalmayacakları malum. Nitekim kalp zikri, letaif zikri ve Nefy-u İsbat zikri çekenlerin göğsünde ve alnında kodlanmış âlem-i emirle bağlantılı letaifler bunun emarelerini ve muştusunu veriyor zaten. Malumunuz letaifler Yüce Allah’ın nurani tecelli daireleridir. Şayet bir salik Lafza-ı Celal (Kalp ve Letaif) zikri ve Nefy-u İsbat (Kelime Tevhit) zikri gibi daha nice zikirlere talip olup hakkını ziyadesiyle yerine getirirse şunu iyi bilsin ki daha evvel nefsin etkisiyle körelmiş ve nurları sönmüş halde konumlanan:
-Göğüs kafesinin sol memenin dört parmak altında bulunan KALP letaifi,
-Göğüs kafesinin sağ memenin dört parmak altında bulunan RUH letaifi,
-Göğüs kafesinin sol memenin iki parmak üstünde bulunan SIR letaifi,
-Göğüs kafesinin sağ memenin iki parmak üstünde bulunan HAFA letaifi,
-Boyun çukurunun iki parmak altın bulunan AHFA letaifi,
-İki kaş arasında bulunan NEFS-İ NATIKA gibi letaifler (latifeler) nuraniyet kesb edip asıl makamlarına yükselecektir.
Gerçektende daha öncesinden nefsin ablukası altında Allah’ın zikrinden mahrum kalaraktan körelmiş letaifler nuraniyet kesb ettiğinde görülecektir ki;
-Kalp letaifi huzur bulurken ruh ise Allah’a olan sevgisi arttıkça coşup cezbe haline bürünecektir.
-Sır letaifi kesrette vahdete ererken hafa’da Allah’ın zatı tecellisiyle benliğinden arınacaktır, yani istiğraka gark olacaktır.
-Ahfa letaifi eşyanın esaretinden kurtularak izmihlal olur. Yani salik ahfa letaifinde malın mülkün sembolü olan eşyanın Allah’ın varlığında yok olduğunu idrak edip böylece dünya hırsından hızla uzaklaşacaktır.
-Nefs-i Natıka letaifi ise saliki enaniyetten mahfiyete taşıyacaktır. Böylece Hak Teâlâ’yı şeksiz şüphesiz tasdik edip emrine amade olacaktır.
Bu arada insan göğsünden bahsetmişken bir hususa değinmekte fayda var. Hani halk arasında göğüs kafesinin tam ortasında bulunan iman tahtasından söz edilir ya hep, aslında sözü edilen o iman tahtası göğüs kaburgalarını birbirine bağlayan düz kemikten başkası değildir elbet. Bir insan düşünün ki kalp krizi geçiyor hemen ilk yardım bilen birisince bu düz kemiğin üzerine birkaç kez basmak suretiyle icabında hayatı kurtarılabiliyor. Hakeza bir kaza esnasında göğüs kafesinin kaburgalarından bir tanesinin kırılarak koptuğunda iman tahtası denilen kemikle bağlantısı kesileceğinden kaza geçiren insanın nefes almakta zorlanacağı muhakkak. Allah korusun birde böylesi bir elim durumda bu adamın kaburgalarının tamamının kırıldığının düşünün bu kez kaburga kemiklerinin topyekûn iman tahtasıyla bağlantısı kesileceğinden nefessizlikten ve oksijensizlikten boğularak ölmesi kaçınılmaz hal alacaktır. Aynen öyle de göğsümüzde kodlanmış letaifler nefsin boyunduruğu altına girip koptuğunda âlem-i emirle bağlantısı kesilip ilahi nur ve feyizden mahrum kalaraktan ruh dünyamızın ışıksızlıktan kararacağı muhakkak. Hatta bu misalden hareketle iman tahtasını bu kez de manevi bir siper olarak düşündüğümüzde bir kahraman askerin yapacağı tek şey göğsünde taşıdığı iman nuru letaiflerle Allah’tan başka tüm iç ve dış sahte mabutlara karşı Çanakkale geçilmez diyebilecek donanıma ve yüreğe haiz olmasıdır. Nasıl ki zahirde bir takım talimnamelerle iyi bir asker olunuyorsa, maneviyatta da iyi bir salik olmak içinde yukarıda özelliklerini dile getirdiğimiz letaifleri işler hale getirerekten nefsin hegemonyasına karış iman tahtasını siper edindiğinde evvel Allah’ın izniyle tüm iç ve dış sahte mabutların hakkından gelip fenafillâh ve bekabillah mertebelerine erişirde. Derken salik kat ettiği mertebeler sayesinde Yüce Allah’ın tüm mahlûkat üzerindeki tecelli dairelerini müşahede etme şerefine nail olacaktır. Ancak unutmayalım ki, bu mertebelere tek başına erişmek hiçte kolay değil, mutlaka iyi bir komutanın rehberliğine ve talimnamesine ihtiyaç vardır. Yani marifetullah ehlinin komutlarıyla hareket etmeli ki fenafillâh ve bekabillah aşamalarından geçilebilsin. Resulüllah (s.a.v) âlemlere rahmet olarak gönderilen bir elçidir. İşte tüm insanlığa elçi gönderildiği o gün bu gündür O’nun izini iz sürebilecek tüm mürşitlerin (kılavuzların) rehberliğine ihtiyaç duyarız da. İyi ki de Peygamberimiz (s.a.v)’in dünden bugüne izini iz süren rabbani âlimler, evliyalar ve irfan ehli var da bu sayede beşeriyet göğsünde âlemi emirle bağlantılı letaiflerin nasıl çalıştırılacağının tatbikini öğrenebiliyor. Böylece Allah’a yakin olmak neymiş taliplilerce idrak edilmiş olunur.