dedekorkut1
Doçent
NÜFUS GÜÇTÜR
SELİM GÜRBÜZER
Evet, nüfus güçtür. İbn-i Haldun Mukaddime eserinde bakın bu hususta ne diyor: “Nüfus arttıkça talep (tüketim) artar, talep ise istihsali (üretimi) kamçılar, derken yeni zanaatlar doğar. Zanaatlar çoğaldıkça (geliştikçe) ihtiyaçlar çoğalır: talep (tüketim) arzı yaratır, arz (üretim) talebi, şehir ne kadar kalabalıksa ahali o kadar müreffeh, zanaatta o kadar itibardadır. Şehrin dilencileri dahi zengindir.”
Tabii bitmedi ve sözün devamında şöyle der: “Servet nüfusu, nüfus serveti artırır. Ama bir hududa kadar, sonrasında zeval başlar. Nüfus arttıkça lüks ihtiyaç çoğalır, devlet ricali sefahate düşer, veriler artar, zanaatkârlar ezilir. Toplumların hayatı da fertlerinkine benzer. Önce gençtirler, sonra olgunlaşırlar, nihayet ihtiyarlık ve ölüm.”
İşte İbn-i Haldun’un bu müthiş ifadeleri meramımızı anlatmaya yeter artar da. Öyle ki; bu ifadeler günümüz insanına hem ufuk açmakta hem de yüz yıllar öncesinden günümüzün fotoğrafı çekilmiş durumda. Derken bu arada fotoğraf karesinde yer alan “servet nüfusu, nüfus da serveti artırır” ifadeleriyle de tıpkı her doğan çocuğun bir ömrü olduğu gibi mal ve mülkünde sınırlı bir ömrü olduğu gerçeğini idrak etmiş oluruz. Zaten değil midir ki dünya ve dünya içerisinde her ne varsa tükenmeye mahkûm, o halde baki olan sadece Allah olduğu gerçeğini idrak etmeye mecburuz da. Ve yine Mukaddimenin o bilgi yüklü sayfalarını çevirdikçe bu kez zanaat kavramının idrak penceremize düştüğünü görürüz. Besbelli ki zanaat o dönemi temsil eden en gözde meslek olsa gerek ki bu gün bile adından söz ettirebiliyor. Hem nasıl adından söz ettirmesin ki, baksanıza gelinen noktada sanayi, endüstri, makine, bilgisayar gibi pek çok teknolojik gelişmelerin temelinde zanaat vardır. Bu yüzdendir ki İbn-i Haldun’un yaşadığı dönem itibariyle zanaatı gelişmenin tek temsil değer olarak görmesi son derece ileri düzeyde bir bakış açısıdır. Kaldı ki, İbn-i Haldun zanaat kavramını kullanmış olmasa da bikere kendisinin bizatihi olaylara sosyolojik pencereden bakışı bile tek başına değer ifade eden ileri ufukluluğun ta kendisi bir bilgeliktir bu. Öyle ki onun tespitleri günümüz sosyologlarını hayretler içerisinde bırakacak derecede etkin de. Hiç kuşkusuz o sosyolojik değerlendirmeler yaparken yalnız değildir, Allah ve Resulünün hakikatlerinden ilham almaktaydı. Nitekim bilhassa nüfusla ilgili hususlarda Resulullah (s.a.v)’in; “Evleniniz, çoğalınız, kıyamette ümmetimin çokluğu ile övünürüm” hadis-i şerifi onun için tek rehber kaynak olmuştur dersek yeridir. Madem öyle, yeri gelmişken bizlerde İbn-i Haldun gibi bir dehanın kullandığı zanaat kavramını bugünün sanayisine, endüstrisine, teknik ve bilgi donanımına uyarlayıp çağlar üstü sıçrayacak yeni bir medeniyetin muştuları ve kurucuları olabiliriz pekâlâ.
Evet, İbn-i Haldun’un nüfusa bakışı, bizimde bakışımızdır. Peki, bizimkini anladık ta, ya Batıda ki aydınlar nüfus meselesine nasıl bakıyor dersiniz? Bu hususta Batıya şöyle uzandığımızda ilk etapta Adolphe Coste’nin ileri sürdüğü; “Nüfusun hacim ve yoğunluk bakımdan durumu, o ülkenin gelişmişlik derecesini gösterir” şeklinde ki müthiş tezi dikkatimizi çeker. Hakeza Friedrich Ratzel’de nüfus yoğunluğu bakımdan düşük olan ülkelerin insanları kara ve su avcılığıyla uğraştığını, yoğunluk kısmen artınca da göçebe ve çobanlık dönemine geçtiğini, bunun üzerine biraz daha yoğunlaşınca yerleşik tarıma geçildiğini, çok daha yoğunlaştıkça da teknik tarıma ve sanayiye geçiş yaptığı tespitinde bulunmuş bir isimdir. Aynı zamanda kendisi sadece tespitte bulunmakla kalmamış bir ülkede kilometre kareye düşen nüfus sayısının otuz beşi bulduğunda artık o ülkenin teknik tarıma ve sanayiye geçmek durumda olacağını rakamlarla da ortaya koymuş bir isimdir. Yani elde ettiği verilerin diliyle meseleye baktığımızda bu bir anlamda; bir ülkede kilometrekare üzerine düşen nüfus artışı oranı arttıkça o ülke bulunduğu konumdan bir başka gelişme evresine geçmesi manasına bir tespittir bu. Nitekim Adolphe Coste’de bu sosyolojik realiteyi şöyle örneklendirerek ortaya koymuştur:
“Önce Burglar (küçük yerleşim alanları) doğdu. Çünkü nüfus hacimce ve yoğunlukça azdı. Daha sonra nüfus arttıkça yerleşme sahaları genişledi. Burglar’dan sitelere, oradan metropollere, kaptollere ve federasyon merkezlerine doğru bir gelişmeye ve güçlenme görüldü. Eğer insan grupları nüfus bakımdan statik olsaydı bu ve benzeri medeni gelişmeler olmazdı.”
Gerçektende nüfusça güçlü olan bir ülke süper devlet olma özelliğine haiz bir avantajı yakalayabiliyor. Mesela İsveç ve Danimarka gibi ülkeler her ne kadar kalkınmışlık görüntüsü verseler de sonuçta süper devlet değillerdir. Süper devlet olamamanın nedeni, bikere ABD gibi güçlü nüfus potansiyeline sahip ülke olmayışlarıdır. İşte bu nedenle M.M. Kovalevsky, bu hususta ısrarla nüfus artışının ekonomi, üretim araçları ve teknik gelişmeler üzerinde olumlu etki yaptığından söz eder hep. Sosyolog Ratzel’de hakeza aynı bağlamda 1000 kilometre kareye düşen nüfus sayısının 2 - 1770 arası bir skalada avcılık ve balıkçılığın geliştiğini, 1770 olduğunda göçebe ve çobanlığın baş gösterdiğini, 1770 -35000 arası bir skalada tarımcılığa geçildiğini, 177000 skalaya erişildiğinde ise çok ileri düzeylerde ekonomik hayat ve teknik donanıma haiz bir tarımcılığın görülebileceğinden bahsetmiştir. Kelimenin tam anlamıyla kendisi insanlığın ilk çağdan buyana nüfus artışına paralel olarak avcılık veya çobanlık devrelerinden ilkel tarıma, tarımdan küçük sanayi işletmesine, bu seviyelerden de teknik tarıma ve en nihayetinde büyük endüstriyel atılımlara doğru geçiş kaydettiğini dile getirmiştir. Ancak bu arada unutmayalım ki, bu hususlarda kalem oynatan sadece Sosyolog Ratzel değil elbet, F. Carli, Adolphe Coste, Celestin Bougle gibi sosyologlarda nüfus artışının sosyal iletişimi artırdığını, dili zenginleştirdiğini, örf ve adetlerdeki yumuşamayı sağladığını, demokratikleşme eğilimlerini güçlendirdiği yönünde bir bakış açısı ortaya koymuşlardır.
Evet, nüfus artışı hem ekonomik yönden hem de sosyal ve kültürel yönden güç olmasına güç elbet, amma velâkin gel gör ki Batıda bunun tam aksine nüfus artışının açlık ve sefalete yol açtığını iddia eden sözde bilim adamları da var. Nitekim Robert Malthus nüfusun güç olmadığı karşı çıka dursun, şu bir gerçek bir zamanlar Hollanda, Belçika, İngiltere, Almanya, İtalya, Çekoslovakya, Danimarka ve İspanya gibi ülkeler hatırı sayılır bir nüfus artışına ulaştıklarında ancak ülkelerini gelişmiş ülkeler listesine yazdırabilmişlerdir. Robert Malthus besbelli ki bir avuç toprakta bile bereket fışkıracağını hesap edemediği gibi dünya sathının hemen her karış toprağında envai türden bitki türlerinin üretilebileceğini hesaba katmamış gibide gözüküyor. Hadi İslam’dan bihaber olması hasebiyle bereket nedir bilmeyebilir, bunu anlarız da, peki ya dünya sathında milyarlarca insanın varlığına rağmen bir türlü bitmez tükenmez hemen her türden besin kaynaklarının tükenmeyişini görmezden gelmesine ne demeli, doğrusu şaşmamak elde değil. Şaşmayanlarsa malum, halen bugün olmuş gelinen noktada varsa yoksa nüfus azlığının toplumlara mutluluk, ekonomik refah getireceğinden dem vurmaktalar. Oysa bu ütopik dem vurmaktır, asla düşledikleri hayal hiçbir zaman gerçekleşmez de. Hem gerçekleşseydi bikere her şeyden önce bölük pörçük bölünmüş Ortadoğu ülkelerinin her biri dünyanın en güçlü ülkeleri olmaları gerekirdi. Çok değil, yakın bir zamanda Az kalsın bu hayallerini bilhassa Ecevit hükümeti dönemlerde bize de yutturacaklardı. Neyse ki, geçte olsa yıllar sonra nüfusun bir güç olduğunu dile getiren Tayyip Erdoğan gibi bir lider çıkıverdi de bir zamanlar devlet eliyle doğum kontrolünün teşvik edildiği politikaların rafa kaldırıldığına şahit olduk nihayet. İyi ki de şuan başımızda her fırsatta milletine en az üç çocuk yapın diyen böylesi bir lider var. Hatta nüfusça çoğalalım telkiniyle yetinmeyip, bu noktada bir çocuklu, iki çocuklu ve üç çocuklu çalışan anne ve babaların çocuk başına özlük hakları iyileştirilmekte ve doğan her çocuğa devlet eliyle altın hediye verilmekte bile. Böylece tüm aile ocakları nüfusun çoğalması yolunda teşvik edilmiş olmakta. Yok, eğer böylesi teşvik edici tedbirler olmasa, Allah muhafaza ihtiyar nüfuslu Avrupa’nın düştüğü çukura bizde düşmüş oluruz. Hem kaldı ki dünyada genç nüfusa sahip ender ülkelerden olan Türkiye’mizi hiç kimsenin ihtiyar Türkiye hale getirmeye hakkı olmasa gerektir. Yukarıda da belirttiğimiz üzere bir zamanlar bu ülkede nüfus artışını tehlike olarak addeden bir takım siyasi aktörler kendi beceriksizliklerini örtbas etmek için maalesef ki bütün kabahati nüfus artışına yüklemişlerdir. Hatta yetmedi kabahatlerini bastırmak için Avrupa’dan güya geri kalmış ülkelere iyileştirme adı altında gönderilen nüfus kontrolüne yönelik tüm materyallerin taşınmasında aracılık etmişlerdir. Oysa ekonomiyi felç edici ortada nüfus artışı kaynaklı herhangi bir veri yoktu, bilakis ortada tamamen kendi beceriksizlerinin üzerini örtbas etme çabası vardı. Hem kimin haddine ailelerin çocuk yapmalarının önüne geçmek ya da doğacak olan çocuk sayısının sınırlanmasına karar almak. Hâşâ doğacak olan çocuğu yaratacak olan sanki onlarmış gibisine dünyaya gelişlerine de mani olmaya yeltenmişlerdir. Hiç kuşkusuz, biz biliyoruz ki dünyaya gelecek olanın yaratıcısı da, rızkı yaratan da, rızkı veren de Yüce Allah’tır.
SELİM GÜRBÜZER
Evet, nüfus güçtür. İbn-i Haldun Mukaddime eserinde bakın bu hususta ne diyor: “Nüfus arttıkça talep (tüketim) artar, talep ise istihsali (üretimi) kamçılar, derken yeni zanaatlar doğar. Zanaatlar çoğaldıkça (geliştikçe) ihtiyaçlar çoğalır: talep (tüketim) arzı yaratır, arz (üretim) talebi, şehir ne kadar kalabalıksa ahali o kadar müreffeh, zanaatta o kadar itibardadır. Şehrin dilencileri dahi zengindir.”
Tabii bitmedi ve sözün devamında şöyle der: “Servet nüfusu, nüfus serveti artırır. Ama bir hududa kadar, sonrasında zeval başlar. Nüfus arttıkça lüks ihtiyaç çoğalır, devlet ricali sefahate düşer, veriler artar, zanaatkârlar ezilir. Toplumların hayatı da fertlerinkine benzer. Önce gençtirler, sonra olgunlaşırlar, nihayet ihtiyarlık ve ölüm.”
İşte İbn-i Haldun’un bu müthiş ifadeleri meramımızı anlatmaya yeter artar da. Öyle ki; bu ifadeler günümüz insanına hem ufuk açmakta hem de yüz yıllar öncesinden günümüzün fotoğrafı çekilmiş durumda. Derken bu arada fotoğraf karesinde yer alan “servet nüfusu, nüfus da serveti artırır” ifadeleriyle de tıpkı her doğan çocuğun bir ömrü olduğu gibi mal ve mülkünde sınırlı bir ömrü olduğu gerçeğini idrak etmiş oluruz. Zaten değil midir ki dünya ve dünya içerisinde her ne varsa tükenmeye mahkûm, o halde baki olan sadece Allah olduğu gerçeğini idrak etmeye mecburuz da. Ve yine Mukaddimenin o bilgi yüklü sayfalarını çevirdikçe bu kez zanaat kavramının idrak penceremize düştüğünü görürüz. Besbelli ki zanaat o dönemi temsil eden en gözde meslek olsa gerek ki bu gün bile adından söz ettirebiliyor. Hem nasıl adından söz ettirmesin ki, baksanıza gelinen noktada sanayi, endüstri, makine, bilgisayar gibi pek çok teknolojik gelişmelerin temelinde zanaat vardır. Bu yüzdendir ki İbn-i Haldun’un yaşadığı dönem itibariyle zanaatı gelişmenin tek temsil değer olarak görmesi son derece ileri düzeyde bir bakış açısıdır. Kaldı ki, İbn-i Haldun zanaat kavramını kullanmış olmasa da bikere kendisinin bizatihi olaylara sosyolojik pencereden bakışı bile tek başına değer ifade eden ileri ufukluluğun ta kendisi bir bilgeliktir bu. Öyle ki onun tespitleri günümüz sosyologlarını hayretler içerisinde bırakacak derecede etkin de. Hiç kuşkusuz o sosyolojik değerlendirmeler yaparken yalnız değildir, Allah ve Resulünün hakikatlerinden ilham almaktaydı. Nitekim bilhassa nüfusla ilgili hususlarda Resulullah (s.a.v)’in; “Evleniniz, çoğalınız, kıyamette ümmetimin çokluğu ile övünürüm” hadis-i şerifi onun için tek rehber kaynak olmuştur dersek yeridir. Madem öyle, yeri gelmişken bizlerde İbn-i Haldun gibi bir dehanın kullandığı zanaat kavramını bugünün sanayisine, endüstrisine, teknik ve bilgi donanımına uyarlayıp çağlar üstü sıçrayacak yeni bir medeniyetin muştuları ve kurucuları olabiliriz pekâlâ.
Evet, İbn-i Haldun’un nüfusa bakışı, bizimde bakışımızdır. Peki, bizimkini anladık ta, ya Batıda ki aydınlar nüfus meselesine nasıl bakıyor dersiniz? Bu hususta Batıya şöyle uzandığımızda ilk etapta Adolphe Coste’nin ileri sürdüğü; “Nüfusun hacim ve yoğunluk bakımdan durumu, o ülkenin gelişmişlik derecesini gösterir” şeklinde ki müthiş tezi dikkatimizi çeker. Hakeza Friedrich Ratzel’de nüfus yoğunluğu bakımdan düşük olan ülkelerin insanları kara ve su avcılığıyla uğraştığını, yoğunluk kısmen artınca da göçebe ve çobanlık dönemine geçtiğini, bunun üzerine biraz daha yoğunlaşınca yerleşik tarıma geçildiğini, çok daha yoğunlaştıkça da teknik tarıma ve sanayiye geçiş yaptığı tespitinde bulunmuş bir isimdir. Aynı zamanda kendisi sadece tespitte bulunmakla kalmamış bir ülkede kilometre kareye düşen nüfus sayısının otuz beşi bulduğunda artık o ülkenin teknik tarıma ve sanayiye geçmek durumda olacağını rakamlarla da ortaya koymuş bir isimdir. Yani elde ettiği verilerin diliyle meseleye baktığımızda bu bir anlamda; bir ülkede kilometrekare üzerine düşen nüfus artışı oranı arttıkça o ülke bulunduğu konumdan bir başka gelişme evresine geçmesi manasına bir tespittir bu. Nitekim Adolphe Coste’de bu sosyolojik realiteyi şöyle örneklendirerek ortaya koymuştur:
“Önce Burglar (küçük yerleşim alanları) doğdu. Çünkü nüfus hacimce ve yoğunlukça azdı. Daha sonra nüfus arttıkça yerleşme sahaları genişledi. Burglar’dan sitelere, oradan metropollere, kaptollere ve federasyon merkezlerine doğru bir gelişmeye ve güçlenme görüldü. Eğer insan grupları nüfus bakımdan statik olsaydı bu ve benzeri medeni gelişmeler olmazdı.”
Gerçektende nüfusça güçlü olan bir ülke süper devlet olma özelliğine haiz bir avantajı yakalayabiliyor. Mesela İsveç ve Danimarka gibi ülkeler her ne kadar kalkınmışlık görüntüsü verseler de sonuçta süper devlet değillerdir. Süper devlet olamamanın nedeni, bikere ABD gibi güçlü nüfus potansiyeline sahip ülke olmayışlarıdır. İşte bu nedenle M.M. Kovalevsky, bu hususta ısrarla nüfus artışının ekonomi, üretim araçları ve teknik gelişmeler üzerinde olumlu etki yaptığından söz eder hep. Sosyolog Ratzel’de hakeza aynı bağlamda 1000 kilometre kareye düşen nüfus sayısının 2 - 1770 arası bir skalada avcılık ve balıkçılığın geliştiğini, 1770 olduğunda göçebe ve çobanlığın baş gösterdiğini, 1770 -35000 arası bir skalada tarımcılığa geçildiğini, 177000 skalaya erişildiğinde ise çok ileri düzeylerde ekonomik hayat ve teknik donanıma haiz bir tarımcılığın görülebileceğinden bahsetmiştir. Kelimenin tam anlamıyla kendisi insanlığın ilk çağdan buyana nüfus artışına paralel olarak avcılık veya çobanlık devrelerinden ilkel tarıma, tarımdan küçük sanayi işletmesine, bu seviyelerden de teknik tarıma ve en nihayetinde büyük endüstriyel atılımlara doğru geçiş kaydettiğini dile getirmiştir. Ancak bu arada unutmayalım ki, bu hususlarda kalem oynatan sadece Sosyolog Ratzel değil elbet, F. Carli, Adolphe Coste, Celestin Bougle gibi sosyologlarda nüfus artışının sosyal iletişimi artırdığını, dili zenginleştirdiğini, örf ve adetlerdeki yumuşamayı sağladığını, demokratikleşme eğilimlerini güçlendirdiği yönünde bir bakış açısı ortaya koymuşlardır.
Evet, nüfus artışı hem ekonomik yönden hem de sosyal ve kültürel yönden güç olmasına güç elbet, amma velâkin gel gör ki Batıda bunun tam aksine nüfus artışının açlık ve sefalete yol açtığını iddia eden sözde bilim adamları da var. Nitekim Robert Malthus nüfusun güç olmadığı karşı çıka dursun, şu bir gerçek bir zamanlar Hollanda, Belçika, İngiltere, Almanya, İtalya, Çekoslovakya, Danimarka ve İspanya gibi ülkeler hatırı sayılır bir nüfus artışına ulaştıklarında ancak ülkelerini gelişmiş ülkeler listesine yazdırabilmişlerdir. Robert Malthus besbelli ki bir avuç toprakta bile bereket fışkıracağını hesap edemediği gibi dünya sathının hemen her karış toprağında envai türden bitki türlerinin üretilebileceğini hesaba katmamış gibide gözüküyor. Hadi İslam’dan bihaber olması hasebiyle bereket nedir bilmeyebilir, bunu anlarız da, peki ya dünya sathında milyarlarca insanın varlığına rağmen bir türlü bitmez tükenmez hemen her türden besin kaynaklarının tükenmeyişini görmezden gelmesine ne demeli, doğrusu şaşmamak elde değil. Şaşmayanlarsa malum, halen bugün olmuş gelinen noktada varsa yoksa nüfus azlığının toplumlara mutluluk, ekonomik refah getireceğinden dem vurmaktalar. Oysa bu ütopik dem vurmaktır, asla düşledikleri hayal hiçbir zaman gerçekleşmez de. Hem gerçekleşseydi bikere her şeyden önce bölük pörçük bölünmüş Ortadoğu ülkelerinin her biri dünyanın en güçlü ülkeleri olmaları gerekirdi. Çok değil, yakın bir zamanda Az kalsın bu hayallerini bilhassa Ecevit hükümeti dönemlerde bize de yutturacaklardı. Neyse ki, geçte olsa yıllar sonra nüfusun bir güç olduğunu dile getiren Tayyip Erdoğan gibi bir lider çıkıverdi de bir zamanlar devlet eliyle doğum kontrolünün teşvik edildiği politikaların rafa kaldırıldığına şahit olduk nihayet. İyi ki de şuan başımızda her fırsatta milletine en az üç çocuk yapın diyen böylesi bir lider var. Hatta nüfusça çoğalalım telkiniyle yetinmeyip, bu noktada bir çocuklu, iki çocuklu ve üç çocuklu çalışan anne ve babaların çocuk başına özlük hakları iyileştirilmekte ve doğan her çocuğa devlet eliyle altın hediye verilmekte bile. Böylece tüm aile ocakları nüfusun çoğalması yolunda teşvik edilmiş olmakta. Yok, eğer böylesi teşvik edici tedbirler olmasa, Allah muhafaza ihtiyar nüfuslu Avrupa’nın düştüğü çukura bizde düşmüş oluruz. Hem kaldı ki dünyada genç nüfusa sahip ender ülkelerden olan Türkiye’mizi hiç kimsenin ihtiyar Türkiye hale getirmeye hakkı olmasa gerektir. Yukarıda da belirttiğimiz üzere bir zamanlar bu ülkede nüfus artışını tehlike olarak addeden bir takım siyasi aktörler kendi beceriksizliklerini örtbas etmek için maalesef ki bütün kabahati nüfus artışına yüklemişlerdir. Hatta yetmedi kabahatlerini bastırmak için Avrupa’dan güya geri kalmış ülkelere iyileştirme adı altında gönderilen nüfus kontrolüne yönelik tüm materyallerin taşınmasında aracılık etmişlerdir. Oysa ekonomiyi felç edici ortada nüfus artışı kaynaklı herhangi bir veri yoktu, bilakis ortada tamamen kendi beceriksizlerinin üzerini örtbas etme çabası vardı. Hem kimin haddine ailelerin çocuk yapmalarının önüne geçmek ya da doğacak olan çocuk sayısının sınırlanmasına karar almak. Hâşâ doğacak olan çocuğu yaratacak olan sanki onlarmış gibisine dünyaya gelişlerine de mani olmaya yeltenmişlerdir. Hiç kuşkusuz, biz biliyoruz ki dünyaya gelecek olanın yaratıcısı da, rızkı yaratan da, rızkı veren de Yüce Allah’tır.