Nizam-i âlem ülküsü

dedekorkut1

Doçent
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
1,149
Tepkime puanı
18
Puanları
38
Konum
Ankara
NİZAM-I ÂLEM ÜLKÜSÜ

ALPEREN GÜRBÜZER

Nizam; intizam ve düzen demekse Allah’ın adil olmasından ötürüdür. Madem Allah adildir, o halde adaletinin hükmünü kullar üzerinde görmenin adıdır nizam. Nizama ilk başkaldırış şeytanın Allah’a (c.c.) karşı; “Ben ateşten, Âdem ise topraktan yaratılmıştır. Bu yüzden secde etmem” itirazıyla vuku bulmuştur. Zaten bu itiraz şeytanın dergâh-ı ilahiden kovulmasına yetmiştir. İblis bununla da kalmamış, Âdem'in (a.s.) cennetten yeryüzüne inmesine de neden olmuştur.
Tabii şeytan yeryüzünde boş durmayacaktır. Malum, yeryüzüne inen Adem ve Havva anamızın izdivacından dünyaya gelen Kabil’in ilk kardeş cinayetini işlemesiyle birlikte iki kutuplu dünya oluşur. Bu yüzden Habil nizamın kutbu, Kabil ise bozgunculuğun kutbu olmak bakımdan gelmiş, geçmiş ve gelecek tüm beşeriyet üzerinde etkisini hissettirip ortaya nizam ve nizamsızlık kavgası tarzında yansıyan bir hayat modeli ortaya çıkmıştır.
İşte bu hayat modeli içerisinde Peygamberler Allah’ın nizamı için mücadele verip bu uğurda nice zulümlere maruz kalmışlardır. İlginçtir peygamberlik makamı beşeriyetin üstünde üst bir mertebe olmasına rağmen en çok çileyi çeken yine onlar olmuş, ama eninde sonunda bunca çileye rağmen zafer inananların lehine tecelli etmiştir. Bunun en tipik misali Hz. Nuh'un (a.s.) kavmiyle olan nizam mücadelesinde yaşanmış, akabinde tufan kaçınılmaz olmuştu. Daha doğrusu tufan kimine kurtuluş, kimine helak olmuştur. Düşünsenize Kenan, Hz. Nuh’un oğlu olmasına rağmen, ilahi nizama inanmadığı için gemiye binip kurtuluşa eremedi. Demek ki; bir insan peygamber oğlu da olsa Allah’a inanmadığı müddetçe fayda vermiyor. Ne diyelim; ne mutlu kurtuluşa erenlere.
Anlaşılan peygamberler vahyin öncüleri olup bulundukları âlem’e nizam vermek için varlardır. Zaten varoluş gayeleri gereği bu uğurda karşılarına Nemrutta çıksa, Firavun da çıksa, Ebu Cehilde çıksa bu böyledir. Şöyle ki, Nemrut saltanatının ilk yıllarında adalet sahibi bir hükümdardı. Fakat sonrasında şeytanın vesvesesine kapılıp ilahlığını ilan eden bir nizam karşıtı rol üstlenmiştir. Hal böyle olunca bir kısım insanlar Allah’a kulluğu bırakıp Nemrut’a tapar olmuşlardır. Elbette ki ilelebet bu böyle devam edemezdi. Nitekim bir gün Müneccimler Nemrud'a:
— Yakında bir kimse dünyaya gelecek putlara ve saltanatına son verecek, dediler.
Tabii bu, Nemrut için iyi haber sayılmazdı, derhal harekete geçip şu emri verir:
— Bundan sonra herkes şunu iyi bilsin ki hiç kimse eşiyle ilişkiye girmeyecek, bugünden itibaren doğacak çocuklar öldürülecektir.
Gerçekten de verilen emir gereği yaklaşık yüz bin masum çocuk katledilir. Ancak her şey garanti sayılmazdı. Müneccimlerin adından bahsettiği şahsın ana rahmine düşmesinin filan gece olacak demesi, Nemrud’u sil baştan yeniden kara kara düşündürmeye yetmişti. Bu yüzden işi sağlama alması gerekirdi, zaten öyle de yapıp tüm erkekleri şehrin dışına sürgün ettirir. Hatta şehrin sınırlarına nöbetçiler yerleştirip güya kendince erkeklerin şehrin içine, kadınların da şehir dışına çıkmasını önleyici tedbir almış olur. Tedbir alsa ne olur ki; bu sıkı önlemler bir yere kadardır, müneccimlerin haber verdiği şahsın annesi Taruh’dan hamile kalır bile. İşte Müneccimlerin geleceğini bildirdiği çocuk İbrahim’den (a.s) başkası değildir. Doğan çocuk son derece olağan üstü önlemlerin alındığı şartlarda mağarada büyür. Büyüdükçe Nemrutun kurulu düzenini sarsmaya başlar da. Maalesef İbrahim’in (a.s.) iman gücünü görmezden gelen Nemrut, çareyi onu ateşe atarak meseleyi kökten halledeceğini sanır. O öyle sanadursun, ateşin içinde iman gücünü gören bozguncu güruhlar şaşa kalırlar. Zira Allah-u Azimüşşan, Halil’im dediği dostu İbrahim'e (a.s.) ateşi serin kılmıştı. Tabii ateş ‘ol’ emrin karşısında direnemezdi, ferman yücelerden gelmişti. Dolayısıyla “Ey ateş! Serin ve selametli ol” (Enbiya 69) emrine boyun eğip gül bahçesine dönüşür de. İşte o gün bugündür gül nizam-ı âlemin, ateş ise her türlü fitne ve bozgunculuğun simgesi olmuştur.
Elbette ki; gül ve ateş arasındaki kavga sadece İbrahim(a.s) ve Nemrud’la sınırlı değil, bir başka boyutta Musa(a.s) ve Firavun arasında da cereyan etmiştir. Öyle ki, Hz. Musa (a.s.) ve Firavun arasındaki nizam kavgasında Mısır’ın o alışılmış düzenini bir anda allak bullak edecek cinsten bir gelişme yaşanır. Nizam-ı âlem öncüsü Hz. Musa (a.s.) kendisine inananlarla birlikte hicret ettiklerinde önlerine çıkan dev sular adeta selama durup yol vermişlerdir. Hakeza aynı dalgalar Firavun ve ordusuna mezar olmuş. Belli ki; deniz dalgası kimine ab-ı hayat, kimine Tsunami felaketi olabiliyor.
Hatemü'l Enbiya, yani en son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.)’dir. O aslında hem son, hem de sonun başlangıcı, kâinat o’nun yüzü suyu hürmetine yaratılmış ve âlem o’nun nuruyla şenlenmiştir. Bu yüzden “Ey Habibim! Sen olmasaydın, sen olmasaydın, sen olmasaydın bunca felekleri yaratmazdım” buyruğunda yer alan Peygamberdir o. Kelimenin tam anlamıyla bütün Enbiyanın reisi ve ümmetin kurtuluş nizamını tesis eden en büyük rehber kaynağımızdır.
Hadis-i Şerifte beyan edilen, “Ben en güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim” sözü Nizam-ı âlem’in ilk nüvesini oluşturur. Malum, ahlak-ı hamide ilk oku emriyle start alıp küfrün başına inen ilk balyozdur. Kaldı ki; Vahyin etkisi Allah Resulüne bile “Ey Hatice üzerimi ört” dedirttiren türdendi. Öyle bir etki ki; Fahri Kâinat Efendimiz örtüye büründüğünde zıngır zıngır titriyordu hala. Ne zaman ki emri ilahi gereği mübarek başını örtüden dışarı çıkarır, işte o an Allah’ın ahkâmını yeryüzüne yaymak için ilk İlay’ı Kelimetullah (Allah adını yüceltmek) çağrısını Hatice annemize beyan edecektir. Keza bu çağrıya Hz. Ebubekir, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Ömer'de icabet eder. Derken onlarla birlikte sayıları on bini bulan Nizam-ı âlem kervanı dalga dalga büyür de. Ancak müşrikler İlay-ı Kelimetullah uğruna yola koyulan sahabe kadrosu karşısında adeta etten duvar öreceklerdir. Belli ki; İlây-ı Kelimetullah için göze alınan Nizam-ı âlem davasının gerçekleşmesi hiçte kolay olmamış. Neyse ki onlar hor görüldüler ama çiçek gibi açıldılar. İşkencelere tabi tutuldular ama zaferden zafere koştular. Nihayetinde “Hak gelince batıl zayi olur” kelamının doğruluğunu teyit ettiler. Bedir ve Hendek savaşları bunun en tipik misali zaten. Belkide bu savaşlar olmasaydı Mekke’nin Fethi gerçekleşemezdi. Bu yüzden Mekke fethi gönüllerde bir başka yankı bulmuştur. Bir başka ifadeyle Âlem'e nizam verme davası, Fahri Kâinat Efendimizin (s.a.v.) öncülüğünde “Çöle İnen Nur” olarak tecelli etmiştir. Artık fetih tamamlanmış, şimdi vuslat zamanıdır. Ve Veda Hutbesi’nin ardından gelen Peygamber Efendimizin (s.a.v.) vuslatıyla birlikte Nizam-ı âlem meşalesini Ebu Bekir Sıddık (r.a.) üstlenir. Evet, Ebubekir elinde Âleme nizam meşalesi, sıddıkîyet makamının doruğuna ulaşır da. Zaten; yalan, dolan, talan her türlü şeytanı odakların işidir. Sıddikiyet, doğruluk, adalet gibi değerler ise Nizam-ı âlem meşalesini ülkü edinenlerin düsturudur. İşte bu sıddıkıyet içerisinde hayatını tanzim eden Sıddık-ı Ekber nefesinin teslim ettiğinde bu kez bayrağı Hz. Ömer’ül Faruk (r.a.) devralacaktır. Nasıl ki nizamı âlem meşalesi Hz. Ebubekir sıddıkiyetiyle anlam kazanmışsa, aynen öylede Hz. Ömer’de adaletiyle bir başka anlam yüklenmiştir. Şöyle ki, adaletin mümessili olan Hz. Ömer (r.a.) sırtında un çuvalı ile Halifeliğin hadimiyetten geçtiğini kapı kapı dolaşıp yoksulların imdadına koşmasıyla ispatlamıştır. Onun bu koşuşturması İslâm’ın parlayan adalet güneşi olmasına yetecektir.
Hz. Ömer’den (r.a.) sonra meşaleyi Hz. Osman (r.a.) üstlenecektir. Onun Peygamberimizin damadı olması bir yana hilm ve yumuşaklığı gibi meziyete sahip olması Nizam-ı âlem ülküsüne bir başka zişan katacaktır. Bu yüzden o; “Zinnureyn” unvanına (çifte nur sahibi) layık görülmüş üçüncü halife diye adından söz ettirir bile. Ne var ki halifelik döneminde birçok fitne hareketlerinin doruğa ulaşmasıyla birlikte, Nizam-ı âlem davasının sekteye uğradığı da bir vaka. Daha doğrusu bu dönemde birtakım fitne odaklarının gayri nizami eylemlere tevessül etiklerine şahit oluruz. Bilhassa İbn-i Sebe Yahudi dönmesinin sahabe arasına soktuğu fitne virüsü Hz. Osman (r.a.)’ın şehit olmasını beraberinde getirmiş ve böylece nizam-ı âlem ruhu büyük bir yara almıştır. Hakeza yine Hz. Osman’ın (r.a.) şehit olmasıyla nizamı âlem karşıtı odaklar boş durmayıp fitne eylemlerine kaldığı yerden devam ettireceklerdir. Yani Nizam-ı Âlem meşalesini Hz. Ali (k.v.) devraldıktan sonra fitne dalgası bir başka mecraya doğru akacaktır. Bu yüzden Peygamberimiz (s.a.v.); “Ben Kuran’ın tenzili üzerine, sen ise tevili üzerine savaşacaksın” dediği mucizevî olay, Hz. Ali (k.v.)’in tüm hayatı boyunca kendini hissettirir de. Gerçekten de ilmin kapısı Hz. Ali (k.v.), vahyin doğru tanımlanması ve anlaşılması için mücadele verirken, Hariciler maalesef Kur’an ayetlerinin ne anlama geldiğini araştırmadan kendi vehimlerini doğru zannederekten tarihte birçok kanlı eylemler gerçekleştirmenin rolünü üstlenmişlerdir. Böylece tarihe kara leke olarak geçmişlerdir. Şayet Hariciler Hz. Ali (k.v.)'in ilim ve hikmetle karşılık verdiği cevaplara kulaklarını kapayıp Kur’an ayetlerin sloganlaştırmasalardı bu duruma düşmeyeceklerdi. Anlaşılan bu dönemde yaşanan birçok kanlı eylemlerin arka planında Kur’anın doğru dürüst anlaşılmaması gerçeği yatmaktadır. Bir başka ifadeyle Peygamberimiz (s.a.v.) Kuran’ın tenzili üzerine verdiği mücadeleyi, Hz. Ali (k.v.) Kuran’ın tevili uğruna vermiştir. Sonuçta tenzil ve tevil her ikisi de vahiy kaynaklıdır. Elbette ki, Rabbü’l âleminin hikmetinden sual olunmaz, o böyle arzu etmiş, böylece tüm cümle âlem içerisinde bin bir hikmet gizli bir durum zuhur etmiştir. Dolayısıyla âlemlere inen rahmet bayrağı çileli de olsa elden ele devam edebilmiştir, kıyamete kadar daim olacağına da inancımız tam.
Malum, sahabeden sonra bu bayrağı tabiin devralır. Tabiinin ulularından Hz. Hasan-ı Basri (r.a.) âleme nizam verme duygusunun mana ve ruhunu yansıtması bakımından Pir-i sayılır. Bakın Hasan-ı Basri (r.a.) ilk etapta ırmak kenarında güle oynayan ana oğlu gayrı-meşru davranışlarda bulunduğunu sanmış. Oysa tam o sırada geçen bir sandalın devrilmesiyle güle oynamayı bırakan o genç çocuk, su yüzünde yürüyerek yardıma koşar ve onları kurtarır. O arada Hasan-ı Basri(r.anh.)’la göz göze geldiğinde der ki:
''- Ya Hasan-ı Basri! Raks yaptığım sandığın kadın (Elini omuzuna koyup) merhametine sığındığım annemdi, şarap içtiğimi sandığın şey ise bade idi...'' Tabii bu sözler tabiin ulularından Hasan-ı Basri'yi heyecanlandırıp ön yargısını ''Hüsn-ü zanna'' çevirmesine yetmişti. Kaldı ki hüsnü zan içinde bulunmak, toplumda yumuşamayı sağlar. Bu yüzden Hasan-ı Basri (r.anh.); ''Benim zannımı Dicle kenarında bir anayla bir oğul düzeltti'' diyecek kadar hüsn-ü zan karakter örneği sergilemiş ve Allah’a giden yolun hüsn-ü zandan geçtiğini göstermiştir. Hüsnü zanlık nizamın ruhunu yansıtır zaten. Hani Hâce Ali Ramiteni (k.s.); der ya “Her gördüğünü Hızır bil, her geceyi Kadir bil”, işte onun gibi bir şeydir hüsnü zanlık. Her insana Hızır gözüyle bakmakta fayda var, her insan Hızır çıkmasa da o gözle baksak ne zarar olabilir ki? Bilakis içlerinden biri Hızır çıkarsa fayda var.
Nizam-ı âlem meşalesi Türk’ün eline geçince üç kıtada hükümran bir Nizam-ı âlem vuku bulmuştur. Zaten Malazgirt zaferi bu meşalenin cihanı saracağının işaretini verir de. Şöyle ki; İslâmiyet’i Malazgirt Zaferiyle Anadolu’ya taşıyan Alparslan, “Biz bidat nedir bilmeyen temiz Müslümanlarız” deyip Romen Diyojen’i dize getirmiştir. Selçuklu coğrafyasında Nizam-ı Âlem meşalesi vatan edinip İslâmiyet’e renk katmıştır. Ne var ki; Moğol kasırgası Nizam-ı âlem ülküsüne büyük bir darbe vurup Selçuklunun yıkılışını beraberinde getirecektir. Mecburen Moğol kasırgasından dolayı Anadolu uçlarına kayan Türkmenler, şeyhler, gazi dervişler, sınır uçlarına yerleşip Ertuğrul Gazi’nin açtığı bayrağın altında toplanacaklardır. Böylece umutsuzluk ümide dönüşüp yeniden nizamı âlem meşalesi alev alır. Derken Ertuğrul Gazi’nin etrafında birleşen bu umut kaleleri sayesinde tarih sahnesine o müthiş ulu Osmanlı çınarı doğa gelir. Kaldı ki, Söğüt’te kurulan Osmanlı otağı henüz daha yolun başında iken iki yüz çadırlık bir nüvedir. Günü geldiğinde Osman Gazi ve Şeyh Edebali elinde yoğrulan bu nüve cihanşümul meşaleye dönüşecektir. Nasıl dönüşmesin ki temellerine ruh üflenmiştir. Derken kuruluş mayası ve aşkı ilerisinde İlay’ı kelimetullah için Nizam-ı âlem uğruna üç kıtaya hükmeden cihangir bir devlet ortaya çıkarır. Öyle ki Nizam-ı âlem ülküsü Fatih’in İstanbul’u fethetmesiyle doruğa ulaşır da. Anlaşılan yükselişimize zemin hazırlayan mayanın esprisi, tamamen Nizam-ı âlem ülküsünün ruhunda kodlu. Dahası bu ülkü Osmanlı’nın elinde âleme nizam götürme davası şeklinde sembolleşir de. Gerçekten de ecdadımız, fethettiği yerlere gözyaşı, kan, zulüm götürmemiştir, bilakis medeniyet ve adalet hamlesiyle âleme “Nizam” götürmüşlerdir. Şayet zulüm üzerine kurulu bir devlet olsaydık, altı yüz sene gibi uzun süre ayakta duramazdık. Zaten dünyaya gerçek anlamda ilk medeniyet damgasını vuran tek devlet Osmanlıdır. Bu nedenle âleme nizam verme davası sıradan bir ülkü değildir.
Ne var ki; bu misyonumuz zaman içerisinde eriyince hem ülkümüzü yitirmişiz, hem de düşüş kaçınılmaz olmuştur. Maalesef yükselişimizdeki anlayışla, düşüşümüzdeki anlayış farkı “Devlet ebed müddet” ülküsünü bertaraf etmiştir.
Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye derken âlem’e nizam verme davası günümüze kadar uzanmış ve kıyamete kadar da devam edecek tek ülküdür, bu uğurda dün olduğu gibi bugün de ümit kalelerimiz kurtuluşumuz olacaktır elbet.
Velhasıl; İ’lây-ı Kelimetullah için Nizam-ı âlem biricik ülkümüz olmalı.
Vesselam.

http://www.bayburtpostasi.com.tr/leme-nizam-verme-ulkusu-makale,4169.html
 
Üst