Necmettin Şahinler / Yetiş Ey Ölüm

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45




Dilimiz Susmadan
Mayıs 2012

Bir "Dipsiz Karanlık"tı orası. Bilinmeyenin, gizli olanın, belirlenmeyenin sessizliğiydi bu. Ama sonradan duyuldu nefesi! "Ol/Kün!" emriyle. İşte bundan sonra varlık kazandı âlem.

Önce annesinin karnında "üç karanlık" yerdeydi insân. Burada da sükût vardı. Sonra sünnetullah saati çalınca, karanlık yerini aydınlığa terk etti. Bildiklerini/gördüklerini/duyduklarını unutturmuştu bu doğuş.

Tekkedeki halvet odası karanlıktı. Derin bir sessizlik vardı. Yalnız bırakmışlardı onu kendiyle. Birden bir ses geldi can kulağına, gerçi dudak görmemişti fakat konuşulanı duymuştu. Şöyle söylüyordu bu ses: "Vakit tamam evlâdım! Kilidin açıldı." Sonra uğurlarken gözlerinden, alnından öptü ve şunları hatırlattı: "Konuşmanın çilesi, sükûtun çilesinden daha çoktur."

Hüzünlü bir sessizlik vardı avluda. Yeşil örtüsüyle musalla taşının üzerindeydi son yolculuğunun öncesinde. O'ndan gelinmişti ve O'na dönülüyordu. Artık selvi ağaçlarının gölgesinde, suskunlar beldesine doğruydu yürüyüş. Rahmân Sûresi'nin eşliğinde.

Susan çok şey anlatır, konuşansa tek şey. Dilini terbiye etmeden önce yüreğini terbiye et ey tâlip! Eskiden dervişlerin çeyizine "dil taşı" koyarlarmış. Rivâyet olunur ki, bu taş Hz. Peygamber'in, Sevr Mağarası'nda ayağını ısıran yılanın acısını dindirmek için Hz. Ebû Bekir'in ağzına koyduğu taşı remzedermiş. Daha sonra Hz. Hüseyin'e geçen bu taş, Kerbelâ çöllerinde kaybolmuş. Şimdi böyle bir taş bul, dilinin altına koy, acını ona yükle, sabır taşına çevir onu ey tâlip! Ama ne zaman ki Hakk söz konusu olur, işte o zaman çıkar o taşı, Ebâbil kuşları gibi bırak yere. O taş kime isâbet edeceğini bilir.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
phpthumb-generated-thumbnail_1.jpeg


Necmettin Şahinler Yunus kıssasını yazdı


Necmettin Şahinler’in, ‘Balığın Karanlığı ve Güneşi Doğurmak’ kitabını okurken, nenemin Yunus’u ile Necmettin Şahinler’in Yunus anlatısını karşılıklı okudum sanki..


Babanenem rahmetli, bizim oraların tabiriyle görklü insanlardandı. Sözlü kültüre vukufiyeti yüksekti. Çocukluğumun pek çok hikâyesini kendisinden, biraz zorla da olsa dinledim. Bir zorunluluktu çünkü nenemin son dinleyenleri biz torunları idik.
Ahir ömrünü iki duvar arasında geçirmek zorunda kalan bir hayattı onunkisi. Köyünü, toprağını, geleceğini, ümitlerini, hayatla ilgili bütün rüyalarını eşi göçünce unutan, artık dönme umudu kalmayan bir muhacir olarak yaşamaya mahkûmdu sanki. Nenemin mutluluk oyunları oynadığını pek çok kez hissettim. Hissettirmemek için elinden geleni yapardı ama yaşadığı coğrafya, torunlarının coğrafyası idi ve kendisine ait değildi, ne de olsa muhacirdi. Muhacirlerin pek çoğunda olduğu gibi onda da eskiye özlem, eskiye dair yüzleşmeler, öfkelenmeler vardı; hikâyelerle dolu idi geçmişi.
Kendisini, anlattığı hikâyeler içinde en çok Yunus Aleyhisselam ile özdeşleştirir ve “bakalım bu balıktan çıkış bize ne zaman nasip olacak, olsa olsa ölüm uğrar bu balık karnında” derdi hikâye anlatımının sonunda. Gerçekten sözü gerçeğe döndü ve nenem gurbet ellerde kendisine ait her şeye hasret, hatta canından aziz tuttuğu torunlarına da hasret, balığın karnında gözlerini dünyaya yumdu.
Kimdi Yunus Peygamber? Nenem kendisi ile nasıl irtibat kurmuştu? Neden bir başkası değil de en çok da Yunus Peygamber’in hikâyesi dilinde idi? Bunlar gibi pek çok soruya şimdilerde cevap buluyorum. Demek ki bazı soruların yanıtı hemen değildi, en az bir 20 yıl geçmesi gerekiyordu.
Necmettin Şahinler’in, İnsan Yayınları’ndan çıkan ve nenem-meşreb bir hanımefendinin bana hediye ettiği ve okunmak için sırasını bekleyen Balığın Karanlığı ve Güneşi Doğurmak kitabını okurken, nenemin Yunus’u ile Necmettin Şahinler’in Yunus anlatısını karşılıklı okudum sanki. Bir tarafta gözlerimin önünde Necmettin Şahinler Hoca, diğer tarafta kulaklarımda nenemin tok sesi vardı. Malumdur ki Necmettin Şahinler Hoca, Üsküdar’ın sırlılarından Ahmet Yüksel Özemre ile teşrik-i mesaide bulunmuş ve ondan feyizlenmiş. Mezkur kitabında Yunus’un balığın karnında olmasını, Yunus Peygamber’in miracı olarak okuyordu. Ona göre her peygamberin bir miraç hikâyesi vardı, balığın karnında tutulması hikâyesi de Yunus’un nasibine düşmüştü.
Balığın karnını ne ile aydınlatmalı?
Ninovalı bir insan Yunus. Musul yakınlarında. Şehir halkı sıkıntı içinde, ahlak seviyesi düşük. Soruyor Necmettin Hoca, ayetlerin içinde geçen “Yunus toplumu” ifadesi bir surenin adı nasıl oluyor? Kendisi bu durumu “peygamberlerine iş işten geçmeden kulak verme basiretini” göstermiş bir toplum olmalarına bağlıyor. Şahinler, kıssanın anlatıldığı ayetten hareketle şöyle diyor: Aklı devre dışı tutarak şuur ve idrak noksanlığına yenik düşmek, insanı utanç ve eziklik azabının kucağına iter.
Balık mı Yunus’da, Yunus mu balıkta?
Kur’an’daki her kıssa şüphesiz insanın buhranına bir çözüm öneriyor. Geçmiş milletlerin sıkıntılarını anlatarak insanın ve toplumun kendisiyle irtibat kurmasını insandan istiyor. Ve ayetler insana yaşadıklarının tek olmadığını hatırlatıyor. Hangimizin hayatında kendimizden ya da içimizden kaçarak sığındığımız gemiler yok ki? Hatta güvendiğimiz gemilerden de atılıp nice acılar içinde kendi balıklarımızda yaşamadık ki? Belki de şu an bile hâlâ balığın karnında olup Yunus gibi dua etmeyen, halinin sıkıntısında olan insan var? Yunus’un yaşadığı fizik-ötesi bağlamında ruhsal bir sıkılmadır. İnsanın yaşadığı kaos, karanlık, didişme, kötüye ve çirkine yenik düşmektir. İnsanın içine düştüğü derin karanlıktan kurtulmanın tek çaresi, yine Rabbine yönelerek yaptığı bir tevbe. Tevbe içli bir dua, Rabbe iç yangınını hatırlatan gamdan kurtuluş isteği.
sam-3431-1.jpg
Necmettin Şahinler, kıssanın öncelikle Resulullah’a, sıkıntılarına karşı ne yapması gerektiğini hatırlatmak için örnek olarak verildiğini söylemekte. Manevi sıkıntının maddi karşılığı gam. Fiziki etkisi de nefes darlığı. Her birimiz şu ya da bu sebeple bir şekilde nefes darlığı çekiyor, gam denizinde seyr u sefer ediyoruz. Bu bakımdan kıssanın günümüzdeki karşılığını düşünmek, kıssa üzerine tefekkür etmek bizim görevimiz. İnsanda inşirahın olması için bir idrak açılımı şart. Bunun yolunun da insanın kendi beden zindanından kurtulması ile mümkün olduğunu söylüyor Şahinler Hoca.
Dönüş yine kendine
Necmettin Şahinler, Kur’an’da Yunus Peygamber için “kaçak bir köle” ifadesinin kullanıldığını söylüyor. Bugün için bu ifadeyi kendisinden ve toplumundan kaçan insan olarak okuyor yazar. Hepimiz bir şekilde şu ya da bu sebeple muhatap olduğumuz irili ufaklı topluluklardan kaçma eğilimi gösterebiliyoruz. Şahinler, böylelikle Kur’an dili ile kaçan, kaçma eğilimde olan insanlara geçmişten bir örnekle kaçmanın mümkün olmadığını hatırlatıyor.
İnsan istediği kadar kendinden kaçsın, yine kendine mahkum Yunus’un kıssasında olduğu gibi. Yunus tevbe kılıp tekrar halkına döndüğünde bu sefer müjde ile karşılanıyor ve kabul görüyor. Bizler için de zorluk olarak gördüklerimizi kabullenip içselleştirme eylemi gerçekleştirdiğimizde aynı durum ortaya çıkıyor.
Kur’an-ı Kerim, bize kıssalar aracılığıyla davranış modellerini gösteriyor. Bu bakımdan bu modellerin günümüz tefsiri olarak okuduğum Şahinler’in kitabını gönülden tavsiye ederim.

Zeki Dursun yazdı
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
414824.jpg


Yetiş Ey Ölüm

İnsânın yaratılış gerçeği, "var olan" hiçbir şeyden ilgisini kesmesine izin vermez. İnsân, her şeyin kendisiyle ve kendisinin de her şeyle ilgili olduğu bir varlıktır. Bu nedenle bir başka yaratılış gerçeği olan ölümle o gelmeden çok önce ilgi kuran tek varlık insândır. Her doğum kadar her ölüm de hayatın içindedir.
Ölüm, bizim dar/sınırlı algımızın sandığı gibi bir yokluk ve tükeniş değil, bir oluş ve hayat faaliyetidir. Her ölüm yeni bir doğumun başlangıcıdır veya başka bir ifâde ile ölüm, daha yüce bir doğum için atılmış adımdır.
Ölüm bir yok oluş değil, bir boyut değiştirme olayıdır. Bizler her şeyden önce ölümü bir bitiş, karanlığa ve hiçliğe geçiş olarak görmek gibi bir yanılsama içerisindeyiz. Oysaki ölüm her gün farkında olmadan parça olaylar hâlinde yüzlercesini yaşadığımız bir oluşun biraz daha fark edilir şeklinden başka bir şey değildir. Hangi mekân ve zaman insânı yutup eritebilir ki yok olmaktan söz edelim?
Çamura karışmış bir çekirdeğin bile kaybolmasına izin vermeyen bir fıtrat düzeni, özünde evrene sığmayan özlem ve aydınlıkları taşıyan insânın yutulup yok edilmesine nasıl seyirci kalır? İnsân yok olmak için değil, üç boyutlu dünyâya sığmayan hasret ve arzularına yeni koşu alanları bulmak için bu dünyâdan ayrılmaktadır.
Ölmek, Rûh'un beden bağından/kaydından çözülmesi/kurtulmasıdır. Ölen için kaybolma yoktur ve ölmek, bir daha karanlığa düşmemektir. O halde tek başına ölüm ne korkutmalı ne de sevindirmelidir. Önemli olan, bu dünyâdaki yaşantımızın öte yandaki sonuçlarıdır. Bu nedenle "Ölümden değil, ölümü izleyen dönemden korkmak" daha önemlidir. Üstelik bu gelişmeler olumlu da olsa olumsuz da olsa bir daha geri dönme imkânımız olmayacaktır.
 
Üst