Nasıl bir aya (ramazan) giriyoruz?

ıtri

Üye
Katılım
30 Ağu 2009
Mesajlar
1,235
Tepkime puanı
153
Puanları
0
Yaş
37
Konum
Ankara
(Arkadaşlar bugün okuduğum "Ramazan risalesi" nasıl bir aya girdiğimizin farkına varmak açısından önemli bir yazı olduğunu düşünüyorum."Herkez rahatlıkla anlayabilsin" diye sadeleşmiş bir nüshasını buldum.)

YAZAN: Bediuzzaman Said Nursi
Sadeleştirme: İsmail Mutlu


BİRİNCİ NÜKTE
Ramazan-ı Şerifteki oruç, İslâmiyetin beş direğinin İslâmın beş esası, birincilerindendir. Hem İslâmiyetin şeâirlerinin büyüklerindendir.
İşte, Ramazan-ı Şerifteki orucun çok hikmetleri, hem Cenâb-ı Hakkın rububiyetine, hem insanın sosyal hayatına, hem ferdî hayatına hem nefsin terbiyesine, hem Allah’ın nimetlerinin şükrüne bakan hikmetleri var.
Cenâb-ı Hakkın rububiyeti noktasında orucun çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
Cenâb-ı Hak, yer yüzünü bir nimet sofrası şeklinde yaratması ve bütün nimet çeşitlerini “Umulmadık yerlerden gelme” tarzında o sofraya dizmesi yönüyle, Rububiyetinin mükemmelliğini Rah-mân ve Rahîm oluşunu o vaziyetle ifade ediyor. İnsanlar, gaflet perdesi altında ve sebepler dairesinde, o vaziyetin ifade ettiği hakikati tam göremiyor, bazen unutuyor. Ramazan-ı Şerifte ise, mü’-minler, birden düzenli bir ordu hükmüne geçer. Sultan-ı Ezelînin ziyafetine davet edilmiş bir surette, akşama yakın ”Buyu-runuz” emrini bekler gibi bir kulluk tavrı göstermeleri, o şefkatli, haşmetli ve kapsamlı Rahmâniyete karşı, geniş, büyük ve düzenli bir kullukla karşılık veriyorlar. Acaba böyle yüce kulluğa ve şerefli vazifeye katılmayan insanlar, insan ismine lâyık mıdırlar?

İKİNCİ NÜKTE
Mübârek Ramazanın orucunun, Cenâb-ı Hakkın nimetlerinin şükrüne bakması yönüyle, çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
Birinci Sözde denildiği gibi, bir padişahın mutfağından bir manavın getirdiği yiyecekler bir fiyat ister. Tezgahtâra bahşiş verildiği hâlde, çok kıymetli olan o nimetleri kıymetsiz zannedip o nimeti vereni tanımamanın sınırsız derecede bir ahmaklık olması gibi; Cenâb-ı Hak, sayısız nimet çeşitlerini, insanoğluna yeryüzünde yaymış, ona karşılık, o nimetlerin fiyatı olarak şükür istiyor. O nimetlerin görünen sebepleri ve o nimeti ulaştıranlar, manav hükmündedirler. O manavlara bir fiyat veriyoruz, onlara minnettar oluyoruz. Hattâ, hak etmedikleri pek çok fazla hürmet ve teşekkürü ediyoruz. Halbuki, gerçek Mün'im o nimet vasıtasıyla o sebeplerden sayısız derecede daha fazla şükre lâyıktır. Ona teşekkür etmek ise, o nimetleri doğrudan doğruya Ondan bilmek, o nimetlerin kıymetini takdir etmek ve o nimetlere kendi ihtiyacını hissetmekle olur.
İşte, Ramazan-ı Şerifteki oruç, gerçek ve hâlis, büyük ve genel bir şükrün anahtarıdır. Çünkü, diğer vakitlerde mecburiyet altında olmayan insanların çoğu, hakikî açlık hissetmedikleri zaman, çok nimetlerin kıymetini anlamıyor. Kuru bir parça ekmek, tok olan adamlara, özellikle zenginse, ondaki nimetlik derecesi anlaşılmıyor. Halbuki, iftar vaktinde, o kuru ekmek, bir mü'minin nazarında çok kıymetli İlâhî bir nimet olduğuna tad alma azası (dili) şâhitlik eder. Padişahtan tâ en fukaraya kadar herkes, Ramazan-ı Şerifte o nimetlerin kıymetlerini anlamakla mânevî bir şükre mazhar olur.
Hem gündüzdeki yemenin yasak olması yönüyle, “O nimetler benim mülküm değil. Ben bunları yiyip içme konusunda hür değilim. Demek başkasının malıdır ve ihsanıdır; Onun emrini bekliyorum” diye, nimeti nimet bilir, mânevî bir şükür eder.
İşte, bu suretle oruç çok yönlerden insanın asıl vazifesi olanşükrün anahtarı hükmüne geçer.

ÜÇÜNCÜ NÜKTE
İnsanın sosyal hayatına bakması yönüyle orucun çok hikmetlerinden birisi şudur:
İnsanlar, geçim noktasında çeşitli surette yaratılmışlardır. Cenab-ı Hak, o farklılık sebebiyle, zenginleri fakirlerin yardımına çağırıyor. Oysa zenginler, fakirlerin acınacak acı hallerini ve açlıklarını, ancak oruçtaki açlıkla tam hissedebilirler. Eğer oruç olmazsa, kendi nefsine düşkün pek çok zenginler açlık ve fakirliğin ne kadar elem verici olduğunu, fakirlerin şefkate ne kadar muhtaç bulunduklarını anlayamazlar. Bu bakımdan, insanlıktaki kendi cinsine olan şefkat, gerçek şükrün bir esasıdır. Hangi fert olursa olsun, kendinden bir yönden daha fakirini bulabilir. Ona karşı şefkat göstermekle yükümlüdür. Eğer nefsine açlık çektirme mecburiyeti olmazsa, şefkat vasıtasıyla yardım etmekle mükellef olduğu ihsan ve yardımı yapamaz, yapsa da tam olmaz. Çünkü o açlık halini kendi nefsinde tam hissetmemektedir.

DÖRDÜNCÜ NÜKTE
Ramazan-ı Şerifteki orucun, nefsin terbiye edilmesine bakması yönüyle çok hikmetlerinden birisi şudur:
Nefis, kendini hür ve serbest ister ve öyle görür. Hatta kendisinde var zannettiği bir rububiyeti ve canının istediği şekilde hareketi, fıtrî olarak arzu eder. Sayıyız nimetlerle terbiye olunduğu düşünmek istemiyor. Özellikle dünyada servet ve gücü de varsa, bir de gaflet yardım ederse, bütün bütün gasbedercesine, hırsızlarcasına İlahî nimetleri hayvan gibi yutar.
İşte, Ramazan-ı Şerifte en zenginden en fakire kadar herkesin nefsi anlar ki, kendisi gerçek mânâda sahip değil, aksine kendisi başkasının mülküdür; hür değil, kuldur. Emir verilmezse en basit ve en rahat şeyi bile yapamaz, elini suya uzatamaz diye, var zannettiği rububiyet kırılır, kulluğu takınır, gerçek vazifesi olan şükre girer.

BEŞİNCİ NÜKTE
Ramazan-i Şerifin orucu, nefsin, ahlakının güzelleştirilmesine ve dikkafalı muamelelerinden vazgeçmesi yönüne baktığı noktasındaki çok hikmetlerinden birisi şudur:
İnsan nefsi, gafletle kendini unutuyor. Kendisinde var olan sınırsız âcizliği, sonsuz fakirliği, en ileri derecedeki kusurunu göremez ve görmek istemez. Hem, ne kadar zayıf ve kaybolup gitmeye maruz ve musibetlere hedef bulunduğunu; çabuk bozulur, dağılır et ve kemikten ibâret olduğunu düşünmez. Sanki polattan bir vücudu var gibi, hiç ölmeyecek gibi kendini ebedi hayal eder bir şekilde dünyaya saldırır. Şiddetli bir hırs ve aç gözlülükle ve şiddetli alaka ve sevgi ile dünyaya atılır. Lezzetli ve menfaatli her şeye bağlanır. Hem kendini tam bir şefkatle terbiye eden Yaratıcısını unutur. Hem, hayatının neticesini ve ahiret hayatını düşünmez, kötü ahlak içinde yuvarlanır.
İşte, Ramazan-ı Şerifteki oruç, en gafillere ve inatçılara, zayıflığını, âcizliğini ve fakirliğini hissettiriyor. Açlık vasıtasıyla midesini düşünüyor; midesindeki ihtiyacını anlıyor. Zayıf vücudunun ne derece çürük olduğunu hatırlıyor. Ne derece merhamete ve şefkate muhtaç olduğunu anlıyor. Nefsin firavunluğunu bırakır, eğer gaflet kalbini bozmamışsa, tam bir âcizlik ve fakirlikle İlâhî kapıya sığınmaya bir arzu hisseder ve mâ-nevî bir şükür eliyle rahmet kapısını çalmaya hazırlanır.

ALTINCI NÜKTE
Ramazan-ı Şerifin orucu, Kur'ân-ı Hakîmin inmeye başlamasına bakması yönüyle, Ramazan-ı Şerif, Kur'ân-ı Hakîmin en önemli indirilme zamanı olduğu yönündeki çok hikmetlerinden birisi şudur ki:
Kur'ân-ı Hakîm, madem Ramazan ayında inmiş. O Kur'ân'ın iniş zamanını beklemekle, o semâvî hitabı güzel karşılamak için Ramazan-ı Şerifte nefsin aşağılık ve lüzumsuz isteklerinden, hallerinden sıyrılıp yemeyi ve içmeyi terkle meleklerin durumuna benzemek ve bir surette o Kur'ân'ı, Allah katından yeni iniyor gibi okumak, dinlemek ve ondaki İlâhi seslenişleri sanki indiği anda hazır olup dinlemek, o hitabı Resul-i Ekremden (salat ve selâm üzerine olsun) işitiyor gibi dinlemek, hatta Hazret-i Cebrâil'den,hatta Ezelî Mütekellimden dinliyor gibi kudsî bir ruh haline mazhar olmak. Kendisi tercümanlık edip başkasına dinlettirmek ve Kur'ân'ın indiriliş hikmetini bir derece göstermektir.
Evet, Ramazan-ı Şerifte sanki İslâm âlemi bir mescid hükmüne geçiyor. Öyle bir mescid ki, milyonlarla hâfızlar, o büyük mescidin köşelerinde o Kur'ân'ı, o semâvî hitabı yer ehline işittiriyorlar. Her Ramazan, “Ramazan ayı, kendisinde Kur’ân’ın indirildiği aydır” âyetini, nurlu, parlak bir tarzda gösteriyor; Ramazan'ın Kur'ân ayı olduğunu ispat ediyor. O büyük cemaatin diğer fertleri, bazıları huşû ile o hâfızları dinlerler. Diğerleri de kendi kendine okurlar.
Şöyle bir vaziyetteki bir mukaddes mescitte, aşağılık nefsin meşrû olmayan isteklerine tâbi olup, yiyip içmekle o nurlu vaziyetten çıkmak ne kadar çirkinse ve böyle biri o mesciddeki cemaatin mânevî nefretine ne kadar hedef ise, Ramazan-ı Şerifte oruç tutanlara muhâlefet edenler de, bütün İslâm âleminin mânevî nefretine ve tahkirine o derece hedeftir.

YEDİNCİ NÜKTE
Ramazan'ın orucunun, dünyaya âhiret için ziraat ve ticaret yapmaya gelen insan oğlunun kazancına baktığı yöndeki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur:
Ramazan-ı Şerifte yapılan âmellerin sevabı, bire bindir. Kur'-ân-ı Hakîmin, hadisin açık ifâdesiyle, herbir harfinin on sevabı var; on sevap sayılır, on Cennet meyvesi getirir. Ramazan-ı Şerifte herbir harfin on değil, bin; Âyete'l-Kürsî gibi âyetlerin ise herbir harfi binler; Ramazan-ı Şerifin Cumalarında daha fazladır. Kadir gecesinde otuz bin sevap sayılır. Evet, herbir harfi otuz bin ölümsüz meyveler veren Kur'ân-ı Hakîm, öyle nurlu bir Tûbâ ağacı hükmüne geçiyor ki, milyonlarca o ölümsüz meyveleri Ramazan-ı Şerifte mü'minlere kazandırır. İşte, gel, bu kudsî, ebedî, kârlı ticarete bak, seyret, düşün ve bu harflerin kıymetini takdir etmeyenlerin ne derece sınırsız bir zararda olduğunu anla.
İşte, Ramazan-ı Şerif adeta bir âhiret ticareti için gayet kârlı bir fuar ve bir pazardır. âhirete yönelik hasılat için gayet verimli bir zemindir. Amellerin dallanıp budaklanması için, baharda yağan Nisan yağmuru gibidir. Allah’ın rububiyet saltanatına karşı insanoğlunun kulluğunun resmigeçit yapmasına en parlak, kudsî bir bayram hükmündedir. Böyle olduğundan, yemek içmek gibi nefsin gafletle hayvanî yönünün ihtiyaçlarına, lüzumsuz ve nefsin isteklerine düşkün bir şekilde hoşa giden lezzetli şeylere dalmamak için, oruçla mükellef olmuş. Sanki geçici olarak hayvaniyetten çıkıp melek vaziyetine veya âhiret ticaretine girdiği için, dünyevî ihtiyaçlarını geçici olarak bırakmakla, uhrevî bir adam ve cesetleşip görünen bir ruh vaziyetine girerek, oruç ile Samediyete bir çeşit aynalık etmektir.
Evet, Ramazan-ı Şerif, bu geçici dünyada, geçici ömür içinde ve kısa bir hayatta, ölümsüz bir ömür ve uzun bir ölümsüz hayatı içine alır, kazandırır. Evet, birtek Ramazan, seksen sene bir ömrün meyvelerini kazandırabilir. Kadir gecesinin, Kur'ân’ın açık ifâdesiyle, bin aydan daha hayırlı olması, bu sırra kesin bir delildir.
Evet, nasıl ki bir padişah, saltanat süresince, belki her senede, ya tahta çıkış zamanı veya saltanatının görkemli yansımasını gösteren bazı günleri bayram yapar. Halkını, o günde yürürlükte olan genel kanunlar dairesinde değil, belki hususî ihsanlarına mazhar eder, perdesiz olarak huzuruna alır, has iltifatına, olağanüstü icraatına ve doğrudan doğruya lâyık ve sadık milletini özel ilgisine mazhar eder. Öyle de, Ezel ve Ebed Sultanı olan on sekiz bin âlemin büyüklük sahibi Padişahı, o on sekiz bin âleme bakan, ilgilenen şânı yüce fermanı olan Kur'ân-ı Hakîmi, Ramazan-ı Şerifte indirmeye başlamış. Elbette o Ramazan, özel bir İlâhî bayram, Rabbe ait bir sergi ve ruhanîlerden oluşan bir meclis hükmüne geçmesi hikmetin gereğidir.
Madem Ramazan o bayramdır. Elbette bir derece aşağılık ve insandaki hayvanî yönle alakalı meşgalelerden insanları çekmek için, oruç emredilecek. Mükemmel oruç ise, sadece mideye değil, göz, kulak, kalp, hayal, fikir gibi insandaki bütün duygulara da bir çeşit oruç tutturmaktır. Yani, onları haramlardan, lüzumsuz meşgalelerden çekmek ve herbirisini kendisine mahsus kulluğa sevk etmektir. Meselâ, dilini yalandan, gıybetten ve çirkin sözlerden korumukla ona oruç tutturmak; Kur'ân okumakla, zikir, tesbih, salâvat ve istiğfar gibi şeylerle meşgul etmek; meselâ gözünü harama bakmaktan ve kulağını fena şeyleri işitmekten alıkoyup, gözünü ibrete, kulağını hak söz ve Kur'ân dinlemeye sarf etmek gibi, diğer organlarına da bir çeşit oruç tutturmaktır. Zaten mide en büyük bir fabrika olduğu için, oruçla o dinlendirilirse, başka küçük tezgâhlar kolayca ona tâbi edilebilir.

SEKİZİNCİ NÜKTE
Ramazan-ı Şerif, insanın ferdî hayatına bakması yönüyle çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
İnsana en önemli bir ilâç cinsinden maddî ve mânevî bir perhizdir. Ve tıbben bir perhizdir ki, insanın nefsi yemek, içmek hususunda dilediği şekilde hareket ettikçe, hem şahsın maddî hayatına tıbben zarar verdiği gibi, hem helâl-haram demeyip rast gelen şeye saldırarak, âdeta mânevî hayatını da zehirler. Kalbe ve ruha itaat etmek, artık o nefse güç gelir, başıbozuk bir şekilde dizginini eline alır. Artık insan ona binemez; o insana biner.
Nefis, Ramazan-ı Şerifte, oruç vasıtasıyla bir çeşit perhize alışır, riyazete çalışır, emir dinlemeyi öğrenir. Biçare zayıf mideye de, hazımdan evvel yemeği yemek üzerine doldurmakla hastalıkları dâvet etmez. Emir vasıtasıyla helâli dahi terk ettiği için, haramdan çekinmeye, akıl ve şeriattan gelen emri dinlemeye kabiliyet kazanır. Mânevi hayatı bozmamaya çalışır.
Hem insanların çoğunluğu açlığa çok defa müptelâ olur. Sabır ve tahammül için bir idman veren açlık, riyazete muhtaçtır. Ramazan-ı Şerifteki oruç, on beş saat, sahursuz tutulduğunda yirmi dört saat devam eden bir açlık müddetine sabır, tahammül ve bir riyazettir, bir idmandır. Demek, insanoğlunun musibetini ikileştiren sabırsızlığın ve tahammülsüzlüğün bir ilâcı da oruçtur.
Hem o mide fabrikasının çok hizmetçileri var. Hem onunla alâ-kalı insanda çok organ var. Nefis, eğer geçici olarak bir ayın gündüz zamanında faaliyetine son vermezse, o fabrikanın hademelerinin ve o organların hususî ibadetlerini onlara unutturur, kendiyle meşgul eder, tahakkümü altında bırakır. İnsanın diğer organlarını da, o mânevî fabrika çarklarının gürültüsü ve dumanlarıyla karıştırır. Dikkatlerini daima kendine çeker. Yüce vazifelerini geçici olarak unutturur. Ondandır ki, eskiden beri çok veliler, tekemmül için riyazete, az yemek ve içmeye kendilerini alıştırmışlar.
Fakat Ramazan-ı Şerif orucuyla o fabrikanın hademeleri sırf o fabrika için yaratılmadıklarını anlarlar. Diğer organlar da, o fabrikanın süflî eğlencelerine bedel, Ramazan-ı Şerifte meleklere ve ruhanîlere yaraşır eğlencelerde lezzetlenirler, nazarlarını onlara dikerler. Onun içindir ki, Ramazan-ı Şerifte mü'minler derecelerine göre ayrı ayrı nurlara, feyizlere, mânevî sevinçlere mazhar oluyorlar. Kalb, ruh, akıl, sır gibi latifelerin o mübarek ayda oruç vasıtasıyla çok yükselme ve feyizlenmeleri vardır. Midenin ağlamasına rağmen, onlar günahsız bir şekilde gülüyorlar.

DOKUZUNCU NÜKTE
Ramazan-ı Şerifin orucu, doğrudan doğruya nefsin varsayılan rububiyetini kırmak ve âcizliğini göstermekle kulluğunu bildirmek yönündeki hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
Nefis Rabbini tanımak istemiyor; firavunca kendi rububiyet istiyor. Ne kadar azaplar çektirilse, o damar onda kalır. Fakat açlıkla o damarı kırılır. İşte, Ramazan-ı Şerifteki oruç, doğrudan doğruya nefsin firavunluk cephesine darbe vurur, kırar. âcizliğini, zayıflığını, fakirliğini gösterir, kul olduğunu bildirir.
Hadisin rivayetlerinde vardır ki:
Cenâb-ı Hak nefse demiş ki: “Ben neyim, sen nesin?”
Nefis demiş: “Ben benim, Sen sensin.”
Azap vermiş, Cehenneme atmış, yine sormuş. Yine demiş: “Ben benim, sen de sensin.” Hangi çeşit azâbı verdi ise, nefis benlik davâsından vazgeçmemiş.
Sonra açlıkla azap vermiş. Yani aç bırakmış. Yine sormuş: “Ben kimim? Sen kimsin?”
Nefis demiş: “Sen benim Rahîm olan Rabbimsin. Ben senin âciz bir kulunum.”
Allah’ım, Efendimiz Muhammed’e ve âilesine ve ashabına Senin râzı olacağın ve onun lâyık ve müstehak olduğu bir rahmetle, Ramazan ayında okunan Kur’ân’ın harfleri sayısınca salat ve selâm et. Allah’ım kabul buyur.
“İzzet sahibi Rabbin, onların yakıştırdıklarından münezzehtir. Bütün peygamberlere selam olsun. Hamd ise âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.” (Saffât Sûresi, 37:180-182.)
 
Üst