Dokuzuncu kısım: RUHLAR MERTEBESİ
Vücût, ikinci taayyün ve vâhidiyyet mertebesinden sonra, ilmi sûretler sebebiyle ruhlar mertebesine tenezzül eder. Ve bu mertebede ilmi sûretlerden her biri birer bâsît cevher olarak açığa çıkarlar. Bu bâsît cevherlerden her birinin şekli ve rengi olmadığı gibi, zaman ve mekân ile de vasıflanmış değildirler. Çünkü zaman ile mekân cisme lazım olan i’tibârlardandır. Bunlar ise cisim değildirler. Ve cisim olmadıklarından yırtılma ve yapışma dahi kabûl etmezler. Ve duyuya âit işâret, cisimler âleminin gereklerinden olduğundan bu âleme bilinen insâni duyular ile işâret etmek mümkün değildir. Bu mertebede her bir rûh kendini ve kendi benzerini ve kendi kaynağı olan Hak Sübhânehû ve Teâlâ Hazretlerini idrak etmektedir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de: “Elestü birabbiküm kalû belâ” ya’nî “Ben sizin Rabbiniz değil miyim? Dediler ki “Evet” (A’râf, 7/172) ve hadîs-i şerîfte “Ruhlar sıralanmış asker toplulukları gibidirler; onlardan tanışıp anlaşanlar uyuşurlar, anlaşamayanlar ise uyuşamazlar” buyrulur.
Hz. Mevlânâ (r.a.) da buyururlar (Tercüme):
“Elbise tenden, can da tenden haberli değildir; onun dimâğında Allah gamından başkası yoktur.”
Şimdi bu mertebe, ayrılık ve gayrı oluştan bir çeşit üzerine zât’ın hariçte açığa çıkmasından ibârettir. Ve rûh kendi zâtı ile mevcût olup, daimi olma husûsunda bedene muhtâç değildir. Soyutluk yönünden bedenden başkadır. Fakat idare etme ve kullanma yönünden bedene münasebeti vardır. Ve beden şehâdet âleminde rûhun sûreti ve kemâlinin görünme yeridir. Nitekim, Hak Teâlâ buyurur: “kul küllün ya’melû alâ şâkiletihi” ya’nî “De ki: Herkes kendi şâkilesi üzerine amel eder”(İsrâ, 17/84). Bundan dolayı rûh bedenden ayrı olmayıp, kemâlini göstermek için bedene muhtaçtır ve bedenin parçalarına sirâyet etmiştir. Onun sirâyet etmesi bedene dâhil olma ve beden ile birleşmek sûretiyle değildir; belki onun bedene sirâyet etmesi, Hakk’ın mutlak vücûdunun mevcûtların tümüne sirâyet etmesi gibidir. Ve bu i’tibâra göre, rûh ile cisim arasında bütünsellik yönünden başkalık yoktur. Nasıl ki Hak, bir yönden eşyânın aynı ve bir yönden gayrı ise, rûh da bir yönden bedenin aynı ve bir yönden bedenin gayrıdır.
Misbâhu’l-Hidâye sâhibi buyururlar ki:
“Rûhun ma’rifeti ve onun idrâk zirvesi son derece yüksek ve erişilmezdir. Akılların kemendi ile ona ulaşmak kolay değildir. Keşf sahipleri onun keşfini kıskanıp ancak işâret diliyle beyânlarda bulunmuşlardır. Hz. İzzet indinde en mübârek bir mevcût ve en yakın bir görünen “Rûh-ı A’zam”dır. Çünkü Hak Teâlâ onu “min rûhîy” ya’nî “rûhumdan” (Hicr, 15/29) ve “min rûhinâ” ya’nî “rûhumuzdan” (Enbiyâ, 21/91) yüce beyânı ile kendisine bağladı. “Büyük Âdem”, “ilk halîfe”, “ilâhî tercümân”, “vücût anahtarı”, “îcâd kalemi”, “cündi ervâh” onun vasıflarındandır. Vücût ağına düşen ilk av o idi. Öncesiz irâde onu halk edilmişler âleminde kendi halifeliğine tayin etti. Vücût sırları hazînelerinin anahtarlarını ona bıraktı ve onu onda tasarrufa izinli kıldı. Ve onun üzerine hayât denizinden büyük bir nehir açtı, tâ ki hayât feyzi dâimâ ondan yardım alsın ve var olmuş olan parçalar üzerine feyz versin. Ve ilâhî kelimelerin sûretlerini birleştirme karargâhından, ya’nî mukaddes zâttan farklılıklar mahalline, ya’nî halk edilmişler âlemine eriştirsin ve ayrıntıların ayn’larında icmâl ayn’dan keşfedilmiş olsun.
Ve Cenâb-ı ilâhî kereminden ona iki i’tibâr bahşetti:
Birisi ezelî celâl kudretinin müşâhedesi için; ikincisi ezelî cemâl hikmetinin tefekkür edilmesi için. Birinci i’tibâr “fıtrî akıl”dan ibârettir ki mübârektir ve onun netîcesi, Cenâb-ı ilâhînin muhabbetidir. İkinci i’tibâr “halk edilmişlere âit ve düşük akıl”dan ibârettir ve onun netîcesi “küllî nefs”dir. Hak Teâlâ’ya bağlı rûh’un birleştirme ayn’ından yardımla aldığı her bir feyzi, küllî nefs kabûl eder ve onun ayrıntı mahalli olur. Bağlı rûh ile küllî nefs arasında fiil ve fiili kabûl ediş, ve kuvvet ve zayıflık sebebiyle erkeklik ve dişilik açığa çıktı. Ve onların kaynaşıp bağlanma ve izdivâcı vâsıtasıyla varlıklar doğarak mevcût oldular. Bundan dolayı halk edilmişlerin hepsi rûh ile nefsin netîcesi ve nefis rûhun netîcesi ve rûh “emr”in netîcesi oldu. Çünkü Hak Teâlâ rûhu hiçbir sebeple değil, ancak zâtının zâtiliği ile açığa çıkardı. “Emr” ile işâret olunması o sebepledir. Diğerlerini de rûh vâsıtasıyla açığa çıkardı ki, “halk edilmişler” ondan ibârettir.
Ve şehâdet âleminde Âdem’in vücûdu rûh’un görünme yeri oldu; ve Havvâ’nın vücûdu nefs sûretinin görünme yeri oldu. Ve Âdem’in çocuklarının erkek sûretlerinin doğumu, küllî rûh sûretinden meydana çıkarılmıştır; velâkin nefs sıfâtı ile karışıktır ve dişilerin doğumu, rûh sıfâtının karışması ile nefsi küllî sûretinden meydana geldi. Ve bu yönden hiçbir nebî, dişi sûretinde gönderilmedi. Çünkü nübüvvet Âdemoğlu nefislerinde tasarruf ve halk edilmişler âleminde te’sîr husûsunda erkeklik bağıntısını taşımaktadır.”
Kısacası tek bir ayn olan vâhidiyyet vücûdu, yine tek bir ayn olarak ruhlar mertebesine tenezzül etmiş ve vâhidiyyet mertebesinde nasıl ki bütün isimlerin ilmi sûretleri bir dîğerinden farklı olmuş ise, ruhlar mertebesinde de onların gölgeleri olan ruhlar da öylece bir dîğerinden farklı olmuştur. Bundan dolayı bu mertebe de zâtı i’tibârıyla bir ve bağıntıları i’tibârıyla çoktur. Ve her bir rûh, bir olan aynın bağıntısından biridir.
Dokuzuncu Kısım, Birinci Ek: MELÂİKE-İ KİRÂM’IN HAKÎKATİ
Bilinsin ki, vücûdun, daha önce izah edilen ilmi sûretler, ya’nî insâni hakîkat mertebesinden tenezzülü, yine o mertebede mevcût olan kudret sıfatının görünme yeri ile, ya’nî kuvvetler ile olur. Çünkü vücûtta kudret ve kuvvet olmayınca irâde ettiği şeyin var edilmesi mümkün olmaz. Allah Teâlâ Hazretleri “metin kuvvet sahibidir”. Ve kudret, diğer sıfatlar gibi hakîkî vücûdun işlerinden bir iş olduğu yönle zât’ının dışında bir şey değildir. Böyle olduğu halde, maddeciler onu bağımsız bir şey zannedip, var etmenin kaynağını iki bağımsız vücûda dayandırdıktan sonra, birine “madde”, diğerine “kuvvet” demişlerdir. Şüphe yok ki bu hüküm onların vehme dayanan bir zanlarından ibârettir. “Zâlike mebleğûhüm minel ilm” ya’nî “Onların ilimden ulaşabildikleri budur” (Necm, 53/30) ve “innezzanne lâ yûğnî minel hakkı şey’a” ya’nî “Şüphesiz zan haktan bir şey kazandırmaz” (Yûnus, 10/36).
Şimdi, fiiller kuvvet ile açığa çıkacağından, ilâhi fiiller de melâike-i kirâm ile açığa çıkar. İlâhi kuvvetlerin ismi nebîler (aleyhimü’s-selâm) dilinde “melâike”dir. Çünkü “melek” “kuvvet ve şiddet” ma’nâsındadır.
Melekler iki kısımdır: Birisi tabîî, diğeri unsurîdir.
Melâike-i tabîiyyûn, anâsırın bulunmadığı fezâda tabii sûretlerden var olmuş olan ulvi ruhlardır. Bunlar fezâda mevcût bulunmuş oldukları ve anâsırdan bir araya getirilmiş olan maddi cisimler ile münâsebete sahip olmadıkları yönle, Âdem’e secde ve itaat ile emrolunmadılar.
İkincisi, melâike-i unsuriyyûndur ki, bunlar anâsıra mensûp olan ruhlardır; ve Âdem’e secde ve itâat ile mükelleftirler. Melâike-i kirâm, seçim sâhibi olmayıp, o kuvvetin sâhibi olan ulûhiyyet zâtının irâdesine tâbi olduklarından haklarında “lâ ya’sûnellâhe mâ emerahüm ve yefalune mâ yu’merune” ya’nî “Allah'ın onlara emrettiği şeyde, Allah'a âsi olmazlar ve emrolundukları şeyi yaparlar.” (Tahrîm, 66/6) buyurulmuştur. Nitekim insan vücûdundaki kuvvetler dahi insânın irâdesine tâbi’dir. İnsan irâdesini bir şeye yöneltince o kuvvet o şeye sarfolunmuş olur ve aslâ uymamazlık etmez.
Melâike-i unsuriyyûn, sonsuz kesîf âlemlerin idaresine memûrdurlar. Bunların adetleri bir araya toplanıp sayılmaya gelmez. Melekler duyu ve şehâdet âleminde kesîf şahıslar gibi görünmezler, çünkü rûhturlar. Hayâl âleminde çeşitli sûretlerle sûretlenerek müşâhede edilebilir olurlar.Bu suretlenme görenin halleri ve inançları ile bağlantılıdır. Hz. Cibrîl’in cenâb-ı Meryem’e ve diğer melâike-i kirâmın Lût (a.s.) vesâir nebîlere (aleyhimü’s-selâm) ve evliyaya ve sâlihlere sûretlenmeleri gibi. Onların bu sûretlenmeleri esnâsında görenin yanında hâzır olanlar, bu melekleri müşâhede edemezler. Çünkü hayâl âlemine dâhil olan ancak görendir. Şu kadar ki yanındakilerden de hayâl âlemine dâhil olanlar bulunsun. Bu sûretlenmeyi bunlar da görebilir. Meleklerin tasarruf yönleri “kanatlar”a benzetilmiştir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulur: “Elhamdu lillâhi fâtırıs semâvâti vel ardı câilil melâiketi rusulen ulî ecnihatin mesnâ ve sulâse ve rubâa, yezîdu fîl halkı mâ yeşâu” ya’nî “Hamd göklerin ve yerin Fâtır’ı, melekleri ikişer, üçer ve dörder kanatlı rasuller olarak kılan Allah içindir. Hálk edilişte dilediğini arttırır” (Fâtır, 35/1).
Bundan dolayı bu kuvvetlerin göklerde ve yeryüzünde çok çeşitli te’sîrleri vardır. Mutlak vücûdun mertebeler ve çeşitli durumlardaki idaresi bu kuvvetler vâsıtasıyladır. Bunlar ulûhiyyet tarafından her bir mertebeye ve her bir duruma gönderilirler. Ya’nî bazıları nebîlere vahiy ile ve bazıları evliyâya ilhâm ile ve diğer insânlardan her birine ve hayvânlara ve bitkilere ve madenlere kısacası bütün eşyâya çok çeşitli işlerin tasarruf ve idaresi için gönderilirler. Herhangi bir meleğin kendisinden te’sîr alan şeye bir te’sîr ile bağlanması onun “kanad”ıdır. Bundan dolayı her bir te’sîr yönü, bir “kanat” olmuş olur. Meleklerin kanatları, ya’nî te’sîrlerinin yönleri adetle sınırlı değildir; belki onların te’sîrlerinin çok çeşitli olması sebebiyle kanatlarının sayılması mümkün değildir. Onun için (s.a.v.) Efendimiz mirac gecesinde Cebrâil (a.s.)’ı altı yüz kanatlı olarak müşâhede ettiklerini hikâye buyurmuşlardır. Yüksek maksatları: “yezîdu fîl halkı mâ yeşâu” ya’nî “hálk edilişte dilediğini arttırır” (Fâtır, 35/1) âyet-i kerîmesi gereğince te’sîrlerinin yönlerinin çokluğuna işâret buyurmaktır.
Şimdi ulûhiyyetin anâsır âlemine kapsam olan dört bütünsel kuvveti vardır ki, onlara şerîat dilinde, Cebrâîl, Mîkâîl, İsrâfîl ve Azrâîl (a.s.) ismi verilir. Bunlara tâbi’ olan meleklerin haddi ve hesâbı yoktur.
1. Cebrâîl (a.s.) ilâhî gayb hazînelerinde olan gizli ma’nâları sûret âlemine ulaştırır ve feyizlendirir. Bundan dolayı her bir ferdin kalbine gayb âleminden inmiş olan ma’nâları konuşma kuvveti vâsıtasıyla harf ve ses ile açığa çıkarması ve bâtınından haber verip açması Cibrîl tarafından bir yönün te’sîrî ile gerçekleşir. Hz. Cibrîl, hakîkat-ı muhammediye mertebesinden taayyün-i Muhammedî mertebesine bütün yönleriyle indiğinden Kur’ân-ı Kerîm de hakkında “ve lâ ratbin ve lâ yâbisin illâ fî kitâbin mubîn” ya’nî “ne yaş ne de kuru bir şey yoktur ki Kitab-ı Mübin” de bulunmasın” (En’âm, 6/59) buyrulmuştur. Cibrîl (a.s.) bu te’sîri ile bütün âlemleri ihata etmiştir. Bu vazîfenin ayrıntılarını tatbik etmeye memûr, onun idaresi altında sayısız ve hesapsız melekler vardır. Ve ona “Rûhu’l- Emîn” derler.
2. Mîkâîl (a.s.) mahlûkatın çeşitli sınıflarından her birerlerine mahsûs olan rızıkların muhafazasına tartıyla ve ölçüyle ve adetle ve miktarla her bir hakkı hak sahibine vermeye vekil tayin edildiği için bu kuvvete “Mîkâîl” ismi verilmiştir. Bu husûsta Hz.Mîkâîl’in dahi her mahlûkata bir te’sîr ile bağlanması vardır. Ve bu te’sîri ile o dahi âlemleri ihata etmiştir. Ve aynı şekilde bu vazîfenin ayrıntılarını tatbik etmeye memûr onun idaresi altında sonsuz melekler vardır. Hattâ yeryüzüne düşen her yağmur damlası bir kuvvet ile iner. Ve kıyâmete kadar yağan yağmurların her bir tânesine âit olan kuvvetlerden hiçbirinde tekrarlanma ve aynı oluş yoktur. Ve hattâ sen bir şeyi tarttığın veyâ saydığın veyâ değer verdiğin zaman, sende Mîkâîl’in yönlerinden bir yönün te’sîri gerçekleşir.
3. Azrâîl (a.s.) ma’nâdan ibâret olan rûhu, sûretten ibâret olan bedenlerden ayırır. Ve zahir âlemde mevcût olan her bir kesîf sûret bir ma’nânın açığa çıkması içindir. O ma’nâ, o sûretin rûhudur. Bundan dolayı zerreye varıncaya kadar zâhir âlemde gerçekleşen bozulmalar, Azrâîl’in tasarrufu ile oluşur. Şimdi, Azrâîl (a.s.) dahi bu te’sîri ile âlemleri ihata etmiştir. Ve onun emri altında dahi sonsuz melekler mevcûttur. Ve sen mevcût sûretlerden birini bozduğun vakit, sende Azrâîl’den bir yönün te’sîri gerçekleşir.
4.İsrâfîl (a.s.) her bir sûretin kendi türüne oluşan hayâtı “Sûr”u ile üfler. Ve fikrin önermelerden ilk hüküm ile kesin bilgiyi doğurması dahi, sende İsrâfîl tarafından te’sîrlerinden bir yön ile gerçekleşir. Şimdi hayât üflemeye memûr o kadar melâike(kuvvet) vardır ki, hesâba ve adede sığmaz. Ve hepsi Hz. İsrâfîl’in irâdesi altındadır. Ve âlemde hayât sahibi olmayan bir şey yoktur. Nitekim buyrulur: “Ve in min şey’in illâ yusebbihü bi hamdihi” ya’nî “O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur” (İsrâ, 17/44) Ve hamd ve tesbih ancak hayât sâhibi olan şeyde olur. Bundan dolayı cenab-ı İsrâfîl’in dahi her mahlûka bir te’sîr ile bağlanması vardır. Ve bu te’sîri ile bütün âlemleri ihata etmiştir.
Dokuzuncu Kısım, İkinci Ek: İBLÎS’İN HAKİKATİ
Bilinsin ki, İblîs Mudill isminin en mükemmel ve en kemâlli görünme yeri olan bir rûhtur. Ve ruhlar mertebesi ayrılık ve gayrı oluştan bir çeşit üzerine Zât’ın hâriçte açığa çıkmasından ibârettir. Ve Vâhid’in ikilik çerçevesinde rü’yeti bu mertebeden başlar. Bundan dolayı Mudill isminin hükümlerinin açığa çıkmasının başlangıcı bu mertebedir. “Idlâl” şaşırtmak demektir. Bir vücûdun bir diğerinden başka olarak iki görülmesi şirk ve şirk ise dalâl’in ayn’ıdır. Ve bu rü’yet tarzı, vehim veren kuvvetin şânıdır.
Şimdi bu kuvvet Mudill isminin görünme yeri olup, İblis’in hakîkâtidir. Çünkü şânı “telbîs (ikilem)”tir; ve “iblîs” ismi de bundan türemiştir. Ve İblîs bu te’sîri ile âlemleri ihâta etmiştir. Ve ona tâbi’ olan sayısız ve hesapsız ruhlar mevcûttur ki, hepsi şaşırtmaya ve baştan çıkartmaya memûrdurlar. Ve bunlar tabîatlar âleminde bütün eşyaya sirâyet etmiştir. (S.a.v.) Efendimiz’in: “Her kimse ile berâber bir şeytan doğar ve ben benimle doğan şeytanı İslâm’a getirdim” buyurmaları, insan nefsindeki “vehm”e işârettir. Çünkü vehim veren kuvvet aslâ yalan söylemekten çekinmez. Ve şânı bütün kuvvetler üzerine yükselmektir.
Ve vücûdundan eser olmayan bir şeyi mevcût ve aslında mevcût olan şeyi yok gösterir. Şimdi tefekkür etme kuvveti aklın hükmüne tâbi’ olursa, ona “aklın hükmüne tabi düşünce” ve eğer vehmin hükmüne tâbi’ olursa ona “hayâli düşünce” derler. İblîsin hakîkati, akl-ı kül olan insâniyye hakîkatine diğer ulûhiyyet kuvvetleri gibi itaat etmesi teklîfine karşı “ene hayrun minhü” ya’nî “Ben ondan daha hayırlıyım” (A’râf, 7/12) dedi. Bu cevap, kendisini ayrı görmek demektir. Biri iki görmek ise vehimdendir.
İşte İblîs bütün ilâhî isimleri ve sıfatları toplamış olan akl-ı külle tâbi’ olmayıp, ayrı olma davasına ve üstün olmaya kalktığı ve biri iki ve mevcûdu yok ve yoku mevcût gördüğü için, ulûhiyyet zatı onu diğer kuvvetler arasından “fahruc inneke mines sâğirin” ya’nî “Çık, muhakkak ki sen küçük düşenlerdensin”(A’râf, 7/13) hitâbı ile uzaklaştırdı. Çünkü vehim veren kuvvet bütün kuvvetlere musallat olmakla berâber, onlara göre kıymetsiz ve küçük bir şeydir. Çünkü şânı, hakîkate ulaşmaktan men’ etmektir.
İblîs kendilerine gökler ve yere âit sırlar açılmış olan seyri sülûk ehlini dalalete düşürmek için hayâli düşünce olarak arz ve semâ sûretlerinde açığa çıkar. Ve hattâ zâti tecellilere dahi karışıp, sâliki dalalete sürükler. Ancak, Muhammedî sûretinde ve onun vârisleri olan kâmilîn sûretlerinde sûretlenemez. Çünkü (S.a.v.) Efendimiz ile onların vârisleri olan kâmiller Hâdî isminin ve İblîs ve ona tabi olanlar ise Mudill isminin en mükemmel görünme yerleridir. Ve zâtî tecellîlere karışması ulûhiyyet zâtının Hâdî ve Mudill isimlerinin her ikisini de toplamış olmasındandır. İblîs’in hakîkâti Mudill ismi olduğundan ve hakîkatleri değiştirmek mümkün olmadığından, gerek kendi ve gerek tabi olanları Hâdî isminin görünme yeri olarak sûretlenemezler. İblîsin hakîkati hakkında söz çoktur; fakat irfân ve zekâ ehline bu esasa âit genel kâideler kâfîdir.
Dokuzuncu Kısım, Üçüncü Ek: ÂDEM VE HAVVÂ’NIN HAKİKATİ
Bilinsin ki, “vücût” insâniyye hakîkatı olan vâhidiyyet mertebesinden, rûh mertebesine tenezzül ettiği vakit, üç ma’rifet oluştu ki, birisi nefs ma’rifeti, ya’nî kendi zâtını ve hakîkatini bilmek, diğeri halk edicisine ma’rifet, yânî kendisini var edeni bilmek; üçüncüsü var edicisine karşı fakr ve ihtiyâcını bilmektir.
Bu ma’rifet, gayrı oluşu içine almaktadır. Ve bu rûh, rûh-ı Muhammedî (s.a.v.)’dir. Nitekim buyururlar: “Allah Teâlâ evvela kalemi ve benim ruhumu halketti”. Ve bir rivâyette: “Allah Teâlâ evvela benim aklımı ve nefsimi halketti”. Diğer ruhlar, onun mübârek rûhunun parçalarıdır. Onun için (S.a.v.) Efendimiz’e “Ebu’l-ervâh (Rûhların babası)” dahi derler. Bu rûh akl-ı kül sûretidir ki “hakîki Âdem”dir.
“Vücût” akl-ı küllün sağ tarafı ve “imkân” sol tarafıdır. Ve Havvâ nefs-i küllün sûretidir ki, ilk aklın sol kaburga kemiğinden var oldu. Ve bu muhtelif taayyünlerin meydana gelmesi ve çeşit çeşit sûretlerin doğumları akl-ı kül ile nefs-i küllün izdivâcından oluştu. Nitekim Hak Teâlâ Hazretleri buyurur: “Yâ eyyühen nâsuttekû rabbekümüllezî halakaküm min nefsin vâhidetin ve halaka minhâ zevcehâ ve besse minhümâ ricâlen kesîran ve nisâen” ya’nî “Ey insânlar! Sakının o Rabbinizden ki, sizleri bir tek nefsten halketti, ondan eşini halketti ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üretip yaydı” (Nisâ, 4/1). Ve bu taayyünler içinde pek çok etken ve edilgen sûretler meydana geldi. Ve etken sûretler erkekler ve edilgen sûretler de kadınlardır. Ve insâni fertlerin etken sûreti olan erkekler ve edilgen sûreti olan kadınlar en kâmil sûret ve en güzel kıvam ile açığa çıktı.
Şimdi, insâni fertlerin anne ve babası hakîkî Âdem olan “akl-ı küll” ile hakîkî Havvâ olan “nefs-i küll”dür. Bunlar zat cennetinde, ya’nî ulûhiyyet mertebesinde örtülü idiler. Kur’ân ki bütün isimleri ve sıfatları toplamış olan zât’tır; ve bu taayyünât ki, ulûhiyyet zâtının varlığında hayâller ve rüyadan ibârettir ve bu çokluklar ve hayâle âit taayyünler ki, çekirdeğin içindeki ağaç gibi dal budak salıverip, esfel-i sâfîlîne(en aşağılara) doğru uzamıştır ve zat mertebesinden uzaktır; işte bu ağaç, Kur’ân’da bahsedilen lanetlenmiş ve uzaklaştırılmış ağaçtır. Ve onun meyvesi ve tanesi tabîat karanlığıdır.
Şimdi, akl-ı kül ile nefs-i kül bu taneye yakın olmadıkça “İhbitû” ya’nî “İniniz” (Bakara, 2/ 36,38) emriyle zat cennetinden, sûret ve taayyünler âlemine inmediler. Ve onların bu menedilmiş ağaca yaklaşmaları vehim iblisinin nefs-i külle ve nefs-i küllün de akl-ı külle galip gelmesiyle gerçekleşti ki, bu kesîf âlemde onların soyları olan Âdemi fertler dahi her an hayâle âit çokluklara ve Kur’ân’daki lanetlenmiş ağaca tutulmuşlardır. Hak Teâlâ Hazretleri, bu hakîkate işâreten Kur’ân’ı Kerîm’inde “Ve iz kulnâ leke inne rabbeke ehâta bin nâsi ve mâ cealner ru’yâlletî ereynâke illâ fitneten lin nâsi veş şeceretel mel’ûnete fîl kur’âni ve nuhavvifühüm fe mâ yezîduhum illâ tugyânen kebîrâ” (İsrâ, 17/60) ya’nî “Ey habîb-i zî-şânım! Hatırla şu vakti ki, biz sana dedik; muhakkak senin Rabb’in insânları ulûhiyyet zatı ile ihâta etmiştir”; ya’nî onların hakîkî vücûtları yoktur; belki hepsi isimlerimin gölgelerinden ibârettir. Ve gölgeler ise hayâldir. “Ve bizim sana gösterdiğimiz rüya ve Kur’ân’da olan lanetlenmiş ağaç insânlara fitnedir”, ya’nî sana gösterdiğimiz bu taayyünlerin çoklukları rüyadır. Nitekim sen bu hakîkati anladın da: “İnsanlar uykudadır ölünce uyanırlar” buyurdun.
“Eraynake” ya’nî “Sana gösterdik” (İsrâ, 17/60)’daki “hitap kâf’ı ya’nî “ke” hakîkatlerin ve bağıntıların tümünü toplamış olan muhammedîye taayyünüdür. Bu rü’yet esası, gören ve görülen ister; bunlar ise çokluktur. Ve bu çokluklar zât’ta var olan lanetlenmiş ağaçtır.
“Ve nuhavvifühüm” ya’nî “Onları korkutuyoruz” (İsrâ, 17/60) “biz onları, ya’nî vücûtları rûh ile nefisten var olan insânlardan her birine “ve la takreba hazihiş şecerâte” ya’nî “Ve bu ağaça yaklaşmayın”(Bakara, 2/35) diyerek her an korkuturuz.
“Fe mâ yeziydühüm illâ tuğyanen kebiyrâ;” ya’nî “fakat onların büyük taşkınlıklarından başka bir şeyi arttırmıyor”(İsrâ, 17/60). Oysa bu korkutma karşısında onların nefisleri vehmin ayartması ile rûhlarını kendilerine meylettirerek o lanetlenmiş ağacın mahsûlü olan tabîat karanlığına el uzatırlar. Bundan dolayı onların taşkınlıkları büyük olur, ya’nî vahdet yönünden örtünmeleri artar.
Şimdi, ey fıtrî idrak sahibi! Kur’ân-ı Kerîm geçmişteki Âdem ve Havvâ’dan değil, bizim her günkü hallerimizden bahsediyor. Biz ise bu olayları geçmişe çevirmekle, kendi halimizden gaflet ediyoruz.