Muhyiddin-i Arabi'yi Eserlerinden tanıyalım

RIBAT

Paylaşımcı
Katılım
12 Ocak 2007
Mesajlar
137
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
44
Muhyiddin-i Arab ; kendi eserleriyle değerlendirme :


İbn Arabî, kitaplarını kendisinin yazmadığını, sadece kendisine indirileni dile getirdiğini söyler;

“…Çünkü bu kitap, nefis arzularından münezzeh ve içine fesad karışmamış olan en kudsî makamdan indirilmiştir… Çünkü ben ancak bana ilham olunan şeyi söyledim ve bu yazılı kitapta ancak bana indirilmiş olan hakikatleri dile getirdim.” (Fusûsül Hikem. Muhyiddin-i Arabî. M.E.B Çev:Nuri Gençosman s.20)

“…Söylediğim her şeyi, bana Tanrı haber verdi… O, bana imlâ ediyor ve ben (bunları) kendi elimle yazıyordum… Benim lisânım, Hakk’ın lisanıdır, sözüm O’nun sözüdür…”(El Futûhât El-Mekkiyye. Muhyiddin-i İbn Arabî. Kültür Bakanlığı/1184 Çev: Prof.Dr.Nihat Keklik divandan nakille s.455 ) “Biz, bütün söylediklerimizde ancak Allah’ın bize ilka ettiği (ulaştırdığı) şeye dayanırız…(El Futûhât El-Mekkiyye.S.19) Sufiler delil ikame etmekten münezzehtir…”(El Futûhât El-Mekkiyye. S.25)

Oysa Rabb’ımız (c.c) böyleleri hakkında ne buyuruyor;

“Elleriyle (bir) kitap yazıp sonra onu az bir bedel karşılığında satmak için, “Bu Allah katındandır” diyenlere yazıklar olsun..! Elleriyle yazdıklarından ötürü vay haline onların! Ve kazandıklarından ötürü vay haline onların!” (Bakara/79)

Muhyiddin-i Arabî “Fusûsü’l-Hikem’de” geçen şiirlerinde şunları söylüyor:

Bir vakit olur ki kul şüphesiz Rab olur.
Başka bir vakitte de iftirasız kulluk derekesine iner.
Allah beni över, ben de O’nu. O bana kulluk eder, ben de O’na.
Ey nefsinde varlıkları yaratan! Sen halk ettiğin şeylerin hepsisin.
Küfür ve isyan ehli cehenneme girseler de, orada kendileri için bir zevk ve lezzet vardır. O da onlar için bir cennettir.
Ancak onların cennetleri Huld cennetlerine benzemez. İkisi birdir amma aralarında tecelli farkı vardır
…(Said Nursi benzer ifadeleri Ebu Talib için anlatıyor. Mektubat.s.366)

İster Hakk ol, ister Halk ol, Allah ile Rahman olursun…” (Fusûsül Hikem.s.83,93,95,104,190 ) diyen İbn Arabî;

Mükemmel arif, tapılan her şeyin hakkın açığa çıktığı ve kendisinde hakka ibadet edildiğini görendir. Onun için kendisinde fena bulduğu (kadın) suretine girerek tekrar kendisine dönmesi için yıkanma (gusül) ile onu temizlemiştir… (Erkeğin) Allah’ı kadında müşahede etmesi tam ve en mükemmelidir… Allah maddelerden soyut olarak hiçbir zaman müşahede edilemez…” (Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm.s.118) der.

Tasavvufun Şeyh-i Ekber’i teslis inancından daha çok ileri giderek, Allah’ın leş ve putlarda, Samirî’nin buzağısında, Hz.Musa’nın Firavun’unda ve pislik içinde yuvarlanan vücutlarda tecessüd ettiğine inanmış, şehvetleri alevlenen, güdüleri tutuşan ve her günahkarın önünde sere serpe açılıp günah bataklığına taşıyan ahlaksız kadının vücuduna büründüğünü söylediği bir tanrı anlayışına sahiptir.” (Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm.s.118)

İbn Arabî’nin bu görüşlerini değerlendirecek olursak;

İslâm’a göre yıldızlara tapanlar kafir olmuşlardır. Buzağıya tapan Yahudiler de kafir olmuşlardır. Hıristiyanlarda üç ortaklı (teslis) bir tanrıya taptıkları için kafir olmuşlardır. Cahiliye Arapları da ölenlerin putunu dikip hayatta kendilerine umut ve emellerle yöneldikleri gibi, ölümden sonra da benzer umut ve emellerle kendileriyle Allah arasında aracılıklarını sağlamak için putlara taptıklarından dolayı kafir olmuşlardır. Bütün bu gruplar ve insanlar Allah’tan başka varlıklara taptıkları için kafir oluyorken, acaba her şeye tapmaya çağıran İbn Arabî ve benzerleri için İslam’ın hükmü nedir? Her şeye ibadete devam eden bu gibileri için ne diyeceksiniz..?” (Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm.s.120)

İmam İbn Teymiyye “vahdet-i vücut” ve “Ehl-i vahdet” i değerlendirdikten sonra şu ifadelerle sözünü tamamlar: “Bunlardaki küfür ne Yahudilikte ne Hıristiyanlıkta ve ne de müşrik Arapların putperestliğinde yoktur.” (Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm.s.118)

Peygamber (s.a.v) şöyle buyurdu;

Benimle peygamberler zümresinin benzeri, şu kimsenin benzeri gibidir: O kişi bir ev yaptırmış ve binayı tamamlayıp süslemiş de yalnız bir tuğlası eksik kalmış. Bu vaziyette insanlar binaya girip gezmeye başlarlar. Ve (o eksik yeri görüp) hayret ederek: “Şu bir tuğlanın yeri boş bırakılmış olmasaydı!” derler. İşte ben, o (yeri boş bırakılan) kerpicim; ben Hatemu’n-Nebiyyin’im (Peygamberlerin sonuyum)” (İman Üzerine. İbn Teymiyye, Pınar Yay.s.77)


İbn Arabîi “aslında duvardaki boşluğun bir değil iki kerpiçlik yer olduğunu, ne ki biri altın biri gümüş olan bu iki kerpiçten “hatemü’l-enbiyâ” yı (nebilerin sonuncusu) temsil eden gümüş kerpici Allah Rasûlü’nün gördüğü halde “hatemü’l-evliyâ (velilerin sonuncusu)’yı temsil eden altın kerpici göremediğini bu hadisiyle belli ettiğini” söyler. “Halbuki bu ikisi birden olmayınca nübüvvet duvarı asla tamamlanmayacaktır” der.

Eserinde nebilerin sonuncusu olan Rasûlü temsil eden kerpicin gümüş, velilerin sonuncusu (hatemü’l-evliyâ)’yı temsil eden kerpicin de altın olmasını nübüvvetin zahir, velayetinse batın oluşuyla açıklar. Hatemü’l evliyâ’nın İbn Arabî’nin kendisi olduğunu hatırlatmaya gerek yoktur sanırız.

Tahavi akaidi şarihi yukarıdaki satırları kastederek der ki; “Verdiği örnekte nefsini altın kerpiç, Allah Rasûlü’nü gümüş kerpiç olarak gösterenden daha kafir kim olabilir…?” İbn Arabî ve emsallerinin küfrü;
Allah’ın Rasûllerine inen bize de ininceye kadar iman etmeyeceğiz” (En’âm/124) diyen kimselerin küfründen daha beterdir.

İbn Arabî bir şiirinde şöyle der: “Nübüvvet makamının mevkii rasûlün üstünde ve velinin altında bir yerdir.” (Şerhu Akidetü’t-Tahaviye,II/743.)” (Buhari.C:7 s.3331,3332)


“İbn Arabî gibi ya “Benden sonra peygamber yoktur.” sözünün sahibinin (Peygamberimizin) doğru söylediğine inanarak veya başka bir endişeye dayanarak kendilerini peygamberlik sevdasına kaptırmayanlar ve bu iddia ile ortaya çıkmayanlar peygamberlikten bile daha yüksek bir derecenin cazibesine kapılarak “velilerin sonuncusu, peygamberlerin sonuncusundan daha büyüktür. Çünkü peygamberler ancak bir aracı vasıtası ile Allah’tan bilgi alabilirken veli bu bilgiyi aracısız olarak doğrudan doğruya alabilmektedir” demişlerdir…” (İman Risalesi. M. İslâmoğlu. S98,99; Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm. s.154-155,193; İbn Arabî ile ilgili ayrıntılı bilgi için : İmam İbn Teymiyye Külliyat C:2s. 163)

Velinin Peygamberden üstünlüğünün bir diğer sebebi de dinin onun eliyle tamamlanmış olmasıymış. (İman Üzerine, İbn Teymiyye, Pınar Yay. S.192; Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm.s.193; Said Nursi’nin; vahyin vasıtalı ilhamın vasıtasız oluşuna dair görüşleri. İlmi ve Hukuki Açıdan Nurculuk Davası. Said Nursi. S.291)

Kur’ân âyetlerini tahrif ederek kafir Hûd kavminin sırat-ı mustakim üzere olduklarını, Firavun’un iman-ı kamil bir mü’min olduğu gibi, Nûh kavminin de mü’min bir kavim olduğu ve bu imanlarından dolayı Allah, onları mükafatlandırıp vahdet deryasına batırdığını, nimetini tatmaları için ilahi sevgi ateşine soktuğu, Hz.Harun’un İsrailoğullarını buzağıya tapmaktan alıkoyarak yanıldığını, çünkü buzağının gerçek mabud veya onun sûretinden bir sûret olduğunu, Nûh kavminin Ved, Yegus, Yeûk, Suva ve Nasr putlarına tapmayı bırakmamakla isabet ettikleri, çünkü bu putların ilahın birer görünümü olduklarını, tatlılık kökünden gelen azabın gerçekte rahmet ve hoş bir şey olduğunu, rahmete uğramayan ve rızaya kavuşmayan hiçbir insanın bulunmadığını, bir şey var olmadan önce Allah’ın onu bilemeyeceği, çünkü bir şeyin varlığının Allah’ın varlığının tercümesi olduğunu ve benzeri şeyleri söylemesine rağmen İbn Arabî bunların hepsini eksiltmeden ve çoğaltmadan doğrudan Rasûlullah’tan, hatta Allah’tan aldığını söylemiş ve Rasûlullah’ın, kendisine bunları insanlara tebliğ etmesini emrettiğini de iddia etmiştir.

Kur’ân ve sahih sünnete açıkça aykırı ve küfür oldukları apaçık olan bütün bu şeylere rağmen, İbn Arabî bunları söylediğinden günümüze kadar adı müslüman olan yığınlardan pek çok taraftar ve sempatizan bulmuş, fikirleri İslâm dünyasında alabildiğine yayılmıştır. Günde defalarca “La ilahe illallah Muhammedun Rasûlullah” diyen İslâm ümmeti içinde evliyânın kutbu ve efsiyanın büyüğü olarak görülmüş, adı binbir takdis ve tazimle anılmıştır; hâlâ da anılmaktadır. Bu da İslâm aleminde zamanla kavramların nasıl saptığını ve değer yargılarının özelliğini nasıl yitirdiğini açıkça ifade etmektedir
.” (Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm.s.193)
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
Kimisi Ona Şeyh-i Ekber dedi (En Büyük Şeyh), kimisi de Şeyh-i Ekfer (haşa En Büyük Kafir)..

Ehl-i Sünnet ulamesının umumu sözlerini kabul etmeseler dahi İbn-i Arabi Hazretlerini tekfir etmediler, tekfir edenleri de kınadılar.. Hallerinin ve sözlerinin bir makam eseri ve manevi sarhoşluk ile olduğunu söylediler.. Sözlerinin İslam kaynaklarıyla tevil ve izah edilebileceğini de biliyoruz.. Mesela: Velayet, Nübüüvvetten üstündür.. Bu sözü Nakşi Uleması: "Bir Nebinin kendi Velayeti, kendi Nübüvvet nurundan üstündür" şeklinde izah etmişlerdir.. Bunun daha açıklaması şudur: 124.000 Peygamber gelmiş ama, bunların sadece 8'ine kitap ve sahifeler verilmiş.. Peki diğer Peygamberler tebliğlerini ve irşadlarını nasıl yaptılar? Allah'tan emir ve yasakları nasıl aldılar?.. Evet diğerleri de ilham cihetiyle yani kendi Velayetleri ile Peygamberlik yapmışlardır.. Bunda anlaşılmayacak bir husus olmaması lazım.. Demek ki Peygamberlerin Velayeti de vardır..

O nedenle, Hakkı savunacağım diye Ehl-i Sünnet ulemasını göz ardı etmeyelim.. Tamam sözlerini tavsiye etmeyelim ama bunu İbn-i Arabiyi sapıklıkla itham etmeden yapalım.. Kendi sıhhatimiz ve selametimiz için..
 
Üst