korakademik
Ordinaryus
- Katılım
- 17 Ağu 2009
- Mesajlar
- 2,236
- Tepkime puanı
- 63
- Puanları
- 0
1. Mucize ve keramet nedir?
Mucize, nübüvvetini ispat, ehl-i küfrün inadını kırmak ve mü'minlerin imanını kuvvetlendirmek için nebinin elinde Allah'ın yaratıp meydana getirdiği harikulâde hâllerdir.
Mucize, beşerin görüp bildiği ve daima içlerinde yanyana beraber yaşayıp ünsiyet ettiği sebep ve kanunların, insan irade ve kudretinin üstünde olarak Allah'ın iradesiyle harikulâde kabîlinden değiştirilmesi, normal fonksiyonunun iptal edilmesi demektir. Mucizeler, mevcut ilimlerle, deney ve tecrübelerle; laboratuvarlarda mikroskop ve rasathanelerde teleskop gibi aletlerle incelenemez; fizik, kimya, biyoloji ve astronomi gibi ilimlerle şerh ve izah edilemez.
Mucizeler, âdiyât cinsinden, yani varlığın ilimlere esas teşkil eden kâinat kitabındaki ilâhî âdetler türünden değildir. Her günkü yeme, içme, yatıp-uyuma, tarla ve bahçede çalışma, toprak, su, hava ve güneşten istifadeyle meyve ve sebze yetiştirme gibi sebep ve kanunlarla alâkalı işlerimizde mucize olamaz. Bir tabak yemeği bir kaç kişi yer doyarız; bir bardak suyla kanar, üşüdüğümüzde ateşle ısınır; hasta olduğumuzda veya bir yerimiz kırıldığında doktora gider, onun verdiği ilaçları kullanıp iyileşiriz. Hayvanları hizmetimizde kullanır ama onlarla konuşamayız. Ağaçları hep yerlerinde sabit görür, ölülerle konuşamaz ve doğrudan temasa geçemeyiz. Dağlar, taşlar ne bize selâm verir, ne de elimizde top ve gülle olur. Çekim kanununu değiştiremez, onu vasıtasız yenip yukarılara çıkamayız.
İşte, bunlar gibi, günlük hayatımızda birer kanun ve sebep çerçevesinde cereyan eden hâdiselere biz âdiyât deriz. Mucizeler ise âdiyât kabîlinden olmayıp, harikulâde, fevka't-takati'l-beşer, fevka'l-âde ve fevka't-tabia, yani âdet üstü, alışılmışın ötesi, tabiat üstü ve insanın güç, kudret ve iradesinin verâsında cereyan eden hâdiselerdir.
Mucize dışında Allah'ın, veli zatların elinde yarattığı bir kısım başka harikulâde hâdiseler daha vardır ki, bunlara 'keramet' denir ve kerametler esasen mucizeleri doğrular mahiyettedir. Bir anda çok uzun mesafeleri kat'etme (tayy-i mekân), zamanın genişlemesi, yani çok kısa bir zamana sığmayacak işleri sığdırma (bast-ı zaman), içten geçenlerin sezilip okunması ve kabirdekilerin durumlarının keşfi gibi hâdiseler.. ve ayrıca, evliyâullahın gelecekten peygamberlerinkine benzer haberler vermesi hep birer keramettir ki, peygambere, onun getirdiği dine ve onun yoluna içten bağlılığın eseri olarak, hem mutlak nübüvvetin, hem Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) nübüvvetinin, hem mucizelerinin hem de Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) getirdiği dinin hakkaniyetine bir başka delildirler.
Kitabımızın birinci cildinde de geçtiği üzere, Muhyiddin İbn Arabî'nin, Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan bir asır önce yazdığı Şeceretü'n-Numaniye'sinde Osmanlılar'ın tarih sahnesine çıkışından, Şam ve Mısır'ın fethinden, Yavuz Selim'in Şam'a girmesiyle kendi kabrinin ortaya çıkacağından, IV. Murad'ın Bağdat seferine çıkıp 41 gün içinde şehri fethedeceğinden ve Sultan Abdülaziz'in, bilek damarlarının makasla kesilerek şehit edileceğinden bahsetmesi; Bitlis'li Müştak Dede'nin 71 sene evvelinden savaşlardan sonra Hicrî 1341 tarihinde Ankara'nın başkent olacağını rümuzlu olarak bildirmesi, velilerin kerametine birer misaldir.
Her mü'minin görebileceği gelecekle alâkalı sâdık rüyalar ve hiss-i kable'l-vukû gibi hâdiseler de Allah'ın insanlara birer ikramıdır.
Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) en birinci ve en büyük mucizesi Kur'ân-ı Kerim'dir.
Şimdiye kadar anlatmaya çalıştığımız hakikatler, O'nun nübüvvetine ve sıdkına açık birer delil olduğu gibi, Kur'ân-ı Kerim de en büyük mucizesi olarak, hem O'nun nübüvvetine hem de Allah Kelâmı olduğuna apaçık bir delil ve en kuvvetli şahittir. Bu konu, ileride derinlemesine ele alınacaktır.
Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) nübüvveti bütün zaman ve mekânlara, bütün insanlara hatta cinler gibi diğer mahlukata da şâmil olduğundan, mucizeleri çok çeşitli olmuştur. Diğer peygamberlerin mucizeleri ise böyle değildir. Her nebi, kendi zamanında en mütearef ve meşhur meselelerle alâkalı mucize göstermiş, meselâ Hz. Musa (aleyhisselâm) zamanında Mısır'da sihir revaçta olduğundan O, bütün sihirleri yutup iptal eden ve bütün sihirbazları dize getiren 'asâ' mucizesiyle; Hz. İsa (aleyhisselâm) zamanında ise tıp revaçta olduğundan ölüleri ihya, onulmaz dertleri iyi etme mucizesiyle; Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) zamanında ise şiir, belâgat (güzel söz söyleme) el üstünde tutulduğundan ve belki ahir zamanın en tesirli ve güçlü silâhı 'söz söyleme sanatı' olacağından, kendisine en büyük mucize olarak bütün şairleri, hatipleri, edibleri susturan Kur'ân mucizesiyle gelmiş.. ve ayrıca bütün kâinata 'rahmet' olarak gönderildiği[1] için de, her türden mahluk ile alâkalı mucizeler göstermiştir.
Nasıl ki, büyük bir padişah bir yâverini veya elçisini çok çeşitli milletlerin ve kabilelerin bulunduğu bir vilâyete gönderse, orada bulunan her millet, her kabile ve her sınıf kendi milleti, kabilesi, sınıfı adına o elçiyi karşılayıp "Hoşgeldin!" der, ona alkış tutar, şükran ve teşekkürlerini arzeder; aynen öyle de, kâinatın yegâne Sahibi ve Yaratıcısı olan Allah, en büyük yâveri ve elçisi olan Resûl-i Ekrem'i (sallallâhu aleyhi ve sellem) âleme gönderdiği zaman, O Elçi, insanoğluna bir memur ve meb'ûs olarak geldiği gibi, bütün mahlukata da rahmet olarak gelmiş, dağlar, taşlar, ağaçlar, hayvanlar, güneş, ay, yıldızlar ve bütün hâdiseler abes, boş ve mânâsız görülmekten kurtulmuş, birer mânâ, birer değer kazanmışlardır.
Bu münasebetle de, meleklerden cinlere, insanlara; güneşten ve aydan yıldızlara; sudan yiyeceklere; ağaçlardan taşlara ve dağlara; her cins hayvanata kadar her taife, her sınıf kendi türü adına O'na şükranlarını arz edip, O'nun elinden sâdır olacak mucizelere birer vasıta olmuştur. Böylece, Kâinatın Efendisi'nin (sallallâhu aleyhi ve sellem), doğruluğuna ve peygamberliğine -inkârı mümkün olmayacak şekilde- kâinat çapında şahitlik yapıp, nübüvvetini bütün âleme ilan etmişlerdir. İşte, böyle kâinat çapında mucizeler göstermek, Kâinatın Efendisi olan Nebiler Sultanı'na (sallallâhu aleyhi ve sellem) hastır.
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), her ne kadar sayıları bine varan mucizeler göstermiş ise de O'nun her sözü, her hâli, her hareketi harikulâde ve mucize değildir. Allah, O'nu beşer olarak yaratmış, şahsî, ailevî ve içtimaî bütün hallerinde kendi zamanındaki ve sonraki bütün insanlara imam olsun diye vazifelendirmiş ve hem dünyevî, hem de uhrevî saadetlerinde rehber olmasını irade buyurmuştur. İnsanların hepsi aynı seviyede bulunmadığından ve insanlığın büyük ekseriyeti avam olduğundan, eğer her hâl ve hareketi harikulâde olmuş olsaydı, imam, rehber ve mürşid olamazdı.
Bu bakımdan, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) daima sebep ve kanunlar dairesi içinde yaşamış, yiyip-içmiş, evlenip çoluk çocuk sahibi olmuş, yara almış, çile ve ızdırap çekmiş; hayatı bütün yönleriyle aksettirmiş ve Allah'ın bütün sanatlarını, tasarruflarını, isimlerinin tecellîlerini gösteren câmî bir ayna olmuştur.
Peygamber Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) aşağıda misalleriyle göreceğimiz mucizelerinin tamamı her yerde, herkesin her zaman açıkça göreceği şekilde cereyan etmiyor ve umumî olmuyordu. Böyle olmuş olsaydı, o zaman aklın hikmet-i vücudu kalmaz ve insanlar, iradeleri ellerinden alınarak cebren iman etmeye zorlanmış olurlardı. Bunun neticesinde de, kulluk teklifi ve imtihan sırrı ortadan kalkardı. Dolayısıyla, elmas ruhlu Ebû Bekir (radıyallâhu anh) ile kömür ruhlu Ebû Cehil arasındaki fark bulunmaz ve insanlar iman etmede birbirine müsavî olurdu. Bu sebeple, meselâ Ay'ın ikiye ayrılması gibi büyük ve bâhir bir mucize, gecenin belli vaktinde, kısa bir zaman içinde, az sayıda müşahidin gözleri önünde meydana gelmiş ve neticede hem vak'aya şahit olanlar hem de sonradan gelecekler için iradenin hakkı selbedilmemiş ve aklın kapısı kapanmamıştır.
Mucizelerin çoğunu, yalan üzerinde birleşmesi mümkün olmayan bir topluluk nakletmektedir. Bazıları ise, bu seviyede bir cemaat tarafından nakledilmese de, diğer sahabilerin buna itiraz etmemeleri, onlara da âdeta aynı rivayet kuvvetini kazandırmaktadır. Bir yerde gösterilen herhangi bir mucizenin daha başka yerlerde de benzerleri veya aynıları gösterildiğinden, hiçbir mucizeyi mucize olarak inkâra yol yoktur.
Aşağıda bazı misallerini okuyacağınız mucizeler, sıdkına ve nübüvvetine binler şahit bulunan ve bir kısmını yukarıda arz etmeye çalıştığımız Nebiler Sultanına (sallallâhu aleyhi ve sellem) ait mucizelerdir. Aslında O'nun, hiçbir mucizesi olmasaydı bile bizzat kendisi kendi sıdkına ve nübüvvetine en büyük bir delil ve şahittir...
Mucize, nübüvvetini ispat, ehl-i küfrün inadını kırmak ve mü'minlerin imanını kuvvetlendirmek için nebinin elinde Allah'ın yaratıp meydana getirdiği harikulâde hâllerdir.
Mucize, beşerin görüp bildiği ve daima içlerinde yanyana beraber yaşayıp ünsiyet ettiği sebep ve kanunların, insan irade ve kudretinin üstünde olarak Allah'ın iradesiyle harikulâde kabîlinden değiştirilmesi, normal fonksiyonunun iptal edilmesi demektir. Mucizeler, mevcut ilimlerle, deney ve tecrübelerle; laboratuvarlarda mikroskop ve rasathanelerde teleskop gibi aletlerle incelenemez; fizik, kimya, biyoloji ve astronomi gibi ilimlerle şerh ve izah edilemez.
Mucizeler, âdiyât cinsinden, yani varlığın ilimlere esas teşkil eden kâinat kitabındaki ilâhî âdetler türünden değildir. Her günkü yeme, içme, yatıp-uyuma, tarla ve bahçede çalışma, toprak, su, hava ve güneşten istifadeyle meyve ve sebze yetiştirme gibi sebep ve kanunlarla alâkalı işlerimizde mucize olamaz. Bir tabak yemeği bir kaç kişi yer doyarız; bir bardak suyla kanar, üşüdüğümüzde ateşle ısınır; hasta olduğumuzda veya bir yerimiz kırıldığında doktora gider, onun verdiği ilaçları kullanıp iyileşiriz. Hayvanları hizmetimizde kullanır ama onlarla konuşamayız. Ağaçları hep yerlerinde sabit görür, ölülerle konuşamaz ve doğrudan temasa geçemeyiz. Dağlar, taşlar ne bize selâm verir, ne de elimizde top ve gülle olur. Çekim kanununu değiştiremez, onu vasıtasız yenip yukarılara çıkamayız.
İşte, bunlar gibi, günlük hayatımızda birer kanun ve sebep çerçevesinde cereyan eden hâdiselere biz âdiyât deriz. Mucizeler ise âdiyât kabîlinden olmayıp, harikulâde, fevka't-takati'l-beşer, fevka'l-âde ve fevka't-tabia, yani âdet üstü, alışılmışın ötesi, tabiat üstü ve insanın güç, kudret ve iradesinin verâsında cereyan eden hâdiselerdir.
Mucize dışında Allah'ın, veli zatların elinde yarattığı bir kısım başka harikulâde hâdiseler daha vardır ki, bunlara 'keramet' denir ve kerametler esasen mucizeleri doğrular mahiyettedir. Bir anda çok uzun mesafeleri kat'etme (tayy-i mekân), zamanın genişlemesi, yani çok kısa bir zamana sığmayacak işleri sığdırma (bast-ı zaman), içten geçenlerin sezilip okunması ve kabirdekilerin durumlarının keşfi gibi hâdiseler.. ve ayrıca, evliyâullahın gelecekten peygamberlerinkine benzer haberler vermesi hep birer keramettir ki, peygambere, onun getirdiği dine ve onun yoluna içten bağlılığın eseri olarak, hem mutlak nübüvvetin, hem Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) nübüvvetinin, hem mucizelerinin hem de Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) getirdiği dinin hakkaniyetine bir başka delildirler.
Kitabımızın birinci cildinde de geçtiği üzere, Muhyiddin İbn Arabî'nin, Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan bir asır önce yazdığı Şeceretü'n-Numaniye'sinde Osmanlılar'ın tarih sahnesine çıkışından, Şam ve Mısır'ın fethinden, Yavuz Selim'in Şam'a girmesiyle kendi kabrinin ortaya çıkacağından, IV. Murad'ın Bağdat seferine çıkıp 41 gün içinde şehri fethedeceğinden ve Sultan Abdülaziz'in, bilek damarlarının makasla kesilerek şehit edileceğinden bahsetmesi; Bitlis'li Müştak Dede'nin 71 sene evvelinden savaşlardan sonra Hicrî 1341 tarihinde Ankara'nın başkent olacağını rümuzlu olarak bildirmesi, velilerin kerametine birer misaldir.
Her mü'minin görebileceği gelecekle alâkalı sâdık rüyalar ve hiss-i kable'l-vukû gibi hâdiseler de Allah'ın insanlara birer ikramıdır.
Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) en birinci ve en büyük mucizesi Kur'ân-ı Kerim'dir.
Şimdiye kadar anlatmaya çalıştığımız hakikatler, O'nun nübüvvetine ve sıdkına açık birer delil olduğu gibi, Kur'ân-ı Kerim de en büyük mucizesi olarak, hem O'nun nübüvvetine hem de Allah Kelâmı olduğuna apaçık bir delil ve en kuvvetli şahittir. Bu konu, ileride derinlemesine ele alınacaktır.
Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) nübüvveti bütün zaman ve mekânlara, bütün insanlara hatta cinler gibi diğer mahlukata da şâmil olduğundan, mucizeleri çok çeşitli olmuştur. Diğer peygamberlerin mucizeleri ise böyle değildir. Her nebi, kendi zamanında en mütearef ve meşhur meselelerle alâkalı mucize göstermiş, meselâ Hz. Musa (aleyhisselâm) zamanında Mısır'da sihir revaçta olduğundan O, bütün sihirleri yutup iptal eden ve bütün sihirbazları dize getiren 'asâ' mucizesiyle; Hz. İsa (aleyhisselâm) zamanında ise tıp revaçta olduğundan ölüleri ihya, onulmaz dertleri iyi etme mucizesiyle; Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) zamanında ise şiir, belâgat (güzel söz söyleme) el üstünde tutulduğundan ve belki ahir zamanın en tesirli ve güçlü silâhı 'söz söyleme sanatı' olacağından, kendisine en büyük mucize olarak bütün şairleri, hatipleri, edibleri susturan Kur'ân mucizesiyle gelmiş.. ve ayrıca bütün kâinata 'rahmet' olarak gönderildiği[1] için de, her türden mahluk ile alâkalı mucizeler göstermiştir.
Nasıl ki, büyük bir padişah bir yâverini veya elçisini çok çeşitli milletlerin ve kabilelerin bulunduğu bir vilâyete gönderse, orada bulunan her millet, her kabile ve her sınıf kendi milleti, kabilesi, sınıfı adına o elçiyi karşılayıp "Hoşgeldin!" der, ona alkış tutar, şükran ve teşekkürlerini arzeder; aynen öyle de, kâinatın yegâne Sahibi ve Yaratıcısı olan Allah, en büyük yâveri ve elçisi olan Resûl-i Ekrem'i (sallallâhu aleyhi ve sellem) âleme gönderdiği zaman, O Elçi, insanoğluna bir memur ve meb'ûs olarak geldiği gibi, bütün mahlukata da rahmet olarak gelmiş, dağlar, taşlar, ağaçlar, hayvanlar, güneş, ay, yıldızlar ve bütün hâdiseler abes, boş ve mânâsız görülmekten kurtulmuş, birer mânâ, birer değer kazanmışlardır.
Bu münasebetle de, meleklerden cinlere, insanlara; güneşten ve aydan yıldızlara; sudan yiyeceklere; ağaçlardan taşlara ve dağlara; her cins hayvanata kadar her taife, her sınıf kendi türü adına O'na şükranlarını arz edip, O'nun elinden sâdır olacak mucizelere birer vasıta olmuştur. Böylece, Kâinatın Efendisi'nin (sallallâhu aleyhi ve sellem), doğruluğuna ve peygamberliğine -inkârı mümkün olmayacak şekilde- kâinat çapında şahitlik yapıp, nübüvvetini bütün âleme ilan etmişlerdir. İşte, böyle kâinat çapında mucizeler göstermek, Kâinatın Efendisi olan Nebiler Sultanı'na (sallallâhu aleyhi ve sellem) hastır.
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), her ne kadar sayıları bine varan mucizeler göstermiş ise de O'nun her sözü, her hâli, her hareketi harikulâde ve mucize değildir. Allah, O'nu beşer olarak yaratmış, şahsî, ailevî ve içtimaî bütün hallerinde kendi zamanındaki ve sonraki bütün insanlara imam olsun diye vazifelendirmiş ve hem dünyevî, hem de uhrevî saadetlerinde rehber olmasını irade buyurmuştur. İnsanların hepsi aynı seviyede bulunmadığından ve insanlığın büyük ekseriyeti avam olduğundan, eğer her hâl ve hareketi harikulâde olmuş olsaydı, imam, rehber ve mürşid olamazdı.
Bu bakımdan, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) daima sebep ve kanunlar dairesi içinde yaşamış, yiyip-içmiş, evlenip çoluk çocuk sahibi olmuş, yara almış, çile ve ızdırap çekmiş; hayatı bütün yönleriyle aksettirmiş ve Allah'ın bütün sanatlarını, tasarruflarını, isimlerinin tecellîlerini gösteren câmî bir ayna olmuştur.
Peygamber Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) aşağıda misalleriyle göreceğimiz mucizelerinin tamamı her yerde, herkesin her zaman açıkça göreceği şekilde cereyan etmiyor ve umumî olmuyordu. Böyle olmuş olsaydı, o zaman aklın hikmet-i vücudu kalmaz ve insanlar, iradeleri ellerinden alınarak cebren iman etmeye zorlanmış olurlardı. Bunun neticesinde de, kulluk teklifi ve imtihan sırrı ortadan kalkardı. Dolayısıyla, elmas ruhlu Ebû Bekir (radıyallâhu anh) ile kömür ruhlu Ebû Cehil arasındaki fark bulunmaz ve insanlar iman etmede birbirine müsavî olurdu. Bu sebeple, meselâ Ay'ın ikiye ayrılması gibi büyük ve bâhir bir mucize, gecenin belli vaktinde, kısa bir zaman içinde, az sayıda müşahidin gözleri önünde meydana gelmiş ve neticede hem vak'aya şahit olanlar hem de sonradan gelecekler için iradenin hakkı selbedilmemiş ve aklın kapısı kapanmamıştır.
Mucizelerin çoğunu, yalan üzerinde birleşmesi mümkün olmayan bir topluluk nakletmektedir. Bazıları ise, bu seviyede bir cemaat tarafından nakledilmese de, diğer sahabilerin buna itiraz etmemeleri, onlara da âdeta aynı rivayet kuvvetini kazandırmaktadır. Bir yerde gösterilen herhangi bir mucizenin daha başka yerlerde de benzerleri veya aynıları gösterildiğinden, hiçbir mucizeyi mucize olarak inkâra yol yoktur.
Aşağıda bazı misallerini okuyacağınız mucizeler, sıdkına ve nübüvvetine binler şahit bulunan ve bir kısmını yukarıda arz etmeye çalıştığımız Nebiler Sultanına (sallallâhu aleyhi ve sellem) ait mucizelerdir. Aslında O'nun, hiçbir mucizesi olmasaydı bile bizzat kendisi kendi sıdkına ve nübüvvetine en büyük bir delil ve şahittir...