Mücahit Akagündüz / Direnişçi ( Irak Savaşının Ortasında )

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
110523.jpg


Temmuz 2010

Bağdat’a bir kamera arkasından bakmak… Savaşın en kanlı günlerinde, en sıcak olaylara şahit olan bir kameraman, gördükleri ona ağır geldiğinde artık, omzundaki kamerayı yere bırakıp eline kalem alırsa... Ve derse ki, “Benim çektiğim ve sizin izlediğiniz o can yakıcı görüntüler Bağdat’ı anlatmaya yetmez, bir anlasanız...” Bağdat patlayan bombalardan ibaret değildir yalnızca, yanan arabalardan ve ağlayan kadınlardan… Onların hepsi ve daha ötesidir.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Bağdat işgalinde ismiyle kapıları araladı


En kanlı günlerde Bağdat'ta gazetecilik yapan Cİhan Haber Ajansı muhabiri, tanık olduğu işgalin en kanlı günlerini kitiplaştırdı. Iraklılar gibi giyindi, onlar gibi çelik yeleksiz gezdi.


Ama en önemlisi ailesinin koyduğu ismiyle tüm kapılar açılıyordu.

Her meslekte "çok değerli bir kardeşimiz, abimiz" denilen insanlar vardır ya öyle adamlardan biriyle konuştuk. İstanbul'da görev yapan gazeteciler, rutinlerde bir araya gelir ve koyu bir muhabbet çevirir. İstanbul DGM'nin yanındaki çay ocağında yakaladık kendisini ve konuştuk. Neyi mi?Direnişçi'yi...
Mücahit Akagündüz bir kameraman. Her akşam evlerimizde izlediğimiz haber görüntülerinin arkasındaki isimlerden bir tanesi. Ama diğer haber kameramanlarından ayrılan "şanslı" bir yönü de var: Ortadoğu'nun Bağdat'ında, 1001 Gece Masalları'nın başkentinde, ölümlerin günlük istatistiksel rakamlara dönüştüğü bir dönem gazetecilik yaptı. Cihan Haber Ajansı için Bağdat'ın kanını takip etti. 6 ay boyunca. İnsanlığın ağladığı en kanlı günlere şahit oldu. Kamera omzunda, Iraklıların arasında yaşadı, onlarla birlikte yedi, içti. Bizler onun çektiği görüntüleri izledik.


Ama döndükten yıllar sonra artık gördüklerinin ağırlığı altında aldı kalemi eline ve başladı yazmaya. Kaynak yayınlarından 172 sayfalık bir kitap çıktı ortaya: Direnişçi- Irak Savaşının ortasında.

Bu kitap şimdi film olma yolunda...

Bir savaş çıktı. Bir gazeteci olarak savaş öncesi ve savaş sırasında neler hissettiniz?

Savaşı görsel bir havai fişek gösterisi gibi izledik. Ben "bu bombanın düştüğü yerde ne oluyor" diye düşünüyordum. Evler yıkılıyor, çocuklar akşam nerde kalıyor, ne yiyor, ne içiyor. Bir tane mermi sıkmadan Bağdat'ı düşürdüler. Bütün dünyayı kandırdılar. Iraklılar zannetti ki "ABD gelecek ve bize özgürlük getirecek." Bunu basın yoluyla başardılar. Ben gazeteci olarak elime silah alıp askerlerin karşısına dikilemem. Ama kameram var. Bunu bir nevi silah gibi kullanabilirsin.

Bağdat'a gideceğinizi aileniz nasıl karşıladı?

Benim Bağdat'a gitmemden birkaç gün önce bir kameraman vurulmuştu. Sebep diye "kameranın roketatar zannedilmesi" olarak gösterildi. Eşime söylediğim de tabii her kadın gibi tedirgin oldu. Ama o da gazeteci olduğu için aynı hassasiyet onda da vardı. Aynı zamanda Müslüman olmanın gerektirdiği hassasiyeti taşıyoruz. Ben gideceğimi söylediğimde hiç "hayır" demedi. Bağdat haberlerini nasıl izlediğimi gördüğünü söyledi. "Sağ git selamet gel" dedi.

Bağdat'ta günleriniz nasıl geçiyordu?

Kendimizi otele, ofise hapsetmedik. Bağdatlı gibi giyindik, Bağdatlı gibi yedik, içtik. Yani bir haber yapıyorsan onu yaşaman lazım. Kameraman orada resmen direndi. O da kendi direnişini verdi. Hastalandı, arkadaşları rehin alındı, çatışmanın arasında kaldı... Görevi neydi; zulmü en iyi şekilde çekmek ve insanlara göstermek. Bunu da oradaki insanlarla muhabbet ederek yaparsın. En evveli dillerini öğrenirsin. Ben Bağdat'a gittiğim ilk günden itibaren Arapça öğrenmeye başladım. Elimde defter sürekli not alıyordum. 3. aydan sonra tercüman olmadan insanlarla anlaşabildim. O insanlar gibi yaşadık. O insanları en iyi şekilde anlamaya çalıştık.

"Kardeşlerimin arasında neden çelik yelek giyeyim ki?"

Çok tehlike atlatmışsınızdır ama

Tabii ki. Felluce'ye giderken direnişçiler yolu kesmişti. Bizi de durdurdular. Koca koca silahları kafamıza dayanmış halde bulduk. Ben onlarla konuşmaya başladım. Orada bulunduğum 6 ay içinde hiç çelek yelek giymedim. Çünkü ben oraya hizmet etmeye gitmişim. Neden çelik yelek giyeyim? Sen benim kardeşimsin senden mi korkacağım? Senden korkarsam öbür taraftan farkım olmaz. Zaten ismim Mücahit diyince kapılar aralanıyordu (Gülüyor)

Size karşı ön yargı var mıydı?

Vardı tabii. Düşünün Felluce'nin tepesine her gün tonlarca bomba yağıyor. Aynı zamanda uranyumlu mermiler kullandılar orada. Savaşta gazeteciyim demek casus olma ihtimalini arttırır. Gazeteci elinde makine orayı - burayı çeker, insanlarla konuşur.

Nasıl yıktınız bu ön yargıyı?

Gidip Arapça konuşursun adamla. Konuşurken adamın gözünün içine bakarsın. Biraz da muhabbet edince o önyargıyı yıkıyorsun. Ten rengimiz farklı, ampul gibi dolaşıyoruz ortalıkta. Adam bakıyor tabii ters ters, bir "Selamun Aleyküm" diyorsun iş bitiyor.

Belki ahirette bonus olur

Iraklıların yaşadıkları yabancı bir gazeteciyi ilgilendirir mi?

Tabii beni ilgilendirir mi? ilgilendirmez ama işin bir de manevi boyutu var. Onlar zulüm altında yaşayan mazlum insanlar. Hani belki adamı teselli etmeye çalışmamız, sırtını sıvazlamamız ahirette bir bonus olarak geri döner. Böyle düşünüyorum çünkü biz böyle yetiştirildik.

Aklınıza kazınan bir anınız var mı?

O kadar çok var ki... Ama iki tane anlatayım. Evlat acısı denilen şeyin ne olduğunu duymuşuzdur. Kut Şehrinde bir anne tanıdım. Şehir bombardımana uğramış 70 ölü 170 yaralı var. Misket bombası kullanılmış, sokak kalbur haline gelmiş. Bombardımanın ardından şehre giren ilk gazeteci ekibi bizdik. Bir yandan çekim diğer yandan Türkiye kanallarıyla canlı bağlantı yapıyoruz. Ben canlı yayında ağlamaya başladım. Bir tane beyaz başörtülü siyah çarşaflı dev gibi bir kadın yanıma gelerek "gazeteci misin" diye sordu. "Evet" diyince yakamdan tutarak beni bir eve doğru fırlattı. Odanın ortasında sargılar içinde bir delikanlı yatıyordu. Kadın dedi ki "Kocam İran savaşında öldü. Diğer oğlum direnişçiydi çatışmada vefat etti. Bu çocuk benim hayattaki son varlığım, en son dayanağımdı. Yakında bu oğlum da ölecek ve o ölene kadar ben burada onun ceylan gözlerine bakacağım." Böyle bir acı var mı? Evladının karşısında, gözlerine bakarak ölmesini beklemesi.

Diğeri nedir?

Bağdat'ta bir sokakta patlama olmuştu. Hemen sokağa girip işimizi bitirdik. İki çocuklu çarşaflı bir kadın beni çağırdı. Çocukların ağlamasından sokak çınlıyordu resmen. Tercümanımız "gitme tuzak olabilir" dedi. Tercümanı ikna ederek kadının yanına gittik. Kadın tercümana benim yabancı olup olmadığımı sordu. Tercümanımız benim için "yabancı" diyince, "Çocuklarım üç gündür aç. Açlıktan ölecekler. Söyle de bana biraz para versin ne isterse yaparım" dedi. Tabii ben anlıyorum söylediklerini. 50 dolarım vardı "ümmi faddal" (buyur anne) dedim, "biz kardeşiz" dedim ve yanından ayrıldık. Kadın arkamızdan ellerini açarak dua etmeye başladı. Sözleri hala kulaklarımdan gitmiyor. Bu kadınlar benim annem, bacım. Hiç kimse benim anneme, kardeşime bunları yaşatamaz.

Döndükten sonra neler yaşadınız burada?

Döndükten sonra İstanbul'da duramadım. Orada koruma kalkanlarını kapatıyorsun. Her şeyi bekliyorsun. Ama döndüğünde bile beyin orada kalıyor. Bu hemen ortaya çıktı. Evde birisi kapıyı açtığında kendimi yere attım mesela. Çıldırmamak için hemen işe başladım. İlk işim de Taksim Meydanı'nda bir eylemi çekmekti. Robocop'lar dizilmişler, polis tertibat almış. Benim gözlerim sniperleri aradı. Kendi kendime şöyle düşündüm: "Sniper'in tam altına gidersem hedef alanından çıkarım." Daha sonra Bağdat'ta değil Taksim'de olduğum aklıma geldi. Şefime gidip "ben burada duramayacağım. Kafayı yemek üzereyim" dedim ve Afganistan'a gittim. Bir müddet orada kaldım.

Kitabı yazarken de çok ağladım

Bu kitap nasıl ortaya çıktı?

Oradayken vicdanın bir nebze rahat. Birinin sırtını sıvazlıyorsun, diğerinin gözyaşını siliyorsun, ihtiyacı olana yardım ediyorsun... Buraya dönünce yine Bağdat'tan ölüm haberleri televizyonlarda dönüyordu. 50, 60, 70 ölü. Aklıma neredeyse kazınıyor. Ben orada hiç not almadım. Orada yaşadığım her olay bir fotoğraf karesi gibi beynimde. Yaşadığım her şey belleğimde. Her yaşadığım beynimin içinde demir bir misket gibi. Bunları çıkarmam lazım. Nasıl olur bu, oturursun yazarsın. Kitap bambaşka bir olay, haber gibi değil. Haberi çeker gönderirsin. Orada kendilerine göre kırparlar. Kitabı nasıl istersem öyle yazarım. Bildiğim gibi, gördüğüm gibi aktarırım. Söz uçar yazı kalsın dedik ve gelecek nesillere de ders olsun, unutulmasın, somutlaşsın, biraz da vicdanımızı rahatlatalım istedik böylece "Direnişçi" ortaya çıktı. Kitabın içinde çok gözyaşı var. Beddua, intizar, dua, kan, barut var. Kitabın hamuru gözyaşıyla yoğruldu. Yazarken de çok ağladım.

Kitaba ilgi nasıldı?

İlgi muhteşem. Beni inanılmaz derecede sevindirdi.

Kitabın korsanının çıkması beni çok sevindirdi

Kitabın korsanı da çıkmış galiba

Korsanı çıkması beni ayrı boyutta sevindirdi. Diğer şehirlerden arkadaşlarım arayıp korsanı çıktığını haber verdiler. "Mahkemeye verecek misin" diye sordular. Valla getirin bulun o korsancı arkadaşı alnından öpeceğim. Çünkü bu kitabın yazılma amacı başka.

Kaldı ki kitap sitelerinde 6 TL. korsana da çok gerek yok

Belki de o arkadaş benim gibi düşündü. Hizmet amacıyla da basmış olabilir. Tebrik ve teşekkür ediyorum. Korsancı arkadaşa sesleniyorum "Lütfen basmaya devam et" (Gülüyor)

Bir de film projesi var sanıyorum

Hiltun Ajans'ın sahibi Tuna Kaçan Bey kitabı okumuş ve hoşuna gitmiş. Şu anda yapımcı ve yönetmenler okuyor. Senaristler değerlendiriyor. Bakın Amerikalılar bunu yapıyorlar. Bir de Müslüman bir gazetecinin gözünden bakılsın. Değişik ve güzel bir film olacak diye düşünüyoruz. Ben bu filmin Hollywood'da çekilmesini de istiyorum. O gözyaşlarının gözü suyu hürmetine. Belki bir tanesi kaldırır dua eder. Belki daha sonrasında Bağdat için, yeryüzündeki Müslümanlar içir daha iyi olur.

Kitaptan...

Gördüklerimi kabullenemiyorum, sindiremiyorum, bana ağır geliyor. Bir Müslüman kardeşimi bu şekilde görmek beni mutsuz ediyor, sarsıyor. İşte bu yüzden kötü oluyorum, bütün enerjim bir anda çekiliveriliyor bedenimden. Hiçbir Bağdatlı, hiçbir insan hak etmiyor bu gördüklerimi... Bebek mosmor, hemşire bir taraftan sırtına, poposuna vururken bir taraftan da ağzına hava tutuyor. Sonunda bebeğin sesini duyuyorum. Bir anda güneş doğuyor sanki içimdeki sıkıntı dağılıyor. İyi ki doğdun bebek ama Bağdat'ta doğdun!

Milli Gazete
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
KAN KUSAN MAKİNA: USA
24834.jpg

Gazetecinin gözünden Irak işgali
Cihan Haber Ajansı muhabiri Mücahid Akagündüz, Irak işgalinde yaşadıklarını “Direnişçi”de anlattı.

Klişeyi tekrarlayalım; Amerika’nın, ülke olmanın ötesinde bir karşılığı vardır. Sosyal bilimlere, felsefi ve edebi metinlere konu olmuş/olan bir Amerika... Bu haliyle o bir ülke değil, tasavvurdur. Kanaatimizce, iki Amerika’dan bahsedilebilir: Gidilen bir yer ve giden bir şey olarak Amerika…
Amerika; uzun, çok uzun bir zamandır yüzlerin çevrildiği bir ‘yeryüzü cenneti’dir. Tekno-uygarlığın, kapitalist ve liberal paradigmaların cilaladığı ekonomik, sosyal ve kültürel ‘değerler’in yaşandığı bir yurt… Dünyanın bütününde yokluğu hissedilen her bir şey Amerika’da çokça bulunuyor. İnsanlar ülkelerinden kopup Amerika’ya giderlerken, sadece bir ülkeden diğerine gitmiş olmuyor yokluktan varlığa da göç ediyorlar. Amerika’ya gidiş; yoksulluktan varsıllığa, esaretten özgürlüğe, ‘cehennem’den ‘cennet’e bir kaçış oluyor. ‘Taşra’dan ‘dünyanın kalbi’ne yolculuk… Bir ‘varlık hali’ olarak Amerika, ‘gidilen’dir.

24835.jpg


Amerika neden böyledir?

Sosyal ve siyaset bilimciler bu sorunun cevabını, ‘gidilen Amerika’nın arka yüzünde görünen dünyanın her bir yerine ‘giden Amerika’da buluyorlar. Yapılan araştırma ve okumalardan anlıyoruz ki Amerika, dünyanın her bir tarafına gidiş tarzı ve niyetiyle bugünkü vechesini edinmiştir. Afrika’ya, Asya’ya ve Ortadoğu’ya gitmiş, gittiği yerde bulduğu ne varsa heybesine koymuş, öylece dönmüş. Dünyanın ‘taşra’sını boşaltarak kendisini doldurmuş. Varlığını, dokunduğu yerleri yok ederek inşa etmiş. Ait olduğu vücuda kendinden kan pompalayan değil, vücuda ait kanı kendinde toplayan bir kalp olmuş. Yaşanılası bir ada oluşu; kurgulayarak, sömürerek ve savaş(tır)arak yaşanmaz kıldığı bir yeryüzüyle mümkün olabilmiş. Diyebiliriz ki, en çok nefret edilen olmasına rağmen en çok gidilen yer olmasının sebebi şudur: İnsanlar ancak Amerika’da olmakla Amerika’dan korunabileceklerini düşünüyorlar. Dünyanın her bir tarafına saldırdığı için dünyanın her bir tarafından kendisine gidişler oluyor.
Amerika’ya başkan olan isimler farklı olsa da, ortak paydaları, hemen hepsinin başkanlıklarında bir ülkeye saldırmış olmalarıdır. Mesela, Obama’dan önceki başkan Bush’a, Afganistan ve Irak’a saldırmak düştü. Saddam’ın kişiliğini ve pratiğini kendisine malzeme kılarak Irak’ın üzerine abandı. Bütün dünya, Amerika’nın 11 Eylül kurgusunu ve bu kurgunun açtığı yoldan Irak işgalini seyretti. Uçaklarla, ölüm makinesine dönüşmüş askerlerle Irak cehenneme döndü. Önce şeytanlaştırılıp sonra düşürülen Saddam’ın yerine Amerika oturdu. Bağdat ateşe verilerek, milyonları bulan ölüme imza atılarak Irak yaşanmaz kılındı, böylelikle bir hazine daha Amerika’nın oldu. Irak’taki çocukların ölümü Amerika’dakilere gıda oldu.
24836.jpg


Irak’la birlikte biz de öldürüldük!

Irak işgali ve sonrası, Amerika denen olgunun ve savaşın nasıl bir ‘düşüş’ olduğunu gösteriyor. Evet, kamera arkasından bakılan işgal, bir Amerika okumasına dönüşebilir. Biz bu işgali, kamera arkasından bakan gözlerin seçtiklerinden seyrettik; parçalanmış, iğdiş edilmiş, düzenlenmiş haliyle… Biricik olan o kadar insanın ölümü sayısal bir karşılığa indirgenerek etkisizleşti. Kadınları, erkekleri, çocukları, yakılan kentleri göremedik ve hissedemedik. Seyirci kılınmak suretiyle, bizim de öldü(rüldü)ğümüzü fark edemedik. Öyle olduğu için, bugün bu işgal gündemimizden düşmüş görünüyor. Hâlbuki Irak’ta yangın devam ediyor.
24837.jpg


Irak Savaşının ortasından bir çığlık!

Irak’a (da) giden Amerika’nın şahsında insani düşmüşlüğü görmek mecburiyetindeyiz. Ortadoğu’nun, İslam medeniyetinin, bütün bir insanlığın yitirdiklerini… Bu sebeple düzenlenmemiş, kurgulanmamış bir Irak işgali fotoğrafına ihtiyacımız var. Böylesi bir fotoğraf, bize çok katmanlı bir okuma imkânı verecektir. Mücahit Akagündüz’ün Kaynak Yayınları arasında çıkmış “Direnişçi: Irak Savaşının Ortasında” kitabı, önümüze bu fotoğrafı koyuyor. Vicdanına ve kalbine yaslanarak kamerasını omuzlayan Mücahit Akagündüz, işgalin ilk günlerinde Irak’ın ortasına atmış kendini. Bombaların düştüğü, insanların öldüğü, insan kurucu bir medeniyetin işareti kentlerin yakıldığı Irak’ta altı ay kalmış.
Kamerasının arkasından bakmakla yetinmemiş, an gelmiş çocuğu parçalanmış kadının yanı başına düşmüş. Bir çocuk, bir anne, bir baba olmuş Irak’ta. Bağdat’ın külleri düşmüş kalbine, ateşin düştüğü yer olmuş Felluce’de. Irak’ın, Bağdat’ın, direnmenin, çocuğunu yitirmiş annenin, ağzına mermi sürülmüş silahlara hedef olmanın, kopmuş bir kolun, cehenneme dönmüş ülkenin ne demek olduğunu gören göz, yaşayan kalp ve nihayette anlatan dil kesilmiş. Ortadoğu’nun bir kez daha televizyon ekranlarına, gazete manşetlerine haber olduğu bugünlerde, Mücahit’in çektiği Irak fotoğrafı biraz daha önem kazanıyor. Bu fotoğrafta insan vardır, hayat vardır, ölüm vardır, kirli siyasa vardır. Hepsinden öte, ait olduğu vücuda kendinden kan pompalayan kalple vücuda ait kanı kendinde toplayan kalp arasındaki fark vardır.


Nihat Dağlı unutmayalım bu acıyı dedi
 
Üst