Molotof "Ahmet Alp Altay"

ahze21

Yasaklı
Katılım
3 Kas 2006
Mesajlar
550
Tepkime puanı
5
Puanları
0
Yaş
46
Annesiyle kavga etmişti o gün. Bağırmış çağırmış, nihayet içindekileri dökmüştü. Kadıncağız sarf ettiği sözlerden çoğunu anlamamıştı bile. Gözyaşları yanağından yazmasına doğru isyan ederek akıyordu. Anlamadığı sözler onu yaralamayacak değildi ya. Elbet o sözleri oğlundan sinirli ve yüksek sesle duyunca parçalanmıştı yüreğini.
Annesi hiçbir zaman anlamamıştı ki onu zaten. Hep engel olmaya çalışmış, önüne geçmiş ama asla arkasında durmamıştı. Babasının da vefatından sonra ne kadar da ona ihtiyacı vardı hâlbuki. Şu köhne, iki göz evlerinde, bazen aç, bazen tok uyuyarak yaşamaya çalışmak kaç evde yaşanırdı? Her işi annesi üzerine almıştı. Babası öldüğünde daha ilkokul beşinci sınıftaydı. Tam altı sene, ikisinin de yüreğini çizerek geçmişti. Annesi babasının da sorumluluklarını üstüne almak zorunda kalmış fakat kadın başına üstesinde gelemediği çok iş çıkmıştı. Hele ev geçindirmek. Bu iş hepsinden de zordu. Bu yüzden okutamamıştı onu. Okutacağım diye gecesini gündüzüne katarak çalışmasına rağmen, babasızlığın da vermiş olduğu serbestlikle, oğlu okuldan kaçmaya ve çalışıp annesine bakacağını söylemeye başlamıştı. Annesi daha fazla dayanamamış ve zaten bükülmüş olan belini düzelterek “oğlum, madem istiyorsun, madem anacığına destek olmak istiyorsun; öyle olsun.” Diyerek, istemeyerek de olsa okuldan kaydını aldırmıştı.
Sokaklara ayakkabı boyacılığıyla atılmıştı. Herkesi ve her yeri artık avucunun içi gibi ezberlemeye ve her türlü insanla tanışmaya başlamıştı. Annesi başlarda onunla çok gurur duyuyor, eve her geldiğinde onun evin reisi olduğunu her hareketiyle ve sözüyle gösteriyordu. O yorgun haliyle, yatakta iki seksen uzanan oğluna hemen bir çırpıda ocakta yemek hazırlayıp önüne sofrayı kuruyor, sonra da meyve soyarak elleriyle besliyordu. Ta ki şu son iki yıla kadar.
Son iki yılda edinmiş olduğu arkadaşlar annesinin hiç hoşuna gitmiyordu. İşleri güçleri olmayan bu adamlar tamamen vaktini almaya başlamışlardı. Başlangıçta sadece kahvehane köşesinde oyun arkadaşı görüntüsü veren bu kişiler ilk önce düşüncelerini sonradansa kişiliğini değiştirmeye başlamışlardı. Artık annesini küçük görmeye, hiçbir şeyden anlamayan bir avam olarak görmeye başlamıştı. Onun için annesi hayatını başkalarına kölelik yaparak geçirmeye razı olmuş bir acizdi. Kim bilir kaç kere bu halde olmalarına sebep şu sistemin bozukluğu diye bağırmış ama annesi hiç bir şey anlamamıştı. Kadıncağız işin vermiş olduğu yorgunluğun etkisiyle gözleri kısık, saf saf bakarak “ Oğlum! Sistem dediğin de nedir?” diyerek oğlunu daha çıldırtmıştı. Artık annesinin o saf ve cahil yüzünü görmemek için eve daha da geç gelmeye başlamış, sabahlara kadar sokaklarda gezer olmuştu. Annesinin geceleri pencerelerde, onsuz başlayamadığı yemekleri yemediğinden kaç gece aç susuz sabahladığından haberi de olmamıştı.
Yeni arkadaşlarından çok şey öğreniyordu. Beyni, yepyeni capcanlı hücreler ediniyordu sanki. Aydınlanıyordu. Diğer insanlar, meğerki ne kadar da akılsızlardı. Hiç düşünmeyen bir cahiller, köleler ordusu. Sisteme başkaldırmayan, uçurumdan atlayan arkadaşlarının arkasından atlayacak kadar bilinçsiz ve iradesizler sürüsü gibi görünüyordu artık herkes. Yeni bir düzen gerekiyordu artık. Bu kaçınılmazdı. Ezilen bir millet için özgürlük savaşı. Bir mücadele ki yıllar, hatta asırlar sonra bile tarih kitaplarında anlatılacak. Ve bu büyük furuatın içinde başrol oyuncusu olarak sonsuza büyük bir imza atmak; ona söylenenler içinde zihnini en çok meşgul eden konu olacaktı.
Artık fakir, aciz ve el açan, hele ki bu gaflet uykusunda uyuklayan halk içinde bir fert olmak istemiyordu. Kendisi farklıydı. Düşünebiliyordu artık. Yanlışı doğrudan ayıran kalın çizgiyi görmüştü beyni çoktan.
Uzun süredir beraber olduğu dostları onun herkesten çıplak gözle bakıldığında bile ayırt edilebilecek kadar farklı olduğunu söylüyordu. Algısı, önsezileri, muhakemesi diğer insanlardan onu hemen ayıran özellikleriymiş ve gücü ve kuvvetine içinde bulunduğu davasının ihtiyacı bir gün olacakmış elbet. Ama ne zaman? Tabii ki de kendisini karanlıklardan çıkaran, sürü içinde bir koyun olmaktan kurtaran davasına hizmet etmeliydi, hem de sonuna kadar. Beklemeliydi. Ona böyle söylenmişti. O zaman sabretmeli, biraz daha bu karanlık dünyaya bir ışık yakabilmek için dayanmalıydı.
Beklediği gün çok geçmeden geldi. Dostları ona davanın ihtiyacı olduğunu söylemişlerdi. Heyecandan içi kıpır kıpır olmuştu. Yüzünde beliren gülümsemeye de mani olamamıştı. Hemen kendine gelip işin ciddiyetine varmalıydı. Can kulağıyla söylenenleri dinledi. Yapılacak görev gayet basitti. Hak ve özgürlük için yürüyüş düzenlenecek, bu yürüyüşe engel olmaya çalışanları uzak tutmak içinse maskeler giyilecek, yaklaşan polis araçlarını caydırmak için de önlerine Molotof kokteyli atılacaktı. Hayatında çok Molotof kokteyli atıldığını görmüş fakat hiç atmamıştı. Eğlenceli olsa gerek, diye düşündü.
Sonunda birileri tarafından fark edilmenin vermiş olduğu hazla Molotof kokteyli için şişelerin nasıl hazırlandığını seyretti. Ağızlarına kumaş parçaları geçirilmesine yardım etti. O gün gece geç saatlere kadar hazırlıklarla uğraştılar. Annesinin artık uyumuş olduğunu düşünerek eve doğru adımladı. Kapıyı açıp içeriye girdi. Annesinin siluetini belli belirsiz bir şekilde pencerenin önünde fark etti. Annesi hemen kalkıp oğlum benim, diyerek sarıldı ona. Soğuk bir tavırla kollarını boynundan uzaklaştırdı. Annesinin az önceki mütebessim yüzü şimdi hüzün bulutlarını çağırıyordu. Hiç bir şey söylemeden terk etti onu ve yattığı yerden yarın ki eylemi hayal etmeye başladı. Uykuya dalarken içeriden gelen hıçkırıklar onu hiç de rahatsız etmemişti.
Sabah heyecanla kalktı. Hemen gidip vazifesine başlamalıydı. Odadan çıkınca karşısında dışarıya çıkmak için hazırlanmış annesini gördü. Ona bugün işinin olmadığını ve bazı işlerini görmek için pazara ve akrabalarını ziyaret edeceğini söyledi ve bir kez olsun yanağından öpebilmek için uzandı ama kaçan oğlunu tutamadı.
Artık eylem planı uygulanmaya başlanmıştı. Ellerde pankartlar, dillerde sloganlar en ateşli şekilde savruluyordu. Bütün esnaf, daha önceden uyarıldıkları için dükkânlarının kepenklerini korkarak örtmüşlerdi. Meydan onun ve dostlarınındı artık. Tozu dumana katıyorlar, bağırıyorlar ve devlete ait durak, sokak lambaları ve kaldırım taşları gibi ne varsa kırıyor, parçalıyor, zarar veriyorlardı. Bunu yapmalarının sebebi dinlenmek ve duyulmaktı. Çok geçmeden duymalarını istedikleri de gelmişti zaten. Polisler ellerinde copları ve biber gazlarıyla onları mahalle aralarına kadar kovalamışlardı. Fakat bir yolunu bulmuşlar tekrar şehir merkezini doldurmuşlardı. Önü alınamayan bir sel gibi aşıp gidiyorlardı. Taksiler, otobüsler sağa sola kaçışıyorlardı. Artık olaya çevik güç araçları, panzerler de dâhil olmuştu. Tazyikli su sıkan bu araçlara karşı kendileri de akşamdan hazırlamış oldukları Molotof kokteylleriyle karşılık veriyorlardı. Artık tam bir meydan muharebesine dönmüş sokaklarda kim sivil kim eylemci ayırt edilemez olmuştu.
Bir aralık onun da eline Molotof kokteyli tutuşturulmuştu. Öyle heyecanlanmıştı ki onu şaşkınlıktan bir süre seyretti. Sonra en güzel nereye atarsam daha etkili olur diye düşünmeye ve dikkatlice çevreyi etüt etmeye başladı. Dükkânlara ve polislerin üzerine doğru korkutma amacıyla zaten arkadaşları atıyorlardı. Sıra kendisindeydi ama böyle sıradan olmamalıydı. Elindeki çok değerli bir şeydi ve değerli bir yere gönderilmeliydi. Bir aralık gözüne köşede durmuş içindeki yolcuları boşaltan bir belediye otobüsü ilişti. İşte, molotofumun en güzel yakışacağı ve herkes tarafından etkisinin görüleceği yer, diye düşündü. En son inen yolcunun da uzaklaştığını gördükten sonra yakmış olduğu molotofu hafifçe gerilerek nişanlamış olduğu otobüse doğru fırlattı. Havada süzülerek otobüsün kırık penceresinden içeri giren şişe büyük bir gürültüyle parçalandı. Alevlerin etkisiyle zaten eskimiş olan koltuk döşemeleri hemen tutuştu ve araç bir iki dakikada alev topuna döndü. Uzaktan izlediği manzaranın vermiş olduğu keyif anlatılamazdı. Herkes yanan araca bakıyordu. İşte başarmıştı. Herkesin dikkatini çekmişti.
İnsanlar endişeli yüzlerle otobüse bakmaya devam ediyorlardı. Bazıları yardım edin, yardım edin, diye bağırmaya başlamıştı. Neye yardım edecekler ki, diye düşündü, yanan bir otobüstü sadece.
Otobüste birisin kalmış olabileceğini hiç hesaba katmamıştı. Yanan aracın uzaktan da olsa etrafında dolaştı ve ateşler içinde yanan birisini gördü. Alevler sanki yutuyordu. Yüzü gözü seçilmiyordu. Etraftan itfaiye araçlarının siren sesleri geliyordu. Hemen yetişseler iyi olacak yoksa benim elimden biri ölecek, diye düşündü.
Orada fazla duramazdı. Hemen bir apartmana saklanıp yüzündeki maskeyi bir kenara attı. Dostları da zaten ortalıktan hemen kaybolmuşlardı. Bir müddet orada, merdiven boşluğunda bekledi. Kalbi güm güm atıyordu. Heyecanını ve soluklarını kontrol etmeyi bir süre sonra başardı. Sessizce ve dikkat çekmeyerek dışarıya çıktı. İnsanlar söndürülmüş olan otobüsü çevrelemişler ve yerde yatan birini izliyorlardı. Çehreleri ekşiydi. Bazıları çığlık atarak bayılıyordu. Polisler meraklı kalabalığı dağıtmaya çalışırken kendisini tutamadı ve sebep olduğu kişiyi görmek için önleri zorladı. Yanan kişiyi gördüğünde sebepsizce yere, dizlerinin üstüne düştü. Bacaklarından beynine doğru bir uyuşukluk peyda oldu. Acı bir ses çıktı ağzından ve yere sırtüstü yığılıp kaldı. Görmüş olduğum annem mi gerçekten, diye sordu; kalbi ve beyni “evet” dedi.
AHMET ALP ALTAY
 
Üst