Modernitenin Boşluğunda (Ahmet Alp Altay)

ahze21

Yasaklı
Katılım
3 Kas 2006
Mesajlar
550
Tepkime puanı
5
Puanları
0
Yaş
46
Yer: Amerika Birleşik Devletleri'nin New York şehri. Tarih: 2001 Temmuz. İş merkezleriyle donatılan upuzun caddelerde dolaşıyor, kalabalıklar içinde kendini yapayalnız hissediyordu. Hayatın bütün zevklerini tatmış; ama bir türlü tatmin olmamıştı. Hayatında hâlâ kayda değer bir şey olup olmadığını düşünüyor; ama aklına bir şey gelmiyordu. Dolayısıyla hiçbir şey yapmak istemiyor ve içini büyük bir boşluk duygusu kaplıyordu. Bir ân önce bu içini yakıp kavuran boşluk duygusundan kurtulmak için, ölümün en çıkar ve basit yol olduğunu düşündü. Çalıştığı işyerinin en yüksek noktasına çıkmaya başladı. Saatlerin ve zamanın hiç önemi yoktu artık. Yüreği, ezilmiş buruşuk bir kâğıt gibiydi. Gecenin soğuğu, vücudunun her yerine çarpıyor; ama ona tesir etmiyordu. Beyni tam bir motor gibi çalışıyor ve ona: "Bırak yalnız başına bu dünyada yaşamayı, çek git buralardan!" diyordu. Hâlbuki ölüm sonrası da onun için karanlıktı. Ona göre inanmak, çaresizlerin dilinden dökülen bir sığınaktı. Ama ne garip ki, şu ân kendisi de oldukça çaresizdi.

Dudaklarından şu sözler döküldü: "Bir de buraya 'rüyalar ülkesi' diyorlar. Hıh! Hani nerede? Neden bana kâbus gibi geliyor?" Öleceğini bilmenin vermiş olduğu cesaretle "Hadi be!" diye avazı çıktığı kadar bağırdı.

Merdivenlerden çıktıkça adımları daha da hızlanıyordu. Her gün ofisine gitmek için kullandığı bu merdivenlerde yorulur ve yavaşlardı. Oysa şimdi ayaklarının altından akıp gidiyordu merdivenler. Binanın en zirvesine çıkmıştı. Rüzgâr burada daha sert esiyordu. "Boş ver gitsin." diyordu. "Boş ver, artık ne önemi vardı ki, hasta olmaktan korkmanın." Şunun şurasında ne kadar kalmıştı ki! Artık nefeslerini sayıyordu. İşte aldığı sondan 5. nefes, bu 4. , bu 3. ve bu 2. ...

Dokuz katlı binadan tam atlayacaktı ki, aşağıda, daire şeklinde, hepsi birbirinin yüzünü görecek vaziyette yere bağdaş kurup oturmuş insanları gördü. Üstlerindeki giysiler de, hiç buralılara benzemiyordu. Kaldırımın kenarında böyle bir şekilde oturmak, buralılara has bir şey değildi. Binanın çatısından yüzlerini görebilmek için daha dikkatli baktı. Birbirlerine tebessümle bakıyorlardı. Bir yandan da sağ ellerini kaldırıp göğüslerine koyuyorlardı. Garip bir şeydi bu.

Merak öyle şeydir ki, bazen insanlara en olmadık yerde en garip işi yaptırır. "Bu insanlar ne yapıyorlar?" diye düşündü. Yapılacak başka bir iş yoktu. İnip soracaktı. Hem ölüm bir iki dakika daha bekleyebilirdi. Merakla aşağı indi. Soluk soluğaydı. Koşmasının sebebi, gidebilmeleri ihtimaliydi. O zaman merak içinde, nasıl gidip de ölüme atlanırdı ki?

Gördüğü adamlar, Müslüman'a benziyordu. Hepsi birbirlerine tebessümle bakıyordu. Yanlarına iyice sokuldu. Ne konuştuklarını anlamaya çalıştı. Ama nafile, konuşmaları farklı bir dildeydi. Belki bir iki kelime anlarım diye düşündü, fakat anlayamamıştı. Cesaretini toplayıp İngilizce selâm verdi. Mukabele yine İngilizceydi. Sevinmişti.

- Affedersiniz! Ben yukarıdan sizleri gördüm (o esnada herkes yukarıya bakmıştı). Merakımı affedin ama siz kimsiniz ve nerden geldiniz?
- Biz Asya'dan geldik.
- Peki, neden böyle yere oturuyorsunuz? Eviniz barkınız yok mu sizin?
- Var. Ama buraya oturmamızın sebebi yorgunluğumuz. Günlerdir yollardayız.
- Şimdi soracağımı garip karşılamayın; ama lütfen bana söyleyin, nasıl böyle birbirinize devamlı samimi bir tebessümle bakabiliyorsunuz?
- Biz birbirimizi kardeş biliyoruz. Allah; 'Sizler kardeşsiniz!' diyor. Nasıl kötü bakalım ki? Kardeş kardeşe kem bakmaz.
- Allah' mı? O da ne?
- Bütün varlığın Yaratıcı'sı ve merhamet edicisi. Gönüllere huzur bahşeden, her şeyin yegâne Sahibi.

Bu sözleri duyunca içi cız etti. Yıllar boyu o, huzur kelimesinin pratiğini aramamış mıydı? Şimdi ne kadar da rahat bir şekilde birinin ağzından çıkıvermişti. Hâlbuki o, huzuru hep başka yerlerde, dünyevî şeylerde aramıştı. Ha şurada, ha burada deyip en çirkef işleri yapmıştı. Ona "Huzur, dağ başında kuzu çevirmede; huzur, tatilde havuz başında keyiflenmede; huzur, alışveriş merkezlerinde durmadan tüketmekte(!)" denmişti. Hâlbuki bunların hiçbiri ona huzur vermemişti. Şimdi ise buralı olmayan, üçüncü dünya ülkesinden gelme birinin ağzından çıkmıştı bu kelime.

- Huzur mu dediniz? Kim gönüllere huzur veren?
- Allah! Tabi ki Allah! Kalbler ancak Allah'ı anmakla huzur bulur. Tecrübe et anlayacaksın.

"Allah" ismini mırıldandı. O'nun mânâsını anlamaya çalıştı. Gönlünde bir sıcaklık hissetti önce, sonra bir sessizlik. Sonra depremler oluyor zannetti yüreğinde. Depremler sanki içindeki karanlıkları yakıp yıkıyordu. Damarlarından akıp duran kan değil, sanki kor bir ateşti. Kollarına, bacaklarına ve en son beynine ulaştı. Bununla gönlü huzur bulmuştu, yüreği aydınlanmıştı. Allah inancıyla hayat, kâinat ve insan mânâsızlıktan çıkmış ve her şey yerli yerine oturmuştu. Artık Allah'ın verdiği cana, kıymak da mânâsızdı. Yüzünde tebessüm, gökyüzüne bakıyor ve durmadan "Allah" diyordu; "Allah, Allah, Allah!" Artık o, huzura ermiş, kul olmanın saadetini yaşıyordu.

Ahmet Alp Altay
 

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
Rabbimizin özel bir vesile ile hidayet ettiği bir gayr-ı muslimin çok güzel bir ihtidası...
Yazandan ve nakledenden Allah Razı Olsun.

:good:
 
Üst