Modern dünyada geleneksel islam

İstihya

Doçent
Katılım
25 Eyl 2010
Mesajlar
723
Tepkime puanı
122
Puanları
0
MODERN DÜNYADA GELENEKSEL İSLAM-S.Yalsızuçanlar


Bugün Müslümanlar arasında İslam ve modern düşüncenin karşılaşması kadar heyecan ve tartışma doğuran çok az konu vardır. Konu, elbette siyasetten sanata kadar uzanan bir çok alanı kapsamaktadır ve bu, unsurların objektif bir gözle analizini ve meselelerin soğukkanlı anlaşılmasını engelleyen şiddetli tepkilere ve suçlamalara sebep olmaktadır. Bütün tartışmalar, modernleşmiş Müslümanların durumun eleştirel bir değerlendirmesi ve yaygın görüşe uyup uymadığına önem vermeksizin gerçeğin açıkça söylenmesini engelleyen modern dünya karşısında duydukları bir zafiyet ve aşağılık hissi yüzünden yönünü kaybetmiştir. O halde, işe önce ‘modern düşünce’den ne anladığımızı açıklayarak başlayalım. ‘Modern’ terimine, ‘çağdaş’ (contemporary) gibi, sadece ‘yenileyici’, ‘yaratıcı’ gibi veya zamanın ilerlemesine ayak uyduran gibi pek çok anlamın katıştırılması ilginçtir. Modernizm tartışılırken ilkeler ve hatta gerçeğin kendisi çok nadiren göz önüne alınmaktadır. Hiçbir zaman şu veya bu fikrin, tarzın veya kurumun gerçeğin bir yönüne uyup uymadığı sorulmamaktadır. Tek melse onların modern olup olmadığıdır. Günümüz müslümanının modernizmi anlamasını zorlaştıran başka bir sebep de, modern dünyayı temsil eden hem akıl, hem de sanatsal düzlemdeki açılık, berraklık ve kesinlik eksikliğidir. Aslında modernizm etkisi, o aydınlığı karartmış, geleneksel İslam’ın fikir ve sanat eserlerinde gözlemlenen o billur gibi şeffaflığını bulandırmıştır.
‘Modern’ terimini kullanırken, elbette onu ne ‘çağdaş’, ne ‘yenilenme’’, ne de tabiatın fethi ve onun üzerinde tahakküm kurmada başarılı olma anlamında kullanıyoruz. Aksine, ‘modern’ bizim için gerçekte her şeyi yöneten ve en evrensel anlamda insana vahiy yoluyla bildirilen ebedi ilkelerden ve aşkın olandan koparılan şey anlamındadır. Bu nedenle modernizm, gelenek (el-din)’in zıttıdır; o daha öncede de belirttiğimiz gibi sadece insanı ve şimdilerde insanaltını, ilahi kökeninden koparılan ve ayrılan şeyi simgelemektedir. Açıkcası, gelenek daima insanla birlikte olup onu temsil ettiği halde, modernizm çok yeni bir kavramdır. İnsan yeryüzünde yaşadığı müddetçe ölüsünü toprağa gömmüş ve dünyadan sonraki hayata ve ruhlar alemine inanmıştır. Yeryüzündeki insan hayatı yüzbinlerce yıldır geleneksel olmuş ve Allah ile tabiat arasındaki ilişki, Allah’ın tecellisi ve yaratılış açısından hiçbir zaman evrim geçirmemiştir. İnsanın bu kadar uzun bir tarih boyunca arz üzerinde Allah’ın halifeliğini yerine getirmesi ve Ona itaat etmesi ile kıyaslandığında, 15.yüzyılda Batı Avrupa’da Rönesans ile başlayan modernizmin hakimiyeti, çok kısa bir süreye tekabül eder. Dahası, şu anda bu kısa zaman zarfında yaşamaktayız; bu dönemde modernizmin gücü sayesinde Müslümanlar ümitsizliğe düşmüşler, dünyanın aldatmacalarıyla bezenmiş sahte mutluluklarla avunmaya başlamışlardır.
‘Modern düşünce’ teriminde kullandığımız ‘düşünce’ (thought) kavramı üzerinde de durmak istiyoruz. Bu bağlamda kullanılan düşünce kavaramı geleneksel olmaktan çok modern bir anlam taşımaktadır. Geleneksel eserlerde kullanılan Arapça fikr ve Farsça enedişe kelimeleri aynı manaya gelmemektedir. Aslında Pascal’ın kullandığı Fransızca pense kelimesi geleneksel anlayışa daha uygundur, çünkü bu terim ‘düşünce’den ziyade ‘tefekkür’ (meditation) anlamındadır. Düşünce teriminin genellikle tebarüz ettirdiği tamamıyla beşeri, bu nedenle de ilahi olmayan aklı faaliyet anlamına karşılık, fikir ve endişe kelimeleri tefekkür ve temaşa ile alakalıdır. Eğer buna rağmen hala ‘düşünce’ terimini kullanıyorsak bu, bu tarz düşünce faaliyetinde bulunan bir topluluğa hitap ettiğimiz ve kullandığımız dil itibariyle ifadede acze düşmeksizin aynı anlam kapsamına sahip, pek çok akli faaliyet tarzını kapsayan, ancak dikey anlamda ‘düşünce’ teriminin çağdaş kullanımda sahip olduğu sınırlamadan beri olan başka bir terimi kullanamadığımız içindir.
Modern düşünceyi kapsayan ve ilimden felsefeye, psikolojiye ve hatta dinin bazı yönlerine kadar uzanan bu düşünce faaliyeti tarzları, modern düşünceye İslami bir cevabın verilmesinden önce üzerinde durulması ve fark edilmesi gereken bazı ortak özelliklere sahiptir. Modern düşüncenin belki de en önemli özelliği onun antropomorfik karakteridir. İnsandan başka bütün ilkeleri reddeden bir düşünce şekli antropomorfik değil de nedir? Elbette şimdi buna, modern ilmin kesinlikle antropomorfik olmadığı, ancak modernlik öncesi ilimlerin insan merkezli kabul edilmesi gerektiği şeklinde bir itiraz gelebilir. Fakat görünüşe rağmen, bu konunun epistemolojik faktörü açıklandığında bu itirazın hayal mahsulü olduğu kolayca anlaşılabilir. Modern bilimin insanın ruh, akıl ve hatta psişe olarak hiçbir yerinin olmadığı bir evreni tahayyül ettiği ve bu yüzden evreni ‘gayri insani’ ve insani düzleme ait olmayan bir şekilde gördüğü doğrudur.
Ancak modern insan, insan gerçeğini evrenin genel yapısından soyutlayan bir bilim oluşturmasına rağmen, bu bilimi belirleyen bilgi araçları ve kriterleri sadece ve sadece insandır. Modern bilimi belirleyen insan aklı ve duyularıdır. İnsanın aklına, en uzak galaksilerin bilgisi bile doldurulmuştur. İnsanın soyutlandığı bu bilimsel dünyanın, bilimin ne olduğunu belirleyen şeyin bilginin öznelliği olduğu göz önünde tutulduğunda anatropomorfik bir nitelik taşıdığı açığa çıkmaktadır.
Öte yandan, geleneksel ilimler derin bir biçimde, antropomorfik tabiatlı değildirler, yani bilginin yeri ve kabı insan aklı değil, en üst düzlemdeki İlahi İlm’dir. Gerçek ilim yalnızca insan aklına değil, gerçekliğin insan üstü düzeyine sahip, fakat insan aklını aydınlatan İlme dayanır. Orta çağ kozmologları insanı her şeyin merkezine oturturken, bunu Rönesans Hümanizmi gibi dünyevi ve fani insanın her şeyin ölçüsü olduğu fikriyle değil, insanların kainatı, en düşük basamağı insan tarafından doldurulan ve insanın yükselmesi gereken bir makamlar hiyerarşisi olarak görmesini sağlamak için yapmışlardır. Bir kişi ancak bulunduğu yerden itibaren bir yolculuğa başlayabilir, başka bir yerden değil.
Antropomorfizmin kendini modern ilimde bu şekilde göstermesi, onun psikoloji, antropoloji veya felsefe gibi düşüncenin diğer şekil ve yönlerinde daha açık bir şekilde gözlemlenmesini sağlar. Atası felsefe olan modern bilim, insan gerçeğin ölçüsü yapıldığı andan itibaren tamamıyla antropomorfik hale gelmiştir. Descartes, “Düşünüyorum o halde varım” (Cogito ergo sum) dediğinde, kendi sınırlı nefsinin bilincinde olmasını varlığın ölçüsü olarak ortaya koymuş oluyordu. Çünkü Descartes’in söylediği ben, geleneksel öğretilere göre sadece ‘ben’ deme hakkına sahip ilahi ‘ben’, Hallac’ın “Ben Hakkım” (ene’l hak) ifadesindeki ilahi ‘Ben’ değildir. Descartes’e kadar insan varlığını ve gerçekliğin farklı düzlemlerini belirleyen Allah’ın varlığı idi. Ancak Kartezyen rasyonalizm ile birlikte, insanın bireysel varlığı hem gerçekliğin, hem de hakikatin ölçüsü haline gelmiştir. Batı düşüncesinin gelişiminde çevre şartlarının göz ardı edilmesiyle birlikte ontoloji epistemolojiye, epistemoloji mantığa ve son olarak da mantık tıpkı bugün revaçta olan akla karşı ‘felsefeler’le karşı karşıya gelmiştir.
Batı’da Ortaçağ’dan sonra olan şey, gerçekliğin üst tabakalarının hem sübjektif, hem de objektif alanlarda kaldırılmasıdır. İnsanda akıldan daha yüksek ve nesnel dünyada o aklın normal insan duyuları yardımıyla anlayabileceği şeyden daha üstte hiçbir şey yoktur. Bu , hiç kuşkusuz “Thomas Aquinas’ın meşhur uygunluk (adaquatio) prensibi hatırlanırsa, vuku bulmak zorundaydı denebilir. Zira bu prensibe göre, bir şey bilmek için onun tabiatına uygun ve ona yeterli bir bilgi aracı bulunmalıdır. Öte yandan modern insan kendisinden başka hiçbir prensibi kabul etmediği için aklından ve düşüncesinden kaynaklanan her şey de ancak insan eseri olabilir.
Modernizmin antropomorfizmle ilgili diğer bir özelliği de, modern dünyayı karakterize edecek ilkelerin olmayışıdır. İnsan tabiatı, ilke olarak kabul edilmek için çok istikrarsız, değişken ve kaypaktır. Bu sebepledir ki, insanın seviyesini yükseltmeyen ve antropomorfik bir düşünce tarzı ilkelerden mahrum olacaktır. Hayatın hemen her alanında ve ahlak alanında (ahlak sadece hareket alanına indirgenemezse de), başka açıdan ise siyaset ve iktisatta herkes bu ilke eksikliğini hissetmektedir. Buna, bilimler bahane gösterilerek karşı çıkılabilir. Buna karşı ise ne deneycilik, ne tümevarımla doğrulama, ne de aklın doğruladığı duyu verilerinin metafizik ilkeler olarak görülemeyeceği cevabı verilmelidir. Onlar, meydana getirdikleri ilim gibi kendi alanlarında geçerlidirler.. ancak, belli bir gerçeklik düzleminde birçok şeyi keşfeden, fakat yüksek ilkeleri tanımaması nedeniyle tam da bu keşif ve icatlarla bir dengesizliğe yol açan modern bilim gibi, bu metodlar da ebedi ilkelerden kopukturlar. Modern bilimler içinde sadece matematiğin bir takım metafizik ilkelere sahip olduğu söylenebilir. Matematik, her şeye rağmen Eflatuncu bir bilim olarak kalmış ve insan aklının keşfettiği kanunları (insan aklının Külli Akıl’ın bir yansıması olduğunu göstermesi gibi) metafizik ilkeleri yansıtmaya devam etmektedir. Diğer bilimlerin bulguları da , elbette bir kısım gerçeklik ölçülerine uydukları derecede sembolik ve metafizik bir özelliğe sahiptirler, ancak bu, bu bilimlerin metafizik ilkelere bağlı oldukları ve daha yüksek bir bilgi formuyla bütünleştikleri anlamına gelmez. Böyle bir bütünleşme mümkün olabilirdi ama olmamıştır. Bu sebeple, tıpkı modernizmle bağdaştırdığımız düşünme ve hareket tarzının diğer ürünleri gibi modern bilim ve onun genellemeleri, modern dünyayı niteleyen ilkesizlikten mustariptirler, bu eksiklik modern dünya ilerledikçe kendini daha ağır bir şekilde hissettirmektedir.
Modern devirden önce başka hangi bilgi vasıtalarının olduğu sorulabilir. Bunun cevabı, en azından İslam’ın fikri hayatını bilen Müslümanlar için açıktır: vahiy, akli (intellectual) sezgi veya vizyon (zevk, keşf veya şuhud). Müslüman aydınlar, vahyi, günlük hayatla ilgili manevi kuralları içeren bir yol olarak değil, birincil bir bilgi kaynağı olarak görmüştür. O, varlığının özündeki ‘kalp gözü’ (aynu’l kalb) açılıncaya ve ilahi hakikatleri fark edinceye kadar insanın kendini saflaştırması gerektiğinin de farkındadır. Son olarak, aklın bilme gücünü kabul etmiştir. Ancak bu akıl her zaman bir yanda vahye, diğer yanda ilhama (sezgi) bağlı olan bir akıldır ve bunlardan beslenir. İslam dünyasında bu bağı koparmaya çalışan ve aklın vahiy ve ilhamdan bağımsız olduğunu ilan eden küçük bir grup,y İslam düşüncesinin orta yoluna hiçbir zaman girememişlerdir. Marjinal kabul edilen bu Müslümanların tersine Ortaçağ sonrası Batı düşüncesi, bilgi aracı olarak hem vahyi, hem de ilhamı reddettiği için, ilham ve vahye adayalı aklı savunanlar her zaman marjinal kalmışlardır.çağımızdaki din felsefecileri ve ilahiyatçılar bile, İncil’in bir St. Bonaventire tarafından ortaya konulan bir tarzda scientia’yı (ilmi) belirleyecek ve onunla bütünleşecek bir akli bilgi kaynağı olduğunu nadiren söyleyebilirler. İncil’i aklın rehberi olarak gören çok azının ise, Kitab-ı Mukaddes’in son derece sathi tefsirleriyle elleri kolları bağlıdır ki, modern bilimle mücadelelerinden rasyonalist kampın taraftarları kaçınılmaz biçimde galip olarak çıkmaktadırlar.
Modernizmin bu ve diğer göze çarpan özellikleri incelendiğinde, onun yansımalarını anlamak için altında yatan insan kavramını anlamak gerektiği sonucuna varılır. Modern insanın kendini ve kaderini nasıl algıladığı, Allah ve dünya karşısındaki konumunu nasıl gördüğü anlaşılmalıdır. Ayrıca, fikirleri modern dünyayı şekillendiren ve şekillendirmeye devam eden insanların ruh ve zihinlerini etkileyen şeyi anlamamız da temel önem arzetmektedir. Mesela, Gazali ve Mevlana ile Erigena ve Eckhart Batı’da aynı anda bir üniversitede bulunsaydılar, yeni bir felsefe türü ortaya çıkabilirdi. Bir kişi hangi haldeyse o duruma uygun olarak düşünür veya Aristo’nun da dediği gibi bilgi, bilenin durumuna bağlıdır. Allah’tan bağımsız, kendi kaderinin tek hakimi, yeryüzüne bağlı, ancak onun sahibi olan, profan tarihsel zaman içinde, mükemmel bir gelecek fikrini uhrevi hakikatlerin yerine ikame eden, ruhlar alemine ve onun isteklerine tamamen karşı olmasa bile en azından kayıtsız kalan ve kutsal kavramından yoksun olan modern ‘insan’ kavramını incelediğimizde, modernist Müslüman reformcuların daha önce anlattığımız şekilde İslam ve modernizmi bağdaştırırken ne kadar abesle iştigal ettiklerini görebiliriz. İslamın insana bakışını, yani homo İslamicus’u ele aldığımızda, onun modern insan kavramıyla uzlaşamayacağı apaçıktır.
Homo İslamicus öncellikle Allah’ın kulu (abd’Allah) ve onun yeryüzündeki halifesidir(halifetullah fi’l ard). O, tesadüfen konuşabilen ve düşünebilen bir hayvan değil, Allah tarafından yaratılmış bir ruh ve nefese sahip olan bir yaratıktır. Homo İslamicus bitki ve hayvan tabiatlarını da ihtiva eder, çünkü yaratılmışların efendisidir(eşref’l-mahlukat) fakat hayatın daha alt düzeylerinden evrimle bu hale gelmemiştir. İnsan her zaman insandı. İslami açıdan insan yeryüzünde yaşamaktadır ve dünyaya ait değildir ve ihtiyaçları salt dünyevi değildir. İnsanın yeryüzünde hükmetmesi, kendisi için değil, bütün yaratıklardan üstün olduğu ve Allah’ın halifesi olduğu içindir. Bu yüzden yaratılmış düzenin Allah’a karşı sorumlusu odur ve Allah’ın yaratıkları için bir de rahmet vesilesidir. Homo İslamicus, bölen ve analiz eden bir akla, yani ratio’ya sahiptir. Ancak zihni melekleri sadece akılla sınırlı değildir. Ayrıca meşhur “Nefsini bilen Rabbini bilir” (Men arefe nefsehu fekad arefe rabbahu) hadisine göre, Allah’ı bilmenin anahtarı olan kendi iç benliğinin bilgisine, içsel bilgi imkanına da sahiptir. Bilincinin maddi bir dış sebeple değil, ancak Allah tarafından yaratıldığını ve ölümlü olduğunu bilir. Bu sebeple, homo islamicus kıyamete dair gerçeklerden, yani dünyada yaşarken, asıl mekanından çok uzaktaki bir yolcu gibi olduğundan haberdardır. Yine, bu yolculuktaki rehberinin kendisinin de yaratıldığı kaynaktan gelen mesaj olduğunun, bu mesajın da sadece Şeriat’te yer alan hukuki yönden değil, gerçek ve bilgi (hakikat) yönden bağlı bulunduğu vahiyden başka bir şey olmadığının bilincindedir. Yine, insan melekelerinin duyular ve akılla bağımlı ve sınırlı olmadığını, varlığının bütününü yeniden kazanması ve Allah’ın ona verdiği bütün imkanları kullanması için yeterince kabiliyete sahip olduğunu, manevi dünyanın ışığıyla akıl ve mantığının aydınlatılabileceğini ve Kur’an-ı Kerim’in görülemeyen alem (alemu’l gayb) olarak adlandırdığı o manevi ve düşünülür (ma’kul: intelligible) dünyanın bilgisini doğrudan edinebileceğinin bilincindedir.
Şüphesiz bu anlayış, modern insan telakkisinden bütünüyle ayrıdır; modern insan tamamen dünyevi bir varlıktır., kainatın hakimidir, kendisinden başka hiçbir varlığa karşı sorumlu değildir ve İslam’ın insan anlayışıyla kesinlikle bağdaştırılamaz. İslami insan kavramı, insanın Prometheus gibi Allah’a isyan etme ihtimalini ortadan kaldırır ve Allah’ı hayatın en önemsiz görünen yönlerine kadar nüfuz ettirir. Bunun bir sonucu olarak, modernizmin en belirgin özelliği olan antropomorfizme karşılık, tamamıyla Allah merkezli (theocentric) bir medeniyet, bir sanat, bir felsefe ve bütün bir düşünce ve nesneleri algılama tarzı meydana gelmiştir. Gerçek bir Müslüman’a, geç Rönesans ve Barok ‘dini’ sanatının prometan ve titanik özelliğinden daha ters gelen bir şey yoktur. İslam’da insan, homo sapiens (akıllı insan) ve homo faber (üretenz insan) olma işlevlerini Allah’a karşı isyan eden bir yaratık olarak değil, O’nun kulu sıfatıyla yerine getirir. Onun işlevi kendini değil, Rabbi’ni yüceltmektir ve en büyük gayesi de, kendisinin Allah’ın Esma ve Sıfatları’nın bir aynası olmasını sağlayacak ve bunların tecellisini dünyaya yayacak bir kanal olan fena’yı gerçekleştirmek, yani ‘hiç’ olmaktır.
Elbette İslam’ın insan anlayışını belirleyen unsurlar Hıristiyanlık da dahil olmak üzere diğer geleneklerdeki insan anlayışıyla benzerlikler göstermektedir, zaten bunu inkar edecek son kişi de biz olabiliriz. Ancak modernizm, Hıristiyanlık veya başka bir gelenek değildir ve burada sözkonusu olan Hıristiyanlık’la bir karşılaştırılması değil, modern düşünce ile İslam’ın karşılaştırılmasıdır. Aksi
takdirde (yani Hıristiyanlıkla bir karşılaştırmaya gidildiğinde) insanın akli ve manevi gelişim vasıtasıyla mükemmelliği ve ebedi mutluluğu aramak için yarattığı, (skolastik düşüncedeki homo non proprie humanus sed superhumanus est, yani mükemmel insan olmak için insanın insandan üstün olması gerektiğinden farklı olarak) insanın yalnızca mükemmelliği isteyip (talibu’l kemal) kendini aşmaya çalıştığında insan olduğu yolundaki İslami öğretiye oldukça yakın düşerdi. Modern insan anlayışı nasıl geleneksel İslam’ın insan anlayışıyla tezat içindeyse, modern düşüncenin daha önce ele aldığımız antropomorfik< yani seküler tabiatlı, çeşitli dallarında ilkeden yoksun oluşu, bununla doğrudan ilişkili olan ve özellikle ilimlerde kendini gösteren indirgemecilik de geleneksel İslam düşüncesinin esaslarıyla tezat içindedir. Bu tezat, burada daha fazla izah gerektirmeyecek kadar açıktır. Ancak modern düşüncenin Müslümanları etkileyip, onların dini düşünce ve hayatlarında ölümcül bir yara açan ve moderh dünyada da yaygın bir unsuru olarak evrim teorisini incelemek istiyoruz.
Batıdaki hiçbir modern teori, biyoloji, zooloji veya paleontoloji alanında bir hipotezden ibaret olmasına rağmen, kanıtlanmış bilimsel bir gerçekmişçesine tavaf edilen evrim teorisinden daha fazla dine zarar vermemiştir.
Bu teori ayrıca astrofizikten sanat tarihine kadar çok farklı alanları içine alan bir modern düşünce modası haline gelmiştir. Bu tarz düşüncenin, Hıristiyanlar üzerinde olduğu kadar, Müslümanlar üzerinde de olumsuz etkileri olmuştur. Genellikle modernleşmiş Müslümanlar Kur’an- Kerim’i akıl almaz biçimlerde tefsir ederek evrimi ispatlamaya çalışmışlardır. Ancak Allah’ın ‘isimler’i öğrettiği ve yer yüzündeki halifesi olarak kabul ettiği insan (adem) anlayışı ile maymundan ‘gelen’ insan anlayışını savunan evrimci mantığını hiçbir şekilde uzlaştırılamayacağını unutmuş gözükmektedirler . ilginçtir ki, dini tezlerle evrim teorisini reddeden ve buna fikri ve akılcı bir açıklama getiremeyen bir kısım gelenekçi ve ‘fundamentalist’ Müslüman düşünürlerden ayrı olarak, bu teorinin mantıki sefaletini görebilen ve çeşitli Standard sözlük ve ansiklopedilerin bu teorinin genel kabul gördüğü yolundaki coşkulu iddialarına rağmen L. Bounoure ve D. Dewar gibi düşünürlerin evrime karşı olarak ortaya koydukları bilimsel delilleri çok az kişi ele almıştır. E.F. Schumacher’in çok isabetle belirttiği gibi “evrimcilik bir bilim değil, olsa olsa bir bilim kurgu ve hatta bir şakadır.” Yakınlarda bir yandan enformasyon teorisinden ona karşı çıkmada yararlanırken, evrimi teorisini eleştiren bazı Batılılar da, işi evrim taraftarlarının psikolojik bir dengesizlik hali içinde bulunduklarını iddiaya kadar ileri götürmüşlerdir.bu araştırmadaki amacımız, Batılı bilim adamlarının yaptığı gibi Müslüman düşünürlerin bilimsel, metafizik, felsefi, mantıki ve dini açılardan reddetmeleri gereken bu teoriyi çözümleme ve reddetme değildir. Önemli olan sürekliliği her yerde inkar eden, her nasılsa basit’ten daha karmaşığa ‘tekamül’ edildiğini iddia eden ve bu dünyayı şekillendiren varlığın üst düzeylerine ve arketiplerine karşı kör olan evrimci görüşün, daha önce belirttiğimiz gibi ilkelerden yoksun oluşunun bilinmesidir. Evrimcilik saf biçimiyle, Allah’ın yarattıklarından elini ‘çekmesi’ ve tamamıyla insani olan ilkelere dayanan, böylece insan- altı durumuna düşen modern insanın yarattığı boşluğu doldurmak için geliştirilmiş çaresizce bir girişimden ibarettir. Aşkın İlke’nin unutulması halinde dünya, menrkezi olmayan bir çembere döner ve bu merkezin kaybolması da Hıristiyan veya Müslüman olsun, modernizm tezlerini kabul eden herkes için varoluş açması olarak kalır.
Evrimle yakından ilgili olan ve son iki yüzyıl batı toplumunu siyasi ve felsefi olarak sarsan şimdi de İslam dünyasını derinden etkileyen diğer iki düşünce akımı ilerlemecilik ile ütopyacılıktır. Neyse ki, tek tarafı ilerleme fikri, bugün batılı pek çok bilgin tarafından ciddiye alınmamaktadır ve İslam aleminde de daha önceki modernleşmiş neslin hiç tereddüt göstermeden yapıştıkları ‘aklın putları’ndan biri olarak görülmektedir. Ancak ütopyacılık da, ilerleme fikriyle yakından ilişkili olduğu ve çağdaşlaşmış Müslüman ‘entelijansiye’ üzerinde büyük yıkıcı etkilere sahip olduğu için dikkatle incelenmelidir.
Oxford English Dictionary, ‘ütopyacılık’ı, “ sosyal şartların iyileştirilmesi veya kusursuzlaştırılması için geliştirilen, gerçekleşmesi mümkün olmayan ideal şemalar’ olarak tanımlamaktadır. Bugün kullandığımız ütopya kelimesini aslı, Sir Thomas More’un 15+16 yılında Latince yazdığı meşhur Utopia adlı esere kadar uzansa da, kökleri 16. yüzyıldan öncelere gitmektedir. Hıristiyanlığın idealizm boyutu ile birleşen tenasüh (incarnation) inancı elbette çağımızdan önce de mevcuttu. Ütopyacılık, kendini S.Simon, Charles Fourier veya Robert Owen gibi hümanist sosyalistler veya Marx ve Engels’in siyasal sosyalizmi şeklinde gösterse de, bunlar St. Augustine’in Citiy of God (tanrı Şehri) eserini tam bir taklidi olan bir tarih anlayışına sahiptirler. Modernizmin en önemli özelliklerinden biri olan geçen yüzyılların ütopyacılığı, Mesihçilik’in çeşitli şekilleriyle desteklenerek İslam’ın gaye ve özüne tamamen aykırı hedefler ve metodlara sahip siyasi ve sosyal akımların hareketlerine sebep oylmuştur ve olmaya devam etmekedir.
Ütopyacılık tamamıyla insani araçlarla mükemmel bir düzen kurmayı amaçlar. Teolojik anlamda dünyada kötülüğün bulunduğunu göz ardı eder ve iyiliğe dayalı bir düzen kurmaya çalışırken, Tanrı’yı işe karıştırmadan iyiliğe dayalı bir düzen kurmayı amaçlayarak bütün iyiliklerin kaynağından kopmuş olur.
İslam’da da mükemmel toplum tasvirleri yapılmıştır. Farabi’nin el-Medinetu’l-Fazıla’sı (Erdemli Toplum), Şeyh Şihabüddin Sühreverdi’nin Farsçada Na Kuce-Abad, yani ‘olmayan ülke’si (u-topia) bunlara örnektir. Ancak bu mükemmelik ülkesini burada olmadığını hatırlamak gereklidir, yani dünya mekanının ötesinde ve bu dünyanın yedi iklimi üzerindeki bir sekizinci iklimdedir o. Kuran-ı Kerim’de Müslümanların vahiyden uzaklaştıkça mükemmelikten uzaklaşacaklarını bildiren islami bakış açısının gerçekçiliği yakın zamanlara kadar modern Avrupa felsefesindeki ütopyacılığın İslam düşüncesinde filizlenmesini önlemiştir. Üstelik Müslümanlar mükemmel bir durumun ancak Allah’ın yardımıyla olabileceığini bilimektedirler. Bu nedenle Mehdicilik’in Mehdi’nin Allah tarafından İslam’ı aslına döndürmek için gönderildiği fikrinde görüldüğü gibi, İslam’ın bir yenileyici (müceddid) vasıtasıyla zaman zaman yenilenmesi fikrine rağmen, İslam hiçbir zaman modern düşüncenin pek çok sosyo politik kavramının altında yatan seküler ütopyacılık fikrine tanık olmamıştır. Bu yüzden, modern ütopyacılık ile İslami öğretinin müceddid ve Mehdi anlayışını birbirinden ayırmak gereklidir. Aynı şekilde, gelenekesel müceddid kavaramı ile, modern düşünceye karşı zayıf bir tepki gösteren, İslam’ı yenilemekten uzak modern reformcuyu da birbirinden ayırt etmeliyiz. Bazı ‘fundamentalizm’ türlerinde bulunan ütopyacılığa dayalı, ancak İslami kavramları kullanan bu yenileyiciliğin gerçek tabiatının da farkında olunması gerekir.
Modern düşüncenin yukarıda belirtilen özellikleriyle ilgili olan ve mutlaka sözkonusu edilmesi gereken başka bir özelliği daha vardır. Bu özellik kutsballığın anlamının kaybedilmiş olmasıdır. Modern insan pratik olarak, bu anlamı kaybetmiş bir insan olarak tarif edilebilir ve düşüncesi kutsallıktan gafil olmasının getirdiği bir boşluk içindedir. Bunu başka bir şekilde olması da beklenemezdi., çünkü modern hümanizmsekülarizmden ayarılamaz. Ancak, İslami bakış açısına bundan dapa yabancı bir şey düşünülemez, zira İslam da Allah çokluk (kesret) aleminin derinliğine nüfuz ettiği ve gelenekte hiçbir boş alan bırakmadığı için profan veya seküler gibi kavramlar bulunamaz. Bu, yalnızca islam’ın aklı boyutlarında değil büyüleyici sanatında da görülebilir. İslam geleneği, kutsalın kokusundan mahrum ve ilahi düzeni salt insan kökenli ve ondan ilham alan bir düşünce olarak gören anlayışı asla kabul etmez. İslam perspektifinde kutsalın önceliği ve modern düşüncede kutsala yer verilmemesi dukkate alındığında, İslam’ın modern düşünceyle ciddi bir düzlemde karşılaşması beklenemez. Hatta ilsem, seküler olanı meşru kılacak bir diyaloğa bile yanaşmaz. Seküler olan, ancak kendi başına varolan kutsalı red ve inkar ettiği için söz konusu edilir. Profan yahut seküler yalnızca görüntü’den ibarettirler.
Son olarak, modern düşüncenin özelliklerinden biri olan indirgemecilik de, Müslümanların modernizmle olan karşılaşmalanrı sırasında İslam’ı etkilemiştir. Modernizmin etkilerinden biri, insanların çoğunun kafalarında İslam’ı sadece bir boyuta, Şeriat’a inidirgemek ve onu modern düşüncenin tarruzlarına karşı koruyabilecek fikri silahlardan yoksun bırakmak olmuştur. Şeriat elbette ki, İslam geleneğinin temelidir. Fakat, modernizmin sunduğu evrimcilik, rasyonalizm, varoluşçuluk (existentialism) ve bilinemezcilik (agnosticism) gibi fikri meydan okuyuşlar fıkhi düzlemde değil, fikri düzlemde göğüslenebilir. Buna, bu meseleyi görmezden gelmekle veya modern bilim ve teknoloji ile Şeriat arasında mucizevi bir birleşmeyi beklemekle cevap verilemez. İslam’ın modernizmi altetmesi, ona kızmakla ve Şeriatın doğru olduğunu savunmakla gerçekleşmez. Sadece, modernizm bütün kökleri ve dalları ile iyice kavrandığı ve İslam geleneğinin tümünü modernizmin İslam’a bulaştırdığı meselelerin çözümü için kullanarak modernizm altedilebilir. Bunun merkezinde, İslam vahyinin özünde yer alan ve insanlar insan kaldıkça ve teomorfik tabiatlarına uygun olarak ve insan varlığının sebeb-i vücudu olan Allah’a ibadet ederek (ubudiyye) O’na şehadet ettikçe geçerli olacak o bilginin; hikmet veya hakikat’in yeniden diriltilmesi yer almaktadır.
 
Üst