Moda

dedekorkut1

Doçent
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
1,149
Tepkime puanı
18
Puanları
38
Konum
Ankara
MODA
ALPEREN GÜRBÜZER

Moda; Latince "modo" köküne karşılık gelen hemen her alanda etkisini gösterip sınır tanımayan anlamında bir kavramdır. Öyle ki bu kavram ismiyle cismiyle kalmayıp sanattan siyasete, spordan kültüre, giyimden düşünceye kadar hemen her alanda etkisi gösterecek bir güçtür. Ama şu da bir gerçek moda sadece etken bir mod değil, aynı zamanda etkilenen mod da. Nitekim sosyal yapıdaki değişiklikler, çevre faktörleri, değişik fikir ve düşüncelerin moda üzerinde oluşturduğu etki sonucu ortaya çıkan her mod tasarım bunu teyit ediyor. Hakeza modayı sadece kılık kıyafetle özdeşleştirmekte olmaz. Pekâlâ, giyimin dışında her hangi bir müzik veya kitapta moda olabilir. Bir bakmışsın hiç ummadığınız, ya da başlangıçta hiç dikkat çekmeyen her hangi bir model tasarım, şartların yerli yerine oturmasıyla birlikte bir anda toplumun ilgisini çekecek popüler bir ürün olarak sahne alabiliyor. Zaten modanın gücü kendisinde değil etkisinde gizli, bu yüzden modanın, hangi şartta ortaya çıkıp hangi zaman diliminde dalga dalga gün yüzüne çıkacağını kestirmek pek mümkün olmayabiliyor. Dolayısıyla moda deyip geçmemek gerekir, bir kere insanların bakış açılarından tutun da, düşünce, ruh ve sosyal ilişki biçimlerine kadar hemen her şey modanın kapsam alanına girebiliyor. Kaldı ki modanın bile kendi içinde çeşitliliği söz konusudur. Nasıl mı? Mesela renk, uyum, biçim, en, boy, mini, klasik, pop ve spor tarzı modelleri bunun tipik misallerini teşkil eder.
Klasik Moda
Genellikle klasik model, kendi kökleriyle köprü kuraraktan kendi tarzını kendi içinde muhafaza edebilen bir tasarımdır. İşte bu yüzden sadelik ve aşırılıktan uzak, pek göze batmayan giyim modelleri ‘klasik moda’ olarak addedilir. Bir başka ifadeyle tek düzelik ve sadelik üzere ilerleyen bir tasarımın adıdır klasik model. Popüler giyim modeli ise klasik modelin tam aksine daha çok çeşitlilik, daha çok renklilik, daha çok ton, daha çok düzelik demektir. Ama çok düzelik her zaman avantaj teşkil etmeyebiliyor. Bakın şöyle vitrinlere popüler ürünlerin bunca çeşitliliğine rağmen toplum nezdinde ancak bir iki ürün kabul görebiliyor. Belli ki; popüler moda ürünlerinin bir anda kabul görmeyişi toplumun temel dinamikleri ile alakalı bir husus. Dahası toplum tarafından kabulü zaman alabiliyor. Dedik ya moda bir rüzgâr misali nerede hangi yönde eseceği belli olmaz, bir bakmışsın moda dalgası toplum kesimlerinin tümünü etkisi altına alabileceği gibi bunun tam aksine belli bir kesimle sınırlıda kalabiliyor.
Batıya Endeks
Aslında model olmak diye bir derdimiz varsa, önce kendi öz kaynaklarımızla birlikte örnek model olmalıydık. Maalesef yakın tarihten günümüze gerek ekonomi, gerek kültür ve gerekse sosyal alanda hep batıyı örnek model almışız. Her şeyde olduğu gibi moda konusunda da batıya göbekten bağlanmışız. Sanki kendi bilgi birikimimiz, giyim tarzımız ve öz kaynaklarımız yokmuşçasına sürekli batı örneklerini kopya etmekle yarışmışız. Bunun ilk adımını II. Mahmut’la başlatmışız. Derken II. Mahmut Arapların tarbuş bildiği fesi yenilik diye sunmuş. Üstelik bu sunuş saraya da sıçramış, artık sarayda Osmanlı giysilerinin yanında ceket ve pantolonda yer almıştır. Aslında ortada gerçek anlamda yenilik diye bir şey yoktu, sadece ortada yüzeysel değişiklikleri yenilik diye takdim etmek vardı, halkta ister istemez bu duruma tepki göstermiştir. Tabii bu arada halkın II. Mahmut’a ‘Gâvur Padişah’ demesi yenilik karşıtlığı bir refleks değildi elbet, toplum dokusuyla oynamanın dışa yansıyan satıh üstü (yüzeysel) değişikliğe karşı gösterilen tepkinin ifadesiydi bu. Fakat bu direnç bir noktaya kadardı. Ve sonunda fes toplum hayatına girer de. Şu bir gerçek her yeni getirilen sembolik yenilikler ‘yenilik’ demek değildir, zaten her simgesel yenilik olsaydı, pekâlâ etrafımızda zaman zaman cereyan eden felaketler ve musibetlerde yenilik olarak kabul görürdü. Yenilik ancak bir anlam içerdiğinden değer kazanabiliyor. Hakeza Atatürk fesi kaldırıp yerine Avrupa şapkası getirince, toplum bir süre hazmedememiştir. Üstelik Atatürk II. Mahmut’un tam aksine Osmanlı giyim tarzıyla bir arada değişiklik öngörmemiş, büsbütün batı giyim modelini öngörmüştür. Fakat bu ön görmenin bir istisnası vardı ki, o da Atatürk hiçbir şekilde kadın giysisine herhangi bir müdahalede bulunmamıştır, hatta buna peçe ve çarşafta dâhildir. Kaldı ki, Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanımda çarşaflıydı.
Anlaşılan o ki; ilk önce, Fransızları örnek almışız, sonra Alman üniformasını benimsemişiz. Yetmedi Almanlar savaşta yenilince, bu kez Amerikan giyim tarzına ram olmuşuz. Fransız, Alman ve Amerikan derken, bir türlü iç zenginliklerimizi hayata geçirememişiz. Dahası batıdan ithal kopya modelleri almayı marifetten saymışız. Sanki Türk'ün kendisine has modeli yokmuş gibi, dışardan sürekli moda arar olmuşuz. Allah’tan ki, toplumumuz her üsten dayatılan her türlü satıh üstü sembolik yeniliklere gönlü razı olmamış. Hele hippiliğin yenilik diye takdim edilmesine hiç razı değildir. İşte bu yüzdendir ki bu gün olmuş hala halkımız bir gönül yanması diyebileceğimiz halet-i ruhiye ile örf ve adetlerimize işlerlik kazandıracak ve yeni kültürümüze gerçek anlamda ivme kazandıracak yöneticilere hasret kalmış haldedir. Düşünsenize bu öyle iman dolu bir halet-i ruhiye ki; bir Fransız askeri Maraş’ta kadının başörtüsüne dokunuyor, Sütçü İmam derhal gereğini yapıp o askeri orada öldürüyor. İşte örf adet hassasiyeti budur. Ama gün geliyor Maraş’ı Kahramanmaraş yapan bu değer Üniversite kapısından içeri alınmıyor. Neyse ki, Sütçü İmamın kemikleri sızlamış olsa gerek ki; çok şükür başörtümüz üniversite kapılarında engele takılmıyor artık.

Taklit
Besbelli ki; modacılarımızın gözü batıdan başka bir şey görmüyor. Şu fani dünyada ne icad edilmişse, ya da yeryüzünde hangi model üretilmişse hepsinin batı patentli olması gerektiğini şart koşan bir zihniyetle karşı karşıyayız. Öyle ki bize ait hiçbir tecrübe, bize ait hiç bir üretim ve bize ait her ne değer varsa sahne aldığında kıyamet kopacakmışçasına bir tutum sergilemekteler. Zaten halk olarak onların her dediğine baksak bizim kendimize ait ne yerli zevkimiz, ne de yerli tarzımız kalırdı. Gerçekten de kendilerini tuhaf bir batı imajına kaptırmışlar. Hatta bundan daha da vahim olanı batıyı körü körüne taklit etmeleridir. Batı batı diyorlar bir bakıyorsun batıda birçok kadın, sanıldığın aksine bizde ki gibi aşırılığa kaçmadığını görüyoruz. Dahası sade giyindiklerini, bakımlı olduklarını ve aşırı makyajlanmadıkları müşahede ediyoruz. Şimdi satıh üstü batıcılara sormak lazım bizim gördüğümüz mü batıcılık, yoksa sizinki mi batıcılık? İster istemez bu sorular eşliğinde “siz kim, batıcı olmak kim” diye içimizden haykıransımız geliyor. Belli ki ortada halka bir yutturmacadır gidiyor, bizde aşırıya kaçma batıcılık sanılmış. Oysa kıyafet, insanın iç dünyasını yansıtacak bir model olarak damgasını vurmalıydı. Ne mümkün, bir takım aklı evveller modern görüneceğim diye kılıktan kılığa, renkten renge girmek yetmiyor birde bunun üstüne tüm azaları baştan aşağı boyayıp, değim yerindeyse zıvanadan çıkmakta vardır. Aslında yaptıkları modernlik kisvesi altında yıkım faaliyetidir. Şimdi gel de toplum bu işe evet deyip gönlü razı olsun, mümkün mü? Nasıl razı olunur ki, bu yaptıkları düpedüz körü körüne batı kopyacılığı ve tam bir mankurtlaşma rezaletidir. Bir kere daha hatırlatmakta fayda var batıda kadınlar önce temizlik, sonra sağlıklı bir hayat ve en nihayet güzel giyinmeyi ilke edinmişlerdir. Bizim batıcılarımız ise batıya da taş çıkarırcasına insanımızı insanlıktan çıkarmayı çağdaşlık olarak ilke edinmişlerdir. Birkaç uçuk moda örnekleri batıda bulup buluşturup, işte çağdaşlık budur demişlerdir. Oysa modernlik maskesi altında yaptıkları iç dinamiklerimizi dinamitlemekten başkası değildir.
Orta Yol
Hey gidili günler. Şöyle tarih uzandığımızda bizim bir zamanlar yol yordam öğrenme, adab, usul ve erkân yolunda derin bir duruşumuz vardı. Aynı yer sofrasında birlikte bir sini etrafında yeme adabımız vardı. Aslında tüm bu adab ve erkânlarımızın her biri bugünkü çarpık moda anlayışına taş çıkartacak cinsten büyük bir medeniyetin kültürel temel taşlarıydı. Zaten birçok araştırmacılar yerli kültürümüze deryayı umman gözüyle bakmışlardır. Gerçektende kültürümüz yüz yüzebildiğin kadar deryayı umman hazinedir, enginlere sığmaz kabını aşan deruni yapıdadır. Ama gel gör ki bize sonradan her ne olduysa geldiğimiz noktada bu kültür deryasından bir katre damla olsun mahrum bir hayat yaşıyoruz. Her nedense o muhteşem mazimizin engin birikimini günümüze uyarlamayı pek akıl edemiyoruz. Aşırı giyim tarzına meftun bir anlayışla kimliğimizi yok varsayıp, pejmürde ve dağınık vaziyette sokak sokak, cadde cadde geziniyoruz habire. İtidali (orta yol) hayat yaşamak varken, tefrit ve ifrattan uzak durmak varken ölçüsüz yol yordam bilmez bir hayat yaşamaya kendimizi adamışız. Temizlik desen hak getire, necis filan demeden destursuz bir şekilde her şeye dokunup ya da ayakkabılarımızı çıkarmadan ulu orta her yerde gezinip oturabiliyoruz. Oysa biz böyle değildik, yedi düvele temizlik nedir öğretmiş bir millettik. Madem öyle, yeniden kültürel kodlarımıza dönmek zamanıdır. Gün bugündür, bu gün değilse ya ne zaman? Yarından tez nerede, nasıl bir davranış sergileyeceğini ve nasıl giyinileceğini bilmemizde fayda var. Öyle bir hale geldik ki bize has hamam kültürümüzü, gül kokusunu, kıyafet tarzlarımızı unutur olduk, şimdilerde onlardan bir numunelik eser bile kalmadı dersek yeridir. Neredeyse tüm değerler hiçe sayıp özgürlük adına adeta çırılçıplak sokağa çıkılıyor artık, üstelik bunun adına moda denilerek çıkılıyor. Bir başka acı yönümüzde pejmürde halimizdir. Her nedense yarı çıplak sokağa dökülmeye, miskin miskin soluklamayla, hantal ve dağınık giyimle insanlar arasında dolaşmaktan imtina etmiyoruz artık. Bir kere giyim adabı denen bir usulümüz vardı, ne çabuk unuttuk ki, toplumun iç dinamikleri denen bir gerçeği göz ardı eder olduk. Bu uyku hali böyle devam edemez, neydik edip kendi modamızı, kendi sektörümüzü bir an evvel harekete geçirmekte yarar var.
Şalvarımızı alaya alanlar, batıda giyinilmeye başlanınca, her nedense sus pus oldular. Batıda giyilince moda, biz giyince irtica muamelesi görüyor. Oysa Batı, Mevlevi kıyafetlerine büyük bir gıpta ile bakıp hayran kalıyorlar. Gerçekten de Mevlevi kıyafetleri başlı başına bir kıymet ifade eder, ama bu kıymetimizi anlatacak izahtan mahrumuz. Klasiklerimizi, modernize edecek zihniyetten yoksunuz. Taklitçi zihniyet, üreticilik duygusunu da köreltiyor. Bu yüzden kendimiz olup, kendimiz üretemiyoruz. Dolayısıyla tek tip düşünmekten, batı tipi giyim anlayışından bir türlü yakamızı kurtaramıyoruz. İnsanları inatla batı değirmenine sokmaya çalışılıyor. Elbette ki insanlar yeniliğe açık olacaklar, bu kaçınılmaz. Fakat yenilik demek kültürel kodlarımızdan ve geçmişten kopmak değildir, bilakis geçmişi geleceğe köprü kılmaktır yenilik. Bir gün maziden atiye yol almak, kendi modamız olacaktır elbet, daha henüz ümidimizi yitirmiş sayılmayız, ümit varız hala. Aslında, bizim topraklarda, makramesinden kanaviçesine, tığından sırma işlemesine, ehramından kilimine kadar kendine has orijinal motiflerimiz vardı. Pekâlâ, yeniden bu değerleri gün yüzüne çıkarıp canlandırmak mümkün, neden olmasın ki. Ne var ki, birçok konuda olduğu gibi, modada da kimlik bunalımı yaşıyoruz. Bunalımdan çıkmanın tek yolu başka iklimlere payanda olmadan, kendi motiflerimizi gün yüzüne çıkarıp zenginleştirme yoluna gitmektir. Asırlara sığmayan köklü kültürümüzün varlığı bunu gerektiriyor, buna mecburuz da. O halde ne duruyoruz, gün köklü kültürümüzü diriltme günü deyip ufuklara yeniden kanatlanmak gerektir.
İlm-i Kıyafet
Osmanlı'da üst baş, yani giyim tarzı ‘ilmi kıyafet’ olarak kabul görmüştür hep. Bir zamanlar tulumbacısından tutunda hizmetkârına sakasına varana kadar her bir meslek erbabının kendine has giyim tarzı vardı. Batı Osmanlı'nın giyim tarzından etkilenmiş olsa gerek ki, iç çamaşır ve gömlek giymeği bile bizden öğrenmişler. Peki, biz ne yaptık? Yaptığımız şu; Osmanlı'nın neyi var neyi yok hepsini değiştirmeye kalkışmışız. Nitekim bizde ıslah demek yıkım manzarası inşa etmek demektir. Nasıl ki Tanzimat liberalizm modası ne kadar zarar verdiyse, cumhuriyet döneminde de bir takım özden uzak sembolik yenilikler aynı ölçü de zarar vermiştir. Bakın, Japonlar kendi hiyeroglif alfabesine ve Şintoizm denen inancın kılına bile dokunmadıkları halde adından süper devlet olarak söz ettirebilmişlerdir. Elbette ki Osmanlıyı büsbütün hatasızdır demiyoruz, bilhassa düşüş dönemlerinde bir takım hatalara düştüğünü bizde kabul ediyoruz, ama bu o koca çınarı inkâr etme hakkını doğurmaz. El insaf! Osmanlı’ya karşı bu denli husumet niye, ya da sormak gerekir hiç mi kayda değer kıymetlerimiz yoktu ki ne var ne yok, her şeyi silip başka yollar denemişiz. Zaten Tanzimat’tan bu yana batı modellerini deneye deneye ülkemiz serseri mayına çevrildi, her iş başına gelen ülkemizin dört bir yanını adeta deneme tahtasına döndürdü. Öyle ki her iş başına gelen yönetici eline tutuşturulan reçetenin gereğini yapıp bir gecede satıh üstü, sembolik değişikliklere reform demişte. Oysa asıl önemli değişiklik ilim, teknik ve zihniyette yapılan değişikliktir. Ne mümkün ülkemizi habire tarım toplumu evresiyle oyalamışlar. Dünyada birçok ülke sanayileşmesini tamamlayıp bilgi çağına, hatta ötesine sıçrarken Türkiye ise tarım toplumu ile sanayileşmiş bilgi toplumu arasında ‘geçiş süreci sancısı’ yaşamıştır hep. Tâ ki; 2002 yılına geldik artık gündemi belirlenen ülke değil gündem belirleyecek hale nihayet gelebilmişiz. Tabii bunca çamlar devirdikten sonra bu ülkede yıkılan tüm değerleri tamir edip bu hale gelmek pekte kolay olmadı. Neyse ki, Allah yüzümüze güldü de leş kargalarının Türkiye semalarından çekilmesiyle birlikte nihayet aydınlık günlerle yüzleşebildik. Artık Cemil Meriç’in o özlediği bu ülkesi kendine yabancı olmayan kendinden yöneticilerini seçme dirayetine kavuşabilmiştir. Ne kadar şükretsek azdır.
"Kıymetler"
Her nedense modacı denildiğinde abuk-sabukluk akla geliyor. Acaba hiç düşündünüz mü niçin bu gözle bakılıyor diye. Demek ki; bir yerlerde aksayan bir şeyler var ki bu kanaat ortaya çıkmış. Belki de köklerimizle bu denli oynanmayıp bağlar koparılmasaydı, modacı denildiğinde ilk evvela "medeniyet kurucuları" akla gelecekti. Dahası modacı dendiğinde dünü bugüne, bugünü yarına taşıyan, zenginliklerimize kıymet kazandıran medeniyet muştuları olarak algılayacaktık. Ama gel gör ki, kazın ayağı hiçte öyle değil, bu ülke insanına yeni yeni diye dışarıdan kültür ithal etmek modacılık diye takdim edilmiştir. Düşünsenize bu ülkede bir zamanlar Mao tipi ceket, Castro tipi sakal veya şapka, Stalin tipi bıyık, Karl Marks tipi sakal, ya da bıyık veya giyim bizim biricik modamız olmuş. Daha sonra tüm dünyada komünizmin çökmesiyle birlikte hızımızı alamayıp bu kez moda diye hippi giyim tarzı, aşırı makyaj, yarı çıplak veya tam çıplak giyim moda olarak sunulmuş. Televizyonlarda sunulan moda defileleri bunun tipik örneği zaten. Bu kadarına da pes doğrusu, bu ülke insanından ne istiyorsalar doğrusu anlamış değiliz, bir türlü ellerini üzerimizden çekmiyorlar, sonunda bu ülkenin evlatlarına kimlik krizi denen bir belayı sardılar da. Tabii özümüzden uzaklaşırsak olacağı buydu, başka ne gelişme bekleyebilirdik ki. Batının teknolojisini örnek alacağımıza, gitmişiz satıh üstü giyimini, kuşamını, yaşam biçimini almışız. Batının canına minnet, zaten işine geliyor, nasıl olsa bu sektörü sürekli kendi kontrolünde tutup gelsin paralar gitsin paralar dercesine zenginliklerine zenginlik katmaktalar, katmaya da devam ediyorlar. Böylece moda akımı batıdan doğuya doğru bir akım halinde yayılabilmiştir. Her ne kadar doğu toplumları bat yakasından esen moda akımı karşısında ilkin direnç gösterseler de, bir süre sonra bir bakmışsın o moda akımının esiri olunabiliyor.
Uyumsuzluk-Tepki-Doğurmak
Modanın toplum tarafından kabul görmesi için, toplumun doku yapısıyla uyuşması gerekir. Zira temel iç dinamiklerle uyumsuzluk tepki doğurabiliyor. Nasıl tepki doğurmasın ki, bir an camii imamına papaz kıyafeti, hakanlarımızın başına fötr şapkası, gömleğine de kravat takıldığını tasavvur edelim, olacak iş mi, hiç kuşkusuz böyle bir durumda ne kadar akıl tutulması uyumsuz bir manzarayla karşılaşacağımız muhakkak. Bir kere uyumluluk her alanda gerekli bir ilke olduğu gibi giyim ve kuşamda da etken bir değer olduğu inkâr edilemez. Hele söz konusu mukaddesat ve manevi değerler olunca buna gölge düşürülecek herhangi bir girişim anında toplum refleksini karşında bulabiliyor. Bilhassa bu hususlarda köyler muhafazakâr tutum takınırken, şehirlerde ise sivil inisiyatif direniş başgösterebiliyor. Şehirler bu yönüyle köylere göre sosyal değişmenin en hızlı yaşandığı yerlerdir. Şehirler direnişin yanında aynı zamanda yozlaşmanın da en çok yaşandığı yerlerdir. Belli ki tarım toplumu statik ve durağan yapıdadır, ama sanayi toplumu öyle değil, daha dinamik zengin yapı arz eder. İşte bu nedenle kırsal alanlar örf ve adetlerin en çok korunduğu veya yaşandığı alanlar olup, şehirler ise sosyal ve ekonomik değişikliklerin yaşandığı merkezler olarak tanımlanır. Madem öyle şehirlerde yozlaşmanın önüne geçebilmek adına kültürel faaliyetlere hız kazandırmak, iç dinamiklerimizi diri tutmak içinde tüm birimleriyle birlikte "sosyal meteoroloji" merkezleri kurmak şarttır. Aksi takdirde yozlaşmanın önüne geçmek pekte kolay olmayacaktır. O halde bir yandan ekonomik kalkınmaya hız verirken, diğer yandan kültürü de ihmal etmemeli, hatta kültürel yapılanma önceliğimiz olmalıdır. Çünkü yerli kültür geleceğimizin garantisidir.

Sosyal Değişim
Gerçektende moda deyip geçmemek gerekir, besbelli ki sosyal değişme alanında en hızlı değişimin yaşandığı sektör moda dünyası dersek yeridir. Bilhassa büyük şehirlerde moda rüzgârının dalga dalga büyümesi birçok tekstil sektörüne hayat vermektedir. Tabii bunca sektör arasında bize ait diyebileceğimiz tek tesellimiz tesettür giyimin sektör haline gelmesidir. Tesettürün tekstil sanayinde sektörleşmesi, kimlik arayışı yolunda, gençliğin yeniden özüne dönmesinin işaretidir. Başörtülü hanımların sayıca çoğalması ve bu sektöre ilgi duymaları bazı çevreleri tedirgin etse de, korkunun ecele faydası yok. Nasıl ki, milli mücadele sırasında Fatma ninelerimizle, Ayşe bacılarımızla ve başörtülü kadınlarımızla düşmanı topraklarımızdan kovduysak, artık 28 Şubat postmodern darbenin o ikna odalarından kurtulup bu gün de başörtülü hanımların üniversitelerde ve her alanda bilgisayarın başında yeni başarılara imza attıklarına şahit olmaktayız. Hem nasıl ki Japon’un kimonosu nasıl modaysa, başörtü de artık Türk’ün kendi öz modası olarak damgasını vurmuş durumda.
Velhasıl, asıl moda kendimiz olmaktır.
Vesselam.

ww.bayburtpostasi.com.tr/moda-makale,7106.html
 
Üst