Mısıroğlu'na ve de Onun Bu Çirkin İftirasını Neşredenlere Cevaptır...

Katılım
14 Eki 2006
Mesajlar
1,777
Tepkime puanı
67
Puanları
0
İddia.. Hem Ne Çirkin Şeytanı Utandıran İddia :

Sultan Reşatla görüşen Said-i Nursi, ondan (Sultan Reşattan) Van’da te’sis etmek istediği medrese için yardım almış ve hayatının sonuna kadar bu para ile yaşamıştır. Vefatında, bu altınlardan arta kalanlar, benim Eskişehir Askeri ceza evinden hapishane arkadaşım olan Hüsrev Altınbaşakta kalmış. O da bunları bozdurarak bu günkü “Hayrat vakfı”nı kurmuştur.



by Kadir Mısıroğlu....
 
Katılım
14 Eki 2006
Mesajlar
1,777
Tepkime puanı
67
Puanları
0
Tahmin ediyorum, bu fasid iftiralı yorum, tek başına Mısıroğluna aittir. Hakikaten bu çok kabih, fevkalade çirkin iftiralı yorumu yapan şahıs cehennemi boylaması lazım.
Evet, o Hazret-i Bediüzzaman ki hayatında hiçbir sadakayı, hiçbir hediyeyi ve mukabelesiz hiçbir ihsanı kabul edip almamış. Hatta amcasının çorbasını bile içmemiş iken; Medreset-üz Zehra Üniversitesi için Sultan Muhammed Reşadın resmi devlet tahsisi olarak 19000 altun lirayı –ki bu para Kosova’da kurulması mutasavver bir üniversitenin tesisi için tahsis edilmiş

iken 1912 deki Balkan harbinde Kosova istila edilince Van’da kurulması düşünülen resmi bir üniversiteye yönlendirmişti. 1913 yazında bu paradan 1000 altun o üniversitenin temellerinin atılması masrafları için Van Valiliğinin emrine verilmişti.

İşte bu uygulama resmi bir muamele olduğundan, dünyanın bildiği ve herkesin işittiği bu çok açık pek bedihi hadiseyi Mısıroğlu tecahül-ü arifaneden gelerek, çirkin iftirasına alet ittihaz etmiştir. Yani; Hazret-i Bediuzzaman gitsin, Medreset-üz Zehra Üniversitesi hususunda Sultan Reşadı ikna etsin, Sultan Reşad da cihan çapındaki büyük hizmeti takdirle karşılasın ve 19000 altını bütçeden ayırsın ve onun ilk ayağı olarak 1000 altınını Van valiliğine göndersin, sonra Bediüzzaman da gidip bu parayı alsın ve üzerine oturup hayatının sonuna kadar onunla geçinsin.

Eliyazubillah!.. Düşman dahi bu iftirayı yapamaz.

Ey Mısıroğlu! Sen bu hususlarda ya tamamen cahil bihabersin, ya da sinsi bir kasıtla perde altında Bediuzzamanın aziz şahsiyetini, şerif zatını iftiralarla çürütmek istemektesin.

Amma çok yanılıyorsun, güneşi balçıkla sıvayamazsın Bediuzzaman ve Nur mesleğinin hüşyar, ilimdar nöbetdarı çoktur.

Bilesin ki sen kendi hezeyanlı iftiralarını kimseye yutturamazsın. Bunu böyle bil.
 
Katılım
14 Eki 2006
Mesajlar
1,777
Tepkime puanı
67
Puanları
0
Geliniz hadisenin gerçek aslının cereyan şeklini bizzat Bediuzzamanın ifadelerinden dinleyelim:

Arabi Hutbe-i Şamiyenin zeyli olan “Teşhis-ül İllet” isimli eserin başında şöyle kaydetmektedir:
Hürriyetin başında Sultan Reşad’ın Rumeliye seyahatı münasebetiyle Vilayat-i Şarkiye namına
bende refakat ettim. Şimendiferimizde iki mektepli mütefennin arkadaşla bir muhasebe oldu.
Benden sual ettiler ki: “Hamiyet-i diniye mi, yoksa hamiyet-i milliye mi daha kuvvetli, daha
lazım?”

Hz.Üstad trendeki o iki muallim ile yaptığı karşılıklı konuşmayı bilahere kaleme almış ve bir risale yaparak, “Teşhis-ül İllet” ismiyle o günlerde hem
Arapça hem Türkçesi ile bastırmıştır.

Bu mühim risale Hutbe-i Şamiye eseri arkasında yayınlandığı gibi, Türkçe ve Arapçası Osmanlıca Asar-ı Bediiye kitabında da yer almaktadır.

Şimdi asıl mevzumuzu anlatan ifadesine geçiyoruz. Ama önce hadisenin geliş seyrini kaydedelim, şöyleki; 28 Nisan 1911’de Şam’da Emeviye camiinde irad eylediği Hutbeden sonra (Hutbe-i Şamiye) Şam’dan İstanbul’a dönmüş ve Sultan Reşadın tahta oturuşunun 2. yılı dönümü münesabetiyle yapılan merasime Bediuzzaman da katılmıştır. Daha sonra Sultan Reşadın Rumeliye yaptığı seyahate Bediuzzamanı da yanına almıştır. Bu seyahat 6 Haziran 1911’de Barbaros zırhlı gemisiyle İstanbul’dan Selanik’e kadar gittikten, sonra trenle Kosova’ya doğru devam edilmiş ve 11 Haziranda Kosova’nın vilayet merkezi olan Üskübe ulaşılmıştır…

Şimdi asıl mevzu olan hususa geçiyoruz:

Hz. Üstad bilahere bu meseleyi (Medreset-üz Zehra meselesini) DP. hükümetinede anlatmak ve onları bu çok büyük hizmete sevk ve teşvik etmek üzere 20 Ağustos 1951’de DP. Bakanlar Kuruluna ve hususiyle Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleriye yazdığı şu mektubu yazdırmıştır:

“Heyeti Vekileye ve Tevfik İleriye arz ediyoruz ki;
Şark Üniversitesi hakkında çok kıymettar hizmetinizi Üstadımıza söyledik. O da dedi ki: “Ben hasta olmasa idim, bende o mesele için vilayet-i şarkiyeye gidecektim. Ben bütün ruh-u canımla Maarif Vekilini tebrik ediyorum. Hem 55 seneden beri Medresetüz-Zehra Şark Üniversitesinin tesisine çalışmak ve o üniversiteyi biri Van’da, biri Diyarbekir’de, biri Bitlis’te üç tane, hiç olmazsa bir tane Van’da tesis etmek için Hürriyetten evvel İstanbul’a geldim. Hürriyet çıktı o mesele geri kaldı. Sonra ittihatçılar zamanında Sultan Reşadın Rumeliye seyahatı münasebetiyle Kosovaya gittim. O vakit Kosavada büyük bir Darül –fününün tesisine teşebbüs edilmişti. Ben orada hem ittahatçılara ve hem Sultan Reşada dedim ki: “Şark böyle bir Darul-Fununa daha ziyade muhtaçtır. Alem-i İslamın merkezi hükmündedir…”
O vakit bana vaad ettiler. Sonra Balkan harbi çıktı. O medrese yeri istila edildi. Bende dedim ki: “Öyle ise, o yirmi bin altın lirayı Şark Darul Funununa veriniz. Kabul ettilerbende Van’a gittim ve bin lira ile Van gölü kenarında Artemitte temelini attıktan sonra, harb-ı umumi çıktı, tekrar geri kaldı…”


Mektubun devamında;

Rus esaretinden firar edip İstanbul’a döndüğünü İstanbul’da İngilizlerle ve menfi propagandalarıyla mücadelesinden sonra Ankara’dan defalarca çağırıldığını ve sonra Ankara’ya geldiğini ve tekrar milli mecliste Medreset-üz Zehra meselesini gündeme taşıdığını ve meclisçe kabul edilip 150000 banknot tahsisat ayrıldığını vs. dile getirilmektedir. Bu mektubun tamamını görmek isteyenler Mufassal Marihçe-i Hayat eserimiz 2.baskı; 3.cilt sh.1992-1994’de baksınlar.
 
Katılım
14 Eki 2006
Mesajlar
1,777
Tepkime puanı
67
Puanları
0
İşte ey Mısıroğlu! Hadisenin aslı ve mahiyeti budur, hakikati da bundan ibarettir. Eğer senin fasit zu’muna göre, Bediuzzaman Hazretleri dünya meftunu, para düşkünü olmuş olsaydı merhum Sultan Abdülhamid Hanın ihsan parasını ve maaşını kabul edip alırdı.

Hem yine eğer öyle olsaydı M.Kemal’in 300 banknot maaş, mebusluk, köşk gibi cazip teklifleri kabul eder dururdu.


Hz.Bediuzzaman, Hazret-i Peygamberin (A.S.M.) varisidir ve onun sünnet-i saniyesi yolundadır; hiçbir zaman dünyaya ve paraya meyletmiş değildir…

ve o yüzden dinini bazıları gibi dünyaya satmamıştır. Demek ki, sen ya cehlinden ya da sinsi garazından ona fahiş iftirada bulunuyorsun. Hz. Bediuzzaman Van Medrest-üz Zehrası için Sultan M. Reşaddan alınmış bin altın liradan tek kuruşunu dahi yememiştir. O bin altın liranın tamamını ve hepsini Van Valiliğinin nezareti altında Medreset-üz Zehranın temellerine harcanmıştır.


Eğer senin Eskişehir askeri ceza evindeki arkadaşım dediğin Hüsrev ağabeyde sana bunu öyle söylemişse-ama eğer söylemişse-kesinlikle oda hilaf söylemiştir.

Peki Hz. Üstadın vefatından sonra Hüsrev Ağabeye intikal eden bu paranın kaynağı nereden? derseniz, dinleyin anlatayım.

Ama bu paranın mazisi ve meselesinin tam anlaşılması için Hz. Üstadın geçmiş hayatının bu tarafa doğru gelen seyrini tarih teleskopu ile temaşa etmek gerekmektedir. Evet, Hz. Bediüzzaman babası ve ağabeysinden aldığı harçlıktan gayrı hiç kimseden sadaka, hediye, zekat ve ihsan almamıştır. Peki o halde nasıl yaşamıştır?!..


CEVAP: 5-6 senelik talebelik hayatında babasının ve ağabeysinin cebine koydukları küçük bazı harçlıklarla geçinmiştir. Sonra 1898 de Van Valisi ya da askerî paşası Hasan Paşanın davetiyle Van’a gitmiş. Ve hemen mahalli basit bir medrese açtırmış, daha sonra büyük bir medreseyi, Horhor Medresesini Van kalesi altında küşad eylemiştir. Evkaf dairesinden 5-10 talebenin tayinatını (geçim masraflarını) alarak Vanda 15 sene kadar tedrisatla meşgul olmuştur. Bu 15 sene içinde, iki defa İstanbul’a gidip ikişer sene kalmaları da dahildir. Van’da evkaftan aldığı paralardan arta kalanlarla bazı şahsi masraflarınıda yapmıştır.. zaten o küçüklüğünden beri elbise, yemek ve yatmak gibi şeyleri gayet basittir. İstanbul da gece kaldığı yerler ya bir cami hücresidir, ya da köhne ve ucuz bir han odasıdır.


Sonra 1. Cihan Harbinde(1914 Ekiminde)önce fırka müftüsü sıfatıyla; 1915 Nisanından sonra da, gönüllü milis alay komutanı olarak vazife almıştır. Ordunun bütçesinden az bir miktar maaş bağlandığı tahmin edilmektedir. 1916 Martında Ruslara esir düşünce, henüz Tifliste bekletilmekte iken, Talat paşanın direktifiyle Hilal-ı Ahmer cemiyeti reisi (Kızılay) Ömer Besim Paşa özel bir kurye ile kendisine 60 liray-ı Osmani mukabili olan 1254 mark ulaştırılmıştır. (Resmi belgeler için bkz.Mufassal tarihçe 2.baskı,1.cilt, sh: 410)


İki buçuk sene kadar esaret hayatından sonra, firar edip İstanbul’a geldiğinde, Harbiye Nazırı Enver Paşa hemen Bediuzzaman’ı Harbiye Nazeretine davet etmiş, lazım gelen her türlü hürmet izaz ve iltifatı yapmış, altın harp madalyasını hediye edip takmış ve çok ısrarlarla ordunun bütçesinden 150 altını ona kabul ettirmiştir. Arkasından Şeyhül-İslama bir tezkere yazarak, Bediuzzaman’ı ordunun bir delegesi olarak “Darül Hikmetil-İslamiye” azalığına alınmasını talebetti.


Şeyhül-İslam Musa Kazım Efendi de, hemen bir tezkere ile padişah Muhammed Vahidüddine Bediüzzaman’ın atanması için müracaat eyledi. Padişah bunu hemen onayladı. Böylece 24 Ağustos 1334’de (yani1918) tarihinde 50 altın lira maaşla tayini gerçekleşmiştir. (bu resmi belgeler Mufassal Tarihçe-i hayat eserimiz 2.baskı 1.cilt sh.448-449 dadır)


Dar-ül Hikmet-il İslâmiyede iki buçuk sene kadar vazifesi devam etmiştir. Bu süre zarfında maaşından arttırdığı para ile küçüklü –büyüklü 20 kadar eserini bastırıp halka meccanen dağıtmıştır. Çünkü bu maaşı kendisine fazla görmüştür. Bastırdığı bu kitaplardan İşarat-ül İ’caz ile birisini daha para ile satarak, ilerde Hacca gitmek niyetiyle toplamıştır. Daha sonra Ankara’ya gelmesi ve uyuşamayıp Van’a gitmesi ve 1925’te alınıp sürgüne gönderilmesi… Tâ 1946’lara kadar çok aşırı bir iktisad ile hayatını sürdürmüştür 1946 ortalarında Nur Talebeleri teksir makineleri satın alarak, Risale-i Nur’un Asa-yı Musa, Zülfikar, Siracünnür vs. gibi mecmualarını teksir ederek istiyenlere para mukabilinde dağıttılar. Üstad Hazretleride yanında sakladığı ve onunla hayatını sürdürdüğü paradan arta kalan 90 banknotu teksir makinelerinin hizmetine iştirak niyetiyle talebelerine yollamıştır.


İşte bu tarihten itibaren satılan Nur risalelerinin iptidada beşte bir, sonralarında onda bir te’lif hakkı olarak Hz. Üstada verildi. Bu para ile Hz. Üstad geçim masraflarını yaptığı gibi, hayatını nur hizmetine vakfetmiş talebelerinin de tayinatlarını veriyordu. 1956 da Risale-i Nurların tamamı mahkemece berat kazanıp serbest olunca, latin harfleriyle matbaalarda resmen basılmaya başlandı. Nurların satışı da ona göre hızlandı ve arttı. O nisbettede te’lif hakkı olan onda bir gelir de artmış oldu. Lakin aynı parelelde Risale-i Nur hizmetine hayatını vakfeden genç Nur Talebelerinin sayısı da arttı.

1956-1960 beş senelik zamanda vakıf talebelere tayinat olarak verilen şu te’lif hakkı olan paradan arta kalanı oluyordu. Şu artan parayı Hz.Üstad Reşat altınına çeviriyor ve ileride mu’cizeli Kur’anın tab’ı için muhafaza ettiriyordu. Nihayet vefat rihleti için Urfa’ya geldiği zaman-bana ulaşan rivayete göre 366 Reşat altını da beraber getirmişti. Sevgili muazzez şehit Üstad, vefat edince beraberinde Isparta’dan gelmiş hizmetkar talebeleri, bir sepetin içinde saklı olan bu paraları -hizmet parası olduğu için- Tereke Hakimine göstermediler, sakladılar. Sair şahsî eşyasını ise Tereke Hakimi tespit edip, Konya’da yaşamakta olan küçük kardeşine teslimine diye karar verdi. Bunların nelerden ibaret olduğu listesi ve Tereke Hakiminin kararı Mufassal Tarihçe-i Hayat eserimiz 2.baskı, 3.cilt, sh.2154-2157 sahifelerindedir.


Adı geçen altınlar ise, Bediuzzaman’ın hizmetkar talebeleri, bu para hizmet parasıdır diye, götürüp Isparta’da Hüsrev Altınbaşak Ağabeye teslim ettiler.
 
Katılım
14 Eki 2006
Mesajlar
1,777
Tepkime puanı
67
Puanları
0
İşte ey Mısıroğlu! Recmen bilgayb ve ceffel-kalem sarf ettiğin lafların ve hükme bağladığın kararların görüldüğü üzere- asılsız ve hükümsüz olduğu ayan-beyan günyüzüne çıkmıştır.
Çünkü evet, Bediüzzamanın hayatı kuytu köşelerde kalmışta, efsaneli hurafelere bürünmüş bir hayat değildir. Onun hayatı gündüz gibi açık, güneş gibi parlak olup adım-adım takip edilmiş, belgelerle tevsik edilmiş bir hayattır. Ağyarların zımnî kin besleyenlerin uydurmasyon nakil ve rivayetlerine hiçbir cihetle muhtaç olmayan masum ve berrak bir hayattır.



Abdulkadir Badıllı
 
Katılım
14 Eki 2006
Mesajlar
1,777
Tepkime puanı
67
Puanları
0
Mısıroğlu ve yardakçılarının diğer iftiralarının cevaplarıda bizlerde mahfuzdur ama forum üyelerinin konu ile irtibatlı olanlarınının seviye ve üslup bakımından gayet aşağılarda seyretmesi ve de cerbeze de bi hayli ileride olmaları hasebi ile aktarmayı uygun görmedim. şimdilik bu size yeter... tevbe ve nedamet ile Rabbinize yalvarın belki afveder...
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
Bu konuyu Kadir Mısıroğlu'na e-mail ile gönderiniz. www.kadirmisiroglu.com

Yazının aslı şudur. Ve Bu altın hikayesini Hüsrev Altınbaşak'tan dinlediği intibası veren bir yazıdır.

Tarih ve belge arşiviyle Türkiye’nin önde gelen tarihçilerinden Kadir Mısıroğlu olayın aslını, hem de şahitler göstererek şöyle veriyor:

[7 nolu dipnot] Sultan II. Abdülhamid’e muhalefet kendilerine hiç yakışmayacak iki şahıstan biri olan Üstad Bediüzzaman Said Nursi, pek geç kalmış dahi olsa, ahir ömründe nedamet göstermiştir.

Şöyle ki: Prof. Dr. Osman Turan merhumdan dinlediğime göre Bediüzzaman Said-i Nursi, 1960 yılında vefatıyla nihayetlenen Urfa seyahatine çıkarken Ankara’daki evlerini ziyaret etmiş ve O’nun kayınvalidesi Nemika Sultan’dan dedesi adına helallik istemiştir:

Bilindiği üzere Osman Turan Bey’in kayınvalidesi Nemika Sultan, Selim Efendi’nin kızıydı. Selim Efendi ise, Sultan II. Abdülhamid’in en büyük oğluydu. Nemika Sultan, Ankara’da damadıyla birlikte yaşamakta ve bir apartman katında kendisine tahsis edilen odadan çıkmayarak devamlı ibadetle meşgul olmaktaydı. Vaki ısrar üzerine misafirlerin yanına gelmiş ve Said-i Nursi merhum, şu sözlerle kendisinden helallik dilemiştir:

“-Sultan Efendi Hazretleri!.. Biz, gençlik saikasıyla İttihadçılar’ın propagandalarına kapılarak dedeniz merhum Abdülhamid Han Hazretleri hakkında pek çok itale-i kelamda (lisanen tecavüzde) bulunduk. O’nun varisi sıfatıyla sizden helallik diliyorum. Ben bir ölüm yolcusuyum. Kabre az mesafem kaldı. O’nun namına bana hakkınızı helal ediniz!..” Nemika Sultan: “-Ne beis var hocaefendi!.. O zamanın siyaseti icabı böyle çok işler oldu!.. Artık geçen geçti.” demişse de Bediüzzaman sarahaten “Helal ettim!..” cümlesini duymak istemiş ve bunu Sultan Efendi’ye ısrar ederek üç kere tekrarlatmış ve sonra da: “-Oh!.. Elhamdülillah, inşallah bu haktan da kurtuldum. Artık müsterih olarak ölebilirim!..” demiştir.

Hakikaten o anda Urfa’ya gitmek üzere yola çıkmış bulunuyordu. Urfa’ya varmış ve kısa bir müddet sonra da orada vefat etmiştir.

Rahmetli Celaleddin Öktem Hoca’dan dinlediğine nazaran, II. Meşrutiyet arifesinde İstanbul’a gelen Said-i Nursi merhum o zaman Darulfünun’a tahsis edilmiş olan Zeyneb Kamil Konağı’nda bir konferans vermiş. Bu konferansta Sultan II. Abdülhamid hakkında ileri-geri sözler söylemiş. Ezcümle Celal Hoca’nın bizzat işittiğini söylediği şu sözleri sarfetmiş:

“-Sultan, tek başına koca bir sarayı işgal ediyor. Çıksın oradan!.. Ben orayı mektep yapacağım!..”

Bu ve benzeri sözler yüzünden tımarhaneye sevkedilmişse de doktorlar, “aklında bir noksanlık olmadığını ve sırf görgüsüzlüğü sebebiyle yakışıksız sözler sarfettiğini” söyleyerek O’nu serbest bırakmışlar.

Bundan sonra Mabeyn’e gelerek Padişah ile görüşmek istemiş, fakat bütün ısrarlara rağmen belindeki hançeri çıkarmak istemediğinden bu görüşme vaki olamamıştır.

II. Meşrutiyet’in ilanı üzerine Selanik’teki “Hürriyet Meydanı”nda düzenlenen bir mitingde bir konuşma yapmış, bu konuşma “Nutuk” adıyla basılıp halka dağıtılmıştır. (İstanbul, 1326…..)


Daha sonra Sultan Reşad’la görüşen Said-i Nursi, O’ndan Van’da tesis etmek istediği medrese için yardım almış ve hayatının sonuna kadar bu para ile yaşamıştır.

Vefatında, bu altınlardan arta kalanlar, benim Eskişehir Askeri Cezaevi’nden hapishane arkadaşım olan Hüsrev Altınbaşak’ta kalmış. O da bunları bozdurarak bugünkü “Hayrat Vakfı”nı kurmuştur

ilk olarak http://www.kadirmisiroglu.com'dan Haziran 2007'de yayınlanmıştır.

Yeni adresi:

http://www.kadirmisiroglu.com/compo...dergi-yazilari/51-sultan-2abdulhamit-han.html
 
Katılım
14 Eki 2006
Mesajlar
1,777
Tepkime puanı
67
Puanları
0
Mısıroğluna çoktan gitmiştir bu reddiye tekzip merakınız olmasın... Muhatabımız o değil zaten.. Onun yardakçıları..
 
Katılım
14 Eki 2006
Mesajlar
1,777
Tepkime puanı
67
Puanları
0
İşte ey Mısıroğlu! Recmen bilgayb ve ceffel kalem sarf ettiğin lafların ve hükme bağladığın kararların görüldüğü üzere asılsız ve hükümsüz olduğu ayan beyan günyüzüne çıkmıştır.

MEVZUYA GİRİYORUZ

Kadir Mısıroğlu, adı geçen kitabında bu iki şahsın ki, bu şahıslar hayatta değiller ve bu sözde ve delilsiz nakil ve rivayetlerini hiçbir yerde kaydetmemişler ve anlatmamışlardır. İşte Mısıroğlu güya bunları esas alarak; Bediüzzamanın Meşrutiyet dönemindeki hayatıyla ilgili pek çok şahsiyetlerin ifadelerini ve o günlerde kaydedilmiş yazılı belge ve beyanlarını bir çırpıda hiçe saymak girişiminde bulunarak, aslı-faslı olmayan bir şeyler karalamıştır. Bu makamda bir hadis-i şerif hatırıma geldi mealen; “Kişinin günaha girmesine yol açmasına her işittiğini alıp nakletmesi ona yeterlidir.”

Mısıroğlunun yazdıklarını dayandırdığı kişilerden birisi Prof. Dr. Osman Turan; ikincisi

Celaleddin Ökten hocadır. Bu iki şahsın ki, (eğer gerçekten anlatmışlarsa) Mısıroğluna anlattıklarının aslı-faslı olmadığını belgelerle ispatını yapacağım.

Önce Celalettin Ökten:

K. Mısıroğlunun, bu zattan bizzat dinledim diye kaydettiği ve kendisinden başka şahidi olmayan ifadesinin özeti iki-üç bölümlüdür.

Birinci Bölümü: “II. Meşrutiyetin arefesinde İstanbul’a gelen Said Nursî merhum, o zaman

Dar-ül Fünuna tahsis edilmiş olan Zeynep Kamil Konağında bir konferans vermiş. Bu konferansta

Sultan II. Abdülhamidin hakkında ileri geri sözler söylemiş. Güya demiş ki: “Sultan tek başına

koca bir sarayı işgal ediyor, çıksın oradan, orayı ben mektep yapacağım…” demiş.

İkinci Bölümü: “Bediüzzamanın -sözde ve Mısıroğlunun batıl yorumlarına göre- bu ve benzeri sözleri yüzünden tımarhaneye sevk edilmiş.”

Üçüncü Bölümü: Yine fasid yorumlarına göre: “Bundan sonra Mabeyne gelmiş, Padişahla gö-

rüşmek istemişse de, belindeki hançerini ısrarlara rağmen çıkarmadığı için görüşme vaki’

olamamıştır.”

Celalettin Ökten Hocadan sözde nakledilen rivayetin diğer bölümlerine sonra bakmak üzere, şimdi buradaki şu rivayetin kesinlikle uydurmasyon olduğunu hem Bediüzzamanın ifadeleriyle, hem de hadisenin içinde bulunarak yaşamış zatların beyanlarıyla ispatlıdır. Amma önce, Mısıroğlunun sağlam sened dediği Celalettin Ökten isimli zat, muhterem bir zât olup İmam Hatiplerin okullarının yaygınlaşmasına emeği geçenlerdendir. Kendisi 1961 yılında vefat etmiştir.

Yani elli sene önce vefat etmiş. Bizim kısa bir araştırma sonucu elde ettiğimiz bilgiye göre, gerek en yakın aile çevresinden ve gerek manevi olarak kendisini en yakın tanıyanlardan hiçbir kimse, böyle bir söz duymamışlar ve nakletmemişlerdir.

Prof. Dr. Osman Turan ise, Sultan Abdülhamidin kız torunuyla evli olduğu için, Sultan Hamidcilik namına bir şeyler dese de mazurdur.

Geliyoruz ispatlı cevaba:

1- “Meşrutiyetin arefesinde İstanbul’a gelen Said-i Nursi” diye söylenmiş?..

Bir şeyin arefesi -malum olduğu üzere- hemen az evvelisi demektir. Oysaki Bediüzzaman Hazretleri İstanbul’a meşrutiyetten 6–7 ay önce gelmiştir ki Medreset-üz Zehra üniversitesini kurmak gaye ve niyetiyle doğrudan padişah II. Abdülhamidle görüşerek, bu muazzam mesele hususundaki niyetini arz etsin. Tâ ki, padişah bu hususta mutasavver üniversitenin kıymet ve yararlığını dinlesinde, onun maddi finansmanını taahhüt eylesin. İşte bu niyetle Bediüzzaman Hazretleri memleketten İstanbul seferine çıkmadan evvel, eski Van valisi, o günün Bitlis valisi olan İşkodralı Tahir Paşanın tavsiyelerini de almak üzere yanına uğramış.

Paşa da Sultana hitaben Bediüzzamanın yüksek meziyetlerini anlatan bir mektup yazarak, Bediüzzamana vermiştir. Mektup 3 Teşrin-i Sani 1323 tarihlidir.*

*Tahir Paşanın mühürlü mektubu, Mufassal Tarihçe-i Hayat eserimiz 1.cilt, sh.168’dedir.

Bu tarih, miladi karşılığı 16 Kasım 1907’ dir. Aynı tarihte yola çıkmışsa, herhalde, en erken Aralık ayı başında İstanbul’a ulaşmış olmalıdır. Demek ki o, meşrutiyetten 7,5 ay evvel gelmiş demektir. Yani meşrutiyetin arefesi diye bir şey söz konusu değildir.

2- “…O zaman Dar-ül Fünuna tahsis edilmiş olan Zeynep Kamil Konağında bir konferans vermiş. Bu konferansta Sultan II.Hamid hakkında ileri-geri sözler söylemiş: “Sultan tek başına koca bir sarayı işgal ediyor, çıksın oradan. Orayı ben mektep yapacağım” demiş.”

Bu ifadeler, serapa hayal mahsulü uydurmasyon şeylerdir. Çünkü evvela II. Meşrutiyetin ilanından evvel konferans, miting ve gazetede aleyhte yazı yazmak taşralarda ve Avrupada mümkün iken İstanbul’da kesinlikle imkân dışı idi. Bu yüzden Bediüzzamanın gaye ve hedefi haricinde olan öylesi bir konferansa, İstanbul’a gelir gelmez girişmesi asla ne vaki olmuş ne de imkân elvermiştir.

Evet, bütün tarihi bilgiler ve belgeler diyorlar ki: Bediüzzaman Hazretleri İstanbul’a gelir, gelmez iki ay müddetle Sultan Abdülhamidin paşalarından şuray-ı devlet üyesi doğu kökenli Ahmet Muhtar Paşanın evinde kalmıştır. Bu müddet zarfında gaye ve hedefi olan Sultan Abdülhamidle görüşerek İstanbul’a geliş gayesini ona arzetmek ve böylece hedefine ulaşmak çabası içinde olmuştur. Fakat ne yaptıysa, padişahın etrafını sarmış olan mabeyndeki paşaların engelini aşamadı. Paşalar -o gün ki deyimle hamal kıyafetli- haddini aşan birisinin öylesi büyük işlerle meşgul olmasını uzak gördüler. Bediüzzamanla bu mabeyin paşaların arasında şiddetli münakaşalar oldu. Bir kaç gün sonrada, Şişli’de Vanlı zengin bir adamın evinde aynı paşalarla aynı mevzu’ ile alakalı ikinci bir münakaşa oldu. Fakat netice değişmedi. Ve artık Padişahla görüşme ümidi kesildi.

Bunun üzerine Bediüzzaman İstanbul’a geliş gayesini dile getiren bir dilekçeyi Padişaha arz edilmek üzere yazdırıp Mabeyn-i Hümayuna tevdi’ eyledi. Bu dilekçenin metni bilahere bazı gazetelerde yayınladığı gibi, Asar-ı Bediiye kitabı sh.464 ‘te de kayıtlıdır.

İşte yazdığımız bütün bu tarihi bilgiler hem Bediüzzamanın kendi ifadeleriyle hem diğer tarihçilerin beyanlarıyla sabittir. İsterseniz buyurun Latince baskılı Asar-ı Bediiyedeki Üstadın ifadeleri için bakınız: 402.431.464.486 Ve Mufassal Tarihçe-i Hayatta Üstadın ifadesi; 1. cilt, sh.179

Diğer bilgiler için, Mufassal Tarihçe-i Hayat A.Kadir Badıllı 2. Baskı; 1. cilt, sh 70,171,172,177,178,180 ve dahası..

Ve yine Celalettin Öktene isnad ettiği -sözde- rivayetini bir nass kabul edip şahsi kin ve garazıyla yoğurarak nakleden K.Mısıroğlu adındaki şahıs adı geçen uydurmasyon naklin üçüncü bölümünü şöyle kaydetmiş:

3- “…Sultan tek başına koca bir sarayı işgal ediyor, Çıksın oradan. Orayı ben mektep yapacağım.. Bu ve benzeri sözleri yüzünden tımarhaneye sevkedilmiş…”

Cevap: Bediüzzaman Hazretlerinin üslüp ve tarzıyla uzaktan yakından alâkası görülmeyen bu batıl ve şahsi kinlerle alude lakırdıların hakikat zemininde hiçbir değeri ve gerçekle hiçbir ilgisi olmadığı az üstte ispatı yapılmış olmasıyla beraber, tımarhaneye gönderilmesinin şekil ve sebepleri üzerinde az duralım.

Ama önce, Bediüzzaman Hazretlerinin merhum Sultan II.Hamidin hakkında, hele onun zat-ı şahsiyeti hakkında hiçbir zaman ne ileri, ne de geri konuşmuştur. Hele II. Meşrutiyetin ilanından önce hiçbir şey konuşmamıştır. Bediüzzamanın bütün nutukları, konferansları ve makaleleri ancak II. Meşrutiyetin ilanından sonra olmuştur. Ve bütün bunlar tarihli, rakamlıdır. Ve hepsi de zabtetdilmiş, kaydedilmişlerdir. 7 adet konferanslardaki nutukları ve 21 adet yazı ve makaleleri Asar-ı Bediiye kitabında neşredilmiştir. Bu nutuk ve makalelerin ve Divan-ı Harb-i Örfi ve Said-i Kürdî eserinin hiç birisinde merhum Sultan II. Abdülhamid Hanın zat-ı şahsiyetine karşı (diğer bazı zatların hücumları tarzında) hakaret içeren hiçbir nokta yoktur.

Ama nasihatları vardır, irşadkâr çıkış yolları göstermeleri vardır. Öbür yanda mabeyn paşalarının elleriyle yapılmış olan hatalı, eğri icraatlarını tenkit etme de vardır. Hz. Üstad az üstte nitelik ve sayılarını verdiğimiz mezkür nutuk ve makalelerinde hiçbir tanesi için pişmanlık duyma diye bir şey söz konusu değildir ve öyle bir şey olmamıştır. Çünkü bunların tamamını 1950 den sonra, ufak- tefek bazı rötüşlerle yeniden neşrettirmişlerdir.

Buna göre, Bediüzzamanın müsbet-menfi bütün dedikleri mezkür nutuk ve makalelerin içindedir. Bunların dışında olan –kimden olursa olsun– aykırı nakil ve rivayetler laf u güzaftan ibaret olup hiçbir değer taşımamaktadır ve itibarsızdırlar.

İşte haricî laf u güzafların aykırı çirkin örneğini gözler önüne sermek üzere, rivayeti ele alıyoruz.. Bakınız, rivayet diyor ki: -sözde- Bediüzzaman demiş:

“…Sultan tek başına bir sarayı işğal ediyor. Çıksın oradan .Orayı ben mektep yapacağım…” Acaba Hz. Bediüzzaman bunu böyle mi demiş? Aslı nasıldır.?. Ne zaman demiştir?..

Hemen kaydedelim ki, Hz. Üstadın padişaha karşı gazetede yayınlanan nasihati, II. Meşrutiyetin ilanından epey zaman sonra, padişah henüz tahtından inmemişken, 23 Mart 1909’da gazetelerde yayınlanan “Dağ meyvesi acı da olsa deva’dır” makalesinin “Hilafete dair bir rü’yadır” bölümünde yer almıştır.

Ve asıl metni de şöyledir: “Alem-ı menamda padişahı gördüm. Dedim: “Zekat-ül ömrü Ömer-i sani* mesleğinde sarfet!

*Ömer-i Sani, Abdülaziz-i Emevidir ki; ona adalet ve hakkaniyette Hz. Ömere benzediği için o lakap verilmiştir. -Abdülkadir Badıllı-

Tâ ki meşrutiyet riyasetine lazım ve biatın manası olan teveccüh-ü umumiyeyi kazanasın.

Padişah dedi: Ben onun yolunda gideyim, sizde ol zaman ehlini taklid edebiliyor musunuz?.. Birde sizde onlardaki kuvvet-i İslamiyet ve safvet ve ahlak!..

Ben dedim: Bizdeki tenbih-i efkar-ı umumi ve tekmil-i mebadi ve vesait ve ihata-i medeniyet, o

noktaların yerini tutmakla ; hem o noktaları istihsal, hem de netice-i matlup olan terakkiyi intaç ede biliyoruz. Düvel-i ecnebiyenin adaleti bunu ispat eder.

O dedi nasıl yapacağım?...

Dedim: İstibdad kalb-i memalik olan İstanbul’da kan bırakmadığından hüsn-ü niyeti göster.. Pür-şefkat ile meşrutiyeti kansız kabul ettiğin gibi, menfur olmuş yıldızı mahbub-u kulub etmek için, eski zebaniler yerine (Padişah adına zulüm ve istaibdad yapan yıldızdaki paşalar muraddır.

-A. Kadir Badıllı-) melaike-i rahmet gibi muhakkikin-i ulemayı doldurmak ve yıldızı Dar-ül fünun

gibi yapmak ve ulum-u islamiyeyi ihya etmek ve meşihat-ı islamiyeyi ve hilafeti mevki-i hakikisine isad etmekle, yıldızı Süreyya kadar i’la et !

Ta ki hanedan-ı Osmanî ol burc-u hilafette pertav- nisar-ı adalet olabilsin… Mademki imam-

sın …] (Mufassal Tarihçe 1, cilt sh. 218)

İşte Bediüzzamanın dedikleri bunlar. Asıl metni de bu…

Bediüzzaman Hazretleri, merhum Sultan Abdülhamidin bir kısım paşaları eliyle icra edilen istibdadı şiddetle tenkit ettiği gibi, Onun padişahlık ve halifeliğinin korunması, devamı için elinden ne gelmiş, dili ne kadar dönmüşse söylemiştir. İşte örnekleri: 1. Örnek: 24 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyetin ilanının üçüncü gününde İstanbul’da tertiplenen nümayiş mitinginde nutuk şeklinde okuduğu ve bir hafta sonra da Selanik’te aynısı irad edilen “Hürriyete Hitap” nutkunda, zulüm ve istibdadı tenkid, hürriyet ve meşrutiyeti istihsan edici beyanlarından sonra, aynı hitabenin sonunda: “Yaşasın yaraları tedavi etmek fikrinde olan Halife-i peygamber!...” diyerek Sultan

Abdülhamidi tezkiye ve vikaye eyler. (Bu nutuk bilahere Misbah gazetesi 19 Eylül 1324 ve 26 Eylül 1324 de (Yani Ekim 1908 de) neşredildi. İki sene sonra da, kütüphane-i içtihad sahibi Ahmed Ramiz tarafından bu nutukla beraber Üstadın sair nutukları bir kitap şeklinde ve “Nutuk” ismi altında yayınlandı. Yoksa Mısıroğlunun dediği gibi, aynı günlerde bastırılıp halka dağıtılmış değildir.

2. Örnek: Adı geçen nutuklardan altıncısında: “Mahasıl efendimiz (Yani Padişah Abdülhamid Han)

o kadar haşmetli ağalık kürkünü milletine bağışladı. Siz de (Yani doğudaki aşiret ağaları) o eski ve

köhnelenmiş ağalık abasını bir hulle-i adalete tebdil ediniz!” demek suretiyle, Sultan Abdülhamidin

büyük meziyetini dile getirmiştir.

3. Örnek: 31 Mart hadisesinden sonra, İstanbulda üç noktada kurulan Divan-ı Harb-i Örfi Mahkemelerinin bir nolusunda, Bediüzzamanın merdane müdafaalarının cinayetler bölümünün “yarı cinayet” diye nitelendirdiği kısımda şöyle demektedir. “… Daire-i İslamın merkezi ve rabıtası olan nokta-i hilafeti elinden kaçırmamak fikriyle ve sultan-ı sabık* kabul-u nasihata istihkak kesbetmiş zannıyla; ve “aslah tarik musalahadır” mülahazasıyla; şimdiki en çok ağraz ve infialata mebde’ ve tohum olan suret-ı garazı daha ahsen suretle düşündüğümden, sultan-ı sabıka ceride lisanıyla söyledim ki: “Münhasıf yıldızı Dar-ül fünun et, tâ Süreyya kadar i’la olsun.. Ve oraya seyyahlar ve eski zebaniler yerine, melaike-i rahmet yerleştir, tâ cennet gibi olsun.. Ve yıldızdaki milletin servetini, milletin baş hastalığı olan cehaleti için millete iade et ve milletin mürüvvet ve muhabbetine itimad et!.. Zira senin idarene millet mütekeffildir. Bu ömürden sonra ahireti düşünmek lazım.Dünya seni terk etmeden sen dünyayı terk et. Zekat-ül ömrü, Ömer-i Sani yolunda sarfeyle!..

* Çünkü o günü Sultan Abdülhamid Hazretleri, hain ittihatçılar tarafından bir sürü bahaneler ileri sürerek tahttan indirilmiş olduğundan, Hz.Üstad maziden söz ediyor. Yoksa bu nasihatlar, padişah tahtta iken gazetelerde yayınlanmış idi. Hem Sultan Abdülhamid Han tahttan indirildiğinde Bediüzzaman Hazretleri İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti mensubu olarak İttihadçılar tarafından tevkif edilmişti ve hapisteydi.

…Ben ki bir gedayım padişaha nasihat ettim. Demek yarı cinayet ettim.” (Asar-ı Bediiye sh. 415)

İşte şeksiz belgelerle görüldüğü üzere, Bediüzzzaman Hazretlerinin asıl metin ifadelerinde merhum Sultan Abdülhamid Han hakkında, (uydurmasyon rivayetin ve onun nakilinin iddiaları gibi) hiç bir şahsi hakaret ve aşağılama yoktur. Bilakis onun halifelik ünvanını mukaddes sayarak hıfz ve devamını istemiştir. Nitekim Üstadın Divan-ı Harb-i Örfi müdafaatının bir başka bölümünde 31 Mart olayının çıkmasının sebeplerinden birisinin: “Sultan-ı mazlumu sükut-u müsammemden kurtarmaktı.” Yani: Padişah Abdülhamidi sağırca susturmaktan kurtarmaktı.

(Asar-ı Bediiye sh.418)

Aynı müdafaatının başka bir yerinde : “…İstibdatlar sultan-ı mahlu’a isnad edildiği halde, onun zaptiye nazırı ile bana verdiği maaş ve ihsan denilen rüşvet ve hakk-ı sükutu kabul etmedim. Aklım feda ettim, hürriyetimi terk etmedim. O şefkatli sultana boyun eğmedim …”

(Asar-ı Bediiye sh.414)

İşte bu yazılı metinlerdeki ifade ve beyanların ışığında ve Bediüzzamanın kardeşi Molla Abdülmecidin kendi eliyle hatıra defterinde yazdığına ve yeğeni Abdurrahmanın yazdığı tarihçeye istinaden, katiyetle hükümederiz ki; meşrutiyetten evvel ve sonraki 1. Devre İstanbul hayat merhalesi şöyle cereyan etmiştir: ( çok kısaca)

1907 Aralık başlarında, Van’da kurmak istediği Medreset-üz Zehra Üniversitesini kurma ve te’sis masraflarını ve maddi finansmanını Padişahtan talep etme tasavvuruyla İstanbul’a geldi. Her şeyden evvel Padişahla görüşme yollarını aradı. 2.5 ay kadar onunla meşgul oldu. Ne ettiyse mabeyndeki bazı mason paşaların engelini aşamadı. Nihayet, İstanbul’a geliş sebeplerini ve gayesinin mahiyet ve hedefini anlatan bir dilekçe yazdırarak mabeyne bıraktı. Sonra, Fatih semtinde bulunan Şekerci Hanında bir oda bularak, odanın kapısına son derece acaib ve garip olan şöyle bir levha astı: “Burada her suale cevap verilir, her müşkil hallaedilir. Ama hiç kimseye sual sorulmaz.” Bu fevkalade acib ve garip ilan üzerine iki ayda mütemadiyen her sınıf ilim erbabından grup-grup insanlar geldiler, sualler tevcih eylediler. Herkesin suallerinin tam ve doğru olarak verilip, memnun ve mutmain ayrılıyorlardı. Tabii haliyle, bu hadise yıldırım hızıyla İstanbul’a yayıldı. Bu vaziyet hiç şüphesiz ki Bediüzzamanı kale almıyan mabeyn paşalarına büyük tedirginlik verdi.. Bediüzzamandan kurtulmak yollarını aradılar. Sonunda, böyle her şeyi bilen bir kişi deli olmalıdır diyerek, Ermeni ve Rum ağırlıklı birkaç doktordan sahte bir rapor hazırlatılmasını sağladılar. O rapora dayanarak Bediüzzamanı Toptaşı Akıl Hastanesine sevk ettiler. Ama “yalancının, sahtekarın mumu yatsıya kadar yanar” darb-ı meseli tarzında, oyunları tutmadı, Yalan ve sahtekarlıkları meydana çıktı.. Çünkü birkaç gün sonra hastanenin Baştabibi bizzat Bediüzzamanı konuşturarak muayene etti. Ve sonunda şöyle bir rapor yazıp mabeyin paşalarına gönderdi. Dedi ki: “Eğer Bediüzzamanda zerre kadar cünunluk varsa, dünyada hiçbir akıllı insan yoktur.”

Baştabibin bu raporu üzerine mabeyine telaşa düştü. Hemen çar-çabuk Bediüzzazmanı oradan alıp, getirip nezarethaneye koydular. Burada Hazret-i Üstadın ne kadar kaldığı kesin olarak belli olmamakla beraber, bir ay kadar kaldığı tahmin edilmektedir. Nezarethanede iken, Zaptiye Nazırı Şefik Paşayı Üstada gönderdiler.

Şefik Paşa: “Padişah sana selam söylemiş. Şu 30 altunu ihsan-ı şahane olarak, her ayda da 10

altun maaş bağlamış. İleride bu maaşı yirmi-otuzaltun yapacakmış” şeklinde Bediüzzamana teklif ge-

tirmiş. Bediüzzaman ise: “Ben maaş dilencisi değilim.

1000 lira da olsa kabul edemem” diyerek teklifi red etmiştir.

Hz. Üstadın gerek tımarhane Baştabibiyle yaptığı muhaverenin, gerekse nezarethanede iken, yanına gelen şefik paşa ile karşılıklı konuşmalarının onun kendi ifadesi ile olan uzun metinleri, “İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi” eserinde o zamanlar yayınlanmış olduğu gibi, şimdi ise, Latince baskılı Asar-i Bediiye kitabı 426-432 sahifelerinde mevcuttur.

Demek ki; Mısıroğlunun iddialarında: “Sultan tek başına koca bir sarayı işgal ediyor, çıksın oradan,

orayı ben mektep yapacağım.” Bu ve benzeri sözleri yüzünden tımarhaneye sevk edilmiş…” ve

yine iddiacının zımnen buğuzlu yorumuna göre: “Tımarhaneden çıktıktan sonra gelmiş, padişahla görüşmek istemiş.. fakat belindeki hançerini çıkarmaktan vazgeçmediği için, bu görüşme gerçekleşememiştir.”

İlh... gibi, miş, muşların kaç paralık değerde olduğu herhalde anlaşılmıştır.

Evet, Bediüzzaman Hazretlerinin o günleri, Tımarhane, nezarethane derken, İkinci Meşrutiyet ilanı gelip çatmış, Bediüzzamanda artık serbest… Hazret-i Üstadın, meşrutiyet ilanından sonraki hayatı, ileride burada yazılmayan uydurmasyon iddiaların cevabında gerekirse yazılacaktır. Aslında Müfassal Tarihçe-i Hayat eserimizde, onun bu döneme ait hayatı tafsilen ve belgelerle yazılmıştır, görülebilir.

Bu şahsın şu gelen saygısız, anlayışsız, bilgisiz ve terbiye dışı, ama iftiralı ve kazf-ı muhsanatlı sözlerini de kaydedip bir-iki cümle ile cevabını yazdıktan sonra, Celaleddin Ökten’e isnad edilen iddialarının son bölümüne geleceğiz.
 
Katılım
14 Eki 2006
Mesajlar
1,777
Tepkime puanı
67
Puanları
0
İşte bakınız, bütün tarihçiler, o günlerde Bediüzzamanı yakından tanıyan ve gören insanlar,
onun küçük kardeşi Molla Abdülmecid Efendi ve onun o devreye ait hayatını yazan yeğeni
Abdurrahman-ı Nursi, Eşref Edip Fergan gibi zatların müttefikan, Tımarhane baştabibinin yazdığı raporunun sureti hakkında, az üstte kaydettiğimiz gibi veriyorlar. Kadir Mısıroğlunun kaydettikleri ise; “Doktorlar, aklında bir noksan olmadığını ve sırf görgüsüzlüğü sebebiyle yakışıksız sözler sarf et- tiğini söyleyerek onu serbest bırakmışlardır”
şeklindedir. Biz şu uydurmacalı te’viller düzen, sinsi düşmanlık güden bu şahıslara ne diyelim?.. Onların ayarına inip, sokak insanları tarzında hakaretamiz sözlerle mi mukabele edelim?.. bilemiyorum. Ama şunu söylemek durumundayız ki; zahiren dost, zımnen adavet saklıyan bu adamların gayesi, Sultan Abdülhamidi tezkiye ve sena etmek değil, Bediüzzaman
gibi bir allame-i cihanı bir maneviyat sultanını bir müçtehid-i azamı aşağılamak, nazardan düşürmektir. Fakat acaba bunlardaki bu sinsi his, nereden kaynaklanıyor? Bediüzzaman Hazretlerinin bir zamanlar taşıdığı “Kürdî” ünvanından mı?.. Evet buna bir derece işaret eden bir hadise var, ama şimdi söylemiyeceğim. Necip Fazıl Kısakürek merhum bir zamanlar “Büyük Doğu”sunda Hz. Üstadın hayatını tefrika ediyordu.

Sonra bunu kitaplaştırdı. 31 Mart Divan-ı Harb-i Örfi mahkemesinden beraat aldığı kısmına geldiğinde; bütün tarihçilere ve Hz.Üsatadın bizzat kendi ifadesine ki: “Mahkemeden berat edip çıktığında, mahkeme hey’etine teşekkür etmiyerek, İstanbul Üniversitesinden Sultan Ahmede kadar bağıra bağıra “ zalimler için yaşasın Cehennem!” dedi kaydı yerine, Necip Fazıl bunu kasden “Sultan Ahmede kadar kendi kendine mırıldandı” tarzında vermişti. Necib Fazıl merhum kendi şeyhinin taht-ı tesirinde idi. Onun şeyhi bir zamanlar Bediüzzamana itirazları olmuştu çünki…
Necip Fazılın böyle küçümseyici davranışları ara sıra devam etmişti. Şimdilik hele bu kadar yeter…
 

Hikem

Kıdemli Üye
Katılım
31 Ağu 2009
Mesajlar
6,073
Tepkime puanı
702
Puanları
0
Kadir Mısıroğlu, genellikle kendisinde mevcut olan bilgiler, belgeler, şahitler, hatıralar ışığında konuşmalar yapar, yazılar yazar.İyi niyetinden şüphemiz yoktur.Saniyen Üstad Bediüzzamanıda sever, eserlerinde ondan iktibaslar yapar.Bazı arkadaşlar , kıralda fazla kıralcılık yaparak , aşırı tepki veriyorlar.Bunuda güya üstadı savunmak adına yapıyorlar.Bu tavır Risalei Nur meşrebine muhaliftir.Elinde belge olan, bunu yazar.Kadir Mısıroğluda yanlış yapabilir, Üstad Hazretleride yanlış yapabilir.Peygamberler müstesna kimse masum değildir.Meseleye bu zaviyeden bakılmalıdır.
 

manifesto

Yasaklı
Katılım
23 Ara 2006
Mesajlar
0
Tepkime puanı
334
Puanları
0
Konum
Kocaeli
Üstad'a açık bir "yiyici" muamelesi var
Ki üstadın hayatının tek saniyesinden haberdar olan bir kimse onun bu iftira karşısında ne denli pak olduğunu bilir
Kadir Mısırgil-oğlu bizi şaşırtmıyor
 

korakademik

Ordinaryus
Katılım
17 Ağu 2009
Mesajlar
2,236
Tepkime puanı
63
Puanları
0
Üstad onca mahkemede çile çekmiş biri
böyle bir belge mevcut ise bugüne kadar bununla ilgili niye mahkemeye çıkmadı.
şiir okuduğu için hapis yatılan memleketteyiz vesselam.
 

furkan

Asistan
Katılım
7 Haz 2010
Mesajlar
486
Tepkime puanı
21
Puanları
0
Üstad hazretleri cennet mekan Abdülhamid'in yakınlarına özrünü beyan etmiştir. Mısıroğlu bunu büyüklerden nakletmiştir. Buna dahi nurcular saldırmıştır. Bu ne şahısperestlik korkutur beni.

Nurcu abiler herşeyi anlatıyorlarmış gibi biz bunu duymadık ki demeyin. Onlar işlerine gelmeyen hiç bir şeyi anlatmazlar.
 

korakademik

Ordinaryus
Katılım
17 Ağu 2009
Mesajlar
2,236
Tepkime puanı
63
Puanları
0
Kadir bey peygamber midir ki
her dediğini kabul edicez.

Üstad'ın tarihçe-i hayatı bize kafidir.
abilere bile sormamıza gerek yok.
 

agbi

Yasaklı
Katılım
2 Kas 2006
Mesajlar
25
Tepkime puanı
382
Puanları
0
Konum
İzmir
Kadir Mısıroğlu, genellikle kendisinde mevcut olan bilgiler, belgeler, şahitler, hatıralar ışığında konuşmalar yapar, yazılar yazar.İyi niyetinden şüphemiz yoktur.Saniyen Üstad Bediüzzamanıda sever, eserlerinde ondan iktibaslar yapar.Bazı arkadaşlar , kıralda fazla kıralcılık yaparak , aşırı tepki veriyorlar.Bunuda güya üstadı savunmak adına yapıyorlar.Bu tavır Risalei Nur meşrebine muhaliftir.Elinde belge olan, bunu yazar.Kadir Mısıroğluda yanlış yapabilir, Üstad Hazretleride yanlış yapabilir.Peygamberler müstesna kimse masum değildir.Meseleye bu zaviyeden bakılmalıdır.

Bazı yazarlar vardır gerçekten İLİM SAHİBİ dirler ve bunlardan bazıları ise DAHA İYİ TANINMAK için kimi zaman öyle hatalar yaparlar ki MATNTIK taki Yatık S gibidirler.

Yanlış hatırlamıyorsam yok kesin değil onun için isim vermeyeyim.
 
Katılım
14 Eki 2006
Mesajlar
1,777
Tepkime puanı
67
Puanları
0
Tahmin ediyorum, bu fasid iftiralı yorum, tek başına Mısıroğluna aittir. Hakikaten bu çok kabih, fevkalade çirkin iftiralı yorumu yapan şahıs cehennemi boylaması lazım.
Evet, o Hazret-i Bediüzzaman ki hayatında hiçbir sadakayı, hiçbir hediyeyi ve mukabelesiz hiçbir ihsanı kabul edip almamış. Hatta amcasının çorbasını bile içmemiş iken; Medreset-üz Zehra Üniversitesi için Sultan Muhammed Reşadın resmi devlet tahsisi olarak 19000 altun lirayı –ki bu para Kosova’da kurulması mutasavver bir üniversitenin tesisi için tahsis edilmiş

iken 1912 deki Balkan harbinde Kosova istila edilince Van’da kurulması düşünülen resmi bir üniversiteye yönlendirmişti. 1913 yazında bu paradan 1000 altun o üniversitenin temellerinin atılması masrafları için Van Valiliğinin emrine verilmişti.

İşte bu uygulama resmi bir muamele olduğundan, dünyanın bildiği ve herkesin işittiği bu çok açık pek bedihi hadiseyi Mısıroğlu tecahül-ü arifaneden gelerek, çirkin iftirasına alet ittihaz etmiştir. Yani; Hazret-i Bediuzzaman gitsin, Medreset-üz Zehra Üniversitesi hususunda Sultan Reşadı ikna etsin, Sultan Reşad da cihan çapındaki büyük hizmeti takdirle karşılasın ve 19000 altını bütçeden ayırsın ve onun ilk ayağı olarak 1000 altınını Van valiliğine göndersin, sonra Bediüzzaman da gidip bu parayı alsın ve üzerine oturup hayatının sonuna kadar onunla geçinsin.

Eliyazubillah!.. Düşman dahi bu iftirayı yapamaz.

Ey Mısıroğlu! Sen bu hususlarda ya tamamen cahil bihabersin, ya da sinsi bir kasıtla perde altında Bediuzzamanın aziz şahsiyetini, şerif zatını iftiralarla çürütmek istemektesin.

Amma çok yanılıyorsun, güneşi balçıkla sıvayamazsın Bediuzzaman ve Nur mesleğinin hüşyar, ilimdar nöbetdarı çoktur.

Bilesin ki sen kendi hezeyanlı iftiralarını kimseye yutturamazsın. Bunu böyle bil.



burada sessiz sedasız duruyor bu makale .. neden ki.. acaba neden...
 

ORHANCAN

Ordinaryus
Katılım
15 Ara 2006
Mesajlar
2,536
Tepkime puanı
80
Puanları
0
Konum
-İSPARİT-
bazı anlayışsız kardeşlerimiz Bediüzzaman Hz. lerini saldırmak va açığını aramaktan lezzet alırlar..

Aynen ölmüş kardeşinin etini dişlemek gibi..

bakalım alıntılarımı okuyup cevap yazmakla yetinirler mi.. yoksa sukut ederek okumazlar mı bilemem artık..

Bediüzzaman hz.’leri 1907 yılının Aralık ayının son günlerinde İstanbul’a ulaştığı hakkında kesin belgelerle sabittir. Onun İstanbul’a gelişinin asıl amacı, Van’da kurmak istediği Medresetüzzehra isimli üniversitenin maddi finansmanı için, Sultan Abdulhamid’le görüşerek temin ve taahhüt altına almaktı. İstanbul’a gelir gelmez padişahla görüşme imkânının yollarını aradı.

1908’in Mart ayı başlarında Mabeyn-i hümayûn’a gitti, padişahla çok önemli bir hususa dair görüşmek istediğini söyledi. Ama maalesef oradaki vazifeli paşalar bu isteği reddettiler. Bediüzzaman’la, o çoğu mason olan paşalar arasında tartışmalar yaşandı. Dolayısıyla o pek mühim görüşme mümkün olamadı. Fakat Bediüzzaman bu görüşme talebinden vazgeçmedi, çare ve imkân yollarını aramaya devam etti. Ferik Ahmet Muhtar paşa delaletiyle İstanbul Şişli’de Vanlı zengin bir adamın evinde mabeyin paşalarıyla ikinci bir görüşme sağlandı. Burada yine mevzu’ hakkında sert münakaşalar oldu.

Sonuçta ipler koptu ve Bediüzzaman’ın mutasavver olan görüşmeden ümidi kesildi. Son bir çare olarak Padişaha hitaben meramını anlatan bir dilekçe kaleme alarak (dilekçe’de şarkın cehaletten kurtulmasının tek çaresi, bir “Darül-Funun”un Van’da kurulmasıdır diyerek) dilekçeyi

Mabeyn-ı humayuna bıraktı. Birkaç gün daha bekledi. Yine bir ses çıkmadığını görünce; padişahın ve devletin nazarını doğunun ahvaline çekmek niyetiyle, Fatih tarafında bulunan Şekerci Hanında bir oda kiralayarak kapısına şöyle bir levha astı: “Burada her çeşit suale cevap verilir. Her müşkül halledilir. Ama hiç kimseye sual sorulmaz.”

Bu garip ilan üzerine, iki ay süresince her çeşit ilim adamı, her türlü ilme dair-gelip- sualler sordular.,bütün gelenler mutlak isabetli cevaplar aldılar. Bu acip hadise üzerine, mabeyn paşalarına bir telaş düştü ve Bediüzzaman’dan kurtulma yollarını aramaya koyuldular. Sonunda şu planı düşündüler: “Şu her şeyi bilen adam deli olmalıdır” vicdanı satılmış bir iki doktordan uydurmasyon bir rapor hazırlattırdılar ve masum ve günahsız, ama vatan ve millet aşkıyla tutuşan, hamiyet ve gayret nuruyla feveranda olan Bediüzzaman’ı alıp tımarhaneye koydular. Birkaç gün sonra, akıl hastanesi Baştabibi vicdanlı, hamiyetli ve basiretli bir zat olduğundan Bediüzzaman’ı karşılıklı konuşarak muayene ettikten sonra meselenin künhüne vukufiyet peyda eyledi ve Mabeyne şöyle bir rapor tanzim eyleyip yolladı: “Eğer Bediüzzaman’da zerre kadar bir cünunluk varsa, o takdirde Dünyada hiçbir akıllı insan yoktur.”

Bunun üzerine Mabeyin paşaları şaşırdılar; ne yapalım, ne edelim de bundan kurtulalım diye çare düşündüler. Sonunda: “Bunu bir süre nezarette bulunduralım Padişahtan kendisine bir miktar parayı bahşiş ve rüşvet tarzında gönderelim. Herhalde o bu parayı görünce çeker gider” diye bu tedbiri, Sultan Abdülhamid’e bildirip kabul ettirmeye çalışalım. Tedbir kabul gördü. Padişah adına zaptiye nazırı Şefik Paşa görevlendirildi.30 altın peşin bahşiş,her ayda 10 altın maaş..ileride bu maaş daha da arttırılacak diye Sultan Abdulhamidin selamıyla birlikte teklifen götürüldü.Bediüzzaman’ın Şefik paşaya cevabı şöyle oldu: “Ben maaş dilencisi değilim. Bin altın da olsa kabul edemem… ilh” uzun bir muhavere …

İşte tımarhane, nazarethane derken 24 Temmuz 1908 günü 2. Meşrutiyet Padişahın fermanıyla ilan edildi. Bediüzzaman hazretleri ya Meşrutiyetin ilanı gününde, ya da bir-iki gün önce serbest bırakıldı. İstanbul’da, Selanik’te hürriyetçilerin tertipledikleri nümayişlere Bediüzzaman da katıldı. Meşrutiyeti İslami şeriata tatbik eden uzun nutuklar irad etti. Onun hürriyet ve meşrutiyeti şeriata tatbik eden bu nutukları ta o günlerde kitaplaştırılarak yayınlandı.

Böylece Bediüzzaman hazretleri bütün gücüyle meşrutiyet ve hürriyeti İslam Şeriatına tatbik ederek icraata konması için çalıştı, çabaladı. İttihat –Terakki Cemiyeti içindeki, Ahrar Fırkası ileri gelenleri ile görüşmeler yaptı. Üç dört ay onlarla beraber göründü. Lakin İttihat ve Terakki’deki hâkim olan Farmason, aynı zamanda ırkçı gurup, Bediüzzaman’ın katıksız İslamcılık ve Şeriatçılığını hazım edemeyip ondan ayrıldılar ve düşman kesildiler.

İttihatçıların içinde gerçek milliyetçi olan ümmetçi gurubu da bu farmasonlardan aleni olmasa da, fikir ve düşünce sahasında ayrılmışlardı. Bu arada müspet-menfi cemiyetler, kulüpler de açılmış ve açılıyordu.

Derken, İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti kuruldu. Bu cemiyetin kurucuları bila-istisna Müslümanların itimatlarını kazanmış âlim ve fazıl şahsiyetlerdi. Ancak Volkan adlı gazetesiyle birlikte gelip bu cemiyete üye olan Derviş Vahdeti müstesna. İşte bu cemiyet kurulduktan bir müddet sonra, Bediüzzaman’da ona dâhil oldu. Ve ittihatçılardan (Mason ve Farmason gurubundan)tamamen yüz çevirip ayrıldı. Ve İttihad-ı Muhammedi Cemiyetinin bir naşir-i efkarı olmuş olan Volkan gazetesinde, hem İttihad-ı Muhammedi Cemiyetinin kuruluş gayesini, hem de Meşrutiyeti İslam Şeriatına uygunluk tarafını izah eden kaideli ilmi beyanlarını, gayet pervasızca makalelerle yayınlamaya başladı.

Aynı günlerde yayın hayatına başlayana “Sırat-ı Müstakim” ve sonra “Sebilür-reşad” dergisiyle Bediüzzaman’ın bir muarefesi olmadı. Dolayısıyla bu dergide ta 1911’lere kadar Bediüzzaman’ın herhangi bir makalesi yayınlanmadı. Bu derginin başmuharriri Mehmet Akif Beydi. Gerçekten M.Akif beyin Sultan Abdulhamid’i eleştiren sert ve kırıcı yazı ve şiirleri yayınlanıyordu. Yani Sebillür-reşad dergisi ve onun sahibi Eşref Edip ve başmuharriri M.Akif bey bağımsız ve kendi başlarına hareket ediyorlardı. Bediüzzaman ise, İttihad-ı Muhammedi cemiyetinin bir üyesi olarak makaleler neşrediyordu..

Bediüzzaman’ın bütün nutuk, kitap ve makaleleri hiçbiri zayi olmadan zabt ve kaydedilmiş, mahfuzdurlar. Onun hiçbir yazısında, merhum Sultan Hamid’in şahsiyetini ve halifelik makamını tezyif edici hiçbir şey yoktur. Vardır diyen varsa. Tarihi belgeleri ile ispat etmelidir. Evet, Bediüzzaman’ın o gün ki kitap, nutuk ve makalelerinde; Abdülhamid Hanın etrafında çöreklenmiş kısmen mason paşaları eliyle, ama onun namına yapılmış yanlış icraatlarını tenkit edici ifadeleri olmuştur. Lakin bu tenkitler içerisinde itidale çağırıcı, çözümler önerici pek çok ilmi tahkikli nasihatle beyanatları da beraber olmuştur.

İşte, Bediüzzaman’ın adı geçen makale, kitap ve nutuklarında, istikamet çizgisini gösteren pusula mesabesindeki ilmi hakikatlerden ötürü pişman olmamış ve o yüzden de siyasetten çekilmemiştir. Bilakis adı geçen makale ve nutukları 1950 den sonra da, siyaset erbabına iletilmek üzere neşrettirmişlerdir. Bütün bu nutuklar, makaleler ve kitaplar bilahare tarafımızdan “Asar-ı Bediiye” adlı bir kitapta bir araya getirilip yayınlanmıştır, görülebilir.

Buna göre Bediüzzaman hazretlerinin tarafgirane siyasetçilikten nefret edip yüz çevirme hadisesi 1919’ larda vuku bulduğunu onun net ifadesiyle sabittir ki Risale-i Nurdan 23. Mektubun dördüncü veçhinde kayıtlıdır.

İttihatçılardaki farmason gurubun hedefinde İttihad-ı Muhammedi cemiyetinin üyelerinin ve özellikle Bediüzzamanı:“Sultan Abdulhamidci ve Mürteci kimseler” olarak tanımlayarak onu idam ettirmek için ellerinden geleni diriğ etmiyorlardı. Nitekim hareket ordusu gelip İstanbul’u kuşattığı Rumi 11 Nisan 1325 (Miladi 24 Nisan 1909 ) da İttihad-ı Muhammedi üyelerini yakalamaya başladıkları günlerde Bediüzzaman hz.leri hayatını boşa sarf etmemek ve koruma altına almak niyetiyle İstanbul’dan ayrılıp İzmit’e gelmiştir. Bediüzzaman’ın İzmit’te beklediği günlerde miladi 27 Nisan 1909 Sultan Abdulhamidin hal’ı gerçekleştirilmiş oluyordu. Miladi 30 Nisan 1909’da da Bediüzzaman hazretleri İzmit’te yakalanıp tevkif edilerek İstanbul’a götürülmüş 23 gün Harbiye nezaretinde tutuklu bulundurulmuş 2 nolu Divan-ı Harb mahkemesinde sorgulandıktan sonra tahliye edilmiştir. Bir gün sonra da,1 nolu Divan-ı Harp mahkemesinde yargılanmış, gayet merdane ve pervasızca müdafaaları sonunda beraat almıştır


http://www.sorularlarisale.com/index.php?s=article&aid=9300
 
Üst