İşte ey Mısıroğlu! Recmen bilgayb ve ceffel kalem sarf ettiğin lafların ve hükme bağladığın kararların görüldüğü üzere asılsız ve hükümsüz olduğu ayan beyan günyüzüne çıkmıştır.
MEVZUYA GİRİYORUZ
Kadir Mısıroğlu, adı geçen kitabında bu iki şahsın ki, bu şahıslar hayatta değiller ve bu sözde ve delilsiz nakil ve rivayetlerini hiçbir yerde kaydetmemişler ve anlatmamışlardır. İşte Mısıroğlu güya bunları esas alarak; Bediüzzamanın Meşrutiyet dönemindeki hayatıyla ilgili pek çok şahsiyetlerin ifadelerini ve o günlerde kaydedilmiş yazılı belge ve beyanlarını bir çırpıda hiçe saymak girişiminde bulunarak, aslı-faslı olmayan bir şeyler karalamıştır. Bu makamda bir hadis-i şerif hatırıma geldi mealen; “Kişinin günaha girmesine yol açmasına her işittiğini alıp nakletmesi ona yeterlidir.”
Mısıroğlunun yazdıklarını dayandırdığı kişilerden birisi Prof. Dr. Osman Turan; ikincisi
Celaleddin Ökten hocadır. Bu iki şahsın ki, (eğer gerçekten anlatmışlarsa) Mısıroğluna anlattıklarının aslı-faslı olmadığını belgelerle ispatını yapacağım.
Önce Celalettin Ökten:
K. Mısıroğlunun, bu zattan bizzat dinledim diye kaydettiği ve kendisinden başka şahidi olmayan ifadesinin özeti iki-üç bölümlüdür.
Birinci Bölümü: “II. Meşrutiyetin arefesinde İstanbul’a gelen Said Nursî merhum, o zaman
Dar-ül Fünuna tahsis edilmiş olan Zeynep Kamil Konağında bir konferans vermiş. Bu konferansta
Sultan II. Abdülhamidin hakkında ileri geri sözler söylemiş. Güya demiş ki: “Sultan tek başına
koca bir sarayı işgal ediyor, çıksın oradan, orayı ben mektep yapacağım…” demiş.
İkinci Bölümü: “Bediüzzamanın -sözde ve Mısıroğlunun batıl yorumlarına göre- bu ve benzeri sözleri yüzünden tımarhaneye sevk edilmiş.”
Üçüncü Bölümü: Yine fasid yorumlarına göre: “Bundan sonra Mabeyne gelmiş, Padişahla gö-
rüşmek istemişse de, belindeki hançerini ısrarlara rağmen çıkarmadığı için görüşme vaki’
olamamıştır.”
Celalettin Ökten Hocadan sözde nakledilen rivayetin diğer bölümlerine sonra bakmak üzere, şimdi buradaki şu rivayetin kesinlikle uydurmasyon olduğunu hem Bediüzzamanın ifadeleriyle, hem de hadisenin içinde bulunarak yaşamış zatların beyanlarıyla ispatlıdır. Amma önce, Mısıroğlunun sağlam sened dediği Celalettin Ökten isimli zat, muhterem bir zât olup İmam Hatiplerin okullarının yaygınlaşmasına emeği geçenlerdendir. Kendisi 1961 yılında vefat etmiştir.
Yani elli sene önce vefat etmiş. Bizim kısa bir araştırma sonucu elde ettiğimiz bilgiye göre, gerek en yakın aile çevresinden ve gerek manevi olarak kendisini en yakın tanıyanlardan hiçbir kimse, böyle bir söz duymamışlar ve nakletmemişlerdir.
Prof. Dr. Osman Turan ise, Sultan Abdülhamidin kız torunuyla evli olduğu için, Sultan Hamidcilik namına bir şeyler dese de mazurdur.
Geliyoruz ispatlı cevaba:
1- “Meşrutiyetin arefesinde İstanbul’a gelen Said-i Nursi” diye söylenmiş?..
Bir şeyin arefesi -malum olduğu üzere- hemen az evvelisi demektir. Oysaki Bediüzzaman Hazretleri İstanbul’a meşrutiyetten 6–7 ay önce gelmiştir ki Medreset-üz Zehra üniversitesini kurmak gaye ve niyetiyle doğrudan padişah II. Abdülhamidle görüşerek, bu muazzam mesele hususundaki niyetini arz etsin. Tâ ki, padişah bu hususta mutasavver üniversitenin kıymet ve yararlığını dinlesinde, onun maddi finansmanını taahhüt eylesin. İşte bu niyetle Bediüzzaman Hazretleri memleketten İstanbul seferine çıkmadan evvel, eski Van valisi, o günün Bitlis valisi olan İşkodralı Tahir Paşanın tavsiyelerini de almak üzere yanına uğramış.
Paşa da Sultana hitaben Bediüzzamanın yüksek meziyetlerini anlatan bir mektup yazarak, Bediüzzamana vermiştir. Mektup 3 Teşrin-i Sani 1323 tarihlidir.*
*Tahir Paşanın mühürlü mektubu, Mufassal Tarihçe-i Hayat eserimiz 1.cilt, sh.168’dedir.
Bu tarih, miladi karşılığı 16 Kasım 1907’ dir. Aynı tarihte yola çıkmışsa, herhalde, en erken Aralık ayı başında İstanbul’a ulaşmış olmalıdır. Demek ki o, meşrutiyetten 7,5 ay evvel gelmiş demektir. Yani meşrutiyetin arefesi diye bir şey söz konusu değildir.
2- “…O zaman Dar-ül Fünuna tahsis edilmiş olan Zeynep Kamil Konağında bir konferans vermiş. Bu konferansta Sultan II.Hamid hakkında ileri-geri sözler söylemiş: “Sultan tek başına koca bir sarayı işgal ediyor, çıksın oradan. Orayı ben mektep yapacağım” demiş.”
Bu ifadeler, serapa hayal mahsulü uydurmasyon şeylerdir. Çünkü evvela II. Meşrutiyetin ilanından evvel konferans, miting ve gazetede aleyhte yazı yazmak taşralarda ve Avrupada mümkün iken İstanbul’da kesinlikle imkân dışı idi. Bu yüzden Bediüzzamanın gaye ve hedefi haricinde olan öylesi bir konferansa, İstanbul’a gelir gelmez girişmesi asla ne vaki olmuş ne de imkân elvermiştir.
Evet, bütün tarihi bilgiler ve belgeler diyorlar ki: Bediüzzaman Hazretleri İstanbul’a gelir, gelmez iki ay müddetle Sultan Abdülhamidin paşalarından şuray-ı devlet üyesi doğu kökenli Ahmet Muhtar Paşanın evinde kalmıştır. Bu müddet zarfında gaye ve hedefi olan Sultan Abdülhamidle görüşerek İstanbul’a geliş gayesini ona arzetmek ve böylece hedefine ulaşmak çabası içinde olmuştur. Fakat ne yaptıysa, padişahın etrafını sarmış olan mabeyndeki paşaların engelini aşamadı. Paşalar -o gün ki deyimle hamal kıyafetli- haddini aşan birisinin öylesi büyük işlerle meşgul olmasını uzak gördüler. Bediüzzamanla bu mabeyin paşaların arasında şiddetli münakaşalar oldu. Bir kaç gün sonrada, Şişli’de Vanlı zengin bir adamın evinde aynı paşalarla aynı mevzu’ ile alakalı ikinci bir münakaşa oldu. Fakat netice değişmedi. Ve artık Padişahla görüşme ümidi kesildi.
Bunun üzerine Bediüzzaman İstanbul’a geliş gayesini dile getiren bir dilekçeyi Padişaha arz edilmek üzere yazdırıp Mabeyn-i Hümayuna tevdi’ eyledi. Bu dilekçenin metni bilahere bazı gazetelerde yayınladığı gibi, Asar-ı Bediiye kitabı sh.464 ‘te de kayıtlıdır.
İşte yazdığımız bütün bu tarihi bilgiler hem Bediüzzamanın kendi ifadeleriyle hem diğer tarihçilerin beyanlarıyla sabittir. İsterseniz buyurun Latince baskılı Asar-ı Bediiyedeki Üstadın ifadeleri için bakınız: 402.431.464.486 Ve Mufassal Tarihçe-i Hayatta Üstadın ifadesi; 1. cilt, sh.179
Diğer bilgiler için, Mufassal Tarihçe-i Hayat A.Kadir Badıllı 2. Baskı; 1. cilt, sh 70,171,172,177,178,180 ve dahası..
Ve yine Celalettin Öktene isnad ettiği -sözde- rivayetini bir nass kabul edip şahsi kin ve garazıyla yoğurarak nakleden K.Mısıroğlu adındaki şahıs adı geçen uydurmasyon naklin üçüncü bölümünü şöyle kaydetmiş:
3- “…Sultan tek başına koca bir sarayı işgal ediyor, Çıksın oradan. Orayı ben mektep yapacağım.. Bu ve benzeri sözleri yüzünden tımarhaneye sevkedilmiş…”
Cevap: Bediüzzaman Hazretlerinin üslüp ve tarzıyla uzaktan yakından alâkası görülmeyen bu batıl ve şahsi kinlerle alude lakırdıların hakikat zemininde hiçbir değeri ve gerçekle hiçbir ilgisi olmadığı az üstte ispatı yapılmış olmasıyla beraber, tımarhaneye gönderilmesinin şekil ve sebepleri üzerinde az duralım.
Ama önce, Bediüzzaman Hazretlerinin merhum Sultan II.Hamidin hakkında, hele onun zat-ı şahsiyeti hakkında hiçbir zaman ne ileri, ne de geri konuşmuştur. Hele II. Meşrutiyetin ilanından önce hiçbir şey konuşmamıştır. Bediüzzamanın bütün nutukları, konferansları ve makaleleri ancak II. Meşrutiyetin ilanından sonra olmuştur. Ve bütün bunlar tarihli, rakamlıdır. Ve hepsi de zabtetdilmiş, kaydedilmişlerdir. 7 adet konferanslardaki nutukları ve 21 adet yazı ve makaleleri Asar-ı Bediiye kitabında neşredilmiştir. Bu nutuk ve makalelerin ve Divan-ı Harb-i Örfi ve Said-i Kürdî eserinin hiç birisinde merhum Sultan II. Abdülhamid Hanın zat-ı şahsiyetine karşı (diğer bazı zatların hücumları tarzında) hakaret içeren hiçbir nokta yoktur.
Ama nasihatları vardır, irşadkâr çıkış yolları göstermeleri vardır. Öbür yanda mabeyn paşalarının elleriyle yapılmış olan hatalı, eğri icraatlarını tenkit etme de vardır. Hz. Üstad az üstte nitelik ve sayılarını verdiğimiz mezkür nutuk ve makalelerinde hiçbir tanesi için pişmanlık duyma diye bir şey söz konusu değildir ve öyle bir şey olmamıştır. Çünkü bunların tamamını 1950 den sonra, ufak- tefek bazı rötüşlerle yeniden neşrettirmişlerdir.
Buna göre, Bediüzzamanın müsbet-menfi bütün dedikleri mezkür nutuk ve makalelerin içindedir. Bunların dışında olan –kimden olursa olsun– aykırı nakil ve rivayetler laf u güzaftan ibaret olup hiçbir değer taşımamaktadır ve itibarsızdırlar.
İşte haricî laf u güzafların aykırı çirkin örneğini gözler önüne sermek üzere, rivayeti ele alıyoruz.. Bakınız, rivayet diyor ki: -sözde- Bediüzzaman demiş:
“…Sultan tek başına bir sarayı işğal ediyor. Çıksın oradan .Orayı ben mektep yapacağım…” Acaba Hz. Bediüzzaman bunu böyle mi demiş? Aslı nasıldır.?. Ne zaman demiştir?..
Hemen kaydedelim ki, Hz. Üstadın padişaha karşı gazetede yayınlanan nasihati, II. Meşrutiyetin ilanından epey zaman sonra, padişah henüz tahtından inmemişken, 23 Mart 1909’da gazetelerde yayınlanan “Dağ meyvesi acı da olsa deva’dır” makalesinin “Hilafete dair bir rü’yadır” bölümünde yer almıştır.
Ve asıl metni de şöyledir: “Alem-ı menamda padişahı gördüm. Dedim: “Zekat-ül ömrü Ömer-i sani* mesleğinde sarfet!
*Ömer-i Sani, Abdülaziz-i Emevidir ki; ona adalet ve hakkaniyette Hz. Ömere benzediği için o lakap verilmiştir. -Abdülkadir Badıllı-
Tâ ki meşrutiyet riyasetine lazım ve biatın manası olan teveccüh-ü umumiyeyi kazanasın.
Padişah dedi: Ben onun yolunda gideyim, sizde ol zaman ehlini taklid edebiliyor musunuz?.. Birde sizde onlardaki kuvvet-i İslamiyet ve safvet ve ahlak!..
Ben dedim: Bizdeki tenbih-i efkar-ı umumi ve tekmil-i mebadi ve vesait ve ihata-i medeniyet, o
noktaların yerini tutmakla ; hem o noktaları istihsal, hem de netice-i matlup olan terakkiyi intaç ede biliyoruz. Düvel-i ecnebiyenin adaleti bunu ispat eder.
O dedi nasıl yapacağım?...
Dedim: İstibdad kalb-i memalik olan İstanbul’da kan bırakmadığından hüsn-ü niyeti göster.. Pür-şefkat ile meşrutiyeti kansız kabul ettiğin gibi, menfur olmuş yıldızı mahbub-u kulub etmek için, eski zebaniler yerine (Padişah adına zulüm ve istaibdad yapan yıldızdaki paşalar muraddır.
-A. Kadir Badıllı-) melaike-i rahmet gibi muhakkikin-i ulemayı doldurmak ve yıldızı Dar-ül fünun
gibi yapmak ve ulum-u islamiyeyi ihya etmek ve meşihat-ı islamiyeyi ve hilafeti mevki-i hakikisine isad etmekle, yıldızı Süreyya kadar i’la et !
Ta ki hanedan-ı Osmanî ol burc-u hilafette pertav- nisar-ı adalet olabilsin… Mademki imam-
sın …] (Mufassal Tarihçe 1, cilt sh. 218)
İşte Bediüzzamanın dedikleri bunlar. Asıl metni de bu…
Bediüzzaman Hazretleri, merhum Sultan Abdülhamidin bir kısım paşaları eliyle icra edilen istibdadı şiddetle tenkit ettiği gibi, Onun padişahlık ve halifeliğinin korunması, devamı için elinden ne gelmiş, dili ne kadar dönmüşse söylemiştir. İşte örnekleri: 1. Örnek: 24 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyetin ilanının üçüncü gününde İstanbul’da tertiplenen nümayiş mitinginde nutuk şeklinde okuduğu ve bir hafta sonra da Selanik’te aynısı irad edilen “Hürriyete Hitap” nutkunda, zulüm ve istibdadı tenkid, hürriyet ve meşrutiyeti istihsan edici beyanlarından sonra, aynı hitabenin sonunda: “Yaşasın yaraları tedavi etmek fikrinde olan Halife-i peygamber!...” diyerek Sultan
Abdülhamidi tezkiye ve vikaye eyler. (Bu nutuk bilahere Misbah gazetesi 19 Eylül 1324 ve 26 Eylül 1324 de (Yani Ekim 1908 de) neşredildi. İki sene sonra da, kütüphane-i içtihad sahibi Ahmed Ramiz tarafından bu nutukla beraber Üstadın sair nutukları bir kitap şeklinde ve “Nutuk” ismi altında yayınlandı. Yoksa Mısıroğlunun dediği gibi, aynı günlerde bastırılıp halka dağıtılmış değildir.
2. Örnek: Adı geçen nutuklardan altıncısında: “Mahasıl efendimiz (Yani Padişah Abdülhamid Han)
o kadar haşmetli ağalık kürkünü milletine bağışladı. Siz de (Yani doğudaki aşiret ağaları) o eski ve
köhnelenmiş ağalık abasını bir hulle-i adalete tebdil ediniz!” demek suretiyle, Sultan Abdülhamidin
büyük meziyetini dile getirmiştir.
3. Örnek: 31 Mart hadisesinden sonra, İstanbulda üç noktada kurulan Divan-ı Harb-i Örfi Mahkemelerinin bir nolusunda, Bediüzzamanın merdane müdafaalarının cinayetler bölümünün “yarı cinayet” diye nitelendirdiği kısımda şöyle demektedir. “… Daire-i İslamın merkezi ve rabıtası olan nokta-i hilafeti elinden kaçırmamak fikriyle ve sultan-ı sabık* kabul-u nasihata istihkak kesbetmiş zannıyla; ve “aslah tarik musalahadır” mülahazasıyla; şimdiki en çok ağraz ve infialata mebde’ ve tohum olan suret-ı garazı daha ahsen suretle düşündüğümden, sultan-ı sabıka ceride lisanıyla söyledim ki: “Münhasıf yıldızı Dar-ül fünun et, tâ Süreyya kadar i’la olsun.. Ve oraya seyyahlar ve eski zebaniler yerine, melaike-i rahmet yerleştir, tâ cennet gibi olsun.. Ve yıldızdaki milletin servetini, milletin baş hastalığı olan cehaleti için millete iade et ve milletin mürüvvet ve muhabbetine itimad et!.. Zira senin idarene millet mütekeffildir. Bu ömürden sonra ahireti düşünmek lazım.Dünya seni terk etmeden sen dünyayı terk et. Zekat-ül ömrü, Ömer-i Sani yolunda sarfeyle!..
* Çünkü o günü Sultan Abdülhamid Hazretleri, hain ittihatçılar tarafından bir sürü bahaneler ileri sürerek tahttan indirilmiş olduğundan, Hz.Üstad maziden söz ediyor. Yoksa bu nasihatlar, padişah tahtta iken gazetelerde yayınlanmış idi. Hem Sultan Abdülhamid Han tahttan indirildiğinde Bediüzzaman Hazretleri İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti mensubu olarak İttihadçılar tarafından tevkif edilmişti ve hapisteydi.
…Ben ki bir gedayım padişaha nasihat ettim. Demek yarı cinayet ettim.” (Asar-ı Bediiye sh. 415)
İşte şeksiz belgelerle görüldüğü üzere, Bediüzzzaman Hazretlerinin asıl metin ifadelerinde merhum Sultan Abdülhamid Han hakkında, (uydurmasyon rivayetin ve onun nakilinin iddiaları gibi) hiç bir şahsi hakaret ve aşağılama yoktur. Bilakis onun halifelik ünvanını mukaddes sayarak hıfz ve devamını istemiştir. Nitekim Üstadın Divan-ı Harb-i Örfi müdafaatının bir başka bölümünde 31 Mart olayının çıkmasının sebeplerinden birisinin: “Sultan-ı mazlumu sükut-u müsammemden kurtarmaktı.” Yani: Padişah Abdülhamidi sağırca susturmaktan kurtarmaktı.
(Asar-ı Bediiye sh.418)
Aynı müdafaatının başka bir yerinde : “…İstibdatlar sultan-ı mahlu’a isnad edildiği halde, onun zaptiye nazırı ile bana verdiği maaş ve ihsan denilen rüşvet ve hakk-ı sükutu kabul etmedim. Aklım feda ettim, hürriyetimi terk etmedim. O şefkatli sultana boyun eğmedim …”
(Asar-ı Bediiye sh.414)
İşte bu yazılı metinlerdeki ifade ve beyanların ışığında ve Bediüzzamanın kardeşi Molla Abdülmecidin kendi eliyle hatıra defterinde yazdığına ve yeğeni Abdurrahmanın yazdığı tarihçeye istinaden, katiyetle hükümederiz ki; meşrutiyetten evvel ve sonraki 1. Devre İstanbul hayat merhalesi şöyle cereyan etmiştir: ( çok kısaca)
1907 Aralık başlarında, Van’da kurmak istediği Medreset-üz Zehra Üniversitesini kurma ve te’sis masraflarını ve maddi finansmanını Padişahtan talep etme tasavvuruyla İstanbul’a geldi. Her şeyden evvel Padişahla görüşme yollarını aradı. 2.5 ay kadar onunla meşgul oldu. Ne ettiyse mabeyndeki bazı mason paşaların engelini aşamadı. Nihayet, İstanbul’a geliş sebeplerini ve gayesinin mahiyet ve hedefini anlatan bir dilekçe yazdırarak mabeyne bıraktı. Sonra, Fatih semtinde bulunan Şekerci Hanında bir oda bularak, odanın kapısına son derece acaib ve garip olan şöyle bir levha astı: “Burada her suale cevap verilir, her müşkil hallaedilir. Ama hiç kimseye sual sorulmaz.” Bu fevkalade acib ve garip ilan üzerine iki ayda mütemadiyen her sınıf ilim erbabından grup-grup insanlar geldiler, sualler tevcih eylediler. Herkesin suallerinin tam ve doğru olarak verilip, memnun ve mutmain ayrılıyorlardı. Tabii haliyle, bu hadise yıldırım hızıyla İstanbul’a yayıldı. Bu vaziyet hiç şüphesiz ki Bediüzzamanı kale almıyan mabeyn paşalarına büyük tedirginlik verdi.. Bediüzzamandan kurtulmak yollarını aradılar. Sonunda, böyle her şeyi bilen bir kişi deli olmalıdır diyerek, Ermeni ve Rum ağırlıklı birkaç doktordan sahte bir rapor hazırlatılmasını sağladılar. O rapora dayanarak Bediüzzamanı Toptaşı Akıl Hastanesine sevk ettiler. Ama “yalancının, sahtekarın mumu yatsıya kadar yanar” darb-ı meseli tarzında, oyunları tutmadı, Yalan ve sahtekarlıkları meydana çıktı.. Çünkü birkaç gün sonra hastanenin Baştabibi bizzat Bediüzzamanı konuşturarak muayene etti. Ve sonunda şöyle bir rapor yazıp mabeyin paşalarına gönderdi. Dedi ki: “Eğer Bediüzzamanda zerre kadar cünunluk varsa, dünyada hiçbir akıllı insan yoktur.”
Baştabibin bu raporu üzerine mabeyine telaşa düştü. Hemen çar-çabuk Bediüzzazmanı oradan alıp, getirip nezarethaneye koydular. Burada Hazret-i Üstadın ne kadar kaldığı kesin olarak belli olmamakla beraber, bir ay kadar kaldığı tahmin edilmektedir. Nezarethanede iken, Zaptiye Nazırı Şefik Paşayı Üstada gönderdiler.
Şefik Paşa: “Padişah sana selam söylemiş. Şu 30 altunu ihsan-ı şahane olarak, her ayda da 10
altun maaş bağlamış. İleride bu maaşı yirmi-otuzaltun yapacakmış” şeklinde Bediüzzamana teklif ge-
tirmiş. Bediüzzaman ise: “Ben maaş dilencisi değilim.
1000 lira da olsa kabul edemem” diyerek teklifi red etmiştir.
Hz. Üstadın gerek tımarhane Baştabibiyle yaptığı muhaverenin, gerekse nezarethanede iken, yanına gelen şefik paşa ile karşılıklı konuşmalarının onun kendi ifadesi ile olan uzun metinleri, “İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi” eserinde o zamanlar yayınlanmış olduğu gibi, şimdi ise, Latince baskılı Asar-i Bediiye kitabı 426-432 sahifelerinde mevcuttur.
Demek ki; Mısıroğlunun iddialarında: “Sultan tek başına koca bir sarayı işgal ediyor, çıksın oradan,
orayı ben mektep yapacağım.” Bu ve benzeri sözleri yüzünden tımarhaneye sevk edilmiş…” ve
yine iddiacının zımnen buğuzlu yorumuna göre: “Tımarhaneden çıktıktan sonra gelmiş, padişahla görüşmek istemiş.. fakat belindeki hançerini çıkarmaktan vazgeçmediği için, bu görüşme gerçekleşememiştir.”
İlh... gibi, miş, muşların kaç paralık değerde olduğu herhalde anlaşılmıştır.
Evet, Bediüzzaman Hazretlerinin o günleri, Tımarhane, nezarethane derken, İkinci Meşrutiyet ilanı gelip çatmış, Bediüzzamanda artık serbest… Hazret-i Üstadın, meşrutiyet ilanından sonraki hayatı, ileride burada yazılmayan uydurmasyon iddiaların cevabında gerekirse yazılacaktır. Aslında Müfassal Tarihçe-i Hayat eserimizde, onun bu döneme ait hayatı tafsilen ve belgelerle yazılmıştır, görülebilir.
Bu şahsın şu gelen saygısız, anlayışsız, bilgisiz ve terbiye dışı, ama iftiralı ve kazf-ı muhsanatlı sözlerini de kaydedip bir-iki cümle ile cevabını yazdıktan sonra, Celaleddin Ökten’e isnad edilen iddialarının son bölümüne geleceğiz.