MHP VE ÜLKÜ YOLU EĞİTİMCİSİ YILMAZ SAKA

dedekorkut1

Doçent
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
1,148
Tepkime puanı
18
Puanları
38
Konum
Ankara
MHP VE ÜLKÜ YOLU EĞİTİMCİSİ YILMAZ SAKA

SELİM GÜRBÜZER

Yüreğimiz yanmakta. Nasıl yanmasın ki, o bizim gençliğimizde olsun, olgunluk yaşımızda olsun bizim üzerimizde çok büyük tesiri olan ‘adam gibi adam’ diyebileceğimiz eğitimci ağabeyimizdi.

Gençliğimizde Ramazan ayı geldiğinde minarelerden yankılanan ezan sesleri ve top ateşleri eşliğinde iftar açmakla bir bambaşka duygu seli yaşardık. O yılları yaşayanlar çok iyi bilir; Bayburt kalesinin bedenlerinden iftar vakti atılan top sesleri hemen hemen tüm mahallelerde duyulacak derecede yankılanırdı. Ancak hangi yıl hatırlamıyorum, ama bir seferinde top atışı sırasında topun geri tepmesiyle Kaleardı mahallesi sakinlerimizden bir can kaybı ve yaralanma hadisesi yaşandığı içindir o top atma geleneğimiz son bulmuştu. Tabii buradan şuraya gelmek istiyorum. Malumunuz Bayburt kalesinin şehre bakan bedenlerinde atılan tophanenin hemen altında Bayburt’un o meşhur pamuksu beyaz taştan örülü tek minareli Mehmet Çelebi mahallesinin ismiyle müsemma Pilav Efendi bir camimiz var ya, işte o camii aynı zamanda Yılmaz Saka ağabeyimizin 1970 yılında imam hatip görevlisi olarak ifa ettiği bir camiimizdir. O yıllarda iftarımızı yapıp, teravih vakti geldiğinde büyüklerimiz bize derdi ki; Ramazan ayını daha iyi şenlendirmek için teravihleri sadece bulunduğunuz mahallede değil diğer mahallelerde kılarsanız çok sevabı var. Tabii büyükler böyle derde biz camii camii dolaşmaz mıydık? İyi ki de büyüklerimizi dinlemişiz, çünkü benim bulunduğum mahalle Şingâh mahallesiydi, dolayısıyla mahalle mahalle dolanıp teravihleri kıldığımız camilerden yolumuz Pilav Efendi Camisine düştüğünde bir anda etkili hitabetiyle vaaz verip göz dolduran bir yüzle karşılaştık. Ve bu nurani yüz Yılmaz Saka ağabeyimizden başkası değildi elbet. Daha ilk günden etkisi altına girdik bile. Teravih namazını arkasında kıldıktan sonra arkadaşlarımızla eve dönerken yolda birbirimizle hasbihal ettiğimizde meğer etkisi altında kalan sadece ben değilmişim aynı duyguları mahalle arkadaşlarımda hissetmişler.

Peki, gençlik dönemlerinde sadece camiler mi uğrak mekânlarımdı? Bunun yanı sıra siyasi olarak da en sık uğradığım mekânlardan biri de hiç kuşkusuz Ülkü ocaklarıydı. İyi ki de o yıllar da Ülkü Ocaklarına sıkça gitmişim. Zira günlerden bir gün Yeni camiinin (Yakutiye Camii) arka sokağında bir apartmanın en üst katında Ülkü Ocaklarına uğradığım da ülküdaşlarımızla hoş beş sohbetin ardından bize dediler ki Yılmaz Saka ağabeyimiz konuşma yapacak herkes alt kattaki MHP ilçe teşkilatına insin. Tabii cümbür cemaat ülkü ocağının hemen altındaki kata indiğimizde o’nun o güzel hitabetini bir kez daha tıpkı Ramazanda vaaz kürsüsünde hissettiğimiz o hazzı yeniden tatmak nasip oldu. Böylece ikinci kez Yılmaz Saka ağabeyimizin rahle-i tedrisatından geçmiş olduk. Hakeza zaman zaman yolda rastladığımızda, zaman zaman MHP İlçe Teşkilatının üst katına çıkacağımız merdiven basamaklarında göz göze gelişlerimizde ve zaman zamanda ocağın salon kısmında ülküdaşlarımızla birlikte sohbet ettiğimiz anlarda aramıza katıldığında da kendisinden çok istifadelerimiz oldu. Hiç kuşkusuz bu karşılaşmalarımız sıradan rutin karşılaşmalar değildi. Bilakis çok yıllar sonra şunu anladık ki bizim şahsiyet bulmamızda en büyük pay sahibi olduğunu fark ettik. Hatta fikri olarak bizim üzerimizde emek hakkı olduğu da inkâr edilemez derecededir dersek yeridir. Böylece o’nun sayesinde Ülkü ocağının sadece bir gençlik teşkilatı olmanın ötesinde ehlisünnet yolu bir ocak olduğunu idrak etmiş olduk. Zaten böylesi bir bilince varmasaydık belki de ortalıkta dolaşan bir sürü ehlisünnet dışı akımların tuzağına düşüp maazallah başka yollarda iz sürüyor olacaktık. Allah’a çok şükürler olsun ki o yıllarda Yılmaz Saka gibi bir eğitimci, H. Osman Okutmuş gibi gazeteci, Erol kılıç gibi yiğit öğretmenimiz, Cengiz Ocakçı gibi mühendisimiz, Kemalettin Çubukçu gibi fikir işçimiz, Naci Memiş ve Mustafa Erdemir gibi ocak başkanlarımız vardı da ehlisünnet yolu çizgisi üzere teşkilatlanmış ülkü yolunda karar kılıp bu günlere gelebildik. İşte bu yüzden doğup büyüdüğüm memlekette böylesi ağabeylerimizin sayesinde fikri temellerimizin iyi atıldığına inancım tamdır. Artık Türkiye’nin neresine gitsek evvel Allah kurda kuşa yem olmayız da.

Evet, memleketten çıktık çıkmasına ama bir daha istifade ettiklerimizle karşılaşmalarımız olacak mıydı acaba? Nitekim Erzurum’da üniversite tahsilimi bitirip mezun olduktan sonra soluğu İstanbul’da almıştım. Ki, artık ilk memuriyet hayatına İstanbul Sultanahmet Sağlık Eğitim Merkezinde başlayacaktım. Hani dağ dağa kavuşmazda insan insana kavuşur denilir ya hep, aynen öyle de bir gün İstanbul Cağaloğlu’ndan Mahmutpaşa yokuşuna doğru yürürken aşağıya doğru tüm heybetiyle adım adım ilerleyen Yılmaz Saka ağabeyimle karşılaştığımda söz yerini bulur da. O an göz göze geldiğimizde selam verip yıllar sonra dostça kucaklaşma anımız sanki bir asra bedel bir buluşmaydı. Tabii bu buluşmamız ayak üstüde olsa benimle hal hatır etmesi benim açımdan onur verici bir hatıradır. Hiç unutmam o buluşmanın akabinde bana Ankara’ya uğradığında Keçiören’de mutlaka tekstil dükkânıma uğra demişti. Bende inşallah deyip öyle vedalaştık. İşte O’nun bu âlicenap tavrı bir hemşeri olmanın ötesinde ahde vefa nedir sorusunun en bariz göstergesi bir karakter örneğidir. Gerçektende gün ola harman o ayaküstü görüşmenin üzerinde dört yıl sonra Ankara’ya tayin olduğumda ha bugün ha yarın derken ziyaretimi çok geciktirmiştim. Öyle ya, sen misin söz verip de ziyareti geciktiren, günlerden bir gün oğlum Ahmet Alperenle baba oğul Ankara’nın Altındağ semtinde Muhsin Yazıcıoğlu’nun kabrini ziyaret etmenin ardından İbni Sina Hastanesinin önünden geçerken bir afiş gözümüze ilişir. O afişe dikkat kesildiğimizde Türk ocaklarının yıllık kongresinin yapıldığı yeri işaret ediyordu, derken baba oğul ok işaretini takip ederekten kongre salonunda buluruz kendimizi. Meğer Yılmaz Saka ağabeyimizde oradaymış, dolayısıyla onu da bulmuş olduk. Nitekim kongre salonunda Orhan Kavuncu gibi çok değerli üstatları dinledikten sonra kongre salonu çıkışında bahçede tüm şıklığıyla arkadaşlarıyla hasbıhal haldeyken göz göze geliverdik. Yine her zaman ki gibi o sevgi dolu kollarını açıp bağrına basaraktan kucaklaşmamız beni kendimden alıp kendime getirmeye yetti arttı da. O an, Ankara Adli Tıpta Biyolog olarak çalıştığımı kendisine beyan ettikten sonra, bana ‘madem öyle artık komşuyuz, herhalde tekstil dükkânıma gelirsin’ dedi. Dikkat edin o kadar mütevazı bir dil kullanır ki, dikkat edin tekstil ticarethane yerine dükkân diyor. Gerçekten de çalıştığım Adli Tıp Kurumu ile Yılmaz ağabeyimin işyeri aynı semtteydi. Her neyse, bu kez oğluma yönelip onunla da birkaç kelam eyledi. İlginçtir oğlum üniversite sınavlarına hazırlandığını dua etmesini söyleyince ahde vefa bu ya oğluma da bir asra sığmayacak tavsiyelerde bulunmayı ihmal etmez. Derken hoş beş sohbetinin ardından her fırsatta tekstil dükkânına gidip ziyaretlerim oldu da. Her ziyaret edişimde sadece benim hatırımı değil çocuklarımın bile hal ve ahvalini sormadan edemezdi. İşte gerçek dostluk budur. Düşünsenize aile efradını bile düşünen bir dostluktur bu. Nitekim bu tavrı oğlumun da gözünden kaçmamış olsa gerek ki, Türk Ocaklarının yapıldığı kongre salonunun çıkışında bahçede gösterdiği o cana yakınlığı öyle etkilemişti ki, şu sözleri bana dile getirmekten kendini alamaz da:

-Baba inanır mısın bugüne kadar senin bir zamanlar bana bahsettiğin ve geçmişte birlikte olduğun arkadaşlarınla da tanışmıştım ama bu sefer ki hasbıhal ettiğim o uzun adam amcam diğerlerinden çok farklı. Hani özü sözü bir olanlar için ‘adam gibi adam’ derler ya, gerçekten de o ‘Uzun Adam Amcam’ adam gibi adamın tâ kendisi bir adam.

Evet, oğlum tespitinde yerden göğe haklıydı, geçmişte nice dostlarımız oldu, hatta o dostlardan bir kısmı makam mevki sahibi olduklarında ne arar oldular ne de kapımızı çalar oldular. Hatta bir ara madem arayıp sormuyorlar bari biz soralım dediğimizde dost sandıklarımızı ziyaret için randevu talep ettiğimizde randevu bile vermeyip sırra kadem basanlar oldu. İşte ahde vefanın sırrı burada gizlidir. Oysa oğlum Ahmet Alperen’in ‘adam gibi adam’ dediği o uzun adam Yılmaz ağabeyim bundan istisnadır elbet. Ahde vefa duruş üzerinde tüm berrak halde kendisinde ziyadesiyle mevcut zaten. Ki, Yılmaz Saka ismi sadece Bayburt’ta ün salmış bir isim değildi, Türkiye çapında da ülkücü hareketin içinde de çok önemli isme sahip bir şahsiyettir. Aynı zamanda 1977 yılında Alparslan Türkeş’in liderliğinde kurulan MHP’nin aralarında Muhsin Yazıcıoğlu, Doğunun Başbuğu olarak bilinen Yılma Durak’ında bulunduğu otuz kişilik eğitim kadrosunda yer almış bir isimdir. Hangi ülküdaşımızın ortamında bulunduysam o’nun isminin hep anıldığına çok kez şahit oldum da. Kaldı ki o, MHP ve Ülkücü kuruluşlar davasında Medrese-i Yusufiye çilesini çeken isimler arasında da. Kelimenin tam anlamıyla o son derece donanımlı ve Kur’an’ı hıfz etmiş bir karakter abidesi olması hasebiyle hemen herkesin randevu almaya ihtiyaç hissetmeksizin çok rahatlıkla görüşebileceği bir kıymetti. Gelene kapısı her daim açıktı, öyle bir dost yüreği vardı ki her görüştüğümüzde tokalaşmayla karşılamazdı, kendine yakışan şekliyle kollarına sarıp bağrına basmakla karşılardı. Hele Günışığı tekstil dükkânında çokça yudumladığım çay sohbetlerinde bana anlattıklarını yazmaya bir kalkışsam satırların feri söneceği muhakkak. Madem öyle, dükkânında söylediği o ruhumuzu terennüm eden özlü sözleri bir nasihatname olarak kulağımıza küpe edip hayatımızın ölçüsü olarak almak düşer bize. Şimdi gel de kulağına küpe etme, ne mümkün. Yine bir ara yine dükkânında ikili görüşmelerimizde doğup büyüdüğüm Bayburt’un Maden köyünde teyzemden bahsettiğimde bir anda tutku bakışından köy hasretini sezmem gözümden kaçmaz da. İster istemez söz kendisinin doğduğu Maden’den açılınca derin bir oh çektikten sonra, hele bir dur, bana ‘biraz daha Maden’den bahsedersen kim bilir belki de akraba çıkacağız’ der. Tabii benim canıma minnet dayanamayıp cevaben ‘ah keşke öyle olsa da sizin gibi bir kıymetli ağabeyime akraba olsam, bu bizim için şeref kaynağı olur’ dedim. Evet, her ne kadar akraba olmasak da, bizi akrabalarından ayırt etmeyip candan sevdiğine inancım tamdı. Zira o tutku gözlerinden akan o ışıltı bunun teyididir. Hatta bir ara yine oğlumu sorduğunda, amcası hani sizden üniversiteyi kazanması için dua istemişti ya, Allah’a şükürler olsun duanızla Eskişehir Osmangazi Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesini kazandı dediğimde hele gözlerinde parlayan o ışıltı bir görseniz sanki dünyalar onun olmuştu, işte bu denli babacan ağabeyimizdi. Ve ardından bana “Delikanlıya söyle, derslerine çok çalışsın, çünkü onlar bizim geleceğimiz ve umut neslimizdir.”

Sanki bu sözden ayrılık seziliyordu. Bir gün Ankara Kızılay Sakarya’da ki Bayburt Derneğine uğradığımda Remzi Bayramla karşılaştım. Hoş beş sohbetin ardından söz dolaşıp Yılmaz Saka ağabeyimize geldiğinde kanser teşhisiyle Gazi Üniversitesi Tıpta yattığını bana söyledi. Bu sözü duyar duymaz sanki beynimden vurulmuşa döndüm, hemen ertesi gün soluğu Gazi Tıpta aldım. Hasta yattığı odanın kapısına vardığımda oğlu Abdulkadir ve Enis’le göz göze geldik, ziyaret etmek istediğimi dile getirdim ama doktorların kesin talimatıyla ziyaretçi alınmıyor dediler. Bu kez şansımı deneyip hiç olmazsa uzaktan göreyim diye rica ettim, mümkünü yok dediler. Daha fazla ısrarcı olamazdım elbet, yinede kendimi ziyaret etmiş kabul ettim. Aradan epey zaman geçtikten sonra dükkânına gittiğimde yan komşu dükkân sahipleri bana kapattı dediler. Anladım ki bir insan hasta olmaya düşsün, bu dünyada her şey fani, malda yalan mülkte yalan, baki olan hiç şüphesiz Allah’tır. Her ne kadar hasta yatağında görmek nasip olmasa da zaman zaman telefon görüşmeleriyle geçmiş olsun dileklerimi belirtmeyi ihmal etmedim, en son telefon görüşmemizde sesinin dermansızlığını hissettiğimde kendi kendime; Uzun adam, bu hale düşecek adam mıydı, kim bilir biz onun yerinde olsak belki de telefonlara cevap vermekten aciz kalıp kapatırdık. İşte o bitkinliğe ve dermansızlığına rağmen Hakka yürürken bile ahde vefa nedir dersi verecek kadar adam gibi adam bir ağabeyimizdi.

24.03.2016 tarihinde son yolculuğunda uğurlarken cenazede Asaf Murat Karapınar, Zeki Karapınar, Adnan Bayram, Hakan Kobal, Nami Cumhurlu, Savaş Küçük, Harun Çarpatan, Ali Vahit Atıcı, Vedat Bilgin gibi daha birçok hemşerilerimizin yanı sıra arkadaşının arabasıyla birlikte mezarına gittiğimiz Lütfü Şehsuvaroğlu da vardı. Yol boyunca Lütfü Şehsuvaroğluyla andıkta. Ortaköy mezarında okunan Kuran tilavetleri eşliğinde toprağa verdiğimizde İbrahim Sarı, Yılma Durak, Lokman Abbasoğlu, Yavuz Ağırağaoğlu, Mahir Damatlar, Muammer Cindilli, Remzi Çayır ve tüm sevenlerle birlikte yürekler buruk bir halde Fatihalarla uğurladıkta.

Evet, Uzun adam’ın Hacı Bayram-ı Velinin makamında son kez arkasında cenaze namazı kılınmasının akabinde Bayburt’a giden yol hattı üzeri, yani Samsun yolu üzeri Orta köy mezarlığında toprağa verdiğimizde gerçekten bir abidevi şahsiyetin bıraktığı boşluğun sinemizde açtığı derin hüznü şimdi daha iyi anlıyoruz. İnanın sözün bittiği an belirdiğinde, imamın el Fatiha demesiyle sanki kabrinde tüm sevenleri selamladığı hayali gönlümüzde etkisini hissettirirde. O şimdi aramızda değil ama Hakka vasıl olanların yanında, bu yetmez mi?

Velhasıl, vefakâr can ağabeyimizin Kabri nur, ruhu şad olsun.

Vesselam.

Selim Gürbüzer - MHP ve ülkü yolu eğitimcisi Yılmaz Saka - Enpolitik.com
 
Üst