Mezhepsİzlİk NİÇİn "dİnsİzlİĞİn KÖprÜsÜ"dÜr?

buharaA

Paylaşımcı
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
163
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
MEZHEPSİZLİK NİÇİN "DİNSİZLİĞİN KÖPRÜSÜ"DÜR?
[FONT=Times New Roman, Times, serif][/FONT]​
[FONT=Times New Roman, Times, serif]Ebubekir SİFİL[/FONT]​
[FONT=Times New Roman, Times, serif][/FONT]
[FONT=Times New Roman, Times, serif]Bilindiği gibi "Mezhepsizlik Dinsizliğin Köprüsüdür" sözü, yirminci yüzyılın yetiştirdiği en büyük âlimlerden ve son Osmanlı Şeyhülislam vekillerinden biri olan merhum Muhammed Zâhid el-Kevserî'ye aittir ve merhumun "Makâlât" adlı eserinde yer alan makalelerden birisinin başlığıdır.[/FONT]
[FONT=Times New Roman, Times, serif](1) Bu hikmetli söz, bahse konu makale neşredildikten sonra adeta darb-ı mesel haline gelmiş ve dilden dile yayılmıştır. [/FONT]
[FONT=Times New Roman, Times, serif]Bu yazıda, bu sözün ne anlama geldiği ve İslam Dünyası'nın yaşadığı ilmî ve fikrî tecrübeye ne ölçüde denk düştüğü gibi hususları irdelemeye çalışacağız. [/FONT]
[FONT=Times New Roman, Times, serif]Öncelikle bu şaklıkta geçen iki kavramın, "mezhepsizlik" ve "dinsizlik" kavramlarının nasıl anlaşılması gerektiği üzerinde duralım. [/FONT]
[FONT=Times New Roman, Times, serif]Buradaki "mezhepsizlik", hem hiçbir mezhebi tanımamayı, hem de klasik tabiriyle "telfik"i, yani mezheplerin hükümleri arasından bir derleme ve seçme yaparak karma bir mezhep oluşturmayı anlatmaktadır. Zira her birinin ayrı bir usul ve metodu olan mezheplerden hiçbirisini tanımamakla, aralarındaki ihtilafları ve bunların sebeplerini görmezden gelerek bu metot ve usuller doğrultusunda konmuş olan hükümleri birleştirme girişimi arasında netice olarak hiçbir fark yoktur. Çünkü son tahlilde her iki davranış şekli de, belli bir metodu iltizam etmeme noktasında buluşmaktadır. [/FONT]
[FONT=Times New Roman, Times, serif]Başlıktaki cümlede yer alan "dinsizlik" ise, hiçbir dini tanımamaktan ziyade, dinler arasında herhangi bir fark gözetmemek ve muhtelif dinlere mensup insanları aynı kategoride değerlendirmek anlamına gelmektedir. [/FONT]
[FONT=Times New Roman, Times, serif]Bilindiği gibi İslam Dünyası'nda baş gösteren �ve genellikle Cemaleddin Efganî ile başlatılan "yenilikçi" hareketin en önemli taleplerinden birisi ve belki de birincisi, Müçtehit İmamlar'ın içtihatlarının artık eskidiği, miadını doldurduğu ve bugünün meselelerine çözüm getirmekten uzak kaldığı gerekçesiyle yeni içtihatlar yapılmasıdır. İslam Hukuku'nun (Fıkıh) modernize edilmesi ve çağa uydurulması için, içtihat mekanizmasının temel unsurları ve belirleyicileri olan Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas'ın yeniden gözden geçirilmesi ve akılcı bir bakış açısıyla yeni yorumlara ve fonksiyonlara kavuşturulması şeklinde başlayan bu hareket, geçen zaman içinde muhtelif veçhelere büründü ve farklı yönelişlere teşne oldu. [/FONT]
[FONT=Times New Roman, Times, serif]Her ne kadar yenilikçilerin muhtelif konularda birbiriyle bağdaşmayan çeşitli görüşleri ve bu görüşler etrafında �taraftarları ve karşıtları arasında� cereyan eden tartışmalar konumuzla yakından ilişkili ise de, bu yazının amacı bu ayrıntıya girmek olmadığından, burada sadece yukarıdaki kuşbakışı tesbite şu noktayı eklemekle yetineceğiz: Az önce "yenilikçi hareket" şeklinde ifade ettiğimiz reformist/modernist yaklaşımın talepleri ve teklifleri elbette Fıkıh ve İçtihat sahalarına münhasır değildi. Bu hareketin boyutlarının kaçınılmaz olarak Akait alanına da uzandığını müşahede etmekteyiz. [/FONT]
[FONT=Times New Roman, Times, serif]Nitekim Cemaleddin Efgânî'den başlayarak Fazlur Rahman'a ve oradan da günümüz Türkiye'sindeki bazı isimlere uzanan "İbrahimî dinlerin diyaloğu" söylemi, (kimi zaman bu dinlerin esasta bir olduğu, kimi zaman da Ehl-i Kitab'ın da cennete gideceği şeklindeki iddialarla) reformist/modernist çevrelerin üzerinde ısrarla durdukları bir tez olarak canlılığını muhafaza etmektedir.(2) [/FONT]
[FONT=Times New Roman, Times, serif]Her ne kadar meselenin bu boyutu konumuz ile yakından ilişkili değilmiş gibi görünse de, bu yazının başlığı, bu boyutu da ilgi alanımız içine sokmaktadır. Zaten aşağıda izleyeceğimiz 4 merhalenin sonuncusu üzerinde dururken bu nokta kendiliğinden tebellür edecektir... [/FONT]
[FONT=Times New Roman, Times, serif]Evet, reformist/modernist çevrelerin talepleri "yeni içtihatlar yapılmalıdır" söylemiyle, aslında "eski" içtihatların Kur'an, Sünnet, İcma ve Kıyas hakkındaki değerlendirmelerinin geçersizliğini dile getirmiş oluyordu. Peki bu 4 asl hakkında reformist/modernist çevrelerin yaklaşımı genel olarak nasıldır? [/FONT]
[FONT=Times New Roman, Times, serif]Bu sorunun cevabını, söz konusu 4 aslın sonuncusundan başlayarak verecek olursak(3) [/FONT]
[FONT=Times New Roman, Times, serif]1- Kıyas: Kıyas, nasslardaki hükmün dayandığı illetin tesbitine dayanan bir faaliyettir.(4) Dolayısıyla tabiatı gereği, ahkâma ilişkin nassların tek tek ele alınması ve hükme temel yapılması esasına dayanır.(5) [/FONT]
[FONT=Times New Roman, Times, serif]Oysa nassların tümünün bir arada değerlendirilmesi (tümevarım) yoluyla mesajı özü/ruhu yakalanarak buradan bütünlük arzeden bir metodoloji geliştirilmeli ve çözüm bekleyen meselelere bu metodoloji esas alınarak cevap verilmelidir. [/FONT]
[FONT=Times New Roman, Times, serif]Reformist/modernist çevreler, bu yaklaşımlarına, Malikî mezhebinde tali (ikincil) bir delil olan "maslahat" unsurundan ve özellikle Endülüs'lü Malikî fakihi eş-Şâtıbî'nin bu unsur hakkındaki değerlendirmelerinden de destek aramayı ihmal etmediler. [/FONT]
[FONT=Times New Roman, Times, serif]Çerçevesi şu ana kadar net olarak çizilememiş olan "Kur'an'ın ruhu" söylemi ve maslahat prensibinin �belirleyicilik alanı Malikî mezhebinin yaklaşımını çok daha fazla aşacak şekilde(6)� devreye sokulması sonucu Kıyas prensibi devre dışı bırakılmış oluyordu. [/FONT]
[FONT=Times New Roman, Times, serif]2- İcma: Sahabe'nin ileri gelenleri tarafından işletilmeye başlanmış bulunan İcma prensibi, fer'î bir mesele hakkında bir dönemde yaşayan bütün müçtehit imamların içtihatlarının aynı doğrultuda oluşması demektir. Tafsilatını yine Usul-i Fıkıh kitaplarına havale edeceğimiz bu prensip de reformist/modernist çevreler tarafından aşındırılmaya çalışılmıştır. İcma'ın vukuunun mümkün olmadığı; hakkında icma bulunduğu söylenen meseleler hakkında, iyi araştırıldığında aslında ihtilaf bulunduğu, tarihin bir döneminde meydana gelmiş bir icmaın, başka bir dönemde aynen kabul edilmesinin, insan aklının dondurulması demek olacağından, böyle birşeyin kabul edilemeyeceği gibi bir çok gerekçeye dayandırılan İcma itirazları, İmam eş-Şâfi'î'nin konu hakkındaki bazı değerlendirmeleri de istismar edilmek suretiyle(7) [/FONT]
[FONT=Times New Roman, Times, serif]Oysa İcma, fer'î bir hüküm hakkındaki bir nassa dayanıyorsa, o nassın bildirdiği hükmü zannî olmaktan çıkarıp kat'î kılması ve İslam Hukuku alanında derin vukufiyet sahibi Müçtehit İmamlar'ın konsensüsü olması bakımından İlahî İrade'nin tesbitinde elbette belli bir fonksiyon icra etmektedir. [/FONT]
[FONT=Times New Roman, Times, serif]Üstelik reformist/modernist çevreler, İcma hakkındaki değerlendirmelerinde yukarıda söylediğimiz noktada da durmadılar. Birtakım hadislerde geçen "ümmet" kelimesinin, Ümmet-i Davet dediğimiz gayri müslimler ile Ümmet-i İcabet dediğimiz müslümanlar arasında herhangi bir ayrım yapmadan tümünü, yani bütün insanları kapsadığını ileri sürerek, Hz. Peygamber (s.a.v)'in ümmetinin bütün insanlık olduğunu söylediler.(8) [/FONT]
[FONT=Times New Roman, Times, serif]Bizzat ALLAH Teala'nın Kitabı'nda ve Hz. Peygamber (s.a.v)'in Sünneti'nde en keskin hatlarla çizilmiş olan iman-küfür sınırı, reformist/modernist çevreler tarafından böylece ortadan kaldırılmış ve bunun yerine, özellikle masonik çevrelerin dillendirdikleri "insanlık dini", "tüm insanların kardeşliği" sloganları, İslamî kılıflara büründürülerek yeniden ifade edilmiş oluyordu. [/FONT]
[FONT=Times New Roman, Times, serif]3- Sünnet: Mezhep İmamları'nın içtihatlarının büyük bir kısmının Sünnet'e dayanıyor olması ve Sünnet'in ve hadislerin birçok noktada rasyonel bakış açısına aykırılıklar arz ettiğinin kabul edilmesi, temelde akılcılığa (rasyonalizm) dayanan reformist/modernist hareketi, Sünnet'i ve hadisleri de "sorgulamaya" itmiştir. Tabiatıyla modern akla ve bugünkü bilimsel verilere uymadığı kabul edilen birçok hadis, bu bakış açısı tarafından "uydurma" olarak kabul edildi. [/FONT]
[FONT=Times New Roman, Times, serif]Bu yaklaşımı desteklemek için, sadece Kur'an'ın ilahî garanti altında olduğu ve Sünnet için böyle bir garantiden söz edilemeyeceği temel bir tez olarak ısrarla işlendi. Zira işin içine beşer unsuru girdiği anda şüpheci davranmak "bilimsel" davranışın bir gereği idi. Geçmiş âlimler tarafından sahih olarak kabul edilmiş olsa da, pek çok hadis, reformist/modernist çevreler tarafından "uydurma" olarak damgalandı. Böylece Sünnet'in büyük bir kısmından kurtulma imkânı doğmuş oluyordu. [/FONT]
[FONT=Times New Roman, Times, serif]Burada, âlimlerin (buradaki "alimler�den kastımız, özellikle Fıkıh ve Usûl-i Fıkıh âlimleridir), mütevatir ve meşhur kategorisine girmeyen hadisleri "ahad hadis" (veya "haber-i vâhid) olarak değerlendirmeleri ve bu tür hadislerin ilim bildirmeyeceğini söylemeleri de, reformist/modernist çevreler tarafından iddialarını destekleyici bir unsur olarak kullanıldı. [/FONT]
[FONT=Times New Roman, Times, serif]Burada üzerinde durulması gereken bir diğer nokta da, "Kur'an'a aykırı hadis olamayacağı" söylemidir. Bu söyleme göre eğer herhangi bir hadis �isterse eski âlimler tarafından mütevatir olduğu söylenmiş olsun� Kur'an'a aykırılık teşkil ediyorsa, onun sahih olarak kabul edilmesi söz konusu olamaz. [/FONT]
[FONT=Times New Roman, Times, serif]Oysa Kur'an'a aykırı görüldüğü gerekçesiyle uydurma olduğu söylenen hadisler hakkında, meseleyi bütün veçheleriyle araştırmadan verilen bu hükümler, Hz. Peygamber (s.a.v)'in Sünneti'nin büyük bir kısmının iptal edilmesinden başka bir anlama gelmemektedir. [/FONT]
[FONT=Times New Roman, Times, serif]Meselenin bir diğer yönü de, Sünnet'in yol göstericiliğine başvurmadan Kur'an'a doğrudan gitme söyleminin bünyesinde barındırdığı tehlikeler ile karşımıza çıkmaktadır. Tam bu noktada 4. merhale ile karşı karşıya geliyoruz ki, meselenin en can alıcı noktasını da burası oluşturmaktadır. [/FONT]
[FONT=Times New Roman, Times, serif]4- Kur'an: Kur'an ayetlerinin anlamı ve ihtiva ettiği hükümlerin anlaşılıp uygulanması noktasında Sünnet'in otoritesi de dahil olmak üzere hiçbir vasıta kabul etmeye yanaşmayan reformist/modernist anlayış, bu aşamada artık önünde uçsuz bucaksız bir hareket alanı bulmaktadır. "Fikir hürriyeti", "ALLAH'ın Kitabı'na aracısız olarak başvurmak", "Kur'an'ın, kendisini "açık/anlaşılır" bir kitap olarak nitelendirmesi"... gibi pek çok söylem burada devreye girdi ve artık her isteyen, Kur'an ayetlerinden istediği hükmü çıkarma "özgürlüğüne" kavuşmuş oldu. Yüzyıllar içinde bitmez tükenmez samimi çabalarla ve tam bir ehliyetle vücuda getirilmiş olan Tefsir ve Fıkıh kitapları, Müfessirler, Fakihler ve diğer ulema, binbir ithamla töhmet altında bırakıldı ve asırların bilgi birikimi hoyratça çiğnenerek devre dışı bırakıldı. [/FONT]
[FONT=Times New Roman, Times, serif]Oysa Kur'an'ın doğru anlaşılması ve tefsiri(9) için öncelikle ilmîliği ispatlanmış bir metot geliştirilmesi gerekir. Böyle bir metot olmadan Kur'an'dan hüküm çıkarmak, onu tahrif etmekle eş anlamlıdır. [/FONT]
[FONT=Times New Roman, Times, serif]Nitekim günümüzde bunun büyük bir rahatlıkla yapıldığını görmekteyiz. Her isteyen, Kur'an'dan istediği hükmü çıkarmakta ve "ben böyle anlıyorum" diyerek işin içinden sıyrılmaktadır. [/FONT]
[FONT=Times New Roman, Times, serif]Tevrat ve İncil'in aslında çok da fazla tahrife uğramadığı, dolayısıyla bu kitaplara inanan Yahudi ve Hristiyanlar'ın da "hak din" ve "tevhid dini" üzere olduğu hükmünden tutunuz, Kur'an'da yer almayan bir hükmün Hz. Peygamber (s.a.v) de olsa hiç kimse tarafından konamayacağı tesbitine kadar, aslında İslamî olmayan pek çok anlayış, güya Kur'an merkeze alınarak vaz edildi. Kur'an ve Sünnet tarafından konmuş olan en temel sabiteler bile yıkılıp geçildi ve ortaya ne idüğü belirsiz bir din çıktı. Her ortama ayak uyduran, her anlayışa uyan, hiç kimsenin hiçbir anlayış ve hareketine müdahale etmeyen, uyulsa da olur uyulmasa da kabilinden varla yok arası bir din! [/FONT]
[FONT=Times New Roman, Times, serif]İşte bu yazının başından beri 4 merhale halinde sıralamaya çalıştığımız bu hareket, aşama aşama bu noktaya geldi. Din'de Mezheb'in niçin önemli olduğu, tam bu noktada kendisini bütün ağırlığıyla hissettirmektedir. Çünkü Mezhep, dinî hassasiyettir, din hakkında konuşmanın ve dinî bir hüküm vermenin kuralı, çerçevesi ve sistemidir. Mezhep, metot demektir; mezhepsizlik ise metotsuzluktur. Metotsuz, kaidesiz yapılan her türlü faaliyet ise karmaşaya ve yanlışlığa düşmeye mahkûmdur. Mezhep tanımayan insan, kendisini metotsuzluğa, karmaşaya ve belirsizliğe atmış demektir. Dolayısıyla onun, ALLAH'ın dini hakkında söylediği her söz ve ile sürdüğü her görüş, daha baştan yanlış olarak damgalanmayı hak etmiştir. [/FONT]
[FONT=Times New Roman, Times, serif]Kendisini mezhep imamlarından üstün görerek onların kurdukları sistemleri yıkma selahiyetinde gören kimseler, aslında dinî bir kurumu tahrip etmiş olmaktadırlar. Bunun neticesi ise, yukarıdan beri gördüğümüz gibi sonunda zarûrât-ı diniyye dediğimiz alana kadar gitmektedir. Zira bu hareket, nerede duracağı �onu yürütenler tarafından bile� önceden kestirilemeyen bir "kör gidiş"i ifade etmektedir. [/FONT]
[FONT=Times New Roman, Times, serif]Mezhep tanımadığını söyleyenlere sorunuz: Bugüne kadar Kur'an ve Sünnet'i anlama ve onlardan hüküm çıkarma konusunda geliştirdiğiniz dört başı mamur bir usûl/metot var mıdır? [/FONT]
[FONT=Times New Roman, Times, serif]Bu soruya verebilecekleri en küçük bir olumlu cevap yoktur. Mezhep ve metot tanımadığını, geçmiş ulemanın bize bıraktığı devasa ilmî mirası yıkmakla, yıpratmakla meşgul olmaktan başka bir mahareti olmayan böyle kimseler, kendi içlerinde korkunç çelişkilere düşmekten kurtulamıyorlarsa, sebebi burada aranmalıdır. [/FONT]
[FONT=Times New Roman, Times, serif]Her ne kadar hiçbir mezhebe bağlı olmama düşüncesi mutlak olarak ve her zaman yukarıda çerçevesini çizdiğimiz "dinsizlik" vakıasına götürmese de, bu başlangıcın, genellikle bu sona götürdüğünü de görmezlikten gelmemiz mümkün değildir. [/FONT]
[FONT=Times New Roman, Times, serif]İşte bugün aşama aşama gelinen noktada bizzat ALLAH Teala ve O'nun Resulü tarafından çizilmiş olan iman-küfür sınırının pek çok reformist/modernist tarafından ortadan kaldırılması, Muhammed Zâhid el-Kevserî merhumun, bu yazıya başlık olarak seçilen sözünün ne kadar doğru ve hikmetli bir söz olduğunu en anlaşılır biçimde ortaya koymaktadır. [/FONT]
[FONT=Times New Roman, Times, serif]Selam, hidayete tabi olanlara... [/FONT]
[FONT=Times New Roman, Times, serif][/FONT]
********************************************************************************
DİPNOTLAR

1- "Makâlât", el-Kevserî merhumun, Mısır'daki muhtelif dergi ve gazetelerde neşredilmiş olan ve her biri ayrı bir ilmî kıymeti haiz bulunan makalelerinin, vefatından sonra sevenleri ve talebeleri tarafından derlenerek bir kitap haline getirilmesiyle oluşturulmuştur. Fıkıh ve Usul-i Fıkıh'tan Hadis ve Usul-i Hadis'e, Kur'an ilimlerinden Akaid ve Tarih'e kadar pek çok konu yanında güncel meselelerin de derin bir vukufiyet ve kuvvetli bir ilmî dirayet ile ele alındığı "Makâlât", günümüzde de kaynak eser olma özelliğini sürdürmektedir. Tarafımızdan tercüme edilmiş olan bu kıymetli eser, inşâALLAH yakında neşre hazır hale getirilecektir.
el-Kevserî merhumun hayatı, şahsiyeti ve ilmî yönü hakkında geniş malumat edinmek isteyenler, 9-10 Aralık 1995 tarihinde Düzce'de düzenlenen Muhammed Zâhid el-Kevserî Sempozyumu'nda sunulan tebliğlerin bir araya getirildiği "Muhammed Zâhid el-Kevserî �Hayatı-Eserleri-Tesirleri-" adlı kitaba (Seha neşriyat, İstanbul-1996); "Makâlât"ın muhtevası konusunda da adı geçen kitabın 147-151. sayfaları arasında yer alan "Makâlâtu'l-Kevserî'nin Değerlendirilmesi" adlı tebliğimize bakabilirler.
2- Bkz. Mustafa Fevzî, "Da'vetu Cemâliddîn el-Efğânî", 241 vd.; Fazlur Rahman, "ALLAH'ın Elçisi ve Mesajı", 123; "İslam", 36; "Ana Konularıyla Kur'an", 317.
Fazlur Rahman, "İslam Geleneğinde Sağlık ve Tıp"ta da (8) şöyle der: "Sufîler, geniş bir insancıllık ve hoşgörüyü yerleştirmişler; inançlarına bakmaksızın bütün insanlığa yardım etmişlerdir. Onların bu tutumları aynı zamanda ahlakî ve manevî göreceliğe de katkıda bulunmuştur. Böylelikle onlar, tarih boyunca karşılaşlan bütün dînî ve beşerî inanç ve düşünce sistemlerini meşru göstermişlerdir. Her ne kadar bu tutum Ehl-i Sünnet tarafından hoş karşılanmamışsa da, yakından bakıldığında bizzat Kur'an'ın öğretisinden o kadar da uzak değildir. Çünküa Kur'an-ı Kerim; yeryüzünde hiçbir millet ve toplumu rehbersiz bırakmadığını ve İlâhî rehberliğin Yahudiler'in, Hristiyanlar'ın ve Müslümanlar'ın özel imtiyazı olmadığını devamlı surette vurgular. Bununla birlikte, Kur'an, dinde bir evrimin olduğunu ve kendisinin ilâhî rehberlik ve vahyin en yüksek ifadesi olduğunu, diğer taraftan öbür dinlerin isetemel hakikatleri ihtiva etmelerine rağmen, yer yer tahrif edildiklerini ve yanlış yorumlarla bezendiklerini ifade eder." Benzeri ifadeler için aynı eserin 34. sayfasına da bakılabilir.
Bu düşünce ve iddiaların eleştirisi için bizim "Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi" adlı çalışmamızın I. cildine (16 ve 17 numaralı yazılar) bakılabilir.
3- Burada bu yaklaşımın sadece teorik olarak mantık yapısı verilmektedir. Bunlara cevap verilmesi bu yazının amacının dışındadır.
4- İlletlerin tesbiti, Usul-i Fıkıh kitaplarında "mesâliku'l-ille" diye isimlendirilen metotlarla yapılır. İbarelerin gramatik yapısından, başka birtakım özelliklerine kadar birçok husus burada belirleyici rol oynar. Ayrıntı için Usul kitaplarına başvurulabilir.
5- "Yenihlikçi" yaklaşım tarafından "parçacı" olmakla suçlanan bu metot, aslında hükme medar olan illetin tesbitine dayanması bakımından ahkâmın dayandığı temelin belirlenmesinde en sağlam metottur. Zira bu metot sayesinde bir hükmün niçin vaz edildiği tesbit edilir ve aynı özellikteki diğer konular hakkında da rahatça aynı hükmün yürütülmesi temin edilir. Hz. Peygamber (s.a.v) de dâhil olmak üzere İslam'ın ilk dönemlerinden itibaren kullanılmış olan Kıyas metodu, ehil kimseler tarafından uygulandığında nassların lafzına ve ruhuna en uygun hükümlerin verilmesinin de bir garantisidir.
6- Zira Malikî mezhebinde tali bir delil olarak kabul edilen "maslahat", hiç bir zaman nassların önüne geçirilmemiştir. İslam âleminde ilk defa Hanbelî mezhebine bağlı olduğu söylenen ve hakkında pek ağır ithamlar yapılmış bulunan Necmuddîn Süleyman b. Abdilkavî et-Tûfî tarafından nassların önüne geçirilecek derecede çerçevesi geniş tutulmuş olan maslahata böyle bir fonksiyon tanınacak olursa, insanların faydası, Yüce ALLAH'ın, nasslarda ifadesini bulmuş olan iradesinin önüne geçirilmiş olur. Bu da, Yüce ALLAH'ın, insanların maslahat ve menfaatini bilemediği gibi çok tehlikeli bir sonuca kapı açar. Oysa kulların gerçek maslahatı, nassların belirlediği hükümlere aynen uymakta saklıdır.
Öte yandan burada, insanların maslahat ve menfaatini tesbitte, bilgi ve faaliyet alanı sınırlı olan insan aklından başka hiçbir belirleyici yoktur. Yanılmak ve hata yapmakla malul olan insan aklının tesbit ettiği maslahat, özellikle modern dünyaya hakim olan "değişim" anlayışı doğrultusunda sürekli olarak değişik veçheler gösterecektir. Dolayısıyla bu noktada bugün doğru dediğimize yanın yanlış deme garabetine düşmekten bizi kim koruyabilir?
7- Biz, İmam eş-Şâfi'î'nin İcma konusundaki görüşünü ve İcma hakkındaki spekülasyonları, "Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi" adlı çalışmamızın I. (19 numaralı yazı) ve II. ciltlerinde (10 numaralı yazı) etraflıca ele almıştık. Dileyen oralara başvurabilir.
8- Bkz. Yaşar Nuri ÖZTÜRK, "Kur'an'daki İslam", 224; Hasan Hanefî, "İslâmiyât" dergisi, 1/4, Ekim-Aralık, 1998, 224.
Yaşar Nuri öztürk, Ümmet hakkındaki bu görüşünü İbn Manzûr'un "Lisânu'l-Arab"ına ("Ümmet" maddesi) dayandırmaktadır. Oysa adı geçen eserde Ümmet'in İslamî literatürde bu anlama geldiğini gösteren herhangi bir ifade mevcut değildir.
9- Burada "yorum" kelimesini bilinçli olarak kullanmıyoruz. Bkz. "Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi", II, 68 (3 numaralı yazı, 27 numaralı dipnot).



Namaz'i Terketmenin Korkunç Sonuçlari
 

buharaA

Paylaşımcı
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
163
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Mezhepsizlik şu’rasıSual: Bir yabancı yazar, “Teknolojinin ilerlediği günümüzde yeni fen vasıtaları çıktı, devir değişti. Yeni olaylarla karşılaşıyoruz. Yeni ictihad gerekir. Ancak müctehid olmadığı için, İslam ülkelerinden davet edilecek kalabalık bir kuruldan, bir ictihad şu’rası kurulmalıdır. Kurul üyesi fazla olursa, hata daha az olur. Alınacak kararlarla, yeni tefsirler, yeni ictihadlar yapılmalı, farzlar azaltılmalı, kolaylıklar getirilmeli, mezhepleri taklit devri kapanmalı, İslam âlimlerinin bin yıl önce verdiği fetvalar bizi bağlamamalıdır” diyor. Dinde reform caiz mi?
CEVAP
Mecelle’nin Dürer-ül-hükkam şerhinde, (Zamanın değişmesi ile, örf ve âdete dayanan hükümler değişebilir. Nassa dayanan hükümler zamanla değişmez) deniyor.

İmam-ı Rabbani hazretleri de buyuruyor ki:
(Bazıları, yapacakları değişikliklerle, dini düzelteceklerini, olgunlaştıracaklarını zannediyorlar. Ortaya bid’atler çıkarıyorlar. Bid’atlerin zulmetleri ile sünnetin nurunu örtmeye çalışıyorlar. Bunlar, dinin noksanlıklarını tamamladıklarını iddia ediyorlar. Bilmiyorlar ki din noksan değildir. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Bugün sizin için dininizi ikmâl eyledim, üzerinize olan nimetimi tamamladım, size din olarak İslamiyet’i vermekle razı oldum) [Maide 3]

Dini noksan sanıp, tamamlamaya [dinde reform yapmaya] çalışmak, bu âyete inanmamak olur.) [c.1, m.260]

Dini değiştirip yıkmak isteyen reformcuların kuracakları şu’radakiler, ya imam-ı a'zam hazretleri gibi birer müctehiddir veya değildir. Eğer müctehid iseler, ictihadlarını birleştiremezler. Mesela imam-ı a'zam hazretlerinin üç talebesi müctehid oldukları ve hocalarından farklı ictihadda bulundukları halde, hocalarının ictihadının yanlış olduğunu söylemediler. Çünkü ictihad, ictihadla nakzedilmez, yani hükmü ortadan kaldırılmaz. En mühimi de farklı ictihadların rahmet olmasıdır. Hadis-i şerifte, (Müctehid âlimlerin farklı ictihadları rahmettir) buyuruluyor. (Beyheki)

Bu rahmeti ortadan kaldırmak caiz olmaz. Reformcuların kuracakları şu’rada, 5 reformcu, guslün farzının iki, yedi reformcu da dört olduğuna karar verse, 5 müctehid, 7 müctehidin kararına uymaya mecbur mu edilecektir? Halbuki, her müctehid kendi ictihadı ile hareket eder. Başka müctehide uyması caiz değildir. Sonra gusül ile namaz ile fen vasıtalarının ilerlemesinin ne alakası olur? Zamanla farzlar, sünnetler değişmez. Efal-i mükellefini değiştirmeye kalkmak düpedüz dini yıkmaktır. Önce, ictihad edebilmek için ictihad edilecek konu olması gerekir.

İctihad, dini konularda olur. Dinde yeni bir şeye ihtiyaç yok ki ictihad düşünülsün. Teknolojinin ilerlemesi dinde değişikliği gerektirmez. Namazın yeni bir kılınış şekli, orucun yeni bir tutuluş şekli olmaz.

İctihad edecek âlim olmayınca kimler ictihad edecek? Davet edilecek din görevlisi sayısının fazla olması neyi halleder? Yani kemiyetin çok olması keyfiyete tesir etmez. İnşaata taş taşınmıyor ki, (Çok kişi olursa, çok taş taşınır) diye düşünülsün.

Reform şu’rası, ittifakla namaz vakitlerini, rekat sayılarını azaltsa veya çoğaltsa, zekat 1/40 iken 1/100 veya 1/20 yapsalar, yaptıkları bu reform, dine hizmet mi olur, yoksa dini yıkmak mı olur?

Şu’radaki reformcular, müctehid değilse, o zaman alacakları kararların ne kıymeti olur? Her iki halde de yapacakları iş, dini değiştirmekten başka bir şey değildir. Şu’ra sözünü ağzına alanların cahil değilse, maksatlı olduğu apaçık meydandadır.

M.Hadimi hazretleri buyurdu ki:
(Edille-i şeriyyenin 4 olması, müctehidler içindir. Mukallidler, yani dört mezhepten birinde olanlar için delil, senet, bulunduğu mezhebin hükmüdür. Çünkü, mukallidler, nasstan [âyet ve hadisten] hüküm çıkaramaz. Bunun için, bir mezhebin bir hükmü, nassa uymuyor gibi görünse de, yine o mezhebe uymak gerekir. Çünkü Nass, ictihad isteyebilir, tevili gerekebilir, nesh edilmiş olabilir. Bunu da ancak müctehid anlar.) [Berika s.94]

M.Şevket Eygi, Milli Gazetedeki yazısının ilk iki paragrafında diyor ki:
(Bir ilahiyat profesörü çıkıyor, Ehl-i Sünnet Müslümanlığına savaş açıp, "Kur'an Müslümanlığı" safsatası altında masonik bir hümanizmanın propagandasını yapıyor. Bir başka reformcu, "Allah göktedir" diyen aşırı bir adamın mezhebini ülkemizde yaymak istiyor. Bir ötekisi, imanın şartlarını altıdan beşe indiren ve Amentü formülünden kadere iman maddesini kaldıran Pakistanlı bir yazarın metodunun Türkiye’yi kurtaracağını iddia ediyor. Velhasıl ortalıkta bir sürü yamuk, bozuk, çarpık inanç görüş dolaşıyor. Peki bu hatalı inanış ve kanaatleri yayanlar kimlerdir?

Bunlar kendilerine İslamcı diyorlar ama peşlerinden gittikleri adamlar genellikle 19. ve 20. asırda zuhur etmiş on kadar malum ve mahut şahıstır. Halbuki İslam dünyasında, bahusus Ehl-i Sünnet dairesi içinde binlerce büyük din âlimi, fakih, mürşid, allame, imam, rehber yetişmiştir. Bizim reformcuların hiçbiri Gazali’nin, Süyuti’nin, Şarani’nin, Birgivi’nin, Ebülleys’in, Ebussuud’un, Fahreddin Razi’nin, Cüveyni’nin, İmam-ı Rabbani’nin eserlerinden bahsetmez. Onlar ehl-i sünnet imamlarıdır. Bizimkiler ise selefi, mezhepsiz, Necdi, telfîkçi, reformcu, aktivist birkaç kişinin peşine takılmıştır.)

Not:
M.Şevket Eygi’nin kaderi inkâr eden Pakistanlı yazar dediği kimse, Mevdudi’dir. Necdi dediği de vehhabidir. Allah gökte diyenler de vehhabilerdir.

Geri kalışımızın sebepleri
Yabancı yazar, müslümanların geri kalışını ictihada bağlayıp, (Fukaha, ictihad kapısının kapatılmasında ve bundan böyle dört mezheple iktifa edilmesinde ittifak etmiştir. Bunun neticesinde İslam düşüncesi duraklamış, hukukta ve diğer İslami ilimlerde taklit ve saplantının yayılmasına sebep olmuştur) diyor.

İctihad kapısını kimse kapatmamıştır. Ehli olmadığı için kendiliğinden kapanmıştır. Kapalıya kapalı demek, kapatmak değildir. Kapatmaya yetkisi olanın açmaya da yetkisi olur. İctihad edip etmemekle, geri kalışımızın bir alakası yoktur. Milyonlarca insan ehil olup olmadığına bakmadan, kitap yazıyor, ictihad yapıyor. Madem ictihad yüzünden geri kaldık. Şimdi herkes ictihad yaptığı halde niçin ilerlemiyoruz?

Mason Abduh ve onun Reşit Rıza ve Meragi gibi çömezleri, mezheplere saldırıp, (mezhepler birleştirilmeli) diyerek rahmeti kaldırmaya çalışmışlardır. İngiliz casusu Hempher de aynı yolda hareket ederek Necdiliği kurdurmuştur. Aynı art niyetli kimseler, (Herkes ictihad etmeli) diyerek ehli olmayan kimselerin de ictihada yeltenmelerine sebep olmuşlardır. Hadis-i şerifte, (Her asır, bir öncekinden daha kötü olacaktır) buyuruldu. Bu bakımdan sonraki asırlarda birinci asırdaki gibi büyük âlimler yetişmedi. Yetişmesi de çok zordur. Bu zoru başarabilen az da olsa çıkarsa, buna kimse bir şey demez.

Müctehide ihtiyaç yok
Hicri 4. asırdan sonra mutlak müctehid olarak meşhur olan görülmedi. Mutlak müctehide ihtiyaç da kalmadı. Çünkü Allahü teâlâ ve onun Resulü Muhammed aleyhisselam, kıyamete kadar, hayat şekillerinde ve fen vasıtalarında yapılacak değişikliklerin, yeniliklerin hepsine şâmil olan hükümlerin hepsini bildirdi. Müctehidler de, bunların hepsini anlayıp, açıkladı. Sonra gelen âlimler, bu ahkamın, yeni olaylara nasıl tatbik edileceğini tefsir ve fıkıh kitaplarında bildirdi. Müceddid denilen bu âlimler kıyamete kadar mevcuttur.

İctihad kapısı açık diye herkes destursuz girerse, birbirine zıt gibi görünen hadis-i şerifleri görünce ne yapacaktır? Mesela imam arkasında Fatihanın okunacağına dair de, okunmayacağına dair de hadis var. İcazetsiz bir kimse, bunları okuyunca ya Peygambere suizan edecek, yahut hadis âlimine iftira edecektir. Ehli olmayanların hüküm çıkarmak niyetiyle hadis okuması, elbette doğru olmaz.

Dünya işlerinde bile işinin ehli olmayan bir kimse, yaptığı şeyi başaramaz. Mesela, (Ehliyeti olan şoför olmalıdır) demek yanlış mıdır? (Herkes araba kullansın) demek doğru olur mu? (Herkes göz ameliyatı yapmalıdır) demek ne kadar saçmalıktır. (Herkes hadis kitabı okumalı, hadisten hüküm çıkarmalı, Kur'an meali okuyup ondan hüküm çıkarmalı) demek daha tehlikelidir. Araba kullanmasını bilmeyen, bir kaza yapabilir ve canından olabilir. Fakat hadisi, Kur’anı anlamayan kimse, bunlarla amel edeceğim derken dininden olur. Her işi ehline bırakmak kadar tâbii ne olabilir? Biz, (İş ehline verilmeli) diyoruz. O, (hayır herkes hadis okumalı, herkes meal okumalı, anladığı gibi amel etmelidir) demek istiyor. Bu, ilme düşmanlıktır. Herkesin âlim olmasını, müctehid olmasını istemek, akla da, ilme de aykırıdır. Müctehid olmanın birçok şartları vardır. Bunlardan biri de ilahi mevhibeye sahip olmak yani evliya olması da gerekir. Fakat her evliya da müctehid değildir. İctihad, ayağa düşürülmemelidir.

İbadette değişiklik, sünnet ve bid’at
Sual:
Allah’a daha iyi kulluk etmek için ibadetleri değiştirmek uygun olur mu?
CEVAP
Allahü teâlâ, kullarını kendisine ibadet etmek için yarattı. İbadet, züll ve zillet demektir. Yani, insanın Rabbine, mabuduna, hakir olduğunu, âciz, muhtaç olduğunu göstermesidir. Bu da, her aklın ve âdetlerin güzel ve çirkin dediklerine uymayıp, Rabbin güzel ve çirkin dediklerine teslim olmak ve Rabbin gönderdiği Kitaba ve Peygambere inanmak ve bunlara tâbi olmak demektir. Bir insan, bir işi, Rabbinin izin verdiğini düşünmeden, kendi görüşü ile yaparsa, Ona kulluk yapmamış, Müslümanlığın icabını yerine getirmemiş olur.

Bu iş, itikadda, inanmakta ise ve inanılması gerektiği sözbirliği ile bildirilmiş olan şeylerden ise, bu inanışı küfre sebep olan bid’at olur. Gayri müslimlerin ibadet olarak yaptıkları şeyleri müslümanların yapması caiz olmaz. Mesela papazlar, ibadet niyetiyle bellerine zünnar kuşanırlar, boyunlarına haç takarlar. Müslümanların, böyle yapmaları caiz olmaz. Bid’at, itikadda olmayıp da, amele ait işte kalırsa, fısk, büyük günah olur. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Dinde olmayan bir şey meydana çıkarılırsa, o şey reddedilir.) [Buhari]

Âdetlerde yenilik olur
Bu hadis-i şerif gösteriyor ki, dinden olmayan bir itikad, bir söz, bir iş, bir hâl ortaya çıkarılır ve bunun din ve ibadet olduğuna inanılırsa, yahut İslamiyet’in bildirmiş olduklarında bir ziyadelik veya noksanlık yapılırsa ve bunu yapmakta sevap beklenirse, bu yenilikler, değişiklikler, bid’at olur. İslamiyet’e uyulmamış, ona iman edilmemiş olur.

İbadette olmayıp, âdette olan yenilikler, yani yapılırken sevap beklenilmeyen değişiklikler bid’at olmaz. Mesela, yemekte, içmekte, binme ve taşıma vasıtalarında yapılan yenilikleri, değişiklikleri dinimiz reddetmez. Bunun için, masada, ayrı tabaklarda, çatal kaşık ile yemek, otomobile, uçağa binmek, her çeşit bina, ev ve mutfak eşyası kullanmak ve bütün fen ile ilgili bilgi ve aletler dinde bid’at değildir. Bunları yapmak ve faydalı yerlerde kullanmak günah değildir.

Bid’at, selefi salihin zamanında olmayıp, sonradan ortaya çıkarılan her şeye denir. Âdet ve ibadetlerde yapılan değişiklikler bid’attir. Bid’atin ıstılah manası ise şöyledir:

Resulullah efendimizin ve Onun dört halifesinin zamanlarında dinde bulunmayan bir inanışı, bir işi, bir sözü veya ahlakı, sonradan ortaya çıkarmak, sonradan ortaya çıkan böyle bir bozukluğu yaymak ve bundan sevap beklemek, yasak edilen bid’at olur.

Âdet, sevap beklenilmeden, dünya menfaati için yapılan şeylerdir. Yiyip içmekte, giyinmekte, ev yapmakta, bineklerde zamanla değişen âdetler, bir ibadeti bozmadıkça veya dinin yasak ettiği bir şeyi işletmedikçe yasak edilen bid’at olmaz. Mesela çatal-kaşık günah olan bid’at değildir. Eğer bir âdet, ibadeti bozuyorsa veya dinin yasak ettiği bir şey ise, bunu işlemek haram olur. İbadetlere bid’at karıştırmak büyük günahtır.

Bid’atin büyük zararı
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Her bid’at dalalettir ve her dalalet ehli de ateştedir.) [İ.Asakir]

(Bid’at ehlinin namazı, orucu, sadakası, haccı, umresi, cihadı, farzı, nafilesi kabul olmaz, yağdan kılın kolayca çıktığı gibi İslamiyet’ten çıkması, kolay olur.)
[İ.Mace]

(Bid’at ehlinin tevbesi, bid’ati bırakana kadar kabul olmaz.)
[Taberani]

Tevbesi kabul olmaz demek, bid’at ehli, bid’atinden sevap beklediği, iyi bir iş yaptığını sandığı için tevbe etmeyi düşünmez. Bu bid’atten vazgeçmediği için de ibadeti kabul olmaz, demektir.

Âlimler, bid’ati, bid’ati hasene ve bid’ati seyyie diye ikiye ayırmışlar, okul, kitap gibi sonradan yapılan şeylere (bid’ati hasene) demişlerdir. Hadika’da, (Böyle bir bid’at, bir ibadetin yapılmasına yardımcı olduğu için, dinimiz buna izin vermiştir) buyuruluyor. İmam-ı Rabbani hazretleri ise, dinin izin verdiği böyle faydalı şeylere bid’at denmemesini, bid’at kelimesinin bunlara bulaştırılmamasını ve bunlara sünneti hasene, yani iyi iş denmesini istemektedir. Sünnet, burada yol, iş demektir. Yolun, işin iyisi de, kötüsü de olur. Müslim’deki hadis-i şerifte, sünneti hasene [iyi çığır] açanlar övülmekte, sünneti seyyie [kötü çığır] açanlar ise kötülenmektedir.

Sünnet ve bid’at
Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Ümmetim arasında ayrılık olunca, benim sünnetime ve Hulefa-i raşidinin sünnetine yapışın!) [Tirmizi]

Bu hadis-i şerif, bu ümmette çeşitli ayrılıklar olacağını haber veriyor. Bunlar arasında, Resulullahın ve Onun 4 halifesinin yolunda olana sarılınız diyor. Sünnet, Resulullahın, sözleri, bütün ibadetleri, işleri, itikadları, ahlakı ve bir şey yapılırken görünce, mani olmayıp susması demektir. Bir hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Fitne fesat yayıldığı zaman, sünnetime yapışana yüz şehit sevabı verilir!) [Hakim]

Yani nefse ve bid’atlere ve kendi aklına uyarak İslamiyet’in hududu dışına taşıldığı zaman, benim sünnetime uyana, kıyamette yüz şehit sevabı verilecektir. Çünkü fitne fesat zamanında İslamiyet’e uymak, kâfirlerle harp etmek gibi güç olacaktır. Bir hadis-i şerif meali:
(İslam dini garip olarak başladı. Sonu da garip olacaktır. Bu gariplere müjdeler olsun! Bunlar, insanların bozduğu sünnetimi düzeltir.) [Müslim]

Yani, İslamiyet’in başlangıcında, insanların çoğu, Müslümanlığı bilmedikleri, onu yadırgadıkları gibi, ahir zamanda da, dini bilenler azalır. Bunlar, benden sonra bozulmuş olan sünnetimi ıslah ederler. Bunun için, emr-i maruf ve nehy-i münker yaparlar. Sünnete, yani İslamiyet’e uymakta başkalarına örnek olurlar. İslam bilgilerini doğru olarak yazıp, kitaplarını yaymaya çalışırlar. Bunları dinleyenler az, karşı gelenler çok olur.

Yobaz ne demektir?
Yobaz kelimesi, kaba, cahil, bozuk ve sapık düşüncelerini ve siyasi kanaatlerini din bilgisi olarak ileri süren kimse demektir. Bozuk düşüncesini, yanlış kanaatini kabul ettirmek için, din bilgilerini yanlış söyler. Bunlardan bazısı, taşıdığı etiketten, sığındığı kanun maddelerinden, çoğu da müslümanların imanlarını istismar etmekten güç alır. Büyük halk kitlelerini arkasına takarak bölücülüğe, kardeş kavgasına sebep olur. Yobazların en zararlısı ve en tehlikelisi, mal, para, makam elde etmek için yabancı ideolojilerin, dinde reformcuların ve mezhepsizlerin propagandalarını yaparak, milletin imanını, ahlakını bozan, satılmış, din ve fen ve siyaset yobazlarıdır.

Yobazları üçe ayırabiliriz:
1- Din ve dünya bilgilerinden mahrum olan, fakat kendini ilim adamı sanan cahil yobazlardır. Bunlar, bölücülük yaptıkları gibi, din düşmanlarına çabuk aldanıp, zararlı yollara kolayca sürüklenebilir. Osmanlı tarihini kana boyayan Patrona Halil, Kabakçı Mustafa, mehdi olduğunu iddia eden Celali gibi kimseler bu kısım yobazlardandır.

2-
Kötü din adamları olan din yobazlarıdır. İlimleri biraz varsa da, sinsi maksatlarına, mala, mevkiye kavuşmak için, bilmediklerini veya bildiklerinin tersini söylerler ve yaparlar. İslamiyet’in dışına çıkarlar. Kötülükte, dini yıkmakta, cahillere örnek olur, rehberlik ederler.

İslam dininde büyük yaralar açan İbni Sebe, Ebu Müslim Horasani, Hasan Sabbah ve Samavne kadısı oğlu Şeyh Bedreddin, Osmanlı padişahlarının şehit edilmelerine fetva veren din adamları, vehhabilik fitnesini ortaya çıkaran Necdli Abdülvehhab oğlu ve Mısır’daki mason locası başkanı Efgani ve Kahire müftüsü mason Abduh ile çömezi Reşid Rıza ve Hindistan’da İngilizlerin, İslamiyet’e hücumlarına vasıta olan Ahmed Kadıyani ve benzerleri, yeni türeyen reformcular ve mezhepsizler hep bu kısımdaki yobazlardandır. Bunlar, müslümanların din duygularını, imanlarını sömürerek, dinimizi içerden yıkmaya çalışmışlardır.

İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
(Dünyalık peşinde olan din adamlarının sözlerini dinlemek, kitaplarını okumak zehir yemek gibi zararlıdır. Kötü din adamlarının zararları bulaşıcıdır. Cemiyetleri bozar, milletleri parçalar. Geçmişte İslam devletlerinin başlarına gelen felaketlere hep kötü din adamları sebep oldu. Devlet adamlarını doğru yoldan bunlar saptırdı. Peygamberimiz, (Müslümanlar 73 fırkaya bölünecek. Bunların 72 si Cehenneme gidecek, yalnız bir fırkası Cehennemden kurtulacak) buyurdu. Doğru yoldan ayrılan bu 72 sapık fırkanın reisleri, hep kötü din adamları idi.) [m.47]

3-
Üniversite diplomalı, fen adamı olarak ortaya çıkan fen yobazlarıdır. Fen yobazları, gençlerin imanlarını bozmak, bunları dinden, İslamiyet’ten ayırmak için, uydurdukları şeyleri fen bilgisi, tıb bilgisi, ilericilik olarak anlatıp, "din kitapları bu bilgilere uymadığı için yanlıştır, bunların gösterdiği yolda yaşamak gericiliktir" derler. Namaz kılan, tesettüre riayet eden, içki içmeyen, kısacası Müslümanlığı yaşayan temiz müslümanlara, gerici, tutucu, irticacı, mutaassıp gibi yaftalarla saldırırlar. Maksatları Müslümanlığı yıkmaktır. Üstelik, "biz de müslümanız" derler.

Din yobazları din bilgilerini değiştirdikleri gibi, fen yobazları, fen bilgilerini değiştirerek İslamiyet’e saldırırlar. İslamiyet’i iyi bilen ve üniversitede iyi yetişmiş olan akıllı bir kimse, bunların sözlerinin ilme, fenne uymadığını, fen ve din cahili olduklarını hemen anlar ise de, bazı gençler, talebeler, bunların etiketlerine aldanarak, yalanlarına inanır, felakete sürüklenirler. Bu yobazlar iyi bilinmelidir
 
Üst