Mevlânâ’ya Atfedilen “Yine Gel…” Rubâîsine Dair

Hikem

Kıdemli Üye
Katılım
31 Ağu 2009
Mesajlar
6,073
Tepkime puanı
702
Puanları
0
Mevlânâ’ya Atfedilen “Yine Gel…” Rubâîsine Dair

Mevlana・ya Atfedilen ・Yine Gel・c・ Rubaisine Dair
Yakup SAFAK*

OZET


Mevlana・ya Atfedilen ・Yine Gel・c・ Rubaisine Dair
・Gel, gel, ne olursan ol, yine gel・ Mevlana・ya nispet edilen ve en cok iktibas olunan siirlerden
birisidir. Bununla birlikte, bu dortluk otantik olarak Mevlana・ya nispet edilmemekte
ve onun kaynağı tam olarak bilinmemektedir. Arastırmalarımız sonrasında ulastığımız
sonuc, bu rubainin aynı zamanda Ebu Said-i Ebu・l-Hayr ve baska bazı sufi sairlere
de nispet edildiğidir. Dolayısıyla bu rubainin yazarının kim olduğuna iliskin net bir
bilgiye sahip değiliz.


Bâz â bâz â her ân çi hestî bâz â

Ger kâfir u gebr u but-perestî bâz â
În dergeh-i mâ dergeh-i nevmîdî nîst
Sad bâr eger tevbe sikestî bâz â


 
・Yine gel, yine gel! Kim olursan ol, yine gel! Kafir, mecusi, putperest olsan da
yine gel! Bu bizim dergahımız umitsizlik dergahı değildir. Yuz kere tovbeni
bozmus olsan da yine gel!・
 
 
 
 
 
 
 
 
 
Mevlana・nın en onemli evrensel mesajlarından biri olarak nitelendirilen bu
meshur rubai etrafındaki tartısmaların, ulkemizde en az yarım asırlık bir seruveni
var. Bu konu, zaman zaman gundemde yerini alıyor; bircok isim, soz konusu
manzumenin Mevlana・ya ait olup olmadığı ve muhtevası uzerine gorus bildiriyor.
Genel kanaat, bu sozun Mevlana dusuncesine ters dusmediği, fakat herkesin
kendi anlayısına ve mesrebine gore onu yorumladığı seklindedir. ・Gel de olduğun
gibi kal・ seklinde anlasılabilecek bir yoruma bizim de katılmamız, mumkun değildir.
Ayrıca bu rubainin diğer ulkelerde bu kadar dikkat cekmediğini de belirtmeliyiz.
,
 
* Dr., Selçuk Ü. Fen-Edebiyat Fakültesi Emekli Öğretim Üyesi. ([email protected])
76 | Yakup SAFAK


Bu yazıda rubainin muhtevasına daha fazla girmeden, konuyu teknik yonden
ele alıp imkan nispetinde kaynaklara inmeye calısacağız ve onun Mevlana・ya nasıl
izafe edildiği uzerinde duracağız.


Mevlana・nın eserlerini, bizzat kendisinin yazmadığı, umumen bilinen bir husustur.
Mektupları yanısıra, cesitli siirleri, pasajları kendisinin karalamıs veya yazmıs
olabileceği tabiidir. Mevlana Muzesi・nde sergilenen ve Kultur Bakanlığı tarafından
tıpkıbasımı yapılan 677/1279 tarihli Mesnevi nushasının sonunda eserin, Celebi
Husameddin tarafından ・Mevlana・ya okunan・ nushadan temize cekildiğine dair
kayıt vardır.


Yaklasık kırk bin beyitlik Divan-ı Kebir・i meydana getiren siirler icin boyle bir
denetim soz konusu olamamıstır. Dolayısıyla gerek mahlas benzerliği, gerek (bilhassa


Safeviler doneminde) bazılarındaki Siilik gayreti, gerekse baska sebeplerle aslında
Mevlana・ya ait olmayan bircok siir, Divan-ı Kebir nushalarına girmistir.1
 
Eserin bilimsel metnini, 9 eski yazmayı karsılastırarak 8 buyuk ciltte ortaya koyan
dunyanın sayılı Mevlana mutehassıslarından Đranlı alim merhum Bediuzzaman
Furuzanfer (v. 1970), Divan・daki baskalarına ait gazelleri olabildiğince ayıklamıstı.2
Fakat rubailer icin aynı seyi soyleyemiyoruz. Nasir, rubaileri ihtiva eden VIII. cildin
onsozunde, nesre hazırlanan rubailerin hepsinin Mevlana・ya ait olmadığını, bunlar
arasında, Mevlana・dan once veya onunla aynı asırda yasamıs baska mutasavvıflara
nispet edilmis rubailer bulunduğunu, kısmet olursa ayrı bir ciltte manzumelerin
kaynak yonunden kritiğini yapacağını bildirmisse de maalesef, bu değerli hizmeti
gerceklestiremeden Hakk・a kavusmustur.


Onun sozunu ettiği problem, baska uzmanların da beyan ettiği uzere bilhassa
rubai yazan veya soyleyenler icin gecerli bir durumdur. Cunku Fars edebiyatında,
XIII. yuzyıldan sonra istiklalini kazanıp umumun ortak beğenisini kazanan ve
・hikmet siiri・ haline donusen ・gazel・den once hatiplerin, vaizlerin, sohbeti cok seven

mutasavvıfların gozdesi, ・rubai・ idi. Hatipler konusmalarını, edipler yazılarını,
icerisinde veciz ifadeler, derin manalar tasıyan bu iki beyitlik manzumelerle suslerlerdi.

Fakat icinde mahlas bulunmadığından, zikredilen hangi rubainin kime ait olduğu
ekseriya bilinmez ve tabii coğu zaman da soyleyene mal olur; defterlere,
mecmualara oyle gecerdi. Nitekim aynı rubainin birkac saire nispet edildiği de gorulmektedir.


Bunda fikirlerdeki beraberlik ve benzerliğin, ilim ve hikmetin
muslumanlar arasında ortak olduğu dusuncesinin de onemli rolu vardı.


1 Bediüzzaman Furûzanfer, Mevlânâ Celâleddin (çev. F. Nâfiz Uzluk), Đstanbul: MEB, 1986, s.
202 vd.; Zebîhullah Safâ, Târîh-i Edebiyyât der Îrân, Tahran, 1369hs./1990, III, s. 468.
2 Bediüzzaman Furûzanfer, Külliyyât-ıSems yâ Dîvân-ı Kebîr I-VIII, Tahran, 1336-
1342hs./1957-1963.
Mevlana・ya Atfedilen ・Yine Gel...・ Rubaisine Dair | 77


Horasan・ın Mihene beldesinden olan ve gerek yasayısıyla, gerekse fikirleriyle
Mevlana・ya cok benzeyen buyuk mutasavvıf Ebu Said-i Ebu・l-Hayr・ın (v. 1049)
rubaileri, konumuz icin tipik bir ornektir. Menkıbelerinde verilen bilgilerden anlasıldığına


gore, vaazlarında, sohbetlerinde siir okumayı ve sema (yani ilahiler esliğinde
ekseriya toplu ve hareketli zikir) yapmayı bir hayli seven Ebu Said・in kendine
ait rubaisi cok değildir. Konusmalarında genellikle baska mutasavvıfların siirlerini
insad etmistir.


Onun siirlerini cesitli kaynaklardan derleyip Suhenan-ı Manzum-i Ebu Said-i
Ebu・l-Hayr (1334hs./1955) ismiyle nesreden değerli alim Said Nefisi (v. 1966),
eserde yer alan 700 kusur rubaiden onemli bir kısmının, Ebu Said・in kendinden
once ve sonra yasamıs baska sairlere de nispet edildiğini soyluyor.3 Bu sairler

Hace Abdullah-i Ensari-i Herevi, Omer Hayyam, Feriduddin-i Attar, Necmeddin-i
Kubra, Evhaduddin-i Kirmani gibi ekseriyetle Horasan bolgesinde veya yakınlarında
yasamıs mutasavvıflar ve sairlerdir. Nasir, tespit edebildiği bu tur
manzumelerin numaralarını vermektedir ki orada Mevlana・ya nispet edilen otuz
adet rubai vardır.


Ebu Said・in durumu biraz farklı olsa da diğer rubai yazanlar icin vaziyet cok
farklı değildir. Nitekim Đranlı mutasavvıf ve dusunur Baba Efdal・in (v. 1268) yine
Said Nefisi tarafından Rubaiyyat-ı Baba Efdal-i Kasani (1311hs./1932) ismiyle yayınlanan
483 rubaisinden bircoğu baska sairlere de (18 tanesi Mevlana・ya) nispet edilmektedir.


4
Yine biz detaylı olmayan bir karsılastırmada Sultan Veled Divan・ında yer alan
455 rubaiden on tanesinin; keza Mevlana・nın torunu Ulu Arif Celebi・nin 80
rubaisinden iki tanesinin Furuzanfer・in nesrettiği Divan-ı Kebir・de de bulunduğunu
tespit ettik.5 Bu ornekler coğaltılabilir. Nitekim Zebihullah Safa da meshur edebiyat
tarihinde cesitli vesilelerle konuya değinmis ve genel olarak bu sorunun varlığına
dikkat cekmistir.6



Yazımıza konu olan rubai, Rubaiyyat-ı Baba Efdal-i Kasani・de 7 numara ile Baba
Efdal・in rubaisi olarak yer almakta, Ebu Said・e de nispet edildiği belirtilmektedir.
 
3 Said Nefîsî, Suhenân-ı Manzûm-i Ebû Saîd-i Ebu’l-Hayr, Tahran, 1373 hs./1994, giris bölümü,
s. 56, 57.
4 Said Nefîsî, Rubâiyyât-ı Baba Efdal-i Kâsânî, Tahran, 1363hs./1984, s. 85.


Ben, Furûzanfer’in Dîvân-ı Kebîr nesri ile yaptığım karsılastırmada Ebû Saîd’e ait 30 ve Baba
Efdal’e ait 18 rubâîden ancak bazılarını bulabildim; buna karsılık nâsirin zikretmediği daha
baska müsterek rubâîler gördüm. Çünkü Nefîsî eserlerini yayınladığında, Furûzanfer henüz
Dîvân-ı Kebîr’in ilmî nesrini gerçeklestirmemisti.


5 Dîvân-ı Sultan Veled (nsr. F. Nâfiz Uzluk), Ankara, 1941. 26, 34, 50, 192, 335, 346, 347, 353,
367, 453 nolu rubâîler; Ulu Ârif Çelebi’nin Rubâîleri (nsr.ve trc. F.Nâfiz Uzluk), Đstanbul,
1949, 11 ve 30 nolu rubâîler. Sefik Can merhumun nesrindeki rubâîlere göre ise bahis konusu
rakamlar daha fazladır.
6 Safâ, Târîh-i Edebiyyât der Îrân, I, s. 604; III, s. 427; III, s. 470.
78 | Yakup SAFAK


Nefisi, Baba Efdal・in rubailerinin Ebu Said・e nispet edilmesini doğru bulmamakta7
(s. 53); ancak rubai soyleyenlerin ekseriyetle mutasavvıf olduğu icin eski ve muteber
kaynaklar bulunmadıkca hangi rubainin kime ait olduğunu teshisin zorluğunu dile
getirmektedir. (s. 85)

Mezkur rubai, Suhenan-ı Manzum-i Ebu Said-i Ebu・l-Hayr・da ise 21 numara ile
Ebu Said・in rubaisi olarak yer almaktadır. Nasir, giris bolumunde (s. 56), rubainin
Baba Efdal-i Kasani・ye de nispet edildiğini, Hace Abdullah-i Ensari ve Omer
Hayyam gibi Baba Efdal・in de Ebu Said・in rubailerine ozel ilgi gosterdiğini, onun
rubailerinde kullandığı kafiye ve redifleri kendisinin de kullandığını belirtmistir.
・Baz a baz a her an ci hesti baz a・ manzumesi icin Rubaiyyat-ı Baba Efdal-i
Kasani・de 8 adet kaynak gosterilmektedir.8 Bunlar, rubaileri ihtiva eden mustakil
eserlerle tezkire turunde kitaplardır ki iclerinde Takiyyuddin-i Evhadi・nin (v. 1632)
Arafatu・l-asıkin・i, Lutf Ali Beg Azer・in (v. 1781) Ateskede・si, Ziya Pasa・nın (v. 1880)


Harabat・ı gibi tanınmıs kaynaklar da vardır.9 Suhenan-ı Manzum-i Ebu Said-i Ebu・l-
Hayr・da ise 6 adet kaynak zikredilmistir.10 Eski ve tanıdık muelliflere ait olmayan ve
coğu Hindistan・da basılmıs bulunan bu eserleri gorme imkanımız olmadı. Ancak
yazarlarına, nasirlerine ve ait olduğu yıllara bakılırsa, rubainin Ebu Said・e nispeti
konusunda kuvvetli delil olarak gorunmemektedirler. Hasılı, soz konusu 14 kaynaktan
hicbirisi, bu rubaiyi Mevlana・ya atfetmemistir.


Bazı ilim adamları ve uzmanların da ifade ettiği uzere bu rubai, Mevlana・nın
eserlerinde gecmiyor.11 Ebu Said ve Baba Efdal・in siirleri arasında yer alan bircok
rubai, cesitli yazma nushalarda Mevlana・ya nispet edildiği halde soz konusu
rubainin gerek Divan-ı Kebir nushalarında, gerekse diğer eserlerde yer almamıs olması
dikkat cekicidir.


Bu rubainin Mevlevi kaynaklarına girisi hususunda ise XVI-XVII. yuzyılın
onemli mutasavvıf ve alimlerinden Galata Mevlevihanesi seyhi Đsmail-i
Ankaravi・nin (v. 1631) Mevlevi tarikatnamesi olan Minhacu・l-Fukara isimli eserinin
rol oynamıs olabileceğini tahmin ediyorum. Eserin birinci kısım, altıncı babında
rubainin sadece ilk mısraı, kime ait olduğu belirtilmeden zikrediliyor.12 Buradan
 
 
7 sir, diğer eserde bu kanaatini değistirmis görünüyor.
8 Rubâiyyât, s. 86, 87; toplam kaynak sayısı 30’dur.
9 Krs. Lutf Ali Beg Âzer, Âteskede-i Âzer (nsr. Mîr Hâsim), Tahran, 1378hs./1999, s. 25. Ziyâ
Pasa, Harâbât, Đstanbul, 1291-92/1875-1876, II, s. 242.
10 Suhenân-ı Manzûm, s. 177 vd. (Bkz. 48, 84, 89, 90, 92, 95 nolu eserler); toplam kaynak sayısı
99’dur.
11 Rubâî, Furûzanfer’in Dîvân-ı Kebîr nesrinde, Veled Çelebi’nin nesrettiği Rubâiyyât-ı Hazret-i
Mevlânâ’da (Đstanbul, 1312/1895) yoktur. Sefik Can’ın Hz. Mevlânâ’nın Rubâîleri isimli çalısmasında
yer almaktadır (Konya, 2005, I, s. 32, no: 83). Ancak yazar, bu rubâîyi yazma
eserlerde bulamadığını belirtmis ve muhtevasıyla ilgili görüsünü bildirmistir.
12 Đsmâil Ankaravî, Minhâcü’l-Fukarâ, Mısır, 1256/1841, s. 45; Fakirlerin Yolu (sad. Saadettin
Ekici), Đstanbul, 1996, s. 77.



 
Mevlana・ya Atfedilen ・Yine Gel...・ Rubaisine Dair | 79
hareketle sonraki yuzyıllarda belki bazıları onu Mevlana・ya ait sanmıs olabilir. Ancak
yine de Mevlevi cevrelerince ona temkinli yaklasıldığını tahmin edebiliriz. Nitekim
Mevlevi kulturune ait meshur eserlerde bu siir gorulmediği gibi, iclerinde
Mevlana・ya ait olan veya ona nispet edilen pek cok rubainin yer aldığı Mevlevi
ayinlerinde de ona rastlanmıyor.


Tahminimizce Mevlana・nın ・Gel, gel・ yahut ・Gelin, gelin・ sozleriyle baslayan
bircok manzumesi bulunduğundan ve eserlerinde sıkca umut asılayan sozlere yer
verdiğinden dolayı bu siir, bilhassa yakın zamanlarda, boylece kendisine yakıstırılmıs
olmalıdır.
Rubainin Cumhuriyet doneminde bu kadar cok yayılmasında, belli anlayıstaki
kisilerin gayretleri kadar, onu Mevlana・ya nispet eden ilim adamımız Abdulbaki
Golpınarlı・nın da rolu olduğu malumdur. Golpınarlı, Mevlana Celaleddin (Đstanbul,
1951) ve Mevlana・dan Sonra Mevlevilik (Đstanbul, 1953) adlı eserlerinde soz konusu
rubaiden bahsetmezken onu, 1964 yılında nesrettiği rubailer tercumesine ・ceviriye
esas aldığı yazmada bulunmamasına rağmen・ katmıs ve su acıklamayı yapmıstır:
・Bu rubainin Baba Afdal-i Kasi・ye ait olduğunu soyliyenler varsa da, onun nes・esine
uymadığı gibi cağında yazılmıs bulunan ve Nur-i Osmani kutuphanesinde bulunan
rubailerinin arasında da yoktur. Konya Mevlana Muzesi Kutuphanesi・nde 2106
numarada kayıtlı bulunan ve basıyla sonu sonradan eklenmis olan, muntehabat diyebileceğimiz
Divan nushasının son yaprağında, son rubai olarak bu rubai yazılıdır.


Ayrıca, aynı kutuphanede 2167 numarada kayıtlı bulunan 1158 Muharrem・inde
Dervis Muhammed Aliyy-al Mavlavi tarafından yazılmıs olan Minhac-al Fukara・nın
ilk yaprağında [su] iki sekilde kayıtlıdır.・13 Aynı tespit ve kanaat, onun Divan-ı
Kebir・den Secmeler adlı eserinde tekrarlanmıstır.14
Golpınarlı, Baba Efdal icin mezkur yazmadan baska kaynak olarak Mucteba
Minovi ve Yahya Mehdevi・nin Musannefat-ı Efdaluddin Muhammed-i Meraki-i Kasani
(Tahran, 1331-1337 hs./1952-1958) adlı eserini zikretmis; Said Nefisi・nin Ebu Said
ve Baba Efdal ile ilgili calısmalarından bahsetmemistir. Ayrıca yazar, Konya Mevlana
Muzesi Yazmalarıisimli katologunda Minhacu・l-Fukara bahsinde de, ・Bu rubainin iki
13 A. Gölpınarlı, Rubâîler, Đstanbul, 1964, s. 23, no: 69. Mütercim, önsözde rubâînin, tercümeye
esas olan yazmada bulunmadığını belirtiyor; fakat esere karısmıs baska sairlerin rubâîlerinden
söz etmiyor. Gölpınarlı’nın Mevlânâ Müzesi görevlilerinden M. Necati Elgin’e (v. 1977) yazdığı
11.11.1959 tarihli mektuptan, rubâînin yer aldığı iki kaynağın kendisine, Elgin tarafından

haber verildiği anlasılıyor.


(Bkz. Merhaba Gazetesi Akademik Sayfalar, 12.11.2008, c.VIII,
S.32, s. 540, nsr. Ali Isık.) Sefik Can Bey de bir röportajda rubâîyi Gölpınarlı’ya Necati
Bey’in haber verdiğini söylüyor.

14 A. Gölpınarlı, Dîvân-ı Kebîr’den Seçmeler, Đstanbul, 1970, no: LV (MEB, 1000 Temel Eser:
37) Yazar orada bu rubâînin, Zümer Sûresi 53-54. âyetlerin meâli olduğunu belirterek, “yoksa
bazılarının kasıtlı anlayını vermiyor” demektedir.
80 | Yakup SAFAK


tarzda intikali de kesinlikle gostermektedir ki rubai Mevlana・nındır・ seklinde
kanaatini acıkca belirtmistir.15

Mevlana ve mevlevilik konusunda ulkemizde yetisen en onemli ilim adamlarından
biri olan ve bu alandaki hizmetlerini daima takdirle, sukranla andığımız
merhum Golpınarlı・nın zaman zaman ilmi disiplinden koparak duygusal davrandığını,
uslubuna dikkat etmeyip, yanlıs anlamalara sebebiyet verdiğini biliyoruz.
Maalesef bu konuda da oyle olmus, kendisi buyuk birikimine ve vukufuna
rağmen iyi bir arastırma yapmadan, zayıf delillerle ve kendi tahminleriyle bu rubaiyi
Hz. Mevlana・ya ısrarla nispet etmis, ondan sonra da Mehmet Onder gibi takipcilerinin
desteği ile tartısmalar surup gitmis; bircok konuda olduğu gibi, mesele ilmi
zeminlerde, serinkanlılıkla ele alınmak yerine kamuoyuna mal edilmis, yıllarca catısma
ve polemik konusu yapılmıstır.16



 
Sonuc olarak mevcut verilere gore bu rubai, Mevlana ve Baba Efdal・den iki
asır once yasamıs olan Ebu Said・in fikirlerine ve uslubuna daha uygun dusuyorsa da
onun, kaynaklar itibariyle Baba Efdal・e nispeti daha kuvvetli gorunmektedir.
Mevlana・ya ait olması ise cok zayıf bir ihtimaldir. Rubailerde ozellikle mahlas bulunmamasından
doğan karısıklık sebebiyle, guclu deliller olmaksızın bir rubai, ・kesin
olarak su saire aittir・ denemez.





A. Gölpınarlı,
Konya Mevlânâ Müzesi Yazmaları, Đstanbul, 1971, II, s. 165, 242. Yazar, aynı
katalogda bu rubâînin, XV. yüzyıl ba

slarında yazılmıs 1721 numaralı, öğütler içeren, bası ve
sonu noksan, adı bilinmeyen bir kitapta bulundu

ğu zikrediyor; fakat orada da “Mevlânâ’ya
aittir” denilmiyor (II, s. 35).

Minhâcü’l-Fukarâ’nın kapak sayfasına sair ismi zikredilmeden
bu rubâînin tamamının, iki

sekilde yazılmasının sebebi, kanaatimizce eserin içinde geçen
“Bâz â bâz â her ân çi hestî bâz â” mısraının, tavzihi ve ikmâli içindir. Yazarın bu mısradan
söz etmemesi, onun mezkûr eserde yer aldı

ğının farkında olmadığını göstermektedir.
16


Meselâ bkz. M. Önder, “Bir iddiaya Cevap: Yine Gel, Yine Gel Rubâîsi Mevlânâ’nındır”, I.
Milletlerarası Mevlânâ Kongresi-Tebli

ğler, Konya, 1988, s. 117-121; M. Necati Sepetçioğlu,
“Gel Gel Ça

ğrısı Üzerine Tartısmalar”, III. Millî Mevlânâ Kongresi-Tebliğler, Konya, 1989,
s. 167-172. Sayın Önder ve Sepetçio

ğlu, Ebû Saîd ve Baba Efdal haricinde rubâînin nispet
edildi
ği baska sairlerin isimlerini zikretmislerse de hiçbirisi için kaynak göstermemislerdir



 

PUTKIRAN

Kıdemli Üye
Katılım
21 Eki 2009
Mesajlar
3,228
Tepkime puanı
189
Puanları
0
Konum
Ankara
Ona ait veya değil fakat Mevlananın düşüncelerine uygun bir beyittir.
 

Hikem

Kıdemli Üye
Katılım
31 Ağu 2009
Mesajlar
6,073
Tepkime puanı
702
Puanları
0
Zaten makale sahibide şunları belirtmiş:
Mevlana・nın en onemli evrensel mesajlarından biri olarak nitelendirilen bu
meshur rubai etrafındaki tartısmaların, ulkemizde en az yarım asırlık bir seruveni
var. Bu konu, zaman zaman gundemde yerini alıyor; bircok isim, soz konusu
manzumenin Mevlana・ya ait olup olmadığı ve muhtevası uzerine gorus bildiriyor.
Genel kanaat, bu sozun Mevlana dusuncesine ters dusmediği, fakat herkesin
kendi anlayısına ve mesrebine gore onu yorumladığı seklindedir. ・Gel de olduğun
gibi kal・ seklinde anlasılabilecek bir yoruma bizim de katılmamız, mumkun değildir.
Ayrıca bu rubainin diğer ulkelerde bu kadar dikkat cekmediğini de belirtmeliyiz.
,
 
 

Son.Fedai

Kıdemli Üye
Katılım
12 Şub 2007
Mesajlar
6,367
Tepkime puanı
136
Puanları
63
Yaş
54
Konum
Gaziantep
Web sitesi
www.elibolyazilim.com
Kaynak: http://www.semazen.net/yazar_yazi.php?id=267

NE OLURSAN GEL”


Prof.Dr. Mehmet DEMİRCİ
Dokuz Eylül Ü. İlahiyat Fakültesi


Hz. Mevlânâ’dan söz edilen hemen her yerde onun meşhur bir dörtlüğü tekrarlanır: “Gel gel ne olursan yine gel...”

Bazıları bu dörtlüğü biraz çarpıtarak; hiçbir dinle layıtlı olmayan, âdetâ dinler üstü bir Mevlânâ imajı vermek isterken; bazıları da dörtlüğün ona ait olmadığını ileri sürerler. Kanaatimize göre bu görüşlerin ikisi de aşırırdır, asıl Mevlânâ’yı yansıtmaktan uzaktır. Mevlânâ, herşeyden önce iyi bir Müslümandır. Bütün feyzini ve ilhamını Kur’an ve İslâm’dan almıştır. Onun bir başka meşhur dörtlüğü şöyledir: “Canım tenimde oldukça Kur’an’ın kölesiyim. Ben Tanrı’nın seçkin Peygamberi Muhammed Mustafa’nın yolunun toprağıyım. Her kim benden, bundan başka bir söz naklederse, ona çok üzülür ve o sözden de çok üzüntü duyarım.”

“Yine gel..” dörtlüğüne gelince, bu parça Veled Çelebi tarafından derlenen Mevlânâ Rubailerinin Farsça metninde ve onun, M. Nuri Gencosman tarafından yapılan Türkçe çevirisinde bulunmamaktadır. Abdülbaki Gölpınarlı’nın kalemiyle, başka bir metin esas alınarak yapılan çeviride ise yer almaktadır. (Bk. Mevlânâ, Rubailer, Remzi Kitabevi, İstanbul 1964).



İyi niyetinden hiç şüphe etmediğimiz bir kalem, Mevlevi semaının ayağa dşürülmesine de kızarak şöyle yazar: “Edebiyat tarihçileri, orijinal Fârisi söyleyişi, “Bâzâ bâzâ” kelimeleriyle başlayan bu rübainin Mevlânâ’ya değil, ondan iki asır önce yaşamış mutasavvıf şair Ebu Said ebu’l-Hayr’a ait olduğunu söylüyorlar..” der. Oysa mezkur rubainin kime ait olduğu, bildiğim kadarıyla açık seçik belli değil. Baba Tahir, Ebu Said Ebu’l-Hayr, Mevlanâ veya bir başkasına ait olabilir. Yani durum meşkûk.


Dörtlüğün Hz. Mevlâna’ya ait olup olmadığını bir yana bırakıp, oradaki ana fikre eğilecek olursak onun, Mevlânâ’nın görüş ve düşüncelerine tamamen uygun olduğunu görürüz. “Bâzâ bâzâ..” diye başlayan dörtlüğün Türkçesi aynen şöyledir:


Yine gel, yine gel (veya geri gel), ne olursan ol yine gel / İster kâfir, ister ateşe tapıcı, ister putperest olsan da gel / Bizim bu dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir / Yüz kerre tövbeni bozmuş da olsan yine gel”


Kelime kelime çeviri budur. Bir takım zorlamalarla “olduğun gibi gel” veya “nasılsan öyle gel” ilâveleriyle sanki şöyle denmek istenmektedir: Eski halini muhafaza ederek, tövbe etmeden, inançsızlığını, ateşe tapıcılığını olduğu gibi devam ettirerek gelebilirsin, her hâlinle kabûlümüzsün... Bu dörtlüğü böyle anlamak fazla zorlamak olur. Ayrıca Mevlânâ’nın genel düşünce ve inanç yapısına da uymaz. Herkes olduğu gibi kalacak ve öyle gelecekse; bir değişiklik, yeni bir arayış sözkonusu değilse, böyle bir çağrıya ne gerek var? Herkesin kendi yerinde durması daha iyi olmaz mı?


O halde söylenmek istenen nedir? Şudur: Geçmişin önemli sayılmaz. Hangi dinden, hangi inanıştan olursan ol, mühim değildir. Pek çok kötülükte bulunmuş, tövbe etmiş yine kötülüğe dönmüş, bunu yüz kerre tekrarlamış olabilirsin. Ama bütün bunlardan sonra, yüzbirinci defa tövbe etmek mümkündür. Sende böyle bir niyet, yeni bir uyanış ve bir kıpırdanış varsa, son bir gayretle geçmişe sünger çekmek azmindeysen, buyur gel, başımızın üstünde yerin vardır, bizim kapımızda umutsuzluk yoktur.


Bir gazete haberinden iki cümle: “Mevlânâ ve Goethe’nin huzurunu bozan tek şey; dindar kesimin, Mevlânâ’nın İslâmî yanının altını çizmekteki ısrarı idi. Batılılar ise Mevlânâ’nın İslâm dünyasından olduğunu tabii kabul ediyor, ancak daha evrensel mesajlar alma eğilimi taşıyorlardı.” (Milliyet, 20.5.1995, Kültür-Sanat sayfası).



Mevlânâ’nın İslâmî yanı, altını çizmeye gerek duyulmayacak kadar belirgindir. Onun esas bu yanıyla evrensel mesajlar vermesi sözkonusudur. İşte asıl bu şekildeki zorlamalardan dolayı, “dindar kesim” diye nitelenenlerden bazılarının zihniyetine göre, konumuz olan dörtlük Mevlânâ’ya ait olmamalıdır.


Bu dörtlükte Kur’an ve Hadislerdeki tövbeye ve ümitli olmaya çağrının bir tezahürünü görüyoruz. Gerçekten Hz. peygamber’in hadislerinde, son nefese kadar tövbenin kabul edileceği, yapılan hata ne kadar büyük olursa olsun bağışlanabileceği; sembolik olarak, kötü bir ortamda doksan dokuz adam öldürüp ümitsizliğe düşen bir kimsenin yüzüncüyü de öldürdükten sonra tövbesinin kabul gördüğü; tövbede önemli olanın, kesin pişmanlık ve içten gelen bir yürek yanığı olduğu ifade edilir.


Zümer suresinin 53. âyeti şöyledir: “Deki, ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım. Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünki Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” Bir sonraki âyette ise “...Rabbinize dönün, O’na teslim olun” buyrulur. İşte Mevlânâ’nın sözkonusu dörtlüğü, bu iki âyetin anlamından başka bir şey değildir.


Mevlânâ’yı doğru anlayabilmek, onu bütünüyle ve olduğu gibi tanımakla mümkündür. Bazı mutaassıp ve dar görüşlüler onun büyük hoşgörüsünü anlamakta zorluk çekerlerken, İslâmiyette fazlasıyla var olan müsamahalı tavrı ona çok görürler.



Öte yandan Mevlâna’yı dinler üstü, hattâ dinle ilgisiz bir dünya vatandaşı gibi kabul etmek isteyenler ise, onun İslâmî kimliğini gölgelemek isterler.


Mevlânâ’nın bu her iki görüş sahiplerinden de “bîzar” olduğunu, bu yüzden ruhunun üzüntü duyduğunu söyleyebiliriz.

 
Üst