Üç düşmana karşı mücadele blink();
Daha önce de söylediğim gibi, son yıllarda, dünyada dinler arası diyalogdan bahsediliyor.
Beni affedin, ama ben diyalog kelimesine pek inanmıyorum. Bence bir ayrılık söz konusu olduğunda diyalog gündeme geliyor, savaş yelleri estiğinde de barıştan bahsediyorlar.
Bir bilim adamı olarak biliyorum ki, Musevi, Hıristiyan ve İslâm dinleri gibi tek tanrılı dinler, yüzyıllardır, insanlığın medeniyet yolunda ilerlemesine etki eden kültür alışverişlerine rağmen, kapalı kalelerde yaşıyorlardı.
Bazen din kisvesi altında siyasi ve ticari çıkarlar uzun müddet Hıristiyan ülkelerini Müslüman ülkelerden ayırmıştır. Özellikle de Akdeniz'imizde, güzel Gırnata'nın düşmesinden sonra, tarih, Hıristiyan ve Müslüman ülkeler arasındaki, daha doğrusu Hıristiyan Avrupa ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki ayrılığa şahit oldu.
İşte madalyonun öbür yüzünü de bilen Avrupalı tarihçinin acısı buradadır. Gençliğimden beri, geçmiş yüzyıllarda benim Roma'mın benim İstanbul'umla dini ve çok ticari amaçlarla çarpışmalarını kabullenemezdim.
Ben, yirminci yüzyıl sonunda şu kelimelerin anlamlarının unutulması gerektir, diyorum: savaş, dini hoşgörüsüzlük, ırkçılık, açlık, cahillik. Evet, ben Türk hoşgörüsünün bir talebesiyim. Bunun için Said Nursî'nin bir cümlesi, bir emrine bayılıyorum. Kendileri buyurdular ki:
'Bizim düşmanımız; cehalet, zaruret, ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı sanat, marifet, ittifak silâhıyla cihad edeceğiz.'
Gençliğimde, ailemle beraber ilk Türkiye'ye geldiğim dönemlerde, Türklere din hakkında birlerce soru yönelttiğimde, kimse bana 'Sen Hıristiyan mısın, Müslüman mısın?' diye sormuyordu.
Türkiye'yi sevip sevmediğimi, Mevlânâ ve Yunus Emre mısralarını, Itrî'nin müziğini bilip bilmediğimi, İstanbul'a Bağdat köşkünden, Çamlıca'dan, Rumeli Hisarı'ndan, Galata Köprüsünden baktığımda mutlu olup olmadığımı soruyorlardı. Sonra dinden konuşuluyordu ve ben birçok Müslümanın, Kur'ân-ı Kerimden başka, İncil ve Tevrat'ın sözlerini bildiklerini görüyordum. Halbuki bizde Kur'ân'ı bilen Hıristiyan çok az idi. O da benim için büyük bir ders idi.
Sizlere güzel bir anımı anlatmak istiyorum: Güneş batımından şafak vaktine kadar süren sohbetlerin birinde bazı dindar Müslüman arkadaşlarım hiçbir yanlış yapmadan İncil'den cümleler söylediler.
İtiraf edeyim ki, yeni bir din sohbetine hazırlanabilmek için ertesi gün bütün şehirde bir İncil aradım.
Her zaman hoşgörüye susadım. Bu hoşgörüyü Türk Müslüman tarihinde buldum ben. Osmanlı İmparatorluğunun bütün milletlere, bütün gayrimüslimlere dillerini, âdetlerini ve bilhassa dinlerini koruma imkânını veren hoşgörüsünü gördüm.
Bazı yalancı tarihçilerin ne dedikleri beni ilgilendirmez. Meselâ, çok iyi bilirim ki, bugün Yunanlı, Ermeni, Süryani ve Balkan milletlerinin bir kısmı Müslüman Türklerin hoşgörüsü sayesinde yine Hıristiyandırlar, yine ana dillerini konuşabiliyorlar.
Ama dinî hoşgörünün en güzel yanını Anadolu'nun büyük ustalarından öğrendim. Yüzyıllardır bütün dünyaya seslenen Mevlânâ'dır: ' Gel, yine gel, ne isen öyle gel'. Yunus Emre'dir: 'Dağlar ile taşlar ile çağırayım Mevla'm Seni' Aynı tasavvuf ruhu ile Bediüzzaman Said Nursi, 'Kâinatın mayası muhabbettir', 'Meşrebimiz muhabbettir' diyor.