Mesnevi'den

MAV!M

muamma
Katılım
16 Kas 2009
Mesajlar
3,735
Tepkime puanı
1,163
Puanları
0
2iktcp4.jpg




Ne ekersen onu biçersin...

Yiğidim! Kadere az bahane bul; nasıl oluyor da suçunu başkalarına yüklüyorsun? Kendini araştır, kendi suçunu kendin gör!..

Gündüz vakti çalışıyorsun da, akşam ücretini başkası mı alıyor?

Neye çalıştın da zararını yada faydasını görmedin? Ne ektin de zamanı gelince onu devşirmedin?

Sen de bilirsin ki elde ettiğin şey, yaptığının karşılığıdır. Yoksa âdil olan Allah'ın takdiri, insana yaptığına uygun olmayan cezayı nasıl olur da verir?

Suçu kendine bul! Çünkü o tohumu sen kendin ektin.

(VI,413,415,417,418,423,427)
 

ummuhan

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eyl 2007
Mesajlar
12,943
Tepkime puanı
1,042
Puanları
0
Konum
Arz
KİBİR ŞAŞKINLIĞI

Küçük bir fâre kocaman bir devenin yularını kapmış, eline almış, kurula kurula gidiyordu. Deve, kendi huyu, uysal tabiatı yüzünden, onunla yol alıp giderken fâre, kendi küçüklüğünü göremeden:
“–Meğer ben ne müthiş bir pehlivanmışım, develeri sürükleyebilecek bir yiğitmişim!” diye böbürleniyordu.
Gide gide bir nehrin kenarına geldiler. Nehri gören fare, kibrinin şaşkınlığı içinde donup kaldı. Onun kibrinin farkında olan deve ise, mânidâr bir şekilde:
“–Ey dağda, ovada bana arkadaşlık eden! Neden durakladın? Neden böyle şaşırıp kaldın? Haydi, yiğitçe nehrin içine gir. Sen benim kılavuzum, öncüm değil misin? Yol ortasında böyle şaşırıp kalmak, sana yaraşır mı?” dedi.
Mahcûp düşen fâre, kekeleyerek şöyle cevap verdi:
“–Arkadaş! Bu su pek büyük, pek derin bir su; boğulurum diye korkuyorum.”
Deve suyun içine girip:
“–Ey kör fâre! Su diz boyu imiş, korkmana gerek yok!” dedi.
Fâre çaresiz ve mahcûp îtirafına devam etti:
“–Ey hünerli deve! Nehir sana göre karınca, bize göre de ejderha gibidir. Çünkü dizden dize fark vardır. Benimki gibi yüz tane dizi üst üste koysak, ancak senin bir dizin eder.”
Bunun üzerine akıllı deve, fâreye şu nasîhatte bulundu:
“–Öyleyse, gurur ve kibire aldanıp bir daha terbiyesizlik etmeye kalkma; haddini bil! Sana olan hoş görüş ve müsâmahama kapılıp şımarma; çünkü Allâh, şımaranları sevmez!..
Var git; sen, kendin gibi fârelerle boy ölçüş!”
Artık, iyiden iyiye gerçeği anlayıp utanmış bulunan fâre:
“–Tevbe ettim, pişman oldum. Allâh için olsun şu öldürücü, şu boğucu sudan beni geçir!” diye yalvardı.
Böylece deve, yine merhamet edip ona acıdı da:
“–Haydi! Sıçra da hörgücümün üstüne çık, otur! Bu sudan geçmek veya başkalarını geçirmek benim işimdir. Zîrâ vazîfem, senin gibi yüz binlerce âcize hizmetten ibarettir.” dedi ve fareyi nehrin öbür tarafına geçirdi.
Hazret-i Mevlânâ’nın Mesnevî’de anlattığı bu hikâyede fâre; başından büyük işler görmeye kalkışan, kendini başkalarından üstün gören, böbürlenen bir kişinin sembolüdür. Deve ise sabırlı, tecrübeli, hünerli ve kâmil bir insanın remzidir.
Hazret-i Mevlânâ’nın bu kıssayı nakletmekten murâdı da, ondan nice ibretli düşünce, fikir ve hisseler aksettirmektir. Cümlelerinin her birini bir irfan deryâsı hâlinde söyleyen Hazret-i Pîr, buradan çıkarılması gereken nükteleri de yine kendisi şöyle ifâde buyurur:
“İblis, önceleri melekler arasında büyük tanınmış, kendini üstün görmeye alışmıştı. Bu alışkanlığı yüzünden şımardı ve Allâh’ın emrinin azamet ve haşmetinin farkına varmadı; Âdem -aleyhisselâm-’ı hakîr, aşağı gördü. Böylece aşağıların aşağısı bir âkıbete dûçâr oldu…”
“Bil ki, bakır, altın olmadıkça bakırlığını bilmez. Gönül de mânevî kıvâma ulaşmadıkça hatalarını görmez, süflîliğini anlamaz. Ey gönül! Nefsin kibir ve gurur çukurundan kurtul da sen de bakır gibi iksîre hizmet edip bir altın hâline gel! Gönülleri kuşatan sevgiliye hizmet et!..”
“Bu sevgililer, gönül sahibi olanlardır. Gece ile gündüz birbirinden nasıl çekinir ve ayrılırsa, onlar da dünyadan öyle çekinir, öyle kaçıp dururlar…”
Bütün bu anlatılanlar gösteriyor ki, «benlik» ve «iddiâ»nın girdiği yerde mevkî ve rütbenin putperestliği başlar, orada aslâ rahmet tezâhür etmez. Zîrâ benlik ve iddiâ, rûhânî hayâtın kanseridir.
Benlik ve iddiânın kaynağı ise, insanın, ilâhî kudret karşısında kibirlenmesidir. Yani büyük bir sahrada bir kum tanesi bile olmamasına rağmen bu mevkîini unutarak elindeki, Allâh’ın ihsan ettiği birtakım emânet imkânlara aldanmak sûretiyle kendisini büyük görmesi, kibirlenmesidir. Kibir ise, hiç şüphesiz insana, onu olduğundan daha güçlü, hünerli ve kabiliyetli gösterir. Oysa mahlûkâtta ne kadar güç varsa, Cenâb-ı Hakk’ın ihsân ettiği güç değil midir? Bu hakîkati idrâk edemeyenlere çok yazık! Nitekim Firavun ve Nemrud’un ilâhlık iddiâsına kadar varan kibirleri ve netîcede ilâhî intikâma dûçâr olmaları mâlûmdur.
Onun için Cenâb-ı Hak, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve ashâbına, bilhassa büyük zaferlerden sonra dâima tevâzu ve teslîmiyet telkin buyurmuş ve onların nefsânî bir böbürlenme içine girmelerine mânî olmuştur. İslâm’ın var oluş mücâdelesi olan Bedir muzafferiyeti hakkında, mü’minlere, onların ihlâslarına göre önce bin, sonra üç bin, daha sonra beş bin melek gönderdiğini beyân buyurmuş ve:
“…(Rasûlüm!) Attığın zaman Sen atmadın, ancak Allâh attı!..” (el-Enfâl, 17) âyetini inzâl eylemiştir.
Bu yüce ve ilâhî terbiye netîcesinde, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve sahâbe-i kirâmın hâli, bütün ümmete ebedî bir örnek teşkil etmektedir. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mekke’yi fethinde, o gün aslında içine girdiği şehirden çok gönülleri fethetmişti. O mübârek beldeye girerken de zafer işaretleriyle değil, şükrân hisleri içinde ve devesi üzerinde secde hâlinde idi.
İşte bütün bu yüce hâller:
“Nefsini bilen Rabbini bilir!..” (Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, II, 361) düstûrunu tâlim etmektedir.
Zîrâ kendi hâl ve mevkiini bilen her kul, ona göre hayat sürer, yâni Yaratıcısını ve O’nun yüce emirlerini idrâk ederek yaşar. Yoksa hikâyede geçen fârenin deve karşısında şımarması, onun kendi cüceliğinden habersiz oluşundandır. Nitekim kendini bilince devenin gücünü de idrâk etmiştir. Yine bir karınca da, eğer fil ile güreşmeye kalkarsa, bu da onun kendi acziyetinin farkında olmamasından dolayıdır. İşte insan da, eğer Rabbine kulluk etmiyor ve kibir, gurur bataklığında geziniyorsa, o da kendisinden haberdâr değildir, âdeta ilâhî azamet karşısında bir körebe oyununun içindedir, demektir. Onun için en mühim mesele, kendimizi tanımak ve böylece Rabbimizi tanımaktır…
Kendini tanıyanlar, hiçbir zaman kibre ve gurura düşmez, bilâkis tevâzularını artırır ve mahfiyete bürünürler.
Kendini bilen bir insana misal olarak, Hazret-i Hüseyin’in başından geçen şu olay ne kadar ibretlidir:
Bir gün Hazret-i Hüseyin -radıyallâhu anh- yoldan geçerken, ekmek kırıntıları yiyen fakirlere rastladı. Fakirler:
“–Ey Allâh’ın kulu! Buyur, gel!..” diye davet ettiler.
Hazret-i Hüseyin, kibirli bir insan olmadığı ve kibirlilerden de hiç hoşlanmadığı için hemen atından inip onlarla beraber yediklerinden yemeye başladı. Yemek bitince, Peygamber Efendimizin güzel torunu:
“–Ben, sizin davetinize uydum. Haydi, şimdi de ben sizi davet ediyorum. Buyrun, bizim eve!..” der. Hep beraber hane-i saâdetlerine gidip yemek yerler.
Kendini tanıyanlar, devamlı şükür ve secde hâlinde yaşarlar.
Kendini tanıyanlar, ebedî saâdete hazırlanırlar.
Kendini tanıyanlar, yüce Allâh’a, Rasûlullâh’a ve ehl-i îmâna dost olarak hayatlarını devam ettirir, sonsuzluk kervânına dâhil olurlar.
Kendi yaratılış hikmetinden habersiz olanlar ise, bütün bu güzelliklerden mahrûmdur. Şeyh Sâdî’nin dediği gibi:
“Fıstık misâli kendisinde bir iç var zanneden kimse, soğan gibi hep kabuk çıkar…”
Böylelerini Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- şöyle îkâz buyurur:
“Ey gâfil insan! Madem ki peygamber değilsin, ötelerden haber alamıyorsun, sana uyanlar da yok; bu yolda haddini bil, kendi safında kal; ileri gitme! Yürüdüğün hakîkat yolunda da büyük bir velînin arkasından yürü ki, bir gün nefsaniyet kuyusundan çıkıp Hazret-i Yûsuf gibi bir mânâ padişahı olasın.”
“Madem ki Hakk’ta fânî olup Hakk’ın lisânı olamadın; bâri kulak kesil! Bir şey söyleyeceksen bile suâl tarzında söyle de, sözün bir şeyler öğrenmeye yarasın! Padişahlar padişahıyla, hiçbir şeyi olmayan fakir ve muhtaçlar gibi konuş!”
“Kibrin ve kinin başlangıcı, her türlü nefsânî arzulardan, bilhassa Kârûn gibi bir zenginliğe ve dünyevî isteklere karşı duyulan aşırı sevgidendir. Bu aşırı arzuların gönle yerleşip kalması, kök salması da âdet ve alışkanlıktandır.”
“Kötü huy alışkanlıkla kuvvetlenince, seni ondan vazgeçirmek isteyene kızarsın, kin bağlarsın. Puta tapanlar bile alışkanlıkla puta tapmayı huy edindiklerinden, putun etrafında toplanırlar; onları yollarından alıkoyanlara düşman kesilirler…”
Bu kibir hâli ise, nefret edilecek olmasının yanı sıra, bir o kadar da acınacak bir perişanlıktır. Nitekim, merhametin pek çok şûbesi vardır. Bunlardan biri de, zayıfa, fakire ve garîbe acımaktan ziyâde; gururlu ve kibirliye acımaktır. Çünkü bir bakıma mağrur; sefih vicdânına uymak, nefsinin esîri olmak ve gönlünü perişan etmekle kulluk haysiyetini ziyân eylemiş ve iblisin arkadaşı olmuş bir zavallıdır. Büyük Anadolu velilerinden Yûnus Emre bu konuda şöyle der:
Gönül pasın yudunısa
Kibr ü kini kodunısa
İkrar bütün olmayınca
Erden nazar olmayısar
Rabbimiz, bizleri kibir ve gurur şaşkınlık ve şımarıklıklarından muhâfaza buyursun! Nefsimizi tanıyarak Hakk’a kulluk ve ibâdet dolu bir hayat yaşayan sâlihlerden eylesin!..
Âmîn!..
 

Ecrin

'Bâd-ı Sabâ..'
Katılım
16 Ara 2009
Mesajlar
0
Tepkime puanı
2,484
Puanları
0
Rabbimiz, bizleri kibir ve gurur şaşkınlık ve şımarıklıklarından muhâfaza buyursun! Nefsimizi tanıyarak Hakk’a kulluk ve ibâdet dolu bir hayat yaşayan sâlihlerden eylesin!..
Âmîn!..


Amin inşaALLAH..



2iktcp4.jpg


:flw:flw:flw:flw:flw:flw:flw:flw:flw:flw:flw:flw:flw:flw:flw:flw:flw:flw


Ne ekersen onu biçersin...


Yiğidim! Kadere az bahane bul; nasıl oluyor da suçunu başkalarına yüklüyorsun? Kendini araştır, kendi suçunu kendin gör!..


Gündüz vakti çalışıyorsun da, akşam ücretini başkası mı alıyor?


Neye çalıştın da zararını yada faydasını görmedin? Ne ektin de zamanı gelince onu devşirmedin?


Sen de bilirsin ki elde ettiğin şey, yaptığının karşılığıdır. Yoksa âdil olan Allah'ın takdiri, insana yaptığına uygun olmayan cezayı nasıl olur da verir?


Suçu kendine bul! Çünkü o tohumu sen kendin ektin.


(VI,413,415,417,418,423,427)


:flw:flw:flw:flw:flw:flw:flw:flw:flw:flw:flw:flw:flw:flw:flw:flw:flw:flw:flw

 

emustafa

Profesör
Katılım
17 Ağu 2009
Mesajlar
1,782
Tepkime puanı
428
Puanları
0
"Dünyaya kanma!"

mevlanasiir.jpg



Dünyanın lutfetmesi ve yaltaklanması, hoş bir lokmadır, ama az ye. Çünkü ateşten bir lokmadır! Ateş gizlidir, zevki meydanda. Dumanı sonunda meydana çıkar.

Mevlana Celaleddin-i Rumi
 

ummuhan

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eyl 2007
Mesajlar
12,943
Tepkime puanı
1,042
Puanları
0
Konum
Arz
Bir kimsede kibir varsa bu, söz söylerken soğan gibi kokar.


(Mevlânâ)
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Mesnevi'den Seçmeler
Nuri Baş


MESNEVİDEN SEÇMELER
KÂMİL MÜRŞİDİN LÜZÛMU
Bir mürşidi, zannetme ki bir yaşlı pederdir,
Mürşid: Gönül iklimim aydınlatan erdir..

Hak yolda delilsiz, kılavuzsuz gidemezsin,
Rast geldiye gitmekle isabet edemezsin!

Tahmin ile bir yolda gidersen, yanılırsın
Bir mürşide uymazsan eğer, yolda kalırsın!

Ayrılma sakın hak erinin nurlu izinden
Al hisseni mânâ dolu hikmetli sözünden!..

EN DOĞRU YOL KUR'AN YOLUDUR
Nefsin yolu sarpdır, uçurumlar dolu bir yol,
İğvâsına aldanma sakın sen, uyanık ol!..

Her kim ki uyup nefsine, mühlik yola gitmiş;
Bir lahzada vurmuş onu, çarpmış, telef etmiş..

Şeytan ve nefis, yolda tuzak kurmada bir bir,
İnsan, uyanık olmalı hep, almalı tedbir!..

Şeytanlara, müfsidlere ömründe inanma,
Sür'at ile kaç yüz çevirip, onlara kanma!

Yol düşmanı, dünyaca oburdur, gözü doymaz,
Azgınlık eder, şımarır, hak söze uymaz.
Dikkat!.. Sana nefsin ne diyor! Aksini işle
En doğrusu: Kur'ân yolu, Hak yol, budur işte!..


Altınoluk Dergisi
 

ummuhan

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eyl 2007
Mesajlar
12,943
Tepkime puanı
1,042
Puanları
0
Konum
Arz
Dildeşinden ayrı düşen yüz türlü nağmesi bile olsa, dilsizdir. Gül solup da mevsim geçince bülbülden nağme duyamazsın.
 

Admin

Administrator
Yönetici
Katılım
15 Şub 2007
Mesajlar
468
Tepkime puanı
444
Puanları
63
şimdi diyeceksiniz ki niye hortlatıyorsun bir deney yapıyorum ve bunu yapmak durumundayım
 
Üst