Mesnevi'den

inkişaf_

Doçent
Katılım
3 Eyl 2006
Mesajlar
1,124
Tepkime puanı
3
Puanları
0
İNCİ TANESİ

Gemide bir derviş vardı , gerçek bir er kişi idi. Seyahat esnasında bir kese altın kayboldu , orada bulunan her kes aranırken , birisi dervişi işaretle :

-Bu uyuyan yoksulu da arayalım, dedi. Para sahibinin derdinden onu da uyandırdılar :

-Bu gemide bir kese altın kayboldu. Herkesi arıyoruz, seni de arayacağız , kurtuluş yoktur. Haydi hırkanı çıkar da kimsenin kuşkusu kalmasın, dediler.

Derviş :

-“Ya rabbi , şu aşağılık kişiler kulunu töhmet altında bırakıyorlar, fermanını eriştir , dedi.

Dervişin gönlü dertlenir dertlenmez denizin her tarafından yüz binlerce balık baş çıkardı. Hepsinin ağzında bir inci vardı ... ama ne inci!... Her biri bir memleket haracı sanki. Tabii Haktan geliyor, eşsiz olmalıdır. Derviş bir kaç tanesini alıp , gemiye attı. Sonra da yükseldi , havada , padişahlar gibi taht üstüne bağdaş kurup oturdu, dedi ki:

-Yürüyün gidin , bakalım bu ayrılıktan kim ziyan edecek?...Gemi sizin , Hak benim. Yoksul bir hırsız sizinle birlikte olamaz değil mi?... Ben hoşum ; Hak’la çift , halktan tek!... O ne beni hırsızlıkla töhmet altına alır, ne de yularımı bir gammaza verir.

Gemidekiler dediler ki :

-Ey ulu, sana bu yüce makamı ne yüzden verdiler ?

Derviş dedi ki :

-Yoksulu zan altında bırakmak , hor ve hakir bir şey için Hakkı incitmek yüzünden!!!... Hâşa bu yüzden değil. Ululara tâzim ettiğimden... çünki yoksullar hakkında kötü zanna hiç düşmedim. Haklarında “Abese” suresi gelmiştir. Yoksulun yoksulluğu dünyalık için değildir. Hak’tan başka hiçbir şey olmadığından; onlar da yokluğu , yoksulluğu benimsemişlerdir.
 

Zeynep Özmen

Kevok_84
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
3,306
Tepkime puanı
11
Puanları
0
mesneviden olan bütün hikayeleri zevkle okuyorum elinize sağlık
 

inkişaf_

Doçent
Katılım
3 Eyl 2006
Mesajlar
1,124
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Padişahı vardı ki bir ülkenin; kılı kırk yarar, haklı ile haksızı, doğru ile yanlışı tam ayırır, adaletinde kimsenin şüphesi kalmaz, verdiği karar gönül rahatlığı ile herkes tarafından kabul görürdü.

Tebaasında bulunan Çinliler ile Rumlar:

-Biz en iyi ressamız!
-Hayır, en iyi ressam bizleriz! Diye aralarında tartışır, lakin bir sonuca varamazlar.. Ulu hakem olarak Padişaha arz ederler durumlarını. O zamana kadar yaptıklarını bir bir sayar dökerler ve bununla diğerine üstünlük kurmalarına yol ararlar.

Padişah:

-Sizi imtihan edeceğim, bakalım hanginiz davasında daha haklı?

Çinliler:

-Padişahım; bizlere iki ayrı oda verin, marifetlerimizi bir birimizden habersiz ve gizli olarak icra edelim... Tâ ki nihayetinde hakemimiz olarak vereceğin karar
ile üstün olan belirlensin...

Rumlar:

-Padişahım: Tek oda verin, ama bir birimizi görmeyecek ve seslerimizi duymayacak şekilde örtülerle ayırın ortasından ki, değerlendirme vaktinde ikisini bir arada görüp karar vermek kolay olsun...

Her kes tarafından kabul gören bu fikir uygulandı. Bir oda, Çinlilerle Rumların bir birlerinden habersiz çalışabilecekleri şekilde ortadan ikiye ayrıldı..

Çinliler her sabah türlü türlü boyalar istediler, padişah hazinelerini açtırarak her isteneni verdi.

Rum ressamlar ise:

-Pas gidermekten başka ne resim işe yarar, ne de boya... dediler kendi kendilerine. Kapılarını kapatıp başladılar duvarlarını cilalamaya. Gök gibi tertemiz, saf ve berrak hale getirdiler duvarları. "İki yüz renge boyamaktansa renksizlik daha iyi, renk bulut gibidir, renksizlik ise ay... Bulutta parlaklık ve ışık görürsen bil ki yıldızdan, aydan yahut güneştendir..."

Çinli ressamlar işlerini bitirdiler haber verdiler, padişah gelerek yapılanları seyre daldı. Hepsi akıldan, idrakten dışarı, fevkalade güzel şeylerdi. Perdenin kaldırılmasını emretti. Görülenler karşısında gözler adeta yuvalarından fırladı... Hayret nidaları salonu doldurdu... Çinli ressamların yaptıkları tüm
resim ve nakışlar odanın cilalanmış duvarına vurmuş, orada bulunanların tamamı diğer duvarda daha iyi görünüyor, resimlerin akisleri göz alıyordu.

Oğul dedi bu kıssayı anlatan; Rum ressamları sofîlerdir. Onların ezberlenecek kitapları, dersleri yoktur... Gönülleri adamakıllı cilalanmış; istekten, hırstan, hasislikten ve kinlerden arınmıştır. O aynanın saflığı, berraklığı gönlün vasfıdır. Gönüllerini cilalamış olanlar; renkten, kokudan kurtulmuştur. Her nefeste zahmetsizce bir güzellik görürler.
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
Muhteşemm..

Allah razı olsun..
 

inkişaf_

Doçent
Katılım
3 Eyl 2006
Mesajlar
1,124
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Efendisinin düzinelerle kölelerinden yalnızca birisi idi Lokman. Derisinin siyahlığının aksine, tüm aydınlığını içinde saklamıştı sanki. Diğer köleler ise tam aksine... Ne onun hikmetli sözleri, nede ağırbaşlılığı ilgilerini çekmez, sürekli yapmaları gereken işlerden kaytarmaya, kendilerinin olan zamanlarını; "efendilerinin malı kendilerinin olsa" neler yapacakları hakkında fikir üretmekle geçirirler.

Lokman’ı anlamak bir yana, ondaki farklılıktan rahatsız dahi olurlar... Fırsat buldukça da efendilerinin gözünden düşürmek için arkadaşlarına olmadık düzenler kurar, akla gelmedik yalanlar uydururlar.

Hep aynı geçen günlerinin birinde efendi, meyve yemek istedi ve kölelerini bağa gönderdi. Herkes topladı; Lokman hariç, topladıklarının çoğunu yediler diğerleri... Birleştirdiler kalanları ve evin yolunu tuttular.

Efendi:

-Bu nedir.. akşama kadar bununla mı oyalandınız?. Hepinizi
cezalandıracağım... diye kükredi.

Köleler:

-Aman efendimiz, vallahi bizim bir suçumuz yok... Meyveleri Lokman yedi, dediler.

Lokman:

-Efendimiz, iznin olursa yalnız görüşmek isterim.

Efendi, kabul ettiğini bildirdi teklifi, diğerlerine dışarı çıkmaları için işaret etti.

Lokman:

-Efendimiz, ben hiç meyve yemedim. Ama kalbinin mutmain olması için bir tedbir söylerim ..

-Nedir, söyle bakalım.

-Ey kerem sahibi, hepimizi imtihan et. Bizlere fazlasıyla sıcak su içir, ondan sonra büyük bir sahraya götür bizleri... Sen atlı olarak koştur hepimizi. O zaman kötülük yapanı gör, Hakkın işlerini seyret..

Aklı yattı efendinin. Zaten Lokman’ın yapmayacağını biliyor, lakin aklına diğerlerinin suçunu ispatlayacak çare gelmiyordu. Herkesi topladı, getirilen sıcak suyu içmelerini söyledi, hepsi korkudan içtiler.. Sonra onları ovalarda kovalamaya başladı. Koşturdu koşturdu.. Nihayet yoruldular. Başladılar kusmaya. İçtikleri su yedikleri meyvelerin hepsini çıkardı. Lokman’ında içi bulandı, O da kustu. Fakat karnından halis su geldi.

Oğul: Kıyamet gününde bütün sırlar çıkacak, bilinip görülecek... Sizin de bilinmesini istemediğiniz sır aşikar olacaktır. Lokman’ın hikmeti bunları gösterebildi ise, varlığın rabbi olanın hikmeti nelere kâdir değildir.
 

inkişaf_

Doçent
Katılım
3 Eyl 2006
Mesajlar
1,124
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Meddah tüm kurnazlıklarını, yaptığını duyduğu hilelerini bir bir sayıp döktü; şimdiye kadar kandıramadığı kimse olmadığını belirtti terzi "Ciğeroğlu" nun...

Dinleyiciler arasındaki bir Âdem:
-O da kim oluyormuş, benden bir iplik bile çalamaz, isterseniz sizinle bahse dahi girerim... dedi.

-Yapma kardeş, senden daha akıllı nice kişileri mat etti bu adam. Bahse girişme, onun hileleriyle sen de kendini kaybedersin, yazık olur.

Âdem büsbütün kızdı:
-Benden ne yeni, ne eski bir şey alamaz. Dileyenle bahse girelim, tabi sözünüzün eri iseniz.

Tamahkar bazıları işi büsbütün kızıştırdılar. Yapamazsın, yaparsın derken...

-Şu Arap atımı bahse koyuyorum, eğer o terzi benim rızam dışında, benden habersiz kumaşımdan bir şey alırsa bu atım sizlerin olsun, ama başaramazsa; bunun dengini
isterim sizlerden... deyiverdi Âdem.

Sabahı zor etti, vurduğu gibi bir top atlas kumaşı koltuğunun altına, tuttu hilekar terzinin dükkanının yolunu. Terzi bütün riyakar gülümsemesi yüzünde takılı olduğu halde karşıladı, avını kollayan tilki gibi. Hoş beş, izzet ikram derken, ustalığını sergileyen, önceden diktiği giysileri göstererek büsbütün
güvenini kazandı Âdem’in. O’ da atıverdi İstanbul Atlasının topunu terzinin önüne:

-Bundan bana savaş için bir kaftan biç. Belinden aşağısı bol olsun ki; savaşta ayağıma dolaşmasın, yukarısı dar olsun ki; güzel dursun dedi.

Terzi elini gözünün üzerine tutarak selam verdi:
-Başütüne sevimli müşterim. Sana sonsuz hizmetlerde bulunacağım. Öyle memnun edeceğim ki seni... ben de beğeneceğim, sen de.

Kumaşı aldı önüne ölçtü, ne kadardan çıkacağını hesap etti, sonra lafa tuttu.. Başka beylerin hikayelerini söylemeye, onların lûtuf ve ihsanlarını saymaya başladı. Nekesleri ise zemmetti. Güldürmek için tuhaf tuhaf sözler söyledi. Ateş gibi makasını çıkardı, kumaşı kesip biçmeye başladı. Göz ucuyla Âdem’i takip ederken; ağzında ise türlü masallar, gururunu okşayacak, kendinden geçirecek sözleri maske yapmıştı kendine adeta.

Hikayelere gülmekle, zaten daracık olan gözü büsbütün kapanmışken, durumu fark eden kurnaz terzi kaşla göz arasında bir parça kumaşı çalarak, şalvarının içine gizledi.

Dinlediklerinin tadından Âdem; tutuştuğu bahsi de, atlas kumaşını da unutmuştu.

Anlatılanlara dalmış, adeta sarhoş olup kendinden geçmişti.
-Allah için o kadar güzel anlatıyorsun ki, lâtifelerin canıma can kattı, ne olursun gülünecek bir şey daha söyle... diye yalvardı adeta.

Hain terzi bir fıkra anlatarak o kadar güldürdü ki, gülmekten sırt üstü yere yıkıldı akıl fukarası Âdem. Sonra da fırsat bu fırsat deyip bir parça daha keserek gömleğinin içine sokuverdi ..

Âdem; gülünç bir şey daha anlat, dedikçe terzi öncekinden daha gülüncünü anlatıyor, ahmak gülerken de kendisi bir parça daha keserek bir tarafına saklıyordu.

Nihayet:
-Bir daha anlat.. deyince Âdem,terzi dahi insafa gelip:
-A hadımağası vazgeç... Bir latife daha söylersem vay haline... Kaftanın dapdaracık olur, giremezsin içine. Kim kendine böyle iş işler?. Gülüyorsun ama, gülmenin yeri mi?. Eğer bilseydin kan ağlardın güleceğin yerde.

-Ey bilgisizlik ve şüphe mezarına düşmüş kişi dedi... yukarıdaki kıssayı anlatan: Feleğin lâtifesini, nereye kadar arayacaksın? Ne vakte dek şu cihanın işvesini tadacaksın? Ne aklın düzeninde kaldı, ne cânın. Lâtifesi, bahçelere bir hoş tad verir ama, kış gelince verdiği şeylerin hepsini yele verir.
 

inkişaf_

Doçent
Katılım
3 Eyl 2006
Mesajlar
1,124
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Aç tavuk rüyasında, kendini darı ambarında görürmüş misali bizim Yoksul’a da rüyasında:

-Ey ömrü yoksulluklar içinde geçmiş olan!. Kalk, komşun olan kâğıtçıda; şu şekilde, şu renkte bir kağıt var, onu bul ve kimsenin olmadığı yere giderek orada oku. Sakın başkalarına gösterme. Bir define kağıdıdır o. İş yayılır, ortalara düşerse bile gamlanma. Senden başka kimsecikler bir arpa tanesi bile alamaz ondan. Elde etmen uzarsa sakın ümitsizliğe düşme. Her an: "Allah’tan ümit kesmeyin" ayetini hatırla.

Müjdeci bunları söyledikten sonra, elini adamın göğsüne koydu:
-Haydi, yürü, zahmet çek!. dedi.

Yoksul kendine gelince sevindi, içi içine sığmıyordu. Hemencecik kalktı, giyindi, dışarı fırladı. Doğru kâğıtçının yolunu tuttu. Dükkandan girdi, aradığının farkına varılmasın diye bir müddet başka kağıtları karıştırdı, bulacağını ümit ettiği tarafa yöneldi...

-Aman Allah’ım!... İşte o. Tüm alametler var üzerinde... şekli, rengi... hepsi tas tamam uyuyor tarife... Diye bağırmamak için zor tuttu kendini. Fark ettirmeden sokuşturarak bir tarafına, gizledi kağıdı ve:

-Hayırlı pazarlar olsun usta... Diyerek ayrıldı dükkandan, kimselerin bulunmadığı bir tarafa yöneldi, içinden de:

-Bu değerli kağıt onca başka kağıdın arasına nasıl girdi?.. Meşk kağıtlarının arasında, hazine tarifi. Allah Allah!... Nasıl olur da her şeyin koruyucusu Allah, birilerinin bir şeyler aşırmasına müsaade eder? Bütün ovalar altınla, gümüşle dolu olsa, Allah istemedikçe ondan bir arpa tanesi dahi alamazsın.. Yüzlerce kitap okusan; Allah takdir etmediyse aklında hiçbir şey kalmaz, Amma..... Allah’a kulluk edersen; bir kitap bile okumadan ağzından öyle inciler dökülür ki sen de şaşırır kalırsın da; "bunlar benden mi çıktı?" Diye ,kendinden geçersin. Şimdi iyiden iyiye inanıyorum ki; gördüğüm rüyadaki kişi erenlerden.. Yoksa eliyle koymuş gibi bilebilir miydi yerini?.

Etrafına bakındı, kimselerin olmadığına kanaat getirince, sakladığı yerden çıkardı kağıdı, başladı incelemeye, okumaya:

-"Bil ki; şehrin dışında mezar olan filanca kubbe var ya... Hani arkası şehre, kapısı Ferkad yıldızına (Kuzey kutbuna yakın olan iki parlak yıldız)karşı... Türbeye arkanı dön, yüzünü kıbleye çevir, sonra yayla bir ok at. Kutlu kişi, yaydan oku attın mı, okun düştüğü yeri kaz."

Yoksul bir yay buldu, oku koydu, bütün gücü ile çekerek gerdi yayı ve boşluğu bıraktı oku. Düştüğü yeri kazmaya başladı sevinerek. Kazdı kazdı. Nafile, bir şeycikler yok. Kolunda kuvvet, kazma-kürekte ağız kalmadı. Gizli defineden bir
eser yok. Böylece her gün ok atmaya, düştüğü yeri kazmaya başladı. Yok, bir türlü bulamıyor, lakin ümidini de hiç kaybetmiyor, devam ediyor kazmaya. Daima orayı burayı kazdığından şehirde de dedi kodu yayılmaya başlamış, fırsatçılar durumu padişaha haber vermişti. "Filan Yoksul bir define kağıdı bulmuş, her tarafı kazıp duruyor" diye. Zaptiyeler söylenen yerde buldular, karga tulumba alıp getirdiler Padişahın huzuruna:

-Bre densiz; benim memleketimde, benden gizli hazine ararmışsın, doğru mudur? Diye gürledi Padişah.

Yoksul; yoksul ama, akılsız değil ya.. Durumun vahametini fark etti, yalan söylerse merhametsiz Padişahın derisini bile yüzdüreceğini anladı, saklamadan rüyasından başlayarak tüm olan bitenleri bir bir anlattı, defineyi tarif eden kağıdı da koydu Padişahın önüne.

-Hadsiz hesapsız zahmetlere girdim, defineden bir habbe bile meydana çıkmadı, yorgunluğum, açlığım, uykusuzluğum da yanıma kaldı. Ey kaleler fethetmiş Padişahım, belki senin bahtın yaver olur da bulursun defineyi... dedi.

Padişah da altı ay, belki daha fazla ok attı, kazdırdı durdu. Nerede katı bir yay duysa hemen getirtip onunla deniyor. Lakin nafile. Eziyetten, dertten, sıkıntıdan başka bir şey elde edemedi. Define adeta "Anka"ya benziyordu. İsmi var, cismi yok. Her taraf kazılmış, kuyularla dolmuştu etraf. Günün birinde Padişah Yoksul’u çağırttı, define kağıdını önüne atıp:

-Bu işi olanın yapacağı bir şey değil. Senin işin yok. Bu iş sana daha layık! Bulursan ne âla, helalı hoş olsun, bulamazsan kazar durursun ..dedi.

Kağıdı alan Yoksul; düşmanların, hasetçilerin fitnelerinden emin oldu, hemen kazmayı küreği omuzlayıp sevdalandığı şeye adamakıllı sarıldı.. Bulduğu her sert yayı alarak denemeler yaptı, kazdı durdu. Görenler, padişahın izin verdiğini bildiklerinden ses çıkarmazlar ama haset etmekten de geri durmazlar.

Günler günleri, günler ayları kovaladı. Yoksul’un bir yerleri kazması günlük hayatlarında en alıştıkları, tabii bir parça oluverdi. Kanıksandı. Yoksul aç, açık, çıplak, perişan bir halde macerasının, aşkının, sevdasının peşinden ayrılmadı aylar boyu. Vefasızlık etmedi sevdasına, usanmadı da. Ama sonuç da yok.
Serap misali; tam kavuştum derken, yine boş hayal, havayı döven eller.

Nihayet gözler yorgun, beden yorgun, umutların kırıntıları da tükenmekte iken: "Neden yardım istemiyorum?. O isteyin vereyim, dua edin kabul edeyim demiyor mu?. "Diye düşündü, açtı gönlünü, gönlünün ellerini:

-Ey sırları bilen!. Bu define için ömrümü ziyan ettim!. Hırs şeytanı acele ettirdi bana, tedbir alamadım, akıllı davranamadım!. Düğümü; bağlayana müracaat ederek çözeyim demedim!. Ya Rabbi!.. Bu işten tövbe ettim. Kapıyı sen kapadın, yine sen aç!. Duada da hünerim yokmuş, yine başımı hırkaya çekiyor, sana yalvarıyorum: Hüner nerede, ben neredeyim?. Doğru bir gönül nerede?. Bunların hepsi de senin aksin, hepsi de sensin....

Duaları geceler boyu, günlerce sürdü. Allah’tan ilham geldi, çözüldü müşkülleri.

-Yaya bir ok koy at, dendi. Yayın zıhını adamakıllı çek mi dendi?. Yaya bir ok koy at dedi, ta kulağına kadar çek demedi. Sen, ukalalığından yayı çekmeye, okçuluk hünerini göstermeye çalıştın. Şah damarından daha yakındır O sana.
Halbuki sen ok gibi düşüncelerini uzaklara atmadasın. Av yakında sen uzağa düşmüşsün. Kim daha uzağa ok atarsa, daha uzaktadır. Sen okçuluğunu perde yaptın kendine, halbuki isteğin koynunda idi...
 

inkişaf_

Doçent
Katılım
3 Eyl 2006
Mesajlar
1,124
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Aç tavuk rüyasında, kendini darı ambarında görürmüş misali bizim Yoksul’a da rüyasında:

-Ey ömrü yoksulluklar içinde geçmiş olan!. Kalk, komşun olan kâğıtçıda; şu şekilde, şu renkte bir kağıt var, onu bul ve kimsenin olmadığı yere giderek orada oku. Sakın başkalarına gösterme. Bir define kağıdıdır o. İş yayılır, ortalara düşerse bile gamlanma. Senden başka kimsecikler bir arpa tanesi bile alamaz ondan. Elde etmen uzarsa sakın ümitsizliğe düşme. Her an: "Allah’tan ümit kesmeyin" ayetini hatırla.

Müjdeci bunları söyledikten sonra, elini adamın göğsüne koydu:
-Haydi, yürü, zahmet çek!. dedi.

Yoksul kendine gelince sevindi, içi içine sığmıyordu. Hemencecik kalktı, giyindi, dışarı fırladı. Doğru kâğıtçının yolunu tuttu. Dükkandan girdi, aradığının farkına varılmasın diye bir müddet başka kağıtları karıştırdı, bulacağını ümit ettiği tarafa yöneldi...

-Aman Allah’ım!... İşte o. Tüm alametler var üzerinde... şekli, rengi... hepsi tas tamam uyuyor tarife... Diye bağırmamak için zor tuttu kendini. Fark ettirmeden sokuşturarak bir tarafına, gizledi kağıdı ve:

-Hayırlı pazarlar olsun usta... Diyerek ayrıldı dükkandan, kimselerin bulunmadığı bir tarafa yöneldi, içinden de:

-Bu değerli kağıt onca başka kağıdın arasına nasıl girdi?.. Meşk kağıtlarının arasında, hazine tarifi. Allah Allah!... Nasıl olur da her şeyin koruyucusu Allah, birilerinin bir şeyler aşırmasına müsaade eder? Bütün ovalar altınla, gümüşle dolu olsa, Allah istemedikçe ondan bir arpa tanesi dahi alamazsın.. Yüzlerce kitap okusan; Allah takdir etmediyse aklında hiçbir şey kalmaz, Amma..... Allah’a kulluk edersen; bir kitap bile okumadan ağzından öyle inciler dökülür ki sen de şaşırır kalırsın da; "bunlar benden mi çıktı?" Diye ,kendinden geçersin. Şimdi iyiden iyiye inanıyorum ki; gördüğüm rüyadaki kişi erenlerden.. Yoksa eliyle koymuş gibi bilebilir miydi yerini?.

Etrafına bakındı, kimselerin olmadığına kanaat getirince, sakladığı yerden çıkardı kağıdı, başladı incelemeye, okumaya:

-"Bil ki; şehrin dışında mezar olan filanca kubbe var ya... Hani arkası şehre, kapısı Ferkad yıldızına (Kuzey kutbuna yakın olan iki parlak yıldız)karşı... Türbeye arkanı dön, yüzünü kıbleye çevir, sonra yayla bir ok at. Kutlu kişi, yaydan oku attın mı, okun düştüğü yeri kaz."

Yoksul bir yay buldu, oku koydu, bütün gücü ile çekerek gerdi yayı ve boşluğu bıraktı oku. Düştüğü yeri kazmaya başladı sevinerek. Kazdı kazdı. Nafile, bir şeycikler yok. Kolunda kuvvet, kazma-kürekte ağız kalmadı. Gizli defineden bir
eser yok. Böylece her gün ok atmaya, düştüğü yeri kazmaya başladı. Yok, bir türlü bulamıyor, lakin ümidini de hiç kaybetmiyor, devam ediyor kazmaya. Daima orayı burayı kazdığından şehirde de dedi kodu yayılmaya başlamış, fırsatçılar durumu padişaha haber vermişti. "Filan Yoksul bir define kağıdı bulmuş, her tarafı kazıp duruyor" diye. Zaptiyeler söylenen yerde buldular, karga tulumba alıp getirdiler Padişahın huzuruna:

-Bre densiz; benim memleketimde, benden gizli hazine ararmışsın, doğru mudur? Diye gürledi Padişah.

Yoksul; yoksul ama, akılsız değil ya.. Durumun vahametini fark etti, yalan söylerse merhametsiz Padişahın derisini bile yüzdüreceğini anladı, saklamadan rüyasından başlayarak tüm olan bitenleri bir bir anlattı, defineyi tarif eden kağıdı da koydu Padişahın önüne.

-Hadsiz hesapsız zahmetlere girdim, defineden bir habbe bile meydana çıkmadı, yorgunluğum, açlığım, uykusuzluğum da yanıma kaldı. Ey kaleler fethetmiş Padişahım, belki senin bahtın yaver olur da bulursun defineyi... dedi.

Padişah da altı ay, belki daha fazla ok attı, kazdırdı durdu. Nerede katı bir yay duysa hemen getirtip onunla deniyor. Lakin nafile. Eziyetten, dertten, sıkıntıdan başka bir şey elde edemedi. Define adeta "Anka"ya benziyordu. İsmi var, cismi yok. Her taraf kazılmış, kuyularla dolmuştu etraf. Günün birinde Padişah Yoksul’u çağırttı, define kağıdını önüne atıp:

-Bu işi olanın yapacağı bir şey değil. Senin işin yok. Bu iş sana daha layık! Bulursan ne âla, helalı hoş olsun, bulamazsan kazar durursun ..dedi.

Kağıdı alan Yoksul; düşmanların, hasetçilerin fitnelerinden emin oldu, hemen kazmayı küreği omuzlayıp sevdalandığı şeye adamakıllı sarıldı.. Bulduğu her sert yayı alarak denemeler yaptı, kazdı durdu. Görenler, padişahın izin verdiğini bildiklerinden ses çıkarmazlar ama haset etmekten de geri durmazlar.

Günler günleri, günler ayları kovaladı. Yoksul’un bir yerleri kazması günlük hayatlarında en alıştıkları, tabii bir parça oluverdi. Kanıksandı. Yoksul aç, açık, çıplak, perişan bir halde macerasının, aşkının, sevdasının peşinden ayrılmadı aylar boyu. Vefasızlık etmedi sevdasına, usanmadı da. Ama sonuç da yok.
Serap misali; tam kavuştum derken, yine boş hayal, havayı döven eller.

Nihayet gözler yorgun, beden yorgun, umutların kırıntıları da tükenmekte iken: "Neden yardım istemiyorum?. O isteyin vereyim, dua edin kabul edeyim demiyor mu?. "Diye düşündü, açtı gönlünü, gönlünün ellerini:

-Ey sırları bilen!. Bu define için ömrümü ziyan ettim!. Hırs şeytanı acele ettirdi bana, tedbir alamadım, akıllı davranamadım!. Düğümü; bağlayana müracaat ederek çözeyim demedim!. Ya Rabbi!.. Bu işten tövbe ettim. Kapıyı sen kapadın, yine sen aç!. Duada da hünerim yokmuş, yine başımı hırkaya çekiyor, sana yalvarıyorum: Hüner nerede, ben neredeyim?. Doğru bir gönül nerede?. Bunların hepsi de senin aksin, hepsi de sensin....

Duaları geceler boyu, günlerce sürdü. Allah’tan ilham geldi, çözüldü müşkülleri.

-Yaya bir ok koy at, dendi. Yayın zıhını adamakıllı çek mi dendi?. Yaya bir ok koy at dedi, ta kulağına kadar çek demedi. Sen, ukalalığından yayı çekmeye, okçuluk hünerini göstermeye çalıştın. Şah damarından daha yakındır O sana.
Halbuki sen ok gibi düşüncelerini uzaklara atmadasın. Av yakında sen uzağa düşmüşsün. Kim daha uzağa ok atarsa, daha uzaktadır. Sen okçuluğunu perde yaptın kendine, halbuki isteğin koynunda idi...
 

inkişaf_

Doçent
Katılım
3 Eyl 2006
Mesajlar
1,124
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Bir vaiz vardı... Minbere çıktığı zaman ilk işi şöyle dua etmek olurdu:

-Ya Rabbi!.. Kötülere, fesatçılara, isyancılara merhamet et. Hayır sahipleri ile alay edenlerin tümüne, kafir gönüllülere, kilisede bulunanlara yardım et...

Ona:

-Hiç böyle bir adet, böyle dua görmedik. İyileri, hayır sahiplerini, dua edilmeye layık olanları bırakıp; nerede beddua edilmesi gereken it, kopuk, zararlı insan varsa onlara dua ediyorsun.. Bu mertliğe, insanlığa, yiğitliğe, fazilete sığmaz... dediklerinde:

-Ben onlardan iyilikler gördüm, bu yüzden onlara dua etmeyi âdet edindim... diyor.

-Onlardan ne iyilik ulaşabilirki insana... olsa olsa ancak bela gelir bulur. Sen galiba iyiden iyiye karıştırır oldun her şeyi... İyilik nerede, o saydıkların nerede?. Ateş ile su gibi.. Asla bir arada olamazlar.

-Hayır dostlar hayır!. Yanılıyorsunuz!. Dua ettiklerim var ya; o kadar kötülükte bulundular, o derece zulüm, eza, cefa edip incittiler ki beni, sonunda şerden kurtarıp, hayıra ulaşmama vesile oldular.

Ne vakit dünyaya yöneldim ise onlardan eziyet gördüm, dayak yedim, bu nedenle iyilik tarafına kaçar oldum.

Beni o kurtlar yola getirdiler... İyiliğime sebep oldular..

Ey aklı başında olanlar!.. Bu yüzden onlara dua etmek boynumun borcudur.

Kul dertten elemden Allah’a sığınır, O yüce Padişaha sızlanır, uğradığı zahmetten yüzlerce şikayette bulunur da, Allah:

-Gördün ya, sonunda dert ve zahmet seni bana yalvartır hale getirtti, seni doğrulttu. Sen; seni yolundan alıkoyandan, bizim kapımızdan uzaklaştırıp kovandan şikayette bulun. Hakikatte her düşman senin ilacındır... Çünki ondan kaçar, saklanır, gizli yerlerde Lûtfumdan yardım dilersin... Dostlarınsa; hakikatte
düşmanlarındır, onlar; seni meşgul ederek benden uzağa düşürürler...

Bir hayvan vardır, adına porsuk derler... dayak yedikçe semirir, şişmanlar... İşte mü’minin canı da gerçekten porsuğa benzer... O da zahmet ve meşakkatlerle kuvvetlenir semirir. Bu yüzden en büyük zorluklara uğrayanlar Nebi ve Resullerdir... Onların çektiği meşakkat, bütün cihan halkının çektiklerinden daha
üstün, daha fazla idi. Çünki; canları da bütün canlardan daha büyük, daha üstündü... Onun için onların uğradıkları belalara başka kimse uğramamıştır...

Bir adam belada sefa görürse bela tatlılaşır... Hasta iyileştiğini görünce ilaç kendisine hoş gelir... Kötü kişi de başkalarına fayda verir ama, kendi hakkında Allah’ın merhametinden çıkarılmış olur. Başkalarından gelen merhamet, dua ona ulaşmaz, çünki; uzak düşmüşlerden olur...
 

inkişaf_

Doçent
Katılım
3 Eyl 2006
Mesajlar
1,124
Tepkime puanı
3
Puanları
0
İnat

Ticaretle iştigal eden "Sofi"nin bir gününde yaptıkları hemen hemen her gün tekrarlanır, evinden camiiye, oradan gidip dükkanını açar, Allah ne verdiyse bereketli olmasını rıza ile diler, öğlen evde yemeğini yedikten sonra biraz kestirir, tekrar dükkanına, işinin başına döner... devam eder gider... Gönlü
tok, dünya malında fazla gözü olmayan, insanlara iyilik etmek, öğrenme ve onları yaşamaya adanmış bir ömür.

Bütün bu hasletlere rağmen içini kemiren bir kurt vardı. Uzunca zamandır karısının kendine karşı tutumu değişmiş, sözünü dinlemez, yıllardır beraber yaşadığı, bir yastığa baş koyup, acı ve tatlı günleri birlikte paylaştıkları kocasını küçümser olmuştu.

-Acaba?.. Yok canım... Tövbe tövbe... Nasıl içinden böyle şeyleri geçirebilirsin?... Yıllardır karın o senin.. İnsan karısından şüphelenir mi hiç?... Diye zaman zaman düşünceler beliriyor, olmayacağına kanaat getirmek için kendini motive ediyor ama, büsbütün de içinden çıkarıp atamıyor.. Nihayet takip etmeye, içinin rahat olması için olmadık bir zamanda eve gitmeye karar verdi.

Sofinin karısı şeytanın hilelerine aldanmış, kunduracıya kul köle
kesilmiş, kocasının hiç eve gelmediği zaman olan kuşluk vakitlerinde onu içeri alıp, buluşur olmuştu.

Sofi düşündü ki:

-"Eve en az gittiğim, hatta hiç gitmediğim zaman hangisi?.. Kuşluk vakti tabiiki.. Bu gün bir şey unutmuş gibi yapıp varayım eve de, huzursuz olan gönlümüz mutmain olsun" dedi, tuttu evin yolunu. Kapıya sert sert vurdu... İçeride kunduracıyla birlikte bulunan kadın şaşırdı, ürperdi, korktu... Ne kaçıp kurtulacak bir başka kapı, ne de bir hileye baş vurmaya fırsat ve zaman yoktu.

Ne bir tandır vardı evde oynaşını gizleyecek, ne bir çuval vardı, perde gibi önüne gerecek. Evin içi "Arasat meydanı" gibi düm düz.

Kadın hemen çarşafını oynaşının üstüne attı,erkeği kadın şekline sokup, kapıyı açtı.
Çarşafın altında, kadın gibi gözükmeye çalışan kunduracı, rezil rüsvay olmuş, deve gibi dikilip durmakta idi merdiven başında.
Kadın, oynaşı için kocasına dedi ki:

-Şehir büyüklerinden birinin karısı, çok malları var, devletli kişiler, zenginler. Yabancı birisi, kapıyı vurmadan gelir, mahrem rahatsız olmasın diye kapıyı kapamıştım.

-Böyle zengin birinin, bizim gibilerle ne işi ola ki?. Neden gelmiştir acep?. Bilelim de kusur etmeyelim, dedi Sofi..

-Bize akraba olmak istiyor. Kızımızı görmüş, onu ister oğluna. İyi birilerine benziyor lakin içini Allah bilir. Öyle bir oğlu var ki şehirde menendi yok, geçimleri dersen yerinde, anlayışlı, yakışıklı...

Sofi:

-İyi ama biz yoksuluz, perişanız. Bunlar ise mallı, mülklü kişilermiş dediğine göre. Kapının bir kanadı fil dişinden, diğeri tahtadan.. Uyar mı, geçim olur mu hiç? Nikahta iki tarafın da denk olması lazım ki uyum olsun, biz onlara nasıl uyarız?..

Kadın dedi ki:

-Ben de bu özürü söyledim, lakin O: "Çeyiz filan arayanlardan değilim, biz mala altına doymuş da usanmışız, başkaları gibi hırs sahibi değiliz, mal ve para toplama düşüncesi yok bizde. Bizim istediğimiz şey; temiz, namuslu, kapalı oluşudur, zaten iki alamde de kurtuluş bunlarla olur.." dedi.

Aslında Sofi durumu ta başta kavramış, "bakalım mendebur karı ne yalan uyduracak, yalanında daha ne kadar ayağını direyecek" diye düşünüyor, o yalan söyledikçe de işi sonuna kadar götürmeye daha çok istek duyuyordu.

Dedi ki:

-Zaten neyimiz varsa gördü, gizli bir şeyimiz kalmadı!!!. Kızın namusunu da babası anlatacak değil ya!.. Senin de yalanın çıktı ortaya rezil oldun. Bakın size bir kıssa anlatayım:

Hz.Ömer halifeliği zamanında bir hırsızı cellada teslim etti.

Hırsız:

-Ey ülkenin beyi, beni öldürtme. Bu ilk suçum.

-Haşa!.. Dedi Ömer. Allah ilk suçta hemen gazaba gelip ceza vermez. Lûtfunu meydana çıkarmak için onu defalarca örter de, sonunda adaletini âşikar etmek için cezalandırır. Bu surette iki sıfatının da meydana çıkmasını; Lûtfunun muştucu (müjdeci), kahrının da korkutucu olmasını diler.

-Sen beni çobansız bir kuzu gibi yapayalnız gördün de, bekçim, gözcüm yok sandın. Âşıklar bakılmaması lazım gelen yere bakarlar da o yüzden dertlenirler, o dert sebebiyle de ağlarlar, inlerler. O ceylanı çobansız, o esiri sahipsiz sanırlar.
Sonunda "Gözcüsü, bekçisi benim.. az bak!.." diye bir bakış oku gelir, ciğerine saplanır!.. Ben bir hayvancağızdan daha aşağı mıyım ki; ardımda gözcüm bekçim olmasın. Öyle bir bekçim var ki; saltanat O’na yaraşır, bana nasıl bir yel esmekte, O bilir .O yel soğuk mudur, sıcak mıdır? Allah gafil değildir, gaip de değildir. Bilir a kötü kişi.. Fakat şehvete mensup olan nefis Hak’tan sağırdır, kördür... Ben de senin körlüğünü ta uzaklardan görürüm, görürüm de sekiz yıldır ses çıkarmam. Çünki seni bilgisizlik içinde görürüm.

Vesselam....
 

inkişaf_

Doçent
Katılım
3 Eyl 2006
Mesajlar
1,124
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Akilli Vezir

Akıllı adam için akıl, zengin için mal, zahid için ibadet kıymetlidir. Kimi ava merak salar av aletleri toplar, dülger nerede bir rende görse; hangi ağaçtan yapmışlar, ağzı nasıl, tutacağı ne kadar der inceler zevkle, neşeyle. Bu anlatacağımız padişah da akıllımı akıllı, her işini o sahada ün almış vezirlerine
danışır, danıştığı için de şaştığı, yanlış bir karar verdiği görülmemiş o güne kadar.

Hepsi bir birinden akıllı otuz kadar veziri vardı, lakin Eyaz’ın yeri baş köşe, söylediğine en çok itibar olunan idi. O’nun bilgeliği, verdiği kararlardaki isabeti, padişah tarafından en çok seviliyor olması, dolayısı ile hepsinden kat kat fazla ücret alması, kıskançlıklara, çekememezliklere sebep olmuş, zaman zaman
yaptıkları:

-O’nun bizden ne farkı var?
-Neden bizlerden çok daha fazla ücret alıyor?
-Akıllı, akıllı ama hepimizden de daha akıllı değil ya!.

Gibi dedikodular ediyorlar, hasetlerinden ne yapacaklarını bilmez bir halde sağa sola sataşırken, padişahı dahi eleştirir, kınar hale gelmişlerdi.

Bu dedikodulardan haberdar olan padişah, buna bir nihayet vermek, hem de Eyaz’ı baş üstünde tutmanın, O’na fazla ücret vermenin bir adam kayırma değil, hakkettiğini hepsine göstermek için bir av düzenledi, tüm vezirlerini çağırttı, Eyaz’ı götürmedi yanında.

Avlandılar uzunca bir zaman, mola anında, karşıdaki su başında bir kervanın konakladığını gördüler.

Padişah vezirlerinden birini çağırarak:

-Git sor bakalım, o kervan hangi şehirden geliyor? Dedi.

Vezir koşarak gitti, döndü:

-Rey’den geliyormuş Padişahım!. Dedi.

-Peki!.. Nereye gidiyormuş.

Vezirde ses yok, ıkına sıkına:

-Sormadım Padişahım, deyiverdi.

Padişah ikinci vezire dönerek:

-Sen git sor bakalım, nereye gidiyormuş?..

Oda bir koşu vardı, geldi:

-Yemen’e gidiyormuş, devletli padişahım.. dedi.

-Peki!... Yükü ne imiş?

Kalakaldı vezir, çünki sormamıştı. Başını önüne düşürdü, bağladığı ellerini kızgınlıkla sıktı, içinden de: "Aptal kafam.. Nasıl da akıl edemedim?." diye hayıflanırken padişah başka bir veziri yükün ne olduğunu öğrenmek için gönderdi.

Giden vezire döndüğünde, sevinçle, önemli bir işi başarmış olmanın rahatlığını hissederek:

-Her cins mal varmış Padişahım. Lâkin çoğu Rey kâsesi imiş, dedi.

-Peki!.. Rey’den ne zaman çıkmış?. diye sorunca, o aklı gevşek vezir de âciz kaldı... Böylece tüm vezirlerini teker teker gönderdi, ama hiç biri ikinci soruyu bile cevaplayacak bilgi almadan döndüler. Eyaz’ın saraydan çağırılmasını emretti
padişah, getirtti.

-Karşı ki kervana git, nereden geldiğini sor bakalım? dedi..

Eyaz gitti, dönmesi diğerlerine göre daha uzun sürdü, geldiğinde padişahın önünde saygıyla selam vererek:

-Rey’den gelip,Yemen’e gidiyormuş padişahım. Yükünde her şey olmakla birlikte fazlaca Rey kâseleri varmış, Yola çıkalı dört ay olmuş, burada bir kaç gün dinlenip, şevketli padişahımıza hediyeler sunup yollarına devam edeceklermiş daha sonra... dedi.

Padişah alaylı alaylı yüzlerine baktı tüm vezirlerin. İçlerinden biri:

-Şu bir gerçek ki; bizler memleketin en akıllı kimseleriyiz, yoksa padişahımıza vezir olabilir miydik, fakat Eyaz hepimizden daha akıllı. Öyle olduğunu da şimdi ispat etti. Ama akıl Allah vergisidir insanda, çalışmakla elde edilmez ki?.. Ayın güzelliğini de, gülün kokusunda ki letafeti de Allah ihsan etmiştir.

-Padişah onlara dönüp dedi ki:

-İnsanın elde ettikleri çalışmasının karşılığıdır. Yoksa Adem:

"Rabbimiz, biz nefsimize zulmettik.." der miydi?.. "Eğer bu suç ise bu benim kaderimdendir.." derdi. İblis gibi, hani: "Sen beni azdırdın; hem kadehimizi kırıyor, hem de dövüyorsun" demişti ya, halbuki: Takdir hakdır ama, kulun çalışması da hakdır.
Kendinize gelin. Şeytan gibi olmayın. Kadere az bahane bulun. Ahmet kan dökerse cezasını Mehmet mi çeker? Bu olur mu?.. Suçu kendinizde bulun. "Kim bir zerre miktarı hayır işlerse karşılığını alır, kim de zerre miktarı şer işlerse karşılığını görür" âyetini duymadınız mı?..

Her kesin başı önünde, içlerinde nedamet, kalplerinde yumuşaklık vardı
 
U

ummuhan

Guest
2007 mevlana yılı ilan edildi dünyada malum, mevlana deyince akla çoğumuzda dönen - o da sahnede- semazenden başka bir şey gelmiyor.... mesnevi okuymuş olanlarımızın sayısı yok denecek azlıkta, bizim inananlar olarak bir özenimiz olsun, gelin bu yılı -Allah'ın cc izni ile- mesnevi okuma yılı yapalım kendimize :)



Hz. Mevlana Celaleddin-i Rumi :

Mevlâna 30 Eylül 1207 yılında bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan yöresinde, Belh şehrinde doğmuştur.

Mevlâna'nın babası Belh şehrinin ileri gelenlerinden olup sağlığında "Bilginlerin Sultanı" ünvanını almış olan Hüseyin Hatibî oğlu Bahaeddin Veled'dir. Annesi ise Belh Emiri Rükneddin'in kızı Mümine Hatun'dur.

Sultânü'l-Ulemâ Bahaeddin Veled, bazı siyasi olaylar ve yaklaşmakta olan Moğol istilası nedeniyle Belh'ten ayrılmak zorunda kalmıştır. Sultânü'l-Ulemâ 1212 veya 1213 yıllarında aile fertleri ve yakın dostları ile birlikte Belh'ten ayrıldı.

Sultânü'l-Ulemâ'nın ilk durağı Nişâbur olmuştur. Nişâbur şehrinde tanınmış Mutasavvıf Ferîdüddin Attar ile de karşılaşmıştır. Mevlâna burada küçük yaşına rağmen Ferîdüddin Attar'ın ilgisini çekmiş ve takdirlerini kazanmıştır.

Sultânü'l-Ulemâ Nişâbur'dan Bağdat'a ve daha sonra Kûfe yolu ile Kâbe'ye hareket etti. Hac farizasını yerine getirdikten sonra dönüşte Şam'a uğradı. Şam'dan sonra Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde yolu ile Lârende'ye (Karaman) geldi. Karaman'da Subaşı Emir Musa'nın yaptırdıkları medreseye yerleşti.

1222 yılında Karaman'a gelen Sultânü'l-Ulemâ ve ailesi burada 7 yıl kaldı. Mevlâna 1225 yılında Şerefeddin Lala'nın kızı Gevher Hatun ile Karaman'da evlendi. Bu evlilikten Mevlâna'nın Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi adında iki oğlu oldu. Yıllar sonra Gevher Hatun' u kaybeden Mevlâna bir çocuklu dul olan Kerra Hatun ile ikinci evliliğini yaptı. Mevlâna'nın bu evlilikten de Muzaffereddin ve Emir Alim Çelebi adlı iki oğlu ve Melike Hatun adlı bir kızı dünyaya geldi.

Bu yıllarda Anadolu'nun büyük bir kısmı Selçuklu Devletinin egemenliği altında idi. Konya ise bu devletin başşehri idi. Konya sanat eserleri ile donatılmış, ilim adamları ve sanatkarlarla dolup taşmıştı. Kısaca Selçuklu Devleti en parlak devrini yaşıyordu ve devletin hükümdarı Alâeddin Keykubad idi. Alâeddin Keykubad, Sultânü'l-Ulemâ Bahaeddin Veled'i Karaman'dan Konya'ya davet etti ve Konya'ya yerleşmesini istedi.

Bahaeddin Veled, sultanın davetini kabul etti ve Konya'ya 3 Mayıs 1228 yılında ailesi ve dostları ile geldi. Sultan Alâeddin onu muhteşem bir törenle karşıladı ve ona ikametgâh olarak Altunapa (İplikçi) Medresesi'ni tahsis etti.

Sultânü'l-Ulemâ, 12 Ocak 1231 yılında Konya'da vefat etti. Mezar yeri olarak Selçuklu Sarayı'nın Gül Bahçesi seçildi. Günümüzde müze olarak kullanılan Mevlâna Dergâhı'na bugünkü yerine defnedildi.

Sultânü'l-Ulemâ ölünce talebeleri ve müridleri bu defa Mevlâna'nın çevresinde toplandılar. Mevlâna'yı babasının tek varisi olarak gördüler. Gerçekten de Mevlâna büyük bir ilim ve din bilgini olmuş, İplikçi Medresesi'nde vaazlar veriyordu. Medrese kendisini dinlemeye gelenlerle dolup taşıyordu.

Mevlâna 15 Kasım 1244 yılında Şems-i Tebrizî ile karşılaştı. Mevlâna Şems'te "mutlak kemâlin varlığını" cemalinde de "Tanrı nurlarını" görmüştü. Ancak beraberlikleri uzun sürmedi. Şems aniden öldü. Mevlâna Şems'in ölümünden sonra uzun yıllar inzivaya çekildi. Daha sonraki yıllarda Selâhaddin Zerkubi ve Hüsameddin Çelebi, Şems-i Tebrizî'nin yerini doldurmaya çalıştılar.

Yaşamını "Hamdım, piştim, yandım" sözleri ile özetleyen Mevlâna 17 Aralık 1273 pazar günü Hakk'ın rahmetine kavuştu. Mevlâna'nın cenaze namazını vasiyeti üzerine Sadrettin Konevi kıldıracaktı. Ancak Sadreddin Konevi çok sevdiği Mevlâna'yı kaybetmeye dayanamayıp cenazede bayıldı. Bunun üzerine Mevlâna'nın cenaze namazını Kadı Siraceddin kıldırdı.

Mevlâna ölüm gününü yeniden doğuş günü olarak kabul ediyordu. O öldüğü zaman sevdiğine, yani Allah'ına kavuşacaktı. Onun için Mevlâna ölüm gününe düğün günü veya gelin gecesi manasına gelen "Şeb-i Arûs" diyordu ve dostlarına ölümünün ardından ah-ah, vah-vah edip ağlamayın diyerek vasiyet ediyordu.



"Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız! Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir"
 
U

ummuhan

Guest
Hz. Mevladna dan: ( biz de çok bilinen ile başlayalım ):)



Gel... Ne olursan ol, yine gel...
İster kafir ol, ister ateşe tap, ister puta...
İster yüzkere tövbe etmiş ol, ister yüz kere bozmuş ol tövbeni...
Bizim kapımız umutsuzluk kapısı değil, nasılsan öyle gel.
 
U

ummuhan

Guest
Senin canında bir can var, sen o canı ara!
Bedeninde çok kıymetli bir mücevher var, sen o mücevherin madenini ara!
Ey Allah yolunda yürüyen, gücün yeterse ara,
Ama O'nu sen kendinde ara, gayrıda değil!
 

Hanne

Doçent
Katılım
3 Kas 2006
Mesajlar
1,366
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Birinin başına toprak saçsan başı yarılmaz.
Suyu başına döksen, başı kırılmaz.
Toprakla, suyla baş yarmak istiyorsan,
toprağı suya karıştırıp kerpiç yapman gerek.:)
 
U

ummuhan

Guest
Mevlana, "Mesnevi" sine "Birlik Dükkanı" demekte, Mesnevi'yi "Mesnevi'miz, Birlik dükkanıdır; birden baska ne belirirse puttur." beytiyle övmekte. Birlik Dükkanı.. Her varlık o dükkanda yoğrulup yapılmakta, orda sergilenmekte, satılmakta; orda yıpranip gene orda potaya girmekte, yenilenmekte.

Sebepler sonuçları meydana getirmekte; sonuçlar, gene sebepler haline gelip başka sonuçlar belirmekte. Bu dükkanın bir ucu, dükkanı yapanin kudret elinde; öbür ucu, sonsuzluğa dek gitmekte ve gene o kudret eliyle sonu ön olmakta; her an yaratılmakta. Bu dükkanın alıcısı, satıcısının kendisi
 

rumi

Üye
Katılım
21 Tem 2006
Mesajlar
81
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Aşıklar derneğinden uzaklaşırsan seni güneş çarpar, hastalanırsın. Aşıkların çevresinde gölge gibi dolaş ki güneş gibi, ay gibi ışık saçasın.... (F.1674,Gn1360)
 

EGELI EFE

Doçent
Katılım
12 Haz 2006
Mesajlar
1,390
Tepkime puanı
122
Puanları
0
Konum
İzMiR
Şefkat ve merhamette güneş gibi ol,
Başkalarının kusurunu örtmekte gece gibi ol,
Sahavet ve cömertlikte akarsu gibi ol,
Tevazu ve maluliyette toprak gibi ol,
Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol,
Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol...

--------------------------------------------------------------------
Kimin aşka meyli yoksa, o kanatsız bir kuş gibidir; vah ona
Kim benlikten kurtulursa, bütün benlikler onun olur.
Kendisine dost olmadığı için herkese dost kesilir.
 

EGELI EFE

Doçent
Katılım
12 Haz 2006
Mesajlar
1,390
Tepkime puanı
122
Puanları
0
Konum
İzMiR
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Halbuki seni ancak bir müjdeci ve uyancı olarak gönderdik
Furkan (56)

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Konu sabitlenmiştir..
 
Üst