Meryem'in Gözyaşları

mü'HÜR

Ordinaryus
Katılım
19 Eki 2010
Mesajlar
2,563
Tepkime puanı
422
Puanları
0
Yaş
37
Sükût Değil… İçimizde Bir Meryem Ağlıyor Şimdi…

“…gözyaşı okyanusunun derinliklerinden

devşirilir incilerimiz…”


İnsan yüreği, binbir çeşit manzaranın çizildiği bir tablo gibi... Onun ebrûlî kıvrımlarından dökülen muammâları çözmenin sancılarını yaşarız her dem. Zordur, kendi târiflerimizin mânâlarında satır satır dolaşmak...

Yüreğimizdeki siyâhî rötuşların derinliğini koca bir merceğin altında seyretmek... Bazen yok olup gitmeyi isteyecek kadar çetin bir hesâbın eşiğine bırakır bizi…

Tanımak, zor da olsa güzeldir… Kaybettikten sonra hakîkati fark etmenin acısına tercih edilir… İşte böyle anlarda içimizin boşluklarına seslenen, uyuşan taraflarımıza can veren isimler vardır… Eksikliğimizi, şahsındaki güzellik ve sâfiyetle tamamlayan nûrânî sîmâlar..

Şimdi biraz durun ve bütün kavgalarınızı susturup içinizi dinleyin… Sessizliğin huzur veren dopdolu boşluğuna bırakın kendinizi bir an... Âyetlerin serinliğine…

Boş ve anlamsız bulmayın bu söylenenleri… İçimize dönmeyeli bir hayli zaman olmuştur. Kim bilir?! Belki çocukluğumuzdaki bir küskünlük kadar uzak... Anne sesi kadar tatlı, kardeş kadar yakın, özlemlerimiz kadar sıcak...

İçime nice zamandır böylesi bir isim doğuyor... İnsanlığımızın, gitgide yozlaştığı ve gitgide hanımefendilik iffet ve zarâfetini kaybettiğimiz bir devrede, Kur’ân serinliğinden acaba kim seslenir içimizin dertlerine, bir düşünün!..

Kapatıyorum gözlerimi…

Bir zamandır içimde nazlı nazlı iç çekiyor, bir ay yüzlü sevda... Güzelliği büyüdükçe derdi derdimden büyük oluyor... Ağlıyor bazı geceler, suskunluğuna inat!..

Dizlerimin dibinde… Değil!.. Daha da yakın!..

İçimde bir Meryem ağlıyor şimdilerde...

Ya niçin?


Niçin ağlar, yüreğimizdeki Meryem?!. Zor değildir anlamak… Gönül gözümüzü açıp şöyle bir kendimize bakmak yeterlidir: Televizyonların teşhir kurbanı, gencecik kızlarımızın zehirlenen ruhları... Modern (!) özentilerin, sahte gülüşlerinin ardına saklanan taptaze çığlıklara; gündelik hâdiseler gözüyle değil, vicdânın sesine kulak vererek duymak kâfidir.

Gözlerimi kaldırıp bakamazken aydınlık çehresine... Yine o güzelliğine sığınarak, yüreğimizdeki susuzluğu hissedişini duyarak, bugün “iffet güneşi Hazret-i Meryem” diyeceğiz... Dilimiz döndüğünce, gönlümüz yettiğince... Kabul buyurur musunuz?

* * *

Hazret-i Meryem… Bir iffet âbidesi... Kur’ân-ı Kerîm’de adı zikredilen yirmi beş peygamberle beraber, ismi anılan tek hanım... Farklı sûrelerde olmak üzere ismi otuz altı yerde geçiyor.

Cenâb-ı Hak O’nun üstünlüğünü Âl-i İmran Sûresi’nin 42. âyetinde şöyle ifâde eder:

“Hani melekler demişlerdi: «Ey Meryem!.. Şüphesiz Allah seni seçti, seni temizleyip arındırdı ve seni âlemlerin kadınlarına üstün kıldı.»”

Yine başka bir âyet-i kerîmede:

“Kitapta Meryem’i de an!.. Ki o, ırzını korumuştu. Biz de ona (onun rahmine) Rûhumuz’dan üfledik. O, Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını tasdik etmiş ve Rabbine gönülden itaat edenlerden olmuştu.” (et-Tahrîm, 12)

Fahr-i Kâinât Efendimiz ise, Hazret-i Meryem’in, İslâm kadınlarının içindeki müstesnâ yerini şöyle ifade eder:

“Zamanındaki kadınların en hayırlısı İmran kızı Meryem’dir. Bu ümmetin kadınlarının en hayırlısı Hazret-i Hatice’dir. Fâtıma, İmran kızı Meryem dışında Cennet kadınlarının seyyidesidir.”

Hiçbir mertebe, kolaylıkla elde edilmez!.. Ve hiç bir şeye, yok yere kıymet verilmez!..Ya teşvik vardır işin içinde, ya da alın aklığıyla çıkılan bir zorluk… Ondan sonra gönül hoşluğuyla anılan, taptaze, duru bir isim kalır geriye...

Bu yüzden Hazret-i Meryem deyince, şöyle bir duruyoruz… O’nu, Rahman’ın katında saf ve güzel kılan ve hanımlara baş tacı eden sebepleri düşünüyoruz önce..

O zaman hiç acele etmeyelim… Ve yolculuğumuza devam edelim... Kimi bir anne duâsının duruluğunda, kimi bir başına Mâbed’in koridorlarında... Gâh Cibrîl’i telâşla karşılayan ay yüzün, pembe ve utangaç sîmasında…

Gâh sancılı günleri gölgeleyip ikrâmlayan bir hurma ağacının altında… Mesîh’in, münkirleri şaşkına döndüren bebek soluklarında... Konaklayalım biraz... “Yazmak değilse de, düşlemek kolaydır.” deyip devam edelim

Tarihî kaynaklara göre, bundan 2000 küsur sene önce Filistin’de doğmuştur Hazret-i Meryem... Soyu Davud -aleyhisselâm-’a dayanır. Babası İmran ve annesi Hunne’nin, uzun bir süre çocukları olmamıştır. Bir evlâtları olursa, onu mâbede bağışlayacaklarına dâir bir adakta bulunurlar.

Kurân-ı Kerim’de ismi geçen dört âileden biri olan «İmran Âilesi»ne, Allah, bir kız çocuğu ihsan eder. İsmini; «sürekli ibadet eden, âbide, mâbede adanmış» anlamlarına gelen «Meryem» koyarlar.

O dönemde Yahudiler, Romalılar’ın esâreti altındadır. Mesih (Kurtarıcı)’nın gelerek kendilerini kurtaracağı günü beklemektedirler. Ve Hazret-i Meryem, Yahudiler’in bütün beklentilerinin odak noktası olan kutlu bir nebînin taşıyıcısı olacaktır.

Rivâyete göre, Meryem doğmadan, babası İmrân vefat eder. Annesi doğumundan bir süre sonra, onu mabede götürür ve âyet-i kerîmede ifâde buyrulduğu üzere, şöyle duâ eder.

“Hani İmran karısı demişti ki: «Rabbim karnımdakini, tam hür (her türlü bağımlılıktan hürriyete kavuşturulmuş) olarak sırf Sana adadım. Adağımı kabul buyur!.. Şüphesiz Sen (niyazımı) hakkıyla işiten ve (niyetimi) tam olarak bilensin!..»”

“Onu doğurunca, Allah, onun ne doğurduğunu bilip dururken:

«Rabbim doğrusu bir kız çocuğu doğurdum. Erkek, kız gibi değildir. Ona «Meryem» adını koydum. Kovulmuş şeytana karşı, onu ve soyunu, Sen’in korumanı diliyorum.» dedi.” (Âl-i İmrân, 35-36)

Her türlü bağımlılıktan hürriyete kavuşturulmak... Bir dakika… Burada şöyle bir duraksamalı… Mâbede adanmamış mıydı Meryem? Ve bu adanışla ömrünü oraya vakfedecek ve belki de başka mekânlara yolu çok az uğrayacaktı.

Bizim tâbirimizle, ne gençliğinin tadını çıkaracak, ne de gönlünce gezip tozacak... Öyleyse bu, neyin hürriyetiydi?

Kuşlar kadar hür olmayı isteriz hepimiz... Göklerde pervâsızca, engel tanımadan uçmak, hürriyetin birebir târifi oluverir içimizde... Fakat yanılmamalı!.. Bir av, yiyeceği bir şeyler kestirmeye görsün gözüne... Göklerin hür şâhı, bir anda yerdekilerin tutsağı hâline geliverir…

Ne büyük benzerlik

Hürriyeti, hep sınırlı şeylerde aramakla geçer ömrümüz… Halbuki hür olmanın derinliğindeki sonsuzluk duygusu harekete geçirir yüreğimizi... Bizse, her şeyde olduğu gibi düz bir mantıkla harekete geçer, işin sadece coşku boyutunu tercih ederiz.

Bir de nefsimizin iştihâsı da girdiyse işin içine… Tamam… Coşku, nefsâniyetle birleşir: “Ben, hürriyetim!..” diye dikilir karşımıza... Besleriz, içimizdeki hürriyet iştihâsını... İstediğimiz her şeyi yapmanın hırsına düşeriz… Ve hiç anlamadan, isteklerimizin esâretine girer ve yine hiçbir şeyi fark etmeden hür olduğumuzu haykırırız caddelerde, sokaklarda…

İnsan, elbet bir şeylere sığınıp bağlanacak… Ancak bağlandıklarının sonsuzluğu ve kudreti kadar özgürdür, insan... Sonsuzluk semâsının ufuklarını seyreden ruhlara nispetle, kokuşmuş bir özgürlüğe prangalanmış yüreklerimiz... Gönlümüz, ıssız sokakların yırtıcı pençesinde… Kanıyoruz...

İffet âbidesi Hazret-i Meryem’in doğduğu andan itibaren başlayan hürriyet ve sâfiyet yolculuğunun ilk durağındayız. 21. asrın hanımlarına, onun Hakk’a bağlılıkla taçlanan hürriyetinden mühim mesajlar var.

Evet, içimizde bir Meryem ağlıyor şimdilerde!.. Yıllar yılı âzâd edemediğimiz gözyaşlarımızın tutsağıyız… Otursak onunla diz dize, onun gibi ağlayamayız… Sorgulamalı o vakit: Hürriyetimiz nerede?!.


Şule Kolay
 

mü'HÜR

Ordinaryus
Katılım
19 Eki 2010
Mesajlar
2,563
Tepkime puanı
422
Puanları
0
Yaş
37
“Yeryüzünde yolculuk edenin ayağı,
gökyüzünde yolculuk edenin ise kalbi su toplar.”

(Hasan Harakânî Hazretleri)


Yolculuğumuzun ikinci durağından merhaba... Ulaşılacak menzilden olsa gerek, kutlu yolculuklar biraz zorlar yüreğimizi… Ne susuzluk biter, ne açlık… Hızır’a gidilen yollarda, Mûsâ’nın telaşına eş bir yorgunluk sisi bürüyüverir her yanımızı. Ama yürünecekse bir yol, ne çâre? Yol, yolcunun ayaklarına seriliverir.
Haydi öyleyse... Asâmızı elimize alalım ve devam edelim yola... Alıp başını gidivermek isteyenler!.. Buyurun… Bazen fazla konaklamak, yorar yolcuyu…

* * *

Süleyman Mâbedi’nin önünde bir güzel misafir… Pâk yüreğinden yüzüne düşen mütebessim gölgeler, kristal bir avize gibi ışık oyunları saçıyor seyredene… Ya da bir ayın tutulması kadar utangaç ve nazlı, ama mâsum bir edâ… Her şeyden haberi varmışcasına bakan bu gözler, acaba neyi muştulayacak? Kimbilir… Sabredip görmek en güzelidir.

Mâbede kabul edilmiştir Meryem... Hâlbuki o vakte kadar hiçbir kız çocuğu mâbede adanmamıştır. Sadece erkek çocuklar kabul edilir, doğumundan büluğuna kadar orada hizmet eder, daha sonra ise, dilerse kalır; dilerse başka bir yere giderlerdi. Fakat Hazret-i Meryem’in annesi Hunne’nin ilticâsı kabul kılınmış ve O, mabed görevlilerine teslim edilirken, sürprizlerle dolu bir hayatın da eşiğine gelmiştir.

Hayat; bir eşikten başka bir eşiğe yol bulmanın adı değil midir zaten? Kundağında sessizce yatan bir yavrunun; göreceğini de, getireceğini de kim bilebilir?!. Ya da hangimiz târif edebiliriz ömür seyrimizi?!. Bir garip bekleyiştir, işte hayat… Rûhu, Rahmân’a yönelenlerin sürûra gark olduğu bir garip bekleyiş…

Onun himâyesini kimin üstleneceği ise henüz tartışma konusudur. Hazret-i Zekeriya -aleyhisselâm-’ın yüzünde dolaşan huzur dolu tebessüm ise bir başka bilgiyi taşımaktadır. Ve nihayet kur’a çekilir:

(Rasûlüm) bunlar, bizim Sana vahiy yoluyla bildirmekte olduğumuz gayb haberlerindendir. İçlerinden hangisi Meryem’i himâyesine alacak diye kur’a çekmek üzere kalemlerini atarlarken, Sen onların yanında değildin; onlar (bu yüzden) çekişirken de yanlarında değildin.” (Âl-i İmrân, 44)

“…Zekeriyyâ’yı da, O’nun bakımı ile vazifelendirdi…” (Âl-i İmrân, 37)

Hazret-i Zekeriya -aleyhisselâm-’ın sîmasındaki tebessüm şükre döner, elleri duâ duâ açılır semâya… Hazret-i Meryem’in himâyesi kendisine verilmiştir.

Meryem, sütten kesilince mâbette ona bir oda tahsis edilir. Âyet-i kerîmede “mihrab” diye târif edilen bu odada, gece-gündüz ibâdet eder. Takvâsı Benî İsrail arasında «darb-ı mesel» olmuştur. Âyet-i kerîmede Allâh Teâlâ şöyle buyurur:

“Ey Meryem! Rabbine ibadet et; secdeye kapan! (O’nun huzurunda) rükû edenlerle beraber Sen de rükû et!..” (Âl-i İmrân, 43)

Bütün bu ibâdet ve senâlarla ruhu, Rahmânî semâlarda zevk ederken, yüreği sessiz bir çırpınışla, karşılaşacağı meşakkatlere hazırlık içindedir. Zira büyük imtihanlar, muazzam bir kalbî güç ve metanet gerektirir. Hele ki, onun bir imtihan olduğunu fark edip sineye çekmek ise, imtihan içre imtihandır. Hiçbir şey boş değil!.. Hakk’a yakarışlarımız, O’nun hoşnutluğuna sebep; bize ise, mânevî kuvvettir.


Peki bu hâl, sadece karşılaşacağı zorluklar için miydi? İnsan, sadece zorluklara göğüs germek için mi yaşar bu tatlı demleri?! Böylesi derin ve müstesnâ rûhâniyet, ardı sıra gelecek bir güzelliğin habercisidir. Hâsılı, insanlara şifa dağıtacak, hastalanmış beden ve ruhlara devâ olacak bir güneşin fecri olacaktır Meryem…

Bir Îsâ nefesliyi taşımak, O’nun madde ve mânâsının hâmili olmak için dolmak lâzımdı. Kelimetullâh’ı doğurmak, mâbedin melekût âlemine uzanan kilidi, kalbi olmaya bağlıydı.

Bilindiği üzere hâmilelik devresinde bir annenin maddî ve mânevî bütün kazançları bebeğe intikal eder. Buna göre nasıl alkol, sigara vs. kullanmak bebeğe zarar veriyorsa, annenin hâlet-i rûhiyesi, duygu ve düşünceleri, aldığı gıdaların helâl veya haram oluşuna göre rûhaniyeti de bebeğe tesir hâlindedir. Birbirinin aynı olmayan varlıklar dahî birbirlerinden maddî ve mânevî etki alabiliyorsa, dokuz ay boyunca her şeyiyle annesinden beslenen bir bebeğin anneden etkilenmemesi mümkün değildir. Bu, pek çoğumuzun da bildiği bir hakikattir.

Yalnız mesele bununla da sınırlı kalmıyor. Anneliğin temelleri, hâmileliğin de öncesinde atılıyor. Daha genç kızlık döneminde kazanılan alışkanlıklara dahî dikkat etmek gerekiyor. Bu yüzden, geleceğin anneleri olan kız çocuklarının nasıl yetiştiği husûsu önem arz ediyor.

Yolculuğumuzun bu kısmı hepimizi bunaltmıştır belki…

“– Bu zamanda ne mümkün?” deyip omuzlarımız düşüvermiştir belki de... Ya da:
“– Biz de bir mâbede mi kapatacağız kendimizi?! Hayattan bütünüyle el-etek çekmeyi mi tercih edeceğiz?!.” deyişinizi duyar gibiyim.

Öncelikle şunu ifade edelim… Hazret-i Meryem kendi zamanına has bir noktayı ifade eden, müstesnâ bir modeldir. Kadının, hiçbir önem arz etmediği, hatta ruhunun olup olmadığı konusunun dahî tartışıldığı bir dönemde, kadın ruhunun Hakk’a yakınlık sahasında aldığı mesafeleri gösteren, bizi gönlümüzün sonsuzluk fezâsıyla tanıştıran bir ufuktur Hazret-i Meryem…

Evet... O’nun gelişim sahası, mekân olarak bir mâbetti… Fakat derinleştiği ve Kur’ânî bir anlam kazandığı saha ise yüreğiydi. “Rabbi, Meryem’in duâsını güzel bir şekilde kabul etti ve O’nu güzel bir çiçek gibi yetiştirdi…” (Âl-i İmrân, 37)


Kemâlât (olgunluk) tohumları atılmayıversin bir, gönül bahçesine... Doyumsuz lezzetlerin sofrasında itmi’nan bulmanın hazzıyla neşv ü nemâ bulur, filizlenir, dal dal olur, uzanır ellerimiz semâya..
Şükre mukabil nîmet, nîmete mukabil şükrün, gönlü tavaf eden seyrinde Rahmânî sofraların konuğu olur Meryem… Hazret-i Zekeriya kendisine yiyecek getirdiği demler, daha mevsimi gelmemiş türlü türlü yiyecekleri onun yanında görür ve hayret ederdi.

“…Zekeriya, O’nun yanına, mâbede her girişinde orada bir yiyecek (rızk) bulur ve:
«– Ey Meryem! Bu Sana nereden geliyor?» der, O da:
«– Bu, Allâh katındandır. Allâh dilediğine sayısız rızık verir!..» karşılığını verirdi.” (Âl-i İmrân, 37)

Hepimiz Rahman’ın esmâ motifleriyle işlediği, kubbesinden muhabbet nûrunun buhur gibi içimize dolduğu kâinât mâbedinin misafirleriyiz. “Mâbeddeki Misafiri”yiz Hazret-i Meryem gibi… Kâinât mâbedinin “mihrab” makamı, kalbiyiz. Gönül kıblegâhı, Rahman’a dönük olanların, Rabbiyle halvet olduğu, dâimî bir beraberlik hazzına ulaştığı ulu bir mâbedin misafirleriyiz.

Hazret-i Meryem’in yürek rotası, ilâhî vuslatın sahillerine yelken açmasaydı, o koca mâbedde, nice âlim bilinen zâtların içinde, garip Meryemciği kim bilecekti?!. Çirkefin içine düşerek kendi elleriyle kitaplarını bozan sözde âlimlere nispetle, onların dünyevî ihtiraslarından âzâde bir Meryem vardı hâlisâne… Bu yüzden Rabbin nazarı, Mâbed’in fark edilmeyen biriciği Hazret-i Meryem’eydi.

Rahmân’ın tekrîmi, daima güzeledir. Güzelliğini muhafaza edenedir. Kimselerin önemsemediği, fark edemediği sır sahiplerinin yârânı, kimsenin bilemediği kadar değer bilendir. Rabbimizin ihsânı, şu ulu mâbedde yalnızlığımıza özdeş bir Meryem gizliyoruz derinliğimizde… Kötülüğe rağmen temiz, sâfiyetini Hakk’a yakınlığından alan bir Meryem kuvvesi var ruhumuzun ötelerinde… Duâ ve niyazı tükenmeyen, şükrünü yitirmeyen, çırpınan, hayatın akışına dalıp pörsümeyen, öz değerlerinin peşi sıra giden bir Meryem vasfı, öylece parlıyor gönül ülkemizde…

“– Bana bak!.. Beni gör artık!..” diyor.

Haydi açıkça yüzleşelim kendimizle… Hasret duymuyor muyuz içimizde mahkûm bıraktığımız değerlerimize? Meryem, biz değil miyiz aslında? İffet ve asâletini, vakar ve zerâfetle taşıyan bir Meryem yok mu içimizde? İnsan; ya kendini bulamadığı, ya da kaybettiği için mahzundur... İçimizdeki sıkıntı, yüreğimizde hapsolan Meryem’in feryâdıdır.
* * *
Haydi, şimdi uzanıp gönül mâbedimize çıkaralım derinliğimizdeki Meryem’i... Semâvî sofraların doyumsuz tatlarını arayalım gecelerde... O’nun mânâ gıdasıyla ruhlarımızı doyuralım bir kez… Bir kez de Îsâ nefesli evlatların hayat veren soluklarını biz büyütelim yüreğimizde… Yâr olsun gönüllerimiz, Rahmân’ın «Kulum!» deyişine... Birazdan şafak sökecek… Bugün Cibril’le karşılaşma vaktidir Meryem için…
Nerede yüreğimiz? Ufkumuz hangi gündönümlerine hâmile...

Şule Kolay
 
Katılım
30 Ara 2007
Mesajlar
32
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Şebnem dergisinde Şule Kolay'ın muhteşem yazılarından... sûkut değil,içimizde bir Meryem Ağlıyor şimdi...
 

mü'HÜR

Ordinaryus
Katılım
19 Eki 2010
Mesajlar
2,563
Tepkime puanı
422
Puanları
0
Yaş
37
Şebnem dergisinde bu yazılara ait iki başlık var sanırım. Birincisi sizin dediğiniz gibi, ikincisi ise; meryem'in gözyaşları...

Zira, yazıyı şebnem dergisinden alıntıladım...
 
Üst