Mektûbât-ı Rabbânî Köşesi...

emustafa

Profesör
Katılım
17 Ağu 2009
Mesajlar
1,782
Tepkime puanı
428
Puanları
0
namaz

Şurası muhakkak olarak bilinmelidir ki, namaz, İslâmın beş şartından ikincisidir. Bütün ibâdetleri kendisinde toplamıştır. İslâmın beşte bir parçası ise de, bu toplayıcılığından dolayı, yalnız başına müslümânlık demek olmuştur.

İnsanı, Allahü teâlânın sevgisine kavuşturacak işlerin birincisi olmuştur. Âlemlerin Efendisi ve Peygamberlerin “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vesselâm” en üstünü olana mi’râc gecesi, Cennette nasîb olan rü’yet şerefi dünyaya indikten sonra, dünyanın hâline uygun olarak, kendisine yalnız namazda müyesser olmuştur. Bunun içindir ki: (Namaz mü’minlerin mi’râcıdır) buyurulmuştur.

Bir hadîs-i şerîfte, (İnsanın Allahü teâlâya en yakın olması namazdadır) buyurulmuştur.


(261.Mektub)



 

emustafa

Profesör
Katılım
17 Ağu 2009
Mesajlar
1,782
Tepkime puanı
428
Puanları
0
namaz- devam


Yüce Rabbimiz, biz kullarına bu dünyada öyle güzel nimetler sunmuş Bizler tüm bu nimetlere şükretmesini bildikten sonra ve bu nimetleri Allah yolunda harcayıp O’nun rızası doğrultusunda sarf ettikten sonra elbette ki, işte o zaman dünya bizim için “Asıl varılacak yer olan Allah katına” ulaşmamız için bir vesile olacaktır. Ve aynı zamanda bize sunulan bu nimetlerin fazlasını da Allah yolunda, muhtaç insanlara dağıttığımızda göreceğiz ki, o asıl varılacak yer olan makama en kısa yoldan ulaşacağız.

Hele bir de Peygamber Efendimizin belirttiği gibi:
“Yorulan bir insanın dinlenmek için bir ağaç dibinde gölgelendiği yer kadar kısa olan bir mekân” olan bu dünya hayatımızda mal mülk edinme hevesine kapılmayıp, ihtiyacımızdan fazlasını biriktirmeyip, saklamadığımızda ve tüm biriktirdiklerimizin bu dünyada kalacağını, Allah’a ulaşmayacağını, bu dünya nasıl yerle bir olacaksa, tüm biriktirdiklerimizin de yerle bir olacağını anladığımızda işlerimiz daha da kolaylaşacak ve bu dünyada bulunuş gayemiz netleşecektir.

“Asıl varılacak yer olan Allah katına” ise, bizleri şu anda içinde bulunduğumuz dünya hayatına yüklediğimiz değerler ulaştıracaktır. Zira bizleri Allah katına ulaştıracak olan, içinde bulunduğumuz dünyadır. İnsan cenneti de cehennemi de bu dünyada kazanmaktadır, işlemiş olduğu amellere göre… Hâl böyle olunca, içinde yaşadığı dünyayı ve kendi hayatını cennete çeviremeyen, cennet bahçelerinden bir bahçeye dönüştüremeyen bir insanın varılacak en güzel yer olan Allah katından medet umması, aldanmadan öte bir şey değildir.

(261.Mektub)




 

emustafa

Profesör
Katılım
17 Ağu 2009
Mesajlar
1,782
Tepkime puanı
428
Puanları
0
namaz- devam

Dünya hayatının geçiciliğini Allahu Teâlâ kullarına Kur’an-ı Kerîm’de geçen birçok âyette bildirmiş, sevgili Peygamberimiz ise birçok hadis ile insanlara bu dünyanın fâniliğini haber vermiştir. Bu âyetler ve hadisler ışığında kendini dünya malına, zevkine, tasasına kaptırmadan, Allahu Teâlâ’ya dönen ve gerçek hayatın âhiret olduğuna, dünyanın ise geçici bir mekân, imtihan yeri olduğuna inanan insanlar Allahu Teâlâ’ya iman eden gerçek mü’minlerdir. Bu mü’minler, dünyanın tadından zevkinden güzelliğinden yettiğince tattığı gibi ahret
iman gerçeğini anlayarak, tadarak, yaşayarak asıl zenginliğin, asıl güzelliklerin, asıl olan mekânda yani âhirette kazanılacağını bildikleri için Allah tarafından varılacak en güzel mekân olan “Allah katı” ile müjdelenmektedirler. Allahu Teâlâ’nın bu müjdesiyle şereflenmek isteyen kulları, kendilerine verilen bu dünyayı, nefsinin istekleri ve şeytanın hilesinden uzak kalarak Allah katında gerçek mü’min olma gayretindedirler. Onlar, Allah’tan gelene razıdırlar. Bu dünyadaki zenginliğe heves etmekleri gibi yokluklara ve fakirliğe de katlanarak mükâfatını Rablerinden beklerler. Bilirler ki, tüm kazanılanlar ancak Rabbimizin bize sunmuş olduklarıdır. Ve ancak Rabbimizin katındadır.


(261.Mektub)
 

emustafa

Profesör
Katılım
17 Ağu 2009
Mesajlar
1,782
Tepkime puanı
428
Puanları
0
namaz- devam



Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem: “Sizler benim bildiklerimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız. Dünya gözlerinizdeki bütün değerini kaybederdi.” buyurmuştur.
Ebû Derdâ, bu hadisi aktardıktan sonra şöyle devam eder:
“Şayet sizler benim bildiğimi bilseydiniz, dağlara çıkar hüngür hüngür ağlardınız. Dönmemek üzere mallarınızı bekçisiz bırakırdınız. Fakat tükenmez ümitler, kalbinizden âhiret düşüncesini aldı. Bütün ümitleriniz, dünyanın nimetleri oldu. Hayvanlar gibi başınıza gelecekleri bilmeyecek kadar kör oldunuz. Sizler din kardeşi olmanıza rağmen neden birbirinizi sevip nasihat etmiyorsunuz?! Sizleri birbirinize düşüren, çirkin duygularınızdır. Sizler neden birbirlerinizi dünya işlerinde uyarırken, âhiret işlerinde uyarmıyorsunuz? Hatta sevdiğiniz kişiye dahi âhiretle ilgili öğüt vermiyorsunuz?


Bunlar kalplerinizdeki imanın zayıflığının delilidir. Âhirette elde edeceğinize, dünyada kazandıklarınıza inandığınız gibi inansanız, âhiretin arkasında gitmekten dünyaya fırsat bulamazsınız. Belki de hiçbir zaman ulaşamayacağınız hevesler için türlü sıkıntılara giriyor, değişik cürümleri uyguluyorsunuz. Ne kadar fenalaşmışsınız ki, içinizdeki imanınızın etkisini kaybetmişsiniz?

Şayet Muhammed’in getirdiğinden şüpheniz varsa, bize gelin, sizi aydınlatalım. Kalbinizdeki şüpheyi giderelim. Sizler akılsız insanlar değilsiniz ki, sizleri mazur görelim! Dünya hayatınızla ilgili davranışlarınızda doğru kararlar alıyorsunuz. Sizler neden dünyada elde ettiğiniz kârlardan dolayı seviniyor, kaybettiklerinizden dolayı hüzünleniyorsunuz? Bunları yüz hatlarınızla ifade etmekle yetinmiyor, dillerinizle de söylüyorsunuz! İşleriniz biraz aksi gitse, belâ geldi diye yakınıyorsunuz. Diğer yandan dininizde ağır kayıplar vermenize rağmen umursamıyor ve üzülmüyorsunuz! Allah’a yemin ederim ki, Allah sizinle olan ilişkisini kesmiştir. Neden derseniz, sizler dostlarınıza ve dost olmadıklarınıza nasıl davrandığınızı bilmiyor musunuz? Şayet Resûlullah yaşasaydı, sizin bu yaptıklarınıza kesinlikle müsaade etmezdi. Şayet içinizde hayra dönme meyli olanlarınız varsa, ben size her şeyi anlattım. Âhiret hayatını, dünya nimetlerinden yüz çevirmeyi istiyorsanız, bunu başarırsınız. Allah’ın yardımı üzerinize olsun!”


(261.Mektub)

 

dostluk

Kıdemli Üye
Katılım
18 Haz 2007
Mesajlar
5,663
Tepkime puanı
304
Puanları
0
Yaş
50
Konum
istanbul
Mektubatı Rabbani 32'nci Mektup dan

Süâl: Sığınağımızın, yüksek rehberimizin nisbeti değişmemişdir. Ya’nî artmamış ve azalmamış diyorsunuz.

Cevâb: Efendim! Tekmîl-i sınâ’at, telâhuk-ı efkâr iledir. Ya’nî san’atların ilerlemesi, fikrlerin, düşüncelerin birbirlerine eklenmesi ile olur.


Sibeveyh tarafından kurulmuş olan Nahv bilgisi, sonra gelenlerin düşünceleri ile binlerce kat çoğalmışdır. Çoğalmadan, olduğu gibi kalması, noksanlık olur.

Hâce Behâeddîn-i Nakşibend hazretlerinin nisbeti, hâce Abdülhâlık hazretleri zemânında yok idi “kaddesallahü sirrehümâ”. Her zemân da böyle olmuşdur. Bundan başka, yüksek hocamız Bâkî-billah hazretleri “rahmetullahi aleyh”, bu nisbeti olgunlaşdırmak istiyordu, temâm olmamış biliyordu. Eğer dahâ yaşasaydı, ALLAHü teâlânın irâdesi ile, bu nisbeti kim bilir nereye kadar yükseltecekdi. Bunun yükseltilmemesi için uğraşmak doğru değildir. Fakîr, bu nisbetin değişmeden nasıl kalacağını bilemiyorum. Sizdeki nisbet bile başkadır. Onların nisbetine hiç benzememekdedir. Bu sözümüz, onların yüksek huzûrunda çok söylenmişdi. Şeyh İlâhdâd fakîri, nisbetin ne olduğunu nereden bilmekdedir? Kalbinde bir parça huzûr vardır. Ne hâlde olduğunu başkaları da bilmekdedir. O nisbeti kendisine veren kimdir? Bunları bana bildiriniz. Böylece bu fakîr de kendisine yardımda bulunayım.

Rü’yâlara güvenmeyiniz! Çünki, çoğu hayâl ile görülmekdedir, doğru olmazlar. Şeytân, kuvvetli düşmandır. Onun aldatmasından kurtulmak güçdür. Ancak, ALLAHü teâlânın koruduğu seçilmiş kimseler kurtulur.

Süâl: Kazanılmış olan nisbetlerin geri alınmasını soruyorsunuz?

Cevâb: Efendim! O nisbeti geri almakda rehberin ihtiyârı, irâdesi olmaz. Birlikde iken de söylemişdim. O hâl, şimdi de öyledir, yok olmamışdır. Yok oldu sanmak doğru değildir. Kalbden işitdiğiniz sesin de, bununla bir ilişiği yokdur. Ateşin külü soğuyunca ve içinde ateş kalmayınca da, üzerine su dökülürse, ateşe dökmüş gibi ses çıkarır. Sesi duyunca, külün içinde ateş kalmışdır demek doğru olmaz. Yine söylüyorum, rü’yâlara kıymet vermeyiniz! Bu sözüm, bugün sizden gizli ise, yarın inşâALLAHü teâlâ belli olacakdır. Mektûbunuzda üzerine çok düşmüş olduğunuz için, cevâbını bildirmeğe mecbûr kaldım. Yoksa, sebeb olmadan bir şey yazılamıyor.

 

Hamra_

Profesör
Katılım
17 Ağu 2009
Mesajlar
950
Tepkime puanı
229
Puanları
0
Ramazan Ayı...

Lutf etdiğiniz kıymetli mektûb, bizleri mubârek Ramezân ayında şereflendirdi. Bunun için, bu büyük ayın üstünlüklerinden birkaç satır yazmak hâtırıma geldi:

Mubârek Ramezân ayı, çok şereflidir. Bu ayda yapılan, nâfile nemâz, zikr, sadaka ve bütün nâfile ibâdetlere verilen sevâb, başka aylarda yapılan farzlar gibidir. Bu ayda yapılan bir farz, başka aylarda yapılan yetmiş farz gibidir. Bu ayda bir orucluya iftâr verenin günâhları afv olur. Cehennemden âzâd olur. O oruclunun sevâbı kadar, ayrıca buna da sevâb verilir. O oruclunun sevâbı hiç azalmaz. Bu ayda, emri altında bulunanların, işlerini hafîfleten, onların ibâdet etmelerine kolaylık gösteren âmirler de afv olur. Cehennemden âzâd olur. Ramezân-ı şerîf ayında, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, esîrleri âzâd eder, her istenilen şeyi verirdi. Bu ayda ibâdet ve iyi iş yapabilenlere, bütün sene bu işleri yapmak nasîb olur. Bu aya saygısızlık edenin, günâh işliyenin bütün senesi, günâh işlemekle geçer. [Bu ayı fırsat bilmelidir.] Elden geldiği kadar ibâdet etmelidir. Allahü teâlânın râzı olduğu işleri yapmalıdır. Bu ayı, âhıreti kazanmak için fırsat bilmelidir. Kur’ân-ı kerîm, Ramezânda indi. Kadr gecesi, bu aydadır. Ramezân-ı şerîfde, iftârı erken yapmak, sahûru geç yapmak sünnetdir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bu iki sünneti yapmağa çok önem verirdi. İftârda acele etmek ve sahûru gecikdirmek, belki insanın aczini, yiyip içmeğe ve dolayısı ile herşeye muhtâc olduğunu göstermekdedir. İbâdet etmek de zâten bu demekdir.Hurma ile iftâr etmek sünnetdir. İftâr edince, (Zehebez-zama’ vebtellet-il urûk ve sebet-el-ecr inşâallahü teâlâ) düâsını okumak, terâvîh kılmak ve hatm okumak mühim sünnetdir.

Bu ayda, her gece, Cehenneme girmesi gereken, binlerce müslimân afv olur, âzâd olur. Bu ayda, Cennet kapıları açılır. Cehennem kapıları kapanır. Şeytânlar, zincirlere bağlanır. Rahmet kapıları açılır. Allahü teâlâ, bu mubârek ayda Onun şânına yakışacak, kulluk yapmağı ve Rabbimizin râzı olduğu, beğendiği yolda bulunmağı, hepimize nasîb eylesin! Âmîn.


45.Mektup('tan)...
 

nur_eslem

münzevi...
Katılım
30 May 2008
Mesajlar
1,131
Tepkime puanı
287
Puanları
0
Konum
....
203. Mektup Allah yolunda olanların yanında bulunmayı övmekdedir

Bu mektûb, molla Hüseyne yazılmışdır.
Allah yolunda olanların yanında bulunmağı övmekdedir:
Allahü teâlâ, hâllerinizi güzel eylesin. İşlerinizi fâideli eylesin! Maksadlarınızı ıslâh eylesin! Şerefli mektûbunuz geldi. Sevgilerinizi bildirdiği için bizleri çok sevindirdi. Allahü teâlâ, bu yolun büyüklerine olan sevginizi artdırsın! Onlara bağlılık arzûsunu, ömrünüzün sermâyesi yapsın! Hadîs-i şerîfde, (El-mer'ü mea men ehabbe) buyuruldu ki, (Kişi, sevdiği ile berâberdir) demekdir. Bu büyükleri seven, onlarla berâber olur. Onlarla berâber olan, şakî olmakdan korunmuş olur. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (İnsanların yapdıklarını yazan meleklerden başka melekler de vardır. Yollarda, sokak başlarında dolaşırlar. Allahü teâlâyı zikr edenleri ararlar. Zikr edenleri bulunca, birbirlerine seslenirler. Buraya geliniz, buraya geliniz derler. Kanadları ile, onları sararlar. O kadar çokdurlar ki, göke varırlar. Kullarının her işini bilici olan Allahü teâlâ, meleklere sorarak: Kullarımı nasıl buldunuz, buyurur? Yâ Rabbî! Sana hamd ve senâ ediyorlar ve senin büyüklüğünü söylüyorlar ve senin ayblardan ve kusûrlardan temiz olduğunu söylüyorlar, derler. Onlar, beni gördüler mi, buyurur? Hayır görmediler, derler. Görselerdi, nasıl olurlardı, buyurur? Dahâ çok hamd ederlerdi ve dahâ çok tesbîh ederlerdi ve dahâ çok tekbîr söylerlerdi, derler. Onlar, benden ne istiyorlar, buyurur? Yâ Rabbî! Cennetini istiyorlar, derler. Onlar, Cenneti gördüler mi, buyurur? Görmediler, derler. Görselerdi, nasıl olurlardı, buyurur? Dahâ çok yalvarırlardı, dahâ çok isterlerdi. Yâ Rabbî! Bu kulların Cehennemden korkuyorlar. Sana sığınıyorlar, derler. Onlar Cehennemi gördüler mi, buyurur? Hayır görmediler, derler. Görselerdi, nasıl olurlardı, buyurur? Görselerdi, dahâ çok yalvarırlardı ve ondan kurtulmak yoluna dahâ çok sarılırlardı, derler. Allahü teâlâ, meleklere, şâhid olunuz ki, onların hepsini afv eyledim, buyurur. Yâ Rabbî! O zikr edenlerin yanında, filân kimse zikr etmek için gelmemişdi. Dünyâ çıkarı için gelmişdi, derler. Onlar benim müsâfirlerimdir. Beni zikr edenlerle berâberim. Onların yanında bulunanlar da, zarar etmezler, buyurur). Bu hadîs-i şerîf ve yukarıda bildirdiğimiz (Kişi, sevdiği ile berâberdir) hadîs-i şerîfi gösteriyorlar ki, bu büyükleri sevenler, bunlarla berâberdirler. Bunlarla berâber olanlar, kazançlı olurlar. Allahü teâlâ, bizi ve sizleri, bu büyükleri sevenlerden eylesin! Sevgili Peygamberi, ümmî ve hâşimî olan Muhammed (s.a.v) hurmetine düâmızı kabûl buyursun! Âmîn.
Şeyh İlahdâdın mektûbunda, kendinizden haber veriyorsunuz. Böyle ademler, yanî yokluklar, tâliblerde çok görülmekdedir. Çok çalışınız. Ele geçenlerle doymayınız!
Fârisî beyt tercemesi:
Çok cilve var, aranan sevgilide,
Kavuşdum sanma, bir cilve görünce!

Bu büyüklerle birlikde bulunmak, en fâideli şeylerdendir. Allahü teâlâ, bunların sohbetine kavuşdursun! Fârisî beyt tercemesi:
Aşk serhoşlarîle bulun, mey yoksa da, koku geçer.
Koku da bulunmaz ammâ, onları görmek de yeter.

Gece gündüz karşısında bulunduğunuz büyük hazretden aldığınız yola sarılınız. (Allah) mubârek ismini, hiçbirşey düşünmiyerek, kalbinizden geçiriniz! Hâzır ve nâzır olduğunu da düşünmeyiniz! Sıfatlarından hiçbirini hâtırınıza getirmeyiniz. Yüreğinizin bulunduğu yerde, gönülde (Allah) ismini hep bulundurunuz! Çok lâzım olan bilgiler, yazmakla anlaşılamaz. Anlatmak lâzımdır. Buluşursak, bildirilir. Buluşuncıya kadar, elinize geçenleri yazınız. Onları okumak, uzakdan teveccühe sebeb olur. Vesselâm.
Vefâsızdır, ey denî dünyâ senin her nimetin!
Ecel fırtınaları, mahv eyliyor her rifatın.
 

emustafa

Profesör
Katılım
17 Ağu 2009
Mesajlar
1,782
Tepkime puanı
428
Puanları
0
Ezân Kelimelerinin Manâları (303. Mektub)

Bu mektûb, müezzin hâcı Yûsüfa yazılmıştır.
Ezân kelimelerinin manâlarını bildirmektedir:

Evvelâ Allahü teâlâya hamd ederim! Sevgili Peygamberine salevât eder, iyilikler dilerim! Biliniz ki, ezânın kelimeleri yedidir:

ALLAHÜ EKBER: Allahü teâlâ, büyükdür. Ona birşey lâzım değildir. Kullarının ibâdetlerine de muhtâc olmakdan büyükdür. İbâdetlerin, Ona hiç bir fâydası yokdur. Bu mühim manâyı, zihnlerde iyi yerleşdirmek için, bu kelime, dört kerre söylenir.

EŞHEDÜ EN LÂ İLÂHE İLLALLAH: Kibriyâsı, büyüklüğü ile ve kimsenin ibâdetine muhtâc olmadığı hâlde, ibâdet olunmağa Ondan başka kimsenin hakkı olmadığına şehâdet eder, elbette inanırım. Hiçbirşey Ona benzemez.

EŞHEDÜ ENNE MUHAMMEDEN RESÛLULLAH: Muhammedin (aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm), Onun gönderdiği Peygamberi olduğuna, Onun istediği ibâdetlerin yolunu bildirici olduğuna ve Allahü teâlâya, ancak Onun bildirdiği, gösterdiği ibâdetlerin, yaraşır olduğuna şehâdet eder, inanırım.

HAYYE ALESSALÂH, HAYYE ALELFELÂH: Müminleri, felâha, seâdete, kurtuluşa sebeb olan, nemâza çağıran iki kelimedir.

ALLAHÜ EKBER: Ona lâyık bir ibâdeti kimse yapamaz. Herhangi bir kimsenin ibâdetinin Ona lâyık, yakışır olmasından, çok büyükdür, çok uzakdır.

LÂ İLÂHE İLLALLAH: İbâdete, karşısında alçalmağa müstehak olan, hakkı olan ancak Odur. Ona lâyık bir ibâdeti kimse yapamamakla berâber, Ondan başka kimsenin ibâdet olunmağa hakkı yokdur.

Nemâzın şerefinin büyüklüğünü, onu herkese haber vermek için seçilmiş olan, bu kelimelerin büyüklüğünden anlamalıdır.

(Fârisî mısra tercemesi):
Senenin bereketi, behârından belli olur.

Yâ Rabbî! Peygamberlerin efendisi, en üstünü hurmetine ve şerefine (aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât) bizleri, istediğin gibi namâz kılanlardan ve azâbından kurtulanlardan eyle! Âmîn.
 
Katılım
20 Eyl 2009
Mesajlar
23
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Tasavvuf'un Gâyesi

Bilmiş ol ki,
Tasavvuf mertebelerinde mesafe kat etmekten gaye, nefsin huzur bulmasıyla alakalı olan gerçek imanı yakalamaktır. Nefis, mutmainne (huzura eren) olmadıktan sonra, kurtuluş düşünülemez. Nefsin mutmainn olabilmesi için de, kalbin onu kontrol ve idare etmesi gerek. Kalbin onu kontrol edebilmesi ise, kalbin nefisten gelebilecek bütün her şeyden boş olup Hak Teâlâ'dan gayrı şeylerle alaka kurmaktan kurtulmasıyla mümkündür. Kalbin Hak Teâlâ'dan gayri şeylerle alaka kurmaktan kurtulmasının alameti ise, O'ndan başka her şeyi unutmasıdır. Öyle ki; Allah'dan başka herhangi bir şeyi kıl kadar düşünecek olsa, kurtuluşu elde edememiş demektir.

Öyleyse, kalbini Mevlâsına teslim edenlere ne mutlu!.. Kalp, selamete erene dek çalışmak gerekiyor. Tâ ki iş, nefsin mutmainne (huzura eren) oluşuna varabilsin.

'Bu Allah'ın bir ihsanıdır ki, onu dilediğine verir. Allah (c.c.), büyük ihsan sahibidir.' (Cuma, 4)


(161. Mektup)

Bu yazı ışığında rabıta hakkında ne dersiniz?
Namazda bile şeyhini göz önünde buluınduran,zihninde canlandıran kişi kalbini mevlasına teslim etmiş olur mu?
 

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
Bu yazı ışığında rabıta hakkında ne dersiniz?
Namazda bile şeyhini göz önünde buluınduran,zihninde canlandıran kişi kalbini mevlasına teslim etmiş olur mu?

El-Cevab : Teslim etmiş ve teslim olmuş olur. Namazda, kalb ine ve aklına her türlü havatır ve dünyevi düşünce gelen senin namazın namaz oluyor da, yani kimse sana böyle bir ahvalde olduğun halde Allah'a tam teslim oldun mu diye bir soru sormuyor da, bir evliyâullahı düşünmekle ve hatıra getirmekle, kalbin Mevlâ'ya teslim edilmesi elbetteki çok daha faydalı bir durumdur.Başka sorun !
 

emustafa

Profesör
Katılım
17 Ağu 2009
Mesajlar
1,782
Tepkime puanı
428
Puanları
0
ALTMIŞINCI MEKTÛB
Bu mektûb, yine seyyid Mahmûda yazılmış olup,

Allahü teâlâdan başka, birşey düşünmemeği bildirmekdedir
Hak teâlâ, hepimizi, her an kendinin esîri olmak şerefine kavuşdursun! Hakîkî kurtuluş, Ona esîr olmak, tutulmakdır. Ondan başka birşey düşünmemek, hâtıra birşey getirmemek, büyüklerimizin yolunda, pek kolay hâsıl olmakdadır. Hattâ, bu yolun büyüklerinden birkaçı, kırk gün çile çekmiş, kırk gün sonra, hâtırlarına dünyâ düşünceleri gelmez olmuşdur.

Hâce-i Ahrâr (kaddesallahü teâlâ sirreh) buyurdu ki,


  • Yok edilmesi lâzım gelen, dünyâ düşünceleri, dâimâ Allahü teâlâ ile olmağa mâni olan düşüncelerdir. Yoksa bütün düşünceleri yok etmek lâzım değildir.
Bu büyüklerin sevgisi ile dolu olan bir dervîş, (Rabbinin nimetlerini say!) emrine uyarak, kendi hâlini şöyle bildirir ki,

kalbden, düşünceler, o kadar yok olmuşdur ki, mesel bu kalbin sâhibi Nûh aleyhisselâmın ömrü kadar yaşasa, bu kadar zemânda kalbine bir düşünce gelmez. Bunun için uğraşmasına lüzûm olmaz. Çünki, uğraşmakla olan şey, devâmlı olmaz. Belki kalbine bir düşünce getirmek için senelerle uğraşsa, getiremez.

Çile çekmek, uğraşmak demekdir. Uğraşmak, tarîkatda olur. Hakîkat ise güçlük çekmekden, uğraşmakdan kurtulmakdır. (Yâd-i gird) tarîkatda olur. (Yâd-i dâşt) hakîkatdadır.

Düşüncelerin yok edilmesi, uğraşmakla olursa, devâm edemez. On gün, kırk gün, bir yerde kapanıp çile çekmekle, düşünceler, devâmlı yok edilemez ve Allahü teâlâ ile berâberlik, devâmlı olamaz. Çünki, uğraşmak tarîkatda olur. Tarîkatda kazanılanlar ise, devâmlı olamaz, tükenir. Hakîkatda devâm bulunmasına sebeb, hakîkatda, uğraşmak olmadığı içindir. Uğraşmak bulunan bir mertebede, yolcuya, dünyâ düşüncesi gelince, Allahü teâlâya olan teveccühü, bağlılığı bozar. Bu yolun başında bulunan yocularda hâsıl olan, devâmlı teveccüh, başkadır. Yukarda bildirilen devâmlı teveccühe (Yâd-i dâşt) denir ki, en yüksek mertebedir.

Hâce Abdülhâlık-ı Goncdevânî k.s. buyurdu ki,


  • Yâd-i dâştdan sonra, mertebe yokdur, ötesi cehâletdir.
Tesavvuf hâllerini anlatmağa sebeb, bu yolun talebesini teşvîkdir. Evet, bu yola inanmıyanın, bu yazılara, boş lâf diyeceğini biliyoruz. Bazılarına doğru yolu gösterir. Bazılarının da, büsbütün sapıtmasına sebeb olur.
Fârisî iki beyt tercemesi:
Masal diye okuyan için, masaldır.
Kıymetini anlıyana, tükenmez hazînedir.
Nil nehri çingeneye kan göründü.
Mûsâ aleyhisselâma ise, sâf sudur.
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
0
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 534. Mektup

MEVZUU : Yüce Mukaddes Hakka ulaştıran yolun iki olduğunun beyanı..
***

NOT: İMAM-I RABBANİ Hz. bu mektubu, Nur Muhammed'e yazmıştır.

***
Rahman Rahim Allah'ın adı ile.. Allah'a hamd olsun.. Onun seçilmiş kullarına da selâm..
***

Yüce Mukaddes Cenab-ı Hakka ulaştıran yol ikidir..

BİRİNCİSİ: Kurb-ü nübüvvete taalluk eden yoldur.. Nübüvvet erbabına salât ve tahiyyet..
Bu yol, asim da aslına ulaştırır..
Asaleten bu yoldan ulaşanlar, enbiyadır. Onlara salât ve selâm.. Bir de onların ashab-ı kiramı..
Bir de, Ümmetin büyük evliyasından diğerleridir yani: Kendisi için murad edilenler.. İsterse bu zümre, az; hatta azdan daha az olsunlar..
Bu yolda tavassut ve hail yoktur. Bu büyük vasıllardan her kim feyz alacak ise., asıldan alır. Hem de hiç kimsenin tavassutu olmadan..
Sonra, bunların biri, diğerine hail de olmaz..

İKİNCİ YOL: Kurb-ü velayettir. Aktab, evtad, büdelâ, nüceba ve Allah-ü Taâlâ'nın umum velî kullan bu yoldan vâsıl olurlar..
Sülüktariki da bu yoldan ibarettir. Hatta bilinen cezbe dahi, bu yola dahildir.
Burada tavassut ve hail olma durumu vardır.
Bu yoldan vâsıl olanların muktedası, reisi, o büyüklerin feyiz kaynağı Hazret-i Ali Murtaza'dır. Allah ondan razı olsun.. Bu şanı büyük mansıp ona taalluk eder.
Resulüllâh S.A. efendimizin mübarek ayağı, onun mübarek başı üzerinde gibidir.
Hazret-i Fatıma, Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin dahi; bu makamda onunla ortaktırlar.
Zarınım o ki: Hazret-i Ali r.a. unsurî hayatın başlamasından evvel, bu makamın MELÂZ'ı (M E L A Z : Sığınılacak ve baş vurulacak yer, makam manasınadır.. Ancak, bu tabiri; Müstakimzade'nin tercümesinde: ? Mülâzım.. Diye geçer.. Bunun manası da: ? Devamlısı, görevlisi.. Sahibi.. Olabilir.. Her iki mana da yerinde sayılabilir.) idi.. Nitekim, unsurî hayatın başlamasından sonra da; bu yoldan her kime bir feyiz ve hidayet ulaştı ise., onun tavassutu ile ulaşmıştır.
Zira o: Bu yolun son noktasındadır. Bu yolun merkezi dahi, ona mütaalliktir.
Vaktaki, onun devri tamam oldu; bu kadri^ yüce mansıbı; sırası ile, oğullan Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin'e teslim edip bıraktı.. Allah onlardan razı olsun..
O ikisinden sonra da, tertib ve tafsil ile on iki imamdan her birine geçti..
Bu büyüklerin yaşadıkları asırlarda, hatta ebedî âleme irtihallerinden sonra, her kime bir feyiz ve hidayet ulaştıysa.. bunların tavassutu ve onların heylulet durumu ile ulaştı.. İsterse, kutuplardan ve vaktin nücebasından olsun..
Bütünün sığmağı ve hepsinin mel .bu büyüklerdir. Zira, etrafın mutlaka merkeze katılması gereklidir.
Taa, sıra Şeyh Abdülkadir Geylânî Hazretlerine gelinceye kadar.. Allah onun sırrının kudsiyetini artırsın.. Sıra kendisine gelince, anlatılan bu mansıp ona bırakıldı.. Sırrı mukaddes olsun..
Bu merkez üzerinde, anlatılan imamlarla, Şeyh (Abdülkadir Geylânî Hz.) arasında hiç kimse müşahede olunmamaktadır. Allah sırrının kudsiyetini artırsın..

Şu anlaşılmaktadır ki: Nücebadan olsun; kutuplardan olsun.. her kime feyizlerin ve bereketlerin ulaşması var ise., onun (Abdülkadir Geylânî Hz. nin) mübarek tavassutu ile ulaşmaktadır. Çünkü: Bu merkez, ondan başkasına müyesser olmadı.. Bundandır ki, şu şiiri söylemiştir:

Battı güneşleri evvelkilerin, güneşimiz; Ebedîdir, ufuklar üzeredir sesimiz.

Burada:
? Güneş..
Tabirindenm murad, hidayet ve irşad feyizlerinin güneşidir. Onun:
? Battı..
Tabirinden murad ise.. anlatılan feyzin olmayışıdır.
Önceleri, evvelkilere taalluk eden muamele; vücuda geldikten sonra, Şeyh'e (Abdülkadir Geylânî Hz. ne) taalluk edince; irşadın ve hidayetin ulaşmasına bir vasıta oldu.. Tıpkı: Kendisinden evvelkilerde olduğu gibi.. Feyzin vusulü dahi, aynı şekilde onun tavassutu ile olmaktadır. Tavassut muamelesi baki kaldıkça, onun üstte geçen şiirdeki kavli doğrudur. Yani: Şu şiirindeki:
Battı güneşi evvelkilerin, güneşimiz; Ebedîdir, ufuklar üzeredir sesimiz.
***
Yukarıda anlatılan manaya göre, şöyle bir soru sorulabilir:
? Üstteki hüküm, MÜCEDDİD-İ ELF-İ SANİ manasını nakzetmektedir. İkinci cild mektuplarından birine (İkinci cilt, 4. mektup) MÜCEDDİD-Î ELF-İ SANl manası beyanında şöyle dere edilmişti:
? O müddet içinde, ümmete feyiz çeşitlerinden her ne gelir ise., ancak onun tavassutu ile gelir.. Bu vakitte, kutuplar, evtad, büdelâ, nüceba müsavidir.
Bu soruya cevab olarak şöyle derim:
? Bu makamda, MÜCEDDlD-İ ELF, Hazret-i Şeyh'in (Abdülkadir Geylânî Hz. nin) yerine naibdir. (Yani: Vekili..) Allah sırrının kudsiyetini artırsın.. Bu muamele dahi, Hazret-i Şeyh'e niyabeten yapılmaktadır. Nitekim, bu manada şöyle demişlerdir:
? Ayın nuru, güneşin nurundan istifade yollu gelmiştir.. Durum, böyle olunca, bir mahzur yoktur.
***
Burada bir başka soru da şöyle sorulabilir:
? İş müşkil oldu.. Yani: Anlatılan duruma göre, MÜCEDDlD-İ ELF manası.. Zira, anlatılan müddet içinde İsa aleyhisselâm inecek; Mehdi aleyhirrıdvan zuhur edecek.. Yani: O müddet içinde.. Bunların muamelesi dahi, her hangi birinin tavassutu ile feyz almaktan yana üstün ve âlâdır..
Bunun için şu cevabı veririm:
? Tavassut muamelesi, anlatılan iki yoldan ikincisine bağlıdır. Bu dahi, kurb-ü velayetten ibarettir..
Birinci yol ise.. kurb-ü nübüvvetten ibarettir. Tavassut muamelesi orada yoktur. Her kim bu yoldan vâsıl olur ise., onun için arada bir hail ve bir vasıta yoktur. Hatta o, feyizleri ve bereketleri her hangi bir kimsenin tavassutu olmadan alır.. Zira tavassut vehail, ancak diğer yoldadır. Bu yerin muamelesi ise.. diğerinden ayrıdır. Nitekim bu mana daha önce de anlatıldı.
Îsa aleyhisselâm ve Mehdi aleyhirıdvan ise.. birinci yoldan vâsıl olmaktadırlar..
Nitekim Şeyheyn (Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer) ?Allah onlardan razı olsun? dahi, Resulüllah S.A. efendimizin zımnında birinci yoldan vâsıl olmaktadırlar. Değişik derecelerine göre, onların orada hususî makamları vardır. Allah onlardan razı olsun..
***

BİR T E N B İ H ..

Şunun da bilinmesi yerinde olur ki..
Bir şahsın, kurb-ü velayet yolundan kurb-ü nübüvvete ulaşması sahih olur.. Bu durumda, her iki muameleye de ortaklığı olur.. Enbiyaya uyduluğu ile kendisine, orada bir mahal ihsan edilir.. Onlara salât ve selâm olsun.. Bu durumda, her iki yolun muamelesi dahi, ona bağlı olur..

Bir şiir:
Allah'a ne zorluğu olur; Alemi bîr şahsa oldurur..

Bir âyet-i kerime meali:
? «Bu, Allah'ın fazlıdır; onu dilediğine verir.. Ve.. Allah büyük fazlın sahibidir..» (62/4)
***

?
«izzet sahibi Rabbm, onların isnad ettikleri vasıflardan yana pek yüce ve münezzehtir. Gönderilen peygamberlere selâm.. Âlemlerin Rabbı Allah'a hamd olsun..» (37/180 -182)

***
Âlemlerin Rabbı Allah'a ham dolsun.. Allah-ü Taâlâ, Resullerin efendisi Muhammed'e, tümden âline ve ashabına salât eylesin..
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
0
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 533. Mektup

533. MEKTUP
MEVZUU: Hakikat-ı Muhammediye... (Allahu Teala, ona salât ve selâm eylesin)
NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Mevlâna Hasan Dehli'ye yazmıştır.
***
Rahman ve Rahim Allah'ın adı ile...
Allah'a hamd olsun. Selâm onun seçilmiş kullarına.
Bilesin ki,
Hakikat-ı Muhammediye, ilk zuhurdur ve hakikatlar hakikatidir. Şu manaya ki: Melâike-i izamın hakikatleri olsun, enbiya-i kiramın hakikatleri olsun; sair hakikatlerin tümü, onun hakikatinin zılâlidir. Hepsine salât ve selâm. Zira o, bütün hakikatlerin aslıdır.
Anlatılan manalarda, Resulullah (sav) Efendimizin şu hadis-i şerifleri vardır:
"Allahu Teala, evvelâ nurumu yarattı."
"Allah'ın nurundan yaratıldım; mü'minler dahi benim nurumdan yaratıldı."
Zaruri olarak, o hakikat, sair hakikatlerle Hak arasında bulunmaktadır. Bir kimsenin, matluba vusulü dahi, onun tavassutu olmadan muhaldir. Ona ve âline salât ve selâm olsun.
O, resullerin ve nebilerin nebisidir. Onun irsali, alemlere rahmettir.
Anlatılan manadandır ki, kendilerinde asalet olmasına rağmen, ülü'l-azm enbiya onun tebaiyetini ve ümmeti arasına girmeyi temenni etmiştir. Nitekim, bu mana, bizzat kendisinden varid olmuş. Resulullah (sav) Efendimiz ve onlara salât ve selâm olsun.
***
Burada şöyle bir soru sorulabilir:
-Enbiyanın onun ümmetinden olması hangi kemale bağlıdır; kendilerinde nübüvvet devleti bulunmamasına rağmen, bu kemal onlara müyesser olmamıştır.
Buna cevap olarak şöyle derim:
-Bu kemal, hakikatler hakikatına vusuldür; onunla ittihaddır. Gerek vusul, gerekse ittihad tebaiyete ve verasete bağlıdır. Hatta, her ikisi de, yüce Allah'ın fazlına kalmıştır. Zira bunlar, havasın dahi hası olanların nasibidir. Yani Resulullah (sav) Efendimizin ümmetinden.
Onun ümmetinden olmayan, anlatılan devlete eremez. Onun hakkında hicap dahi kalkmaz. Zira bu, ittihad yolu ile müyesser olur. Herhalde, anlatılan mana dolayısı ile Allahu Teala, şöyle buyurdu:
"Siz hayırlı ümmetsiniz."(3/110)
Ona ve âline salât ve selâm olsun; Resulullah (sav) Efendimiz, enbiya-i kiramın ve melâike-i izamın her ferdinden daha faziletli olduğu gibi, külliyet cihetinden de hepsinden faziletlidir. Resulullah (sav) Efendimize ve onlara salât ve selâm.
Çünkü aslın, zil üzerine fazileti vardır, isterse, zil, zıllardan birini tazammun etsin. Zira, Feyyaz olan Sübhan Zat'tan zılla gelen feyizlerin mebdei ancak aslın tavassutudur.
Bu Fakir, risalelerinde şu mananın tahkikini yapmıştır; söyle ki:
-Fevkani noktaların, altında bulunan bütün noktalara nazaran üstün fazileti vardır. Alttakiler, onun için zılâl gibidir.
Bir irfan sahibinin, o asıl gibi olan fevkani (üst) noktayı kat etmesi; onun zılal hükmünde olan alttaki bütün noktalan kat etmesinden daha ziyadedir.
Burada şöyle bir soru çıkabilir:
-Bu beyandan lâzım gelir ki, bu ümmetin havassı, enbiyadan üstün faziletli ola...
Bunun için şu cevabı veririm:
-Böyle bir şey asla lâzım gelmez. Ancak o devlette, bu ümmetin havassı olanların enbiya ile ortaklığı lâzım gelir. Durum böyle olmasına rağmen, enbiyanın çok kemalâtı ve kendilerine mahsus olan sayılı meziyetleri vardır. Bu ümmetin havassı olanlardan en hası dahi, son derece terakki etse dahi; yine de başı, en alt derecedeki nebinin ayağına ulaşamaz. Müsavat ve meziyet mecali nerede? Hem de Allahu Teala, şöyle buyurduktan sonra:
"Andolsun; resul gönderilen kullarımız hakkında bizim geçmiş sözümüz vardır."(37/171)
Ümmet fertlerinden bir fert; peygamberinin uyduluğu ve onun tebaiyeti ile nebiyadan bazısının fevkine terakki etse dahi, ancak bu, hadimiyet ve tebaiyet unvanı ile olur. Şu da malumdur ki, hadimin (hizmetçinin) mahdum (hizmet edilen) akrana, hadimiyetten ve tebaiyetten başka bir bağlantısı yoktur.
Uydu olan hadim, bütün vakitlerde uydudur.
***
Bütün mertebeleri aştıktan sonra; işin neticesinde bu Fakir'e keşf oldu ki, Hakikat-ı Muhammediye, hakikatlerin hakikatidir. O, hubbi taayyündür. Bu mahabbetin zuhuru dahi, zuhuratın mebdeidir; mahlukatın yaratılmasının dahi menseldir. Nitekim bu mana, meşhur kudsi hadiste şöyle dile geldi:
"Gizli bir hazine idim; bilinmemi istedim. Halkı da bilinmem için yarattım."
O gizli hazineden, zuhur meydanına ilk gelen mahlukatın yaratılmalarına sebep olan o sevgidir. Şayet bu sevgi olmasaydı; icad kapısı açılmazdı. Alem dahi, ademde yerli ve istikrarlı kalırdı. Sonra, şu hadis-i şerifin sim dahi, bu makamda aranmalıdır
"Sen olmasaydın, eflâki yaratmazdım; rübubiyeti izhar eylemezdim.?
***
Burada şöyle bir soru sorulabilir:
Fütuhat-ı Mekkiye sahibi Muhyiddin b. Arabi (ks) taayyün-ü evvel olan hakikat-ı Muhammediye'yi ilim icmalinden ibaret saydı. Halbuki sen, risalelerinde şöyle diyorsun:
-Taayyün-ü evvel, taayyün-ü vücudidir.
Onun en şerefli ve en ileri merkezini dahi, hakikat-ı Muhammediye'den ibaret eyledin.
Sandın ki, Hazret-i icmalin taayyünü, bu taayyün-ü vücudinin zillidir. Şu anda dahi, burada şöyle yazıyorsun:
-Taayyün-ü evvel, taayyün-ü hubbidir. Ve o, Hakikat-ı Muhammediye'dir.
Bu söylenenler arasındaki uyarlık nasıldır?
Bunun için şöyle derim:
-Çok kere bir şeyin zilli aslı suretinde zuhura gelir. Saliki dahi, kendisi ile dolu ve meşgul eyler. Her iki taayyün de, taayyün-ü evvel zılâlindendir; urucu vakti salike asılları suretinde zuhur etmişlerdir. Onların asılları dahi, hubbi taayyün-ü evveldir.
***
Burada, bir başka soru şöyle çıkabilir:
-Taayyün-ü vücudi, taayyün-ü hubbinin zilli olduğuna kail olmak nasıl doğru olur? Halbuki, vücudun, hubb (sevgi) üzerine sebkatı (önceliği) vardır. Zira, hubb vücudun bir fer'idir.
Bu soruya şöyle derim:
-Bu Fakir, risalelerinde, şunun tahkikini yaptı:
-Sübhan Hak, zatı ile mevcuttur; vücutla değil. Aynı şekilde sekiz hakiki sıfatı dahi, onun yüce Zat'ı ile mevcuttur; vücutla değil. Zira, o mertebede ne vücudun mecali vardır; ne de vücubun. Çünkü, vücud ve vücup her ikisi de itibarlardandır, ilk zuhura gelen itibar dahi, alemin icadı için olan hubdür (yani sevgi). Bundan sonrası ise, alemin icadına mukaddime olan vücud itibarıdır. Zira Hazret-i Zat'ın, bu hubbün ve vücudun itibarı olmadan; alemden ve alemin icadından yana istiğnası vardır.
"Allah, alemlerden ganidir."(3/97) mealine gelen ayet-i kerime bu manada nass-ı kafidir. . Taayyün-ü ilmi icmali için:
-O iki taayyünün zillidir demek dahi şu itibara göredir ki; bunlar, Hazret-i Zat itibarlarındandır. Amma sıfatların mülahazası olmadan. Bu taayyünde melhuz olan o sıfattır ki, zat için zil gibidir.
***
Şunun bilinmesi gerekir ki:
Taayyün-ü hubbi olan taayyün-ü evvele dikkatle derinlemesine nazar havale olunduğu zaman; Sübhan Allah'ın fazlı ile bilinir ki, o taayyünün
merkezi, Hakikat-ı Muhammediye olan bu hubbdur. Onun çevresi dahi, misal suretinde o merkeze daire ve zil gibidir. Bu dahi, (yani muhit) Hakikat-ı İbrahimiye olan hullettir.
Üstteki manaya göre hubb asıl, hullet dahi onun zilli gibidir.
Merkezin ve bir daire olan muhitin (çevrenin) toplamı taayyün-ü evveldir. Onun sözlerinin en şereflisi bu cüzlerinin dahi en ilerisinin ismi ile müsemmadır ki, o merkezdir. Bu merkez dahi, hubbden ibarettir. Keşfi nazarda dahi, o cüz'ün asaleti ve galebesi itibarı ile hubbi taayyün zuhura gelmektedir.
Dairenin muhiti, (çevresi) merkezinin zilli gibi ve ondan neş'et etmiş olduğuna göre bu merkez onun için bir menşe ve asıl olur.
Bu muhit için:
-İkinci taayyün denmiş olsa dahi, caiz olur. Lâkin, keşfi nazarda iki taayyün yoktur. Bir taayyün vardır ve hubbü, hulleti şümulüne almıştır. Bunların ikisi, merkez ve muhittir. Keşfi nazarda dahi, ikinci taayyün, vücudi taayyündür. Bu da, taayyün-ü evvelin zilli gibidir. Nitekim, bu mana daha önce de geçti.
Merkez, muhitin aslı olduğuna göre; matluba vüsulda muhit için mutlaka merkezin tavassutu lâzımdır. Zira, matluba vusul, merkez yolundan olacaktır; çünkü dairenin aslı ve icmaldir.
Yapılan bu beyandan; Habibüllahın, Halilüllah ile münasebeti ittihadı bilinmelidir. Onlara salât ve selâm.
Asıl, matluba vusulde zillin vasıtası olduğundan; şüphesiz Halil murad ve temenni etti ki, Habibüllah ona tavassut ede ve kendisi, onun ümmeti arasına dahil ola... Her ikisine de salât ve selâm olsun.
Nitekim, üstte anlatılan mana, bir haberde varid olmuştur.
***
Üstte anlatılan manalara göre, söyle bir soru sorulabilir:
-Muamele böyle olduğuna göre; Habibüllah'a, Halilüllah'ın milletine mutabaat emri verilmesinin manası nedir? Her ikisine de salât ve selâm olsun. Resulullah (sav) Efendimiz dahi, kendisine salât ve selâm beyanında neden şöyle buyurdu:
"İbrahim'e salât eylediğim gibi... selâm söylediğim gibi..."
Bunun için şu cevabı veririm:
-Bir şeyin hakikati, tenzihe ne kadar çok yakın ve ne kadar çok yüksek olur ise, o hakikatin mazharı, anasır aleminde o miktar düşük olur. Beşeri sıfatlara bürünmesi dahi o kadar çok olur. O mazharın, o hakikata urucu yolu ile vusulü de zorluğu tazammun eder, O millet ki, Sübhan Allah, İbrahim'e onu vazılı bir yol olarak ihsan eylemiştir. Yani Hakikat-ı İbrahimiye'ye vusul için. Bu dahi, daha önce de anlatıldığı gibi, Hakikat-ı Muhammediye civarında vakidir. İbrahim aleyhisselâm dahi, oraya bu yoldan ulaşmıştır.
işte anlatılan mana icabı olarak, Resulullah (sav) Efendimiz, onun milletine mutabaat emrini almıştır. Şunun için ki, oradan, hakikatler hakikatına ulaşa...
Resulullah (sav) Efendimiz söyle salâvat okudu:
"Salât eylediğin gibi, Selâm eylediğin gibi..." (yani İbrahim aleyhisselâma). Ona salât ve rahmet okumak, hakikata vusul devletinin husulünden sonradır.
Mana yukarıda anlatıldığı gibi olmasına rağmen, deriz ki:
-Fazıl, bazı zamanlarda mefzula mutabaat emri alır. Bu mutabaat emrinden de, fazl olanın fazılıyet durumunda bir kusur olması lâzım gelmez.
Bir ayet-i kerimede, Allahu Teala, Peygamberine şu emri verdi:
"İş hususunda onlarla müşavere et."(3/159)
Ashapla işin müşavere edilmesi emri; onlara mutabaat emrini tazammun etme dışında bir şey değildir. Böyle olmayınca, müşavere etmenin ne faydası var.
***
Bilesin ki,
Sıddık'ın (ra) hakikati, -yani İlâhi isimlerden terbiyesine gelen isim ki, onun taayyün mebdeidir-; Hakikat-ı Muhammediye'nin zillidir; herhangi bir işin tavassutu da olmadan. Öyle bir usulde ki, o hakikatta her ne bulunuyorsa, tebaiyet ve veraset yolu ile o zil için de sabittir. Bu mana icabı olarak, o (Hazret-i Sıddık ra) bu ümmet varislerinin en kâmilidir; en faziletlileridir.
Anlatılan manadandır ki, Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:
"Allah, sineme her ne bıraktı ise... onu Ebu Bekir'in sinesine bıraktım."
Şu durum dahi, açığa çıkmıştır ki, Hakikat-ı İsrafiliye dahi, Hakikat-ı Muhammediye'dir. Amma Hakikat-ı Sıddıkiye'de olduğu gibi asalet ve zıllıyet tariki ile değil. Ki o, o hakikat için zil olmuştur. Hatta her ikisinde de, bu makamda asalet vardır; zıllıyetin hali olma durumu yoktur. Aralarındaki fark ancak, külliyet ve cüz'iyet iledir. Zira, Resulullah (sav) efendimizin hakikati küllidir; bunun için de, o hakikat, Resulullah (sav) Efendimizin ismine bağlanmıştır (yani) Hakikat-ı Muhammediye olmuştur).
Melâike-i kiramın hakikatleri ise, Hakikat-ı İsrafiliye'den neş'et etmiştir.
Burada şöyle bir soru sorulabilir:
-İrfan sahibinin hakikati, kendi terbiyesine gelen ilâhi isimden ibarettir. Onun için, bu hakikata vusulden sonra ondan terakki etmesi caiz midir, değil mi?
Bunun için şu cevabı veririm:
. -O hakikata vusul, sülük mertebelerini aştıktan sonradır. Bunun için de şu tabiri kullanırlar:
-Seyr-i ilellahın tamamiyeti...
Bunun oluşu dahi, iki çeşittir:
a) O ismin zıllarından bir zılla vusuldür. Ki o, vücubiyet mazharlarında hakikatinin sureti ile zuhura gelmiş; aslının vasfı ile ortaya çıkmıştır. Bu benzerliğin vukuu çoktur. Yani bu tarikatta... Salik için de, büyük bir akabedir. Meğer ki, o akabeden sırf Allah'ın fazlı ile bir halâs müyesser ola... Hiç şüphe edilmeye ki, bu hakikata benzeyen zıldan terakki caizdir. Hatta vakidir.
b) Hakikatin kendisine vusuldür. Bu da, hiç kimsenin uydusu ve tebaiyeti olmadandır. Bundan terakki de caiz değildir. Zira, bu hakikat, onun zati istidad mertebelerinin nihayetidir.
Amma kendi hakikatinin üstünde olan birinin hakikatına uydu olarak caizdir. Hatta vakidir. Bu mecburi bir seyir olup, tabii istidadi seyrin ötesindedir.
Nitekim bu manadan, Hakikat-ı Muhammediye'ye vusul beyanında bir nebze anlatılmıştır.
***
Burada şöyle bir soru sorulabilir:
-Hakikat-ı Muhammediye, hakikatler hakikatidir. Mümkinat hakikatlerinde onun üstünde bir hakikat yoktur. Bu Hakikat-ı Muhammediye'den terakki caiz olur mu? Sen dahi, risalelerinde yazdın ki:
-Hakikat-ı Muhammediye'den terakki vaki oldu.
Bu muamelenin hakikati nedir?
Bunun için, şu cevabı veririm:
-Caiz olmaz. Çünkü onun üstü, lâtaayyün mertebesidir. Mütaayyenin oraya ulaşması ve ona iltihakı muhaldir. Keyfiyetsiz olarak oraya katılmaya ve ona vücule kail olmak mücerred atma bir sözdür; muamelenin hakikatına vusulden önce, onda teselli bulunmuştur. Amma isin hakikatına vusulden sonra, hüküm; ulaşılamayacağına dairdir. Bunda hiçbir şek ve şüphe yoktur.
-Hakikat-ı Muhammediye'den terakki vaki oldu manasında yazdığım cümleye gelince, bu hakikattan murad, o hakikatin zillidir. Ki o hakikat için şöyle demişlerdir:
-Hazret-i ilmin icmalinden ibarettir.
Ve ondan:
-Vahdet... olarak tabir etmişlerdir.
O vakitte, zillin asla benzerliği vardır. Amma, o zıldan ve diğer zıllardan, sırf yüce Sultan Allah'ın fazlı ile halâs müyesser olunca, bilinmiş olur ki, hakikatler hakikatinden terakki vaki değildir. Hatta gayr-ı caizdir. Şayet oradan adım kaldırılır da, onun üstüne atılır ise, ayak vücuba atılır ki, imkândan çıkmaktadır. Böyle bir şey de aklen ve şer'an caiz değildir.
Burada tekrar şöyle bir soru sorulabilir:
-Bu tahkikten lâzım gelir ki; bu hakikattan terakki, Hatemü'r-rüsül Resulullah Efendimiz için dahi vaki değildir. Ona ve diğerlerine salât ve selâm.
Bunun için şöyle derim:
- Resulullah (sav) Efendimiz, üstün şanına yüce kadrine rağmen, daima mümkindir. imkândan hiç çıkamaz ve asla vücuba katılamaz. Zira, böyle bir şey üluhiyetle tahakkuktur. Allahu Teala, kendisinin ortağı ve dengi ol-
maktan yana yücedir. Nasara'nın, kendi peygamberleri için iddia ettikleri şeyi bırak...
***
Burada şöyle bir soru olabilir:
-Üstteki tahkikten vuzuha kavuştu ki, hakikatler hakikatına ulaşmak ve ona katılıp ittihad etmek, ancak onun uyduluğu ve veraseti ile olacağı sonrakilere sabittir. Keza, has kemalinde onunla ortaklıkları dahi vardır. Ona salât ve seiâm olsun. Durum böyle olunca, asıl metbu ile, uydu metbu arasında ne fark vardır? Yani bu kemalde... Ki bu kemal, hicabın kalkmasını ve vasıtanın atılmasını tazammun eder. Bütün kemalâtın da fevkidir. O ne meziyettir ki, metbu ve asılda olduğu halde, tabi olanda ve uyduda yoktur?
Bunun için şu cevabı veririm:
-Sonrakilerin o hakikata ulaşması ve katılmaları, hizmet edenin, hizmet edilene katılması kabilindendir. Uydunun dahi, aslına ulaşması gibidir, isterse vâsıl olan, havassın dahi hası olsun -ki bunlar, azdan daha azdır-yine hizmet edendir. Eğer peygamber ise, bu dahi uydudur.
Hizmet eden o kimsedir ki; hizmet edilen zatın elinde bulunandan bir hisseye nail olmaktadır. Onun nasıl bir ortaklığı olabilir? Onun yanında ne gibi bir izzeti ve ne gibi bir meziyeti olabilir?
Uyduya gelince, her ne kadar ortak ve lokmada çeliş olsa dahi, yine uydu uydudur.
Hizmet edenlerin, hizmet edilenin tebaiyeti ile üstün mekânlara ulaşması, onlara mahsus yemeklerden yemesi, izzete ihtirama nail olması; hizmet edilenin yüce şanından ve onun yüksek mertebesindendir. Bu durumda hizmet edilene dahi, bir başka izzet gelmiştir. Yani hizmet edenlerin kendisine katılması ile... Kendisinin zati izzeti olmasına rağmen; böyle bir izzet onun kadrini artırır ve şanını yükseltir.
***
Şimdi anlatılacakları güzelce dinle:
Bir hadis-i nebevide şöyle varid oldu:
"Bir kimse, iyi bir âdet yaparsa, bunun ecri ve onunla amel edenlerin ecri kendisinedir."
Kendisine tabi olunan kimsenin tabi olanı her ne kadar çok olur ise, yani güzel sünnetinde ecri, onların ecrinin misali çok ve bol olur. Derecesinin artmasına dahi bir gerek olur.
Mana üstte anlatıldığı gibi olunca, tabi olanın tabi olunanla ortaklığı nasıl olur? Aralarında müsavat nasıl tevehhüm edilir?
***
Şu anlatılanları dinle, dinle...
Şu caizdir ki, bir cemaat; tek makamda olalar ve tek devlete de ortaklıkları buluna. Lâkin, onlardan her birinin kendisine has bir muamelesi buluna. Onlardan hiçbiri de diğerine muttali olmaya.
Resulullah (sav) Efendimizin zevcelerinin durumunu görmez misin? Onların hepsi, Resulullah (sav) Efendimizle cennette beraber olmalarına, bir yemekten yiyip aynı şeyden içmelerine rağmen; Resulullah (sav) Efendimizinki ile onların muameleleri bir değildir. Hatta, Resulullah (sav) Efendimize mahsus olan sürür ve lezzet onlar için olmaz. Onların bu makamda bütün işlerde ortaklıkları var ise, bu da onların kalanlar üzerine daha faziletli olmalarını gerektirir. Tıpkı, Resulullah (sav) Efendimizin daha faziletli oluşu gibi. Zira, burada daha faziletli olmak, Allah katında sevap çokluğu manasınadır.
***
Burada bir başka soru şöyle sorulabilir:
-Bu taayyün-ü hubbi, taayyün-ü evvel ve Hakikat-ı Muhammediye'dir. Bu mümkin midir, yoksa vacip mi? Hadis midir, yoksa kadim mi? Sahib-i Füsusk, taayyün-ü evvel için:
-Hakikat-ı Muhammediye deyip ondan tabir ederken:
-Vahdet olarak anlatmıştır. Taayyün-ü sani için de:
-Vahidiyet deyip bundan da, kendisine göre, mümkinatın hakikatlerini isbat eylemiştir. Yani o mertebede... Sonra, her iki taayyün için de:
-Vücubi taayyün deyip onların kıdemlerine inanmıştır. Kalan üç taayyün için dahi:
-İmkâni taayyün demiştir. Yani, ruhi, misali, cesedi taayyünler için.
Yukarıda anlatılan meselede senin itikadın nedir?
Bunun için şöyle derim:
-Bu Fakir'e göre, ne lâtaayyün, ne de lâmütaayyen (yahut mütaayyen) vardır. Bunlar asla yoktur. Hangi taayyündür ki, lâmütaayyeni mütaayyen kılar. Bu lâfızlar, Hazret-i Şeyh Muhyiddin b. Arabi ve ona uyanların zevklerine uygundur. Allah sırlarının kudsiyetini artırsın. Şayet bu lâfızlar, bu Fakir'in ibarelerinde vaki olmuş ise, onu müşakele san'atı kabilinden bilmek gerek. Her halükârda şöyle derim:
-O taayyün, imkâni taayyündür; mahluktur, sonradan yaratılmıştır.
Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:
"Allah'ın ilk yarattığı nurumdur."
Başka hadis-i şeriflerde ise, o nurun yaratılma vaktini tayin buyurdu. Bu manada:
"Semaların yaratılmasından iki bin sene evvel" manası ve benzerleri . varid olmuştur. Bu manadan olarak; her ne şey ki, mahluk olup geçmişinde adem vardır, o şey mümkindir ve sonradan yaratılmıştır.
Bütün hakikatlerin en önde olanı olduğu halde, hakikatler hakikati mümkin ve mahluk olduğuna göre; başkalarının hakikatleri, mümkin ve sonradan yaratılmış olması evlâ yoldan mümkündür.
Sırrı mukaddes olsun; şaşırtıcı mana, Şeyh'ten gelmektedir.
Hakikat-ı Muhammediye için; hatta mümkinatın hakikatları için, nereden:
-Ayan-ı sabite... dediğine vücup hükmünü veriyor. Onun kıdemine de inanıyor. Resulullah (sav) Efendimizin kavline de muhalefet ediyor. Halbuki mümkin, bütün cüzleri ile mümkindir.
Ve sureti ile, hakikati ile mümkindir. Ne şeyden dolayı, taayyün-ü vücubi, mümkinin hakikati oluyor? Halbuki, mümkinin hakikati, mümkin olmak gerek. Bu, elbette böyledir. Zira, mümkinin, Vacib Teala ile asla bir iştiraki yoktur. Onun mahluku olmaktan başka bir bağlantısı da yoktur. O Sübhan Zat ise, onun halikıdır.
Şeyh, vacib ile mümkin arasını ayırd etmediği için, kendiliğinden, aralarında bir temyiz olmadığına kail olmuştur. Mümkin için:
-Vacib...
Vacib için dahi:
-Mümkün demeye aldırış etmemiştir. Bu manada müsamaha gösterilir ise, kemal-i kerem olur... affolur.
Bir ayet-i kerime meali:
"Rabbimiz, unuttuk veya yanıldıysak, bizi muaheze eyleme."(2/286)
***
Şöyle bir soru sorulabilir:
-Sen, risalelerinde tesbit ettiğine göre, mümkin ile vacib arasında asalet ve zıllıyet nisbeti vardır. Yine mümkin hakkında dedin ki:
-O, Vacib Teala'nın zillidir.
Yine yazdın ki:
-Vacib Teala, asalet itibarı ile, kendisi için zil olan mümkinin hakikatidir.
Bunun üzerine, çok maarif beyan eyledin...
İş yukarıda anlatıldığı gibi olunca, sırrı mukaddes olsun; Şeyh (Muhyiddin b. Arabi k.s.) vacib için:
-Mümkinin hakikatidir deyince, bunun ne mahzuru olur; bunun için neden levm olunsun?
Bu soruya söyle derim:
-Mümkin ile Vacib Teala arasında tesbit ettiğimiz bu misillu ilimler, bir nisbettir ki, şeriatta varid olmamıştır; onların hemen hepsi sekre dayalı maariftir. Muamelenin hakikatına muttali olamamaktandır ve işin künhünü idrak edemeyiştendir. Mümkin ne oluyor ki, Vacip Teala'nın zilli ola... Sonra, Vacib Teala'nın zilli nasıl olur? Çünkü zil, misli tevlidi vehmini verir. Aslın tam letafetinin olmayışı şaibesinden haber verir. Tam letafetinden dolayı, Allah'ın Resulü Muhammed'in zilli olmayınca; Muhammed'in İlâh'ının zilli nasıl olabilir... Allahu Teala, ona salât ve selâm eylesin. Halbuki, hariçte bizzat ve bil-istiklâl yüce Hazret-i Zat ve onun s sekiz hakiki sıfatı mevcuttur. Onun masivası, her ne olursa olsun; onun icadı ile mevcuttur; mümkindir, mahluktur, sonradan yaratılma hadistir. Mahluktan bir şey, halikının zilli olamaz. Mahlukıyet dışında onun yüce Halik ile bir bağlantısı da yoktur. Hem de şeriatta varid olan manalar dışında.
Bu, alemin zıllıyetini bilmek, tarikatta salike çok fayda sağlar. Onu kendi cezbesi ile asla ulaştırır.
Kemal-i inayetle zılâl menzilleri durulduğu ve asla ulaşıldığı zaman, yüce Allah'ın fazlı ile bulunur ki, bu aslın hükmü dahi zil hükmüdür. Onun matlubiyet liyakati yoktur. Çünkü, imkân damgası ile damgalânmıştır. Zira, asıl matlup idrak kavramının, vasim ve ittisalin ötesindedir.
"Rabbimiz, bize katından rahmet ver. İşimizde bizim için başarıhazırla."(18/10)
***
BİR FASIL
Faziletler ve kemalât menbaı Mevlâna Hasan Keşmiri Dehlevi -Allah hallerini güzelleştirsin ve emsallerini husule getirsin- bu Fakir'e bir risale yollamış. Ona mütaaddid sualler dere eylemiş. Onların hallini taleb etmiş.
Onların halli, bazı sırları tazammun etmektedir. Ayrıca bazı engeller de var. Böylece iş behaneye kaldı.
Lâkin müşarünileyhin bu Fakir üzerinde büyük hakları vardır. Şöyle ki:
Onun güzel delâleti ile, nihayetin bidayete dere yolunu havi velayet sahibi katında huzur devleti şerefine ermiştir. Bu Tarikat-ı Aliyye'nin elifba talimini dahi ondan almıştır. Onun hizmetinde feyizler ve bereketler istifade etmiştir. Hem de sonsuz olarak...
Dolayısı ile, bu risalelerin ilimleri ile münasebetleri olan bazı suallerin hallini, bu risalenin zeyline zaruri olarak dere eyledim.
Doğru yola hidayet eden Sübhan Allah'tır.
***
Şöyle sormuş:
-Suri ve manevi, zahiri ve batini, ilmi ve ameli, dünyevi ve uhrevi, taa mahşere kadar, beşer nev'i için hasıl olacak kemalâtın tümü Hayrü'l-beşer Resulullah (sav) Efendimize hasıl olmuştur. Bilfiil onda yerleşmiştir. Nitekim bu mana, şu hadis-i şeriften anlaşılır:
"Övünmek için değil; ben ademoğlunun efendisiyim. Adem ve diğerleri, kıyamet günü sancağımın altında olacaktır. Evvelin ve ahirin ilmi bana talim edildi."
Buna benzer daha başka hadis-i şerifler vardır. Bir şarta bağlı veya bir vakte merhun olan bir şey olacak ise, elbette onun en güzel şekli ile hasıl olur.
Mana üstte anlatıldığı gibi olunca, vasfı devamlı olan çokluğu ile bilinen Resulullah (sav) Efendimizin hüznü neden oluyor? Bunun sebebi nedir? Çünkü, hüznün ve gamın sebebi, isteyip' aradığı bir şeyin bulunmayışıdır.
Ey mahdum,
Hüznün bulunmasını, Resulullah (sav) Efendimize nisbetle kemalin olmayışını uzak görmek; onun şanına ve Muhammedi üstünlüğüne göredir. Yüce Sultan Allah'ın inayeti, onun haline ve geleceğine şamildir. Bunlar, onun hakkında müsellem ve müstehsendir (yani iyice kabul edilmiştir).
Amma onun abdiyetine ve beşeri aczine nazar; Allahu Teala'nın dahi zati izzetini, celâlini, azametini, kibriyasını, istiğnasını mülahaza ettiğimiz zaman onun hüznünün husulü, yahut Allahu Teala'nın sonsuz kemalâtından bir kemalin onun hakkında olmayışı uzak görülmez. Hatta ubudiyet halinde lâyık olan da budur. Kaldı ki:
"İlim ciheti ile onu kavrayamazlar."(20/110)
"Gözler onu idrak edemez..."(6/103) meallerine gelen ayet-i kerimeler, bu manaların şahididir. Külli manada, yokluğu da isbat etmektedirler.
Evet,
Mümkün, en yüksek derecelere çıksa dahi, Vacib Teala'dan neye ere-bilir? Hadis olan, kadimden neye nail olabilir? Mütenahi olan, namütenahiden neyi kavrayabilir?
-Beşer nev'i için husulü mümkün olan her kemal, Resulullah (sav) Efendimizde bilfiil hasıl olmuştur.
Manasında yazdıkları cümleye gelince: Evet külli manada, fazl-ı külli Resulullah (sav) Efendimize mahsustur. Lâkin şu mana da caizdir ki, bir kemal, cüz'i manada enbiya-ı kiramdan ve melâike-i izamdan bazılarına mahsus buluna... Onların hepsine salât ve selâm. Böyle bir şeyin oluşu dahi, Resulullah (sav) Efendimizin faziletinde bir kusur icab ettirmez. Yani külli manadaki fazlında...
Bazı sahih hadis-i şeriflerde:
"Bu ümmetin fertlerinde, bazı kemalât vardır ki, ona enbiya gıpta eder..." manası varid olmuştur. Halbuki külli manada fazilet, ümmetten üstün olarak, enbiyanındır. Bir başka hadis-i şerifte dahi, şu mana gelmiştir:
"Allah yolunda şehid olanların, enbiya üzerine bazı şeylerde meziyetleri vardır."
Nitekim onların yıkanmaya ihtiyaçları yoktur. Şehitlere cenaze namazı kılınmaz. Ki bu, Şafii mezhebinde olandır. Halbuki, enbiyanın mutlaka namazları kılınır. Hatta Kur'an-ı Mecid'de Allahu Teala şöyle buyurdu:
"Allah yolunda öldürülenlere:
-Ölüler...
Demeyin, elbette onlar dirilerdir. Ama siz anlayamazsınız."(2/154)
Enbiya hakkında dahi şöyle buyurdu:
"Ölüler..."(39/30)
Bütün bu anlatılanlar, cüz'i faziletler olup enbiyanın külli manadaki faziletine kusur gerektirmez.
Mümkündür ki, anlatılan manada cüz'i faziletlerin olmayışı sebebi ile Resulullah (sav) Efendimize hüzün ve gam gelmiş ola... Bu hüzün dahi, o faziletlere ermek için istidad husulüne bir sebeb ola... Meselâ; şehadet dahi, nübüvvet ile birleşe...
Bütün insan fertlerinin tüm kemalâtının, bilfiil Resulullah (sav) Efendimiz için hasıl olduğunu kabul etsek dahi; şunu deriz ki:
-Resulullah (sav) Efendimizin himmeti üstündür; bu kemalât ile iktifa edemez. Daha yukarısına iştiyak duyar. Hem de şöyle diyerek:
-Daha yok mu?
Fevkani kemalâtın husulü, beşer için imkân haddinden hariç olduğuna göre; hüznün devamı, gamın ifratı, onun vaktinin nakdi, (hasılı) olmuştur.
Hakikat-ı hali en iyi bilen Allah'tır. Bu bahsin tahkiki de budur.
İşin esası tarikatta, hakitatta, kurbette, marifette fenaya kalmıştır. Bir de beşeri sıfatların zevaline, imkâni hallerin gitmesine...
Bir şiir:
O ki bulmaz fena, Mevlâsı sevgisinde;
Nasipsizdir, onun kibriyası izinde...
Beşeri varlıktan her ne mikdar kalır ise, o kadar tarikat hicabı olur. Umumi manada, beşeri sıfatların kalkması mümkün değildir, izter havas olsun; isterse havasın havası... Bu manada, Şeyh Feridüddin Attür şöyle dedi:
Seyyid'ül-kevneyn'e bak o eremediğinden;
Künh-ü fakre, at yorulmayı gayrı kendinden...
Burada, fakrin kühnü ile:
-Bütünü beşeri sıfatların ve imkâna bağlı hükümlerin zevali... demeyi murad etmiştir. Böyle bir şeyin husulü ise, tasavvur edilemez. Zira; böyle bir şey hakikatlerin değişmesini gerektirir. Şunun için ki: İmkân, terakki edip de imkâniyetinden sıyrılınca, elbette vacib olur. Böyle bir şeyin olması dahi, aklen ve şer'an mahaldir. Bu manadan olarak, büyüklerin biri şöyle dedi:
Atarsa mümkün, imkân tozunu yüzünden;
Kalmaz onda artık başka vacip sözünden...
Evet, bu zatın dediği, temsile ve teşbihe yorulmalıdır. Tahkike ve takrire değil. Zira, böyle bir şey vaki değildir. Büyüklerden bir başkası dahi şöyle demiştir:
Yüz karalığı sağlamdır iki cihanda;
Asla zail olmaz kalır mahluk olanda...
***
Burada şöyle bir soru sorulabilir:
imkân hükümleri ve eserlerinin bekası:
"Kabekavseyn... (İki yayın birleşimi...") (53/9) mealine gelen ayet-i kerimede belirtilen makamda dahi zahirdir. Zira orada imkân kavsi (yayı) ile imkân kavsi (yayı) kaimdir. Amma:
"Ev edna (veya daha da yakın)..."(53/9) mealine gelen ayet-i kerime ile belirtilen makam, asaleten, Resulullah (sav) Efendimize mahsustur. Bu durumda:
-imkân ahkâmının bekası demek ne manayadır?
Bunun için şöyle derim:
-Vücub ile imkân arasında imtiyazlı olan, ademdir ki; imkânın iki tarafından biridir. Zira, imkânın diğer tarafı vücub olup, vücub ile imkân arasında müşterektir.
"Ev edna... (Daha da yakın)" (53/9) makamında ise, o adem hükümleri zevale yüz tutar. İki kavs arasındaki imtiyaz kalkar. Bunun manası:
-Bütünüyle imkân kalkar, vücuba inkılab eder demeye gelmez. Zira, böyle bir şey muhaldir. Ki bu mana, daha önce de anlatıldı.
Ancak aradaki fark şudur ki:
"Kabekavseyn... (iki yayın birleşimi)" (53/9) mealine gelen ayet-i kerimede belirtilen makamda, adem-eserleri olan zulmani hicaplardan halâs olunmaz. Amma:
"Ev edna... (Daha da yakın)"(53/9) makamına gelince... Burada her ne kadar hicaplar bulunsa dahi, nuranidir. Ve imkâni vücudun bir tarafından neş'et etmektedir. Üstte geçen beytin manasını dahi, bu tevcihe hamletmek mümkündür. Şöyle ki:
-İmkân tozunun atılması demekten murad, bütünüyle karalık olan, adem hükümlerinin zevalidir. .
***
Burada, bir başka soru da şöyle sorulabilir:
-İmkândan adem tarafı zail olduğu, vücub ile imkân arası imtiyazlı bulunduğu şey dahi kalktığı, imkânın bir tarafı ve onunla vücub arasında müşterek bir kader vücudundan başkası onda kalmadığı zaman; imkân, kendi hakikatından soyunur; sırf vücud olan vücuba katılır. Bundan da hakikatin değişmesi lâzım gelir.
-Onda vacipten başka bir şey kalmaz diye anlatılan beytin manası dahi, onun hakikatına yorulur.
Bu soruya şu cevabı veririm:
-İmkânın iki tarafından biri olan vücud, vücupta sabit olan vücudun zilli olup aynı değildir. Adem tarafının zevali ile mümkinde meydana gelen o cücub ise, mümkinden bir kısım olan gayrı ile vücuptur. Bizzat vücup değildir ki, hakikatin değişmesi lâzım gelsin.
Bu ademin kalkması, mümkin cihetinden gelmemiştir ki; bizzat vacib olsun. Mahal dahi lüzum etsin. Elbette mümkünden bu ademin kalkması, ancak vacib vücudun istilâsı sonunda olmuştur. Mümkün için zati vücubun kahrı zatidir.
Yukarıdaki mısrada anlatılan vücuptan anlaşılan, zati vücuptur, gayrına bağlı vücup değildir.
-Vücudun, vacib ile mümkin arasında müşterek bir kader olması manasına gelince, bu lâfzi bir iştirak olup manevi değildir, isterse ona:
-Külli müşekkek... (yani karışık veya şüpheli şekli ile külliyet) demiş olsunlar... Zira, mümkin vücudunun, vacip vücudu ile bir ortaklığı hakikatta yoktur. Böyle durum yoktur ki, külliyet ve cüz'iyet tasavvur edilsin.
*** Burada şöyle bir soru sorulabilir:
-Sofiyenin kail olduğu ve velayeti ikisinden ibaret kıldıkları fenanın ve bekanın manası nedir? Beşeri sıfatların kalkması tasavvur edilmedikçe; fena nasıl tasavvur edilir?
Bunun için şu cevabı veririm:
-Velayette muteber olan fena, şuur ve şühud itibarı iledir. Bu dahi, Sübhan Hakkın masivasını unutmaktan ibarettir; onun masivasının kalkması değildir.
Bu babda netice mana şu ki:
Bu fena halin sahibi, çok kere, sekr halinin ağır basmasından dolayı, eşyaya olan şuursuzluğu, eşyanın olmayışı sanır. Tevehhüm eder ki, yüce Hakkın masivası kalkmıştır. Bununla da teselli bulur. Sırf Sübhan Hakkın fazlı ile bu makamdan terakki edince, sahiv (ayıklık) devleti ile de teşerrüf edince, bir temyiz sahibi de olunca, bilir ki; bu fena, eşyayı unutmak gibidir; eşyanın yok olması değildir.
Şayet bu unutmak sebebi ile zail olan bir şey olur ise, bu da, mütemekkin (veya mümkin) ve mezmum olan eşyaya taalluktur; eşyanın kendisi değildir. Zira o, sarafeti ile kaimdir; nefyi ve yok olması mümtenidir.
Habeşiden gider mi siyah renk;
Zira o, kendinden gelen bir renk...
Allahu Teala'nın fazlı ile bu görüş ve temyiz hasıl olur ise, o teselli dahi zail olur. Onun yerine de hüzün ve gam kaim olur. Bir rahatsızlık gelir. Şunu da yakinen bilir ki, varlığı marazi bir şeydir; çalışıp çabalamakla yok olmaz.
Şunu da bilir ki, imkânın noksanı, hüdusun kusuru onun için daima lâzımdır.
Şu şaşılacak bir manadır: Bir irfan sahibi, yukarıya her ne mikdar terakki edip yükselse, urucu (yükselmesi) ne kadar çok olsa, noksanı ve kusuru görmek, onda pek çok olur. Kararsız ve rahatsız bir durum alır.
Hali anlatılan irfan sahibinin muamelesi, Resintab'ın talebesinin kıssası gibi olur. Ki o, halinden taaccüb ederek, üstazına şöyle demişti:
-Amelim arttıkça, uzaklaşıyorum.
Bu mana icabı olarak, Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Keşke, Muhammed'in Rabbi Muhammed'i yaratmasaydı..."
Yine şöyle buyurmuştur:
"Bana eziyet edildiği gibi, hiçbir peygambere eziyet edilmemiştir."
Herhalde, bu eziyetten murad, hüznün ve gamın kemalini mucib olan noksanı ve kusuru görmektir. Sair eziyet için şöyle demek mümkündür:
-Onlar, diğer enbiyadan daha çoktur.
Şöyle ki:
Nuh aleyhisselâm, kavmi arasında 950 (DOKUZ YÜZ ELLİ) sene kaldı. Onlardan türlü türlü eziyetler gördü.
Anlatıldığına göre:
-O, kavmini imana davet ettiği zaman, onlar kendisini taşa tutmuşlardı. O kadar ki, bu taşların çokluğundan düşün bayılmıştır. O taşlar üzerine yağmur gibi yağdırılmıştır. Kendisi dahi, taşların altında kapalı kalmıştır.
Ayıldığı zaman, yine davete başlamış; amma kavmi, önceki muameleyi kendisine tekrarlatmıştır. Taa, yazılan yazı sonuna gelinceye kadar.
Şunu bilmek gerekir ki, noksanı ve kusuru görmek, uzaklıktan ötürü olan bir şey değildir. Elbette o, yakınlıktan ve huzurdandır. Zira, nurani yerde, az bir karalık, nazarda çok olarak görülür. Zulmani yerde çok karalık olsa dahi, az görülür.
***
Yukarıda şöyle bir cümle kullandım:
-Kurbda ve marifette, işin esası fenaya bağlıdır.
Şunun için ki:
Salik, nefsinden fena bulup da, tamamı ile beşeri ve imkâni sıfatlardan çıkmadıkça; matluba vasıl olamaz. Zira, onun matlub ile içtimai, iki nakzedicinin içtimai kabilindendir. Zira, imkânda ademin sübutu zaruridir. Vücupta ise, onun selbi zaruridir.
Matluba vasıl olmadıkça, matlubun kemalâtından ne idrak edebilir?
Bir şeyin idrak edilmesi, ancak onun zıddı ve mugayiri ile olacağı, bir kaziye-i mukarradır. Erbab-ı makul (mantık ehli) katında durum budur.
Bir çocuğunu görmez misin? Kendisine cima lezzeti anlatıldığı zaman cima lezzetini anlayamaz. Kendisine:
-O tatlıdır, acı değildir denir. Amma o vehmeder ki, onun tadı, nebat ve bal tadı gibidir.
Zira, onun vicdanında, bunların tadından başka tad yoktur. Bu lezzet ise, onun lezzeti değildir. O lezzet, o çocuğun vehminin yapması ve icadının lezzetidir. Hakikatta bu, ona racidir. Cima lezzetine değil.
irfan sahibine gelince... O dahi, bu manada bir bilgisi olmadıktan sonra; matluptan yana her ne anlatırsa, kendi nefsinden anlatmış olur. Onu metheder ise... yine kendi nefsinden methetmiş olur. Bu makamda bir irfan sahibi:
"Hiçbir şey hariç değil; ona hamd ile teşbih eder..."(17/44) mealine gelen ayet-i kerime (aslında) geçen:
"Bilhamdihi..."(17/44) manasındaki zamir:
"Şey..."(17/44) kelimesine raci olması mümkündür, diye anlatmıştır. Bunun manası şudur:
-Bir şey, ancak kendisini teşbih ve takdis eder.
Bu manadandır ki, Bayezid-i Bistami:
-Sübhani... (Şanımı teşbih ederim) demiştir. Bunu, teşbihin kendisine iadesi için demiştir. Farsça olarak söylenen şu şiirler ne kadar güzeldir:
Ey o insan ki, hali pek perişan;
Taptığındır hayalinde tutuşan...
Halk kısmı o cemalden, o kemalden;
Olur; atınca ona hayalden bir nişan...
Başta hayal olsa da maşukundan; . Maşuk değil, başka hayal oluşan...
***
Sahib-i Füsus (Muhyiddin b. Arabi k.s.) demiştir ki:
-Zattan gelen tecelli, ancak kendisine tecelli gelenin suretinde olur.
Kendisine tecelli gelen dahi, ancak Hakkın aynasında kendi suretini görür. Hakkı göremez; onu görmesi mümkün de değildir.
Rüyet imkânına dahi, mutabaat üzere kail oldu; tahkik üzere değil.
Zira, rüyet, dünyada caizdir; ahirette ise vakidir.
Salikin tamamen fenası mümteni, matluba vusul ve onunla ittisal dahi o olmadan marifet tasavvur dahi edilemeyeceğinden zaruri olarak marifetten yana acz meydana geldi. Böylece, marifetten yana acz dahi, marifetin aynı oldu.
-Marifetten acz, marifetin aynı nasıl olur? denemez... Çünkü o, marifetin nakzedicisidir. Marifetten acz ise, marifetten ibarettir. Zira o, tam bilinemez. Bu manada, Hazret-i Sıddık r.a. şöyle dedi:
-İdrak etmekten yana aczlik, idraktir.
Marifeti için, acizlikten başka zadına yol yaratmayan yüce Zat Sübhandır.
Büyüklerden biri şöyle dedi:
Yüce Yaratıcı Sübhan;
Öz vasfı kibriyasından...
Bıraktı toprak üzere; Aciz akıl enbiyadan...
Enbiya ki, onun kibriya sıfatını bilmekten yana acizdir; Melâike-i kiram ki, onun için şöyle demiştir:
-Sübhansın, hakkıyie marifetine eremedik.
Hayırlı ümmet olan bu ümmetin reisi olduğu halde Hazret-i Sıddık ki aczini itiraf etmiştir; bu büyüklerden sonra o kim oluyor ki, marifet iddia eder? Meğer ki, kendi cehl-i mürekkebini marifet sana, Hakkın gayrını dahi Hak bile...
Halbuki, anlatılan marifetten yana aczlik durumu, urucu mertebelerinin nihayetinin de nihayetidir. Yakınlık basamaklarının son derecesidir.
Bir kimse, son noktaya ulaşmaz ise, tecelli ve zuhur mertebelerini aşamaz ise, nice zaman ikisi ile mesrur olduğu vaslı ve ittisali aynen infisal bulmaz ise, bu acizlik devleti ile müşerref olamaz. Allahu Teala'ya karşı cihaletin, Hakkın gayrını dahi Hak bilmekten halâs olamaz.
***
Burada şöyle bir soru sorulabilir:
-Bu durumda, Allahu Teala'ya marifet vücubunun manası nedir?
Bunun için şöyle derim:
-Marifetin vücubu manası odur ki; zat ve ilâhi sıfatlara dair şeriatta her ne varid olduysa, onu bilmek vaciptir. Her ne gibi bir marifet ki, şeriattan başka bir yerden istifade yollu alınmıştır; yüce Hakkın marifetini ona ıtlak etmek, bu Fakir'e göre bir cüretkârlıktır. Yüce Hak üzerine zan ve tahminle hüküm yürütmektir.
Bu manada bir ayet-i kerime meali:
"Yoksa Allah'a karşı bilmeyeceğiniz bir şey mi söylüyorsunuz?"(2/80)
Herhalde bu manadan olacak; Siracü'l-ümmet, imamü'l-eimme, İmam-ı Azam Kufi şöyle münacaat etmiştir:
-Sübhansın, hakkıyle senin ibadetini yapamadık. Seni hak marifetle bildik.
Allah ondan razı olsun.
Her ne kadar pek çoklarına bu cümle ağır gelse dahi, güzel tevili kabildir.
Zira yüce Hakkın marifeti, onun kemalâtından, tenzihatından, takdisatından yana şeriat her neyi söylemiş ise, onu bilmektir. Çünkü bunun dışında bir marifet kalmamıştır ki; marifete engel olsun.
***
Üstte anlatılan manaya bakılarak şöyle söylenir:
-Bu marifette, havas ile avamın ortaklığı vardır. Hatta müsavatı vardır. Bu manadan ötürü gerekir ki, avam müminlerin marifeti dahi, enbiyanın marifeti gibi ola. Zira, hak olan marifet, hepsine hasıl olmuştur. Hatta bu mesele, Imam-ı Azam'ın şu kavline benzer:
-iman, artmaz ve eksilmez.
Hatta bu makamda demişlerdir ki:
-Bu ibareden lâzım gelir ki, avam müminlerin imanı, enbiyanın imanı gibi ola. Onlara selâm.
Bunun için şöyle derim:
-Bu kuvvetli şüphenin husulü, bir inceliğe mebnidir. Bu Fakir, sırf Allah'ın fazlı ve keremi ile onu bulmuştur. Şöyle ki:
Hak marifet odur ki, irfan sahibine hasıl olan bu şer'i maarife, marifetten yana acz katıla... Meselâ:
Vacip Teala'nın ilim sıfatının sübutu şeriatta varid olmuştur. Bu ilmin dahi, yüce Hakkın zatı gibi, keyfiyeti ve kemmiyeti yoktur. Bizim idrak kapsamımızın dahi dışındadır.
Her kim ki, anlatılan ilmi, kendi ilmine kıyas ederek marifet elde etmeye bakarsa, ona karşı bir marifet sahibi olmamıştır. Bu makamda olan marifet, vehminin yapması ve hayalinin icadıdır. Yüce Hakkın kâmil sıfatı olan hak ilim marifeti değildir. Bu surette, hak marifeti şöyle dursun; marifetin kendisi dahi bulunmamıştır.
Şayet muamele, bu kıyas ve tahminde acze müncer olur; kendi vicdanında ve halinde onun marifetinin mümkün olmayacağını bulur; ayrıca kendisine yakin hasıl olur ise, bu kâmil sıfatın sübutuna imandan başka kendisinin bir nasibi yoktur; işte o zaman marifetin kendisi ve hak marifet kendisine hasıl olmuş olur. Marifetin aslı dahi, marifetin aslı değildir. Mana böyle olunca, avam için havas ile ortaklık yoktur; yani hak marifette daha müsavat nerede?.
Burada şöyle bir soru sorulabilir
-Hak marifet, marifetin kendisi olduğuna göre; lâzım gelir ki, avam hakkında marifetin kendisi olmaya... Şunun için ki, onlarda marifetin kendisi yoktur.
Buna karşılık şöyle derim:
-Marifet için bir suret vardır, bir de hakikat.
Hak marifetin aynı olan marifet; acze merbut olan, marifetin hakikatidir.
Onun sureti ise, bu acz haddine ulaşmayan marifettir, imkân
mukayesesi şaibesinden temizlemeyendir. Nitekim bu mana, daha önce de anlatıldı.
Yüce Hakkın fazlının kemalindendir ki marifetin suretini esas iman itibar etti ve necatı ona bağlı kıldı. Cennete girmeyi dahi, ona mürettep eyledi.
Marifetin sureti, imanın suretinde yeterlidir. Amma imanın hakikatında, mutlaka, marifetin hakikati gereklidir.
***
Bu tahkikten bilinmiş oldu ki, iman iki ferddir; biri hakikat, biri de suret.. Avamın nasibi olan surettir; havasa ihsan edilen dahi hakikattir.
Mana üstte anlatıldığı gibi olunca; avamın imanı, enbiyanın imanı gibi olmaz. Ki onlar, havassın dahi hasıdır. Onlara selâm. Zira, o iman, bu iman değildir; aralarında bir benzerlik dahi yoktur.
Marifetten yana acz, imanın hakikatında (ele, dile) alındığına ve marifetin dahi o makamda mevcud olduğu bilinmediğine göre, hiç şüphe edilmeye ki; o makamda ziyadelik ve noksanlık yoktur. Zira, marifetin atılması (yokluğu) durumunda, marifet derecelerinin değişik olma ihtimali yoktur. Halbuki değişik dereceler, ancak sübuttadır.
Netice mana üstteki gibi olunca, imanın hakikatında ziyadelik ve noksanlık olmaz.
Hakikat-ı hali en iyi bilen Sübhan Allah'tır.
***
Burada şöyle bir soru sorulabilir:
-Bu takrirden lâzım gelir ki; sofiyenin ilimleri ve keşfe bağlı maarifi, itibardan düşük ola. Yüce Hakkın marifeti dahi, ona bağlı bulunmaya. Çünkü, anlatılan duruma göre, yüce Hakkın marifeti, şer'i ilimlerle hasıl olmaktadır. Artık, sofiyenin çalışıp çabalamakla elde edeceği bir marifet kalmamaktadır. Sofiyenin ulema üzerine bir meziyeti de sabit değildir. Yani şanı yüce Hakkın marifeti babında...
Bu soruya şöyle derim:
-Sofiyenin ilimleri ve keşfe dayalı maarifi, onlar arasında nihayetin nihayetine ulaşan müntehilere müyesser olan o acze kalmıştır. Bu büyüklere gelince derece derece, o keşfe dayalı maarif basamaklarına çıkmaya çalışmaktadırlar. Taa, o acz vusul devletine erme şerefine nail oluncaya kadar. Bu durumda, o asfiye kuralların marifetleri muteberdir. Şunun için ki: O hak marifetin husulüne vesiledir. O hakikata ermeye dahi sebeptir.
***
Burada, bir başka soru dahi şöyle sorulabilir:
-Marifetten yana acz hali sabit olunca, kemal acze inhisar eder. Marifette sofiyenin itibar ettiği üç mertebenin manası nedir? İlme'l-yakin, ayne'l-yakin ve hakka'l-yakinden murad ne olur?
Bunun cevabını şöyle verebilirim:
-Bu Fakir'in o kavm (sofiye topluluğu) ile bu meselede müşaceresi (münakaşası) vardır. Bu büyükler, bu üç mertebeye yüce Hakkın zatına nisbetle itibar etmişlerdir. İlme'l-yakin, ayne'l-yakin ve hakka'l-yakini yüce
Hak şanında isbat eylemişlerdir. Onların irad ettikleri temsilde ise, duman ile istidlalden hasıl olan ateşe dair ilim için:
-İlme'l-yakin demişlerdir. Yani ateşe nisbetle... Ateşi görmek için dahi:
-Ayne'l-yakin demişlerdir. Ateşle tahakkuk için dahi:
-Hakka'l-yakin demişlerdir.
Bu Fakir, bu üç mertebeyi, yüce Sultan Vacib'in zatına delâlet eden ayetlere indirdi. Şöyle dedi:
-ilim, ayn, hak delillerdedir; medlulda değil.
Zira o; ilimden, aynden, haktan yana yüce ve üstündür. Temsilde ise ilim, ayn, hak dumana nisbetle isbat edilmiştir; ateşe nisbetle isbat edilmiştir; ateşe nisbetle değil.
Dumanı bilmek, istidlal ile hasıl olur ise bu, ateşi istilzam eden dumana nisbetle ilme'l-yakindir.
Dumanı görmek hasıl olduğu ve bununla da ateşin varlığına istidlhal edildiği zaman, dumana nisbetle ayne'l-yakin olur.
Dumanla tahakkuk hasıl olduğu, bununla da ateşin varlığına istidlal edildiği zaman hakka'l-yakin olur. Yani dumana nisbetle. Bu istidlal, önceki istidlalden daha tamamdır. Zira o istidlal, afaktandır; bu ise, enfüsten olup duman ile tahakkukun husulü içindir.
Sonra duman, aynel-yakinde bir vasıtadır. Hakka'l-yakinde ise, vasıta değildir. Hatta bir nisbettir ki, duman için olup ateşle beraberdir. Delil arayana (veya ateş) o nisbet, ayniyle husule gelir; onu yakın derecelerinin en âlâsına ulaştırır. Bu yakınlık dahi, ilmin, aynın ve hakkın ötesindedir.
Burada şöyle söylenemez:
-Vasıta kalkınca, ayne'l-yakin olan rüyet tahakkuk eder.
Çünkü şöyle deriz:
-Rüyetin tahakkukunda, vasıtanın kalkması yetmez. Elbette başka şeyler gerekir. Bu işyler ise, yoktur. Yakin mertebeleri ayetlere (alâmetlere dönük olunca, medlule dönük bir marifet de baki kalmaz. Zaruri olarak, medlule marifetten yana acz lâzım gelir. Dolayısı ile, orada, marifetin sel-binden (atılmasından) başka bir marifet tahakkuk etmez.
Şayet, yakin için olan bu üç mertebe ayetlere (alâmetlere veya delillere) dönük olmasaydı, medlule dönük olsaydı; marifetten yana aczin tasavvuru nasıl olurdu? Marifetin selbin (atmanın) manası ne olurdu?
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
0
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 532. Mektup

MEVZUU: Sırlan tazammum eden mektup ibarelerinin halli hakkındadır.
NOT: İmam-ı Rabbini Hz. bu mektubu, Mirza Müsameddin Ahmed'e yazmıştır.
***
Allah'a hamd olsun. Onun seçilmiş kullarına da selâm.
Bu Fakir'e gönderilen mübarek mektubun mütalaası ile teşerrüf ettim. Onun gelişi, şefkat ve re'fet üzere idi.
O mektuba şu manalar dere olunmuş:
-icmir'den yazılan mektubun ibarelerine, büyüklerden birinin itirazı var. Bu itirazların halli için bir şeyler yazılması gerek.
Bu arada, arkadaşlardan bazdan, şüpheli yerleri belirterek yazmışlar. Bunun için, o tayin edilen ölçüde, onların halli için mukaddimeler yazdık.
Doğru yola hidayet eden Sübhan Allah'tır.
***
Ey mahdum-u mükerrem.
-Seyr-i müridi ve seyr-i muradi manalarından her biri, o seyrin sahibinin vicdanına taalluk eder. Başkasına taalluk olan bir emrin ilzamı değildir. Mana böyle olunca, onun isbatı için, hüccet ve burhan talebine hacet yoktur.
Mana yukarıda anlatıldığı gibi olmasına rağmen; Sübhan Allah bir sahsa kudsi bir kuvvet ihsan eylediği zaman; o seyir sahibinin hal ve vaziyetlerini mülahaza eder ise, kendileri ile imtiyaz bulduğu feyizleri, bereketleri, ilimleri ve maarifi de o müşahede edince mümkündür ki şu hükmü ver:
-O kimsenin seyri, muradi bir seyirdir.
Hem de hiçbir delile ihtiyaç duymadan... Tıpkı ay nurunun güneş nurundan istifade yollu gelişine dair yapacağı hüküm gibi. Yani ayın güneşe yakınlığını, ondan uzaklığını, onun mukabilinde oluşunu ve onunla içtimam mülahazadan sonra... İsterse bu mana, idrak erbabının gayrına malum olmasın.
Hazret-i Şeyhimiz, bu Fakir'in seyir halinin evvellerinde, şöyle demişti:
-Onun seyri, muradi seyirdir...
Herhalde, arkadaşlar da ondan bu kelâmı duymuş olacaklar. Bu Fakir'in haline mutabık olduğunu bilerek, Mesneviden şu iki beyti inşad eyledi:
Maşukun aşkı, hep gizlidir sakildin
Uşşakın aşkı, davullu alaylıdır.
Amma ikinci bedeni eritir; Maşukun aşkı, eti yağı artırır.
Vasıl olan muradlardan her birinin seyri, içtiba yolu üzeredir. İçtiba yolu ise, yalnız enbiyaya mahsus değildir. Onlara selâm. Bu manayı, AVARİF nam kitabın yazarı tasrih etmiştir. Sim mudaddes olsun. Bunu Meczup Salik ve Meczup beyanında anlatmıştır.
Müridlerin yolu için:
-inabe yolu demiştir. Muradların yolu için de şöyle demiştir
-İçtiba yolu...
Bu manada bir ayet-i kerime meali şöyledir:
"Allah dilediğini ona içtiba eder... (Seçip çeker...) İnabe edenleri (dönenleri) ona hidayet eyler."(42/13)
Evet, içtiba yolu, asaleten enbiyaya mahsustur. Ümmeti için de, sair kemalât gibi, onlara tebaiyetle vardır. Onun mutlak olarak enbiyaya mahsus olduğu ve ümmetin dahi ondan yana asla bir nasibi olmadığı manası yoktur. Zira, böyle bir şey vaki değildir.
Ey mahdum,
Salike feyiz vusulü, Hayrü'l-beşer Resulullah (sav) Efendimizin tavassutu ve onun haluliyeti ile olmaktadır. Bunun oluşu dahi, Muhammedi Meşreb olan salikin hakikati, Halikat-ı Muhammediye'ye intibak etmeden ve onunla ittihadından evveldir. Ne zaman ki, kemaliyle mutabaatı, hatta sırf fazi olarak iki hakikat arasında ittihad husule geldi, yani urucu makamında. İşte o zaman aradan tavassut kalkar.
Zira tavassut, ancak mugayerette olur; ittihadda ise, ne tavassut eden vardır; ne de tavassut edilen... Ne perdeci vardır, ne de perdelenen... Hatta, ittihad makamında muamele ortaklaşadır. Lâkin salik; tabi, mülhak, uydu olduğundan, onun için bu şirket gereklidir. Yani hizmet edenle, hizmeti görülen ortaklığı kabilinden.
***
Yukarıda şöyle bir cümle kullandım:
-Onun hakikati için, Hakikat-ı Muhammediye ile intibak hasıl olur ve onunla ittihad eder.
Bunun beyanı şöyledir: . -Hakikat-ı Muhammediye, bütün hakikatları camidir. Bunun için de:
-Hakikatlar hakikati denir. Diğerlerinin hakikatları ise, onun için cüzler gibidir. Veya cüziyat gibidir. Şöyle ki:
Eğer salik, Muhammedi meşreb olur ise, onun hakikati, o külli için bir cüz'i olur; onun üzerine mahmuldür. Şayet Muhammedi meşrep değilse, o zaman, onun hakikati, külle nisbetle cüz hükmünü taşır; onun üzerine mahmul değildir.
Şayet Muhammedi meşrep olmayanın hakikatına urucu esnasında bir ittihad arız olur ise, bu oluş ancak kademi üzere olduğu nebinin hakikatına göre olur. Ve o hakikat üzerine de mahmuldür. Onun için, onun kemalâtına münasip bir şekilde, kendisi için bir ortaklık husule gelir. Lâkin bu ortaklık, hadim mahdum (hizmet eden ve hizmeti görülen) şirketi kabilinden olur. Bu mana, daha önce de anlatıldı.
Ne zaman ki, bu cüz'i için kemal-i mütabaat alâkası, hatta sırf fazi olarak; küllisi için mahabbet hasıl olunca, elinden dahi ona şevk vusulü tutunca, külli olan cüz'i kılan kayd (bağ) yüce Allah'ın fazlı ile zevale yüz tutar. Onun tedricen zevafınden sonra; o külliye intibak ve ilhak hasıl olur.
Gelelim şu cümleme:
-Onun için has mahabbet hasıl olunca...
Bu anlatılan mahabbet, bu Fakir'e sırf Allah'ın fazlı olarak hasıl olmuştur. O kadar ki, bu mahabbetin ağır basmasından şöyle demiştim:
-Hazret-i Hakka mahabbetim, Muhammed'in (sav) Rabbı olduğu cihetindendir.
Bu kelâmdan Meyan Taç ve arkadaşlardan başkaları, taaccüp etmişti. Zannım o ki, bu kelâm, sizin de hatırınızdan çıkmıştır. Böyle bir mahabbet hasıl olmayınca, ilhak ve ittihad nasıl husule gelir?
Bir ayet-i kerime meali:
"Bu, Allah'ın fazlıdır; onu dilediğine verir. Ve... Allah büyük fazlın sahibidir."(62/4)
***
Tavassutun oluşunu ve tasavvufun olmayışını beyan edelim. İyi dinlemek gerek.
Bilesin ki,
Cezbe yolunda, cezbe ve cerr, matlub canibinden olduğuna ve inayet-i ilâhiye dahi, talimin haline tekeffül ettiğine göre zaruri olarak vasıta kabul edilmez.
Sülük yolunda ise, inabe talip canibinden olduğuna göre; onda vasıtaların bulunması gereklidir.
Cezbenin kendisinde, her ne kadar vasıtalara ihtiyaç yok ise de; lâkin cezbenin tamama ermesi, süluke bağlıdır.
Şayet, şeriat hükümlerinin yerine getirilmesinden ibaret olan tevbe, zühd ve bunlardan başkaları; cezbeya inzimam etmez, işe, o cezbe tam değildir. Hatta kesiktir.
Hanudlardan ve mülhidlerden birçoklarını gördüm; keridilerinde cezbe vardı. Lâkin, Sahib-i Şeriat Resulullah (sav) Efendimize mütabaatle benzemediklerinden ötürü; kendilerine cezbenin suretinden başka nasip yoktur. Halleri dahi harap ve kesiktir.
Bu manadan ötürü, şöyle bir soru çıkabilir:
-Cezbenin husulü, mahbubiyetten yana bir şey istediğinden; Allah'ın düşmanları olan küffar hakkında cezbenin nasip oluşu nasıl caiz olur?
Bunun için şöyle derim:
-Küffardan bazısı hakkında, mahabbet manasından yana bir şey olması mümkündür. Bu dahi, cezbenin husulüne sebep olmaktadır. Lâkin, Sahib-i Şeriat Resulullah (sav) Efendimize mütabaatla bezenmedikleri için, hüsranda ve hizlanda kalırlar. Bu cezbe dahi, aleyhlerine hüccetten başka bir şey artırmaz.
Şu cihetten ki: Onların istidadı belli olmuştur; Ihakin onu, kuvveden fiile çıkarmamışlardır. Bunun sebebi de, cehalet ve inattır.
"Allah onlara zulmetmemiştir; lâkin, kendileri nefislerine zulmediyorlar."(3/17)
Sülükten ibaret olan Sahib-i Şeriat Resulullah (sav) Efendimize mütabaatle cezbe yolunda matluba vusul müyesser olur ise, vasıtasız ve hayluliyetsiz olur. Hem de hiçbir şeyin.
Bu manada demişlerdir ki:
-Bir kovayı sarkıtasınız, Allah'a düşerseniz demek olur ki:
-Hazret-i Hakka cezbe ve cerr yolu ile girip batanların batınına vasıl olduğunuz zaman, sizinle, yüce Hak arasında bir işin hayluliyeti ve hicabiyeti olmaz.
Yani arada ne bir perde kalır, ne de hali, engel...
Herhalde, Hazret-i Şeyhimizin -sırrı mukaddes olsun- şu cümlesi hatırınızda kalmış olmalı:
-Allahu Teala ile arasında maiyet yolu ile bir kula, Sübhan Hakka vusul müyesser olduğu zaman; elbette bu, bir işin vasıtası olmadan olur.
Maiyete münasip olan da budur. Vasıta ancak, sülükten ibaret olan terbiye silsilesindendir. Maiyet yolu dahi, cezbe yollarından biridir.
"İnsan sevdiği ile beraberdir..." manasına gelen hadis-i şerif dahi, bu manayı teyid eder. Ne zaman ki, bir şahısla sevdiği arasında maiyet sabit
olur; aradan vasıta kalkar.
***
Şu manayı da iyi dinle,
Her zillin, açık bir şekilde, aslına çıkan bir yolu vardır. Aralarında dahi asla bir hail olmaz.
Şanı büyük Allah'ın inayeti ile; zil için aslına meyli ve ona incizab ve ilhak hasıl olur ise, bu, bir şeyin hali durumu olmadan meydana gelir. Bu asıl, ilâhi isimlerden bir isim olduğundan; elbette isimle müsemma arasında hail olmaz. O ismin müsemması olan aslın aslına, zillin vusulü dahi bir şeyin tavassutu olmadan olur. Sonra, her kim, lâ-keyfi manada bir vusul ile, Hazret-i Zat'a vasıl olur ise, bir şeyin tavassutu ve hail olması dahi, onun hakkında olmaz.
Hazret-i Zat'a vusul suretinde; vacip sıfatlarının hail olması ve hicaplığı kalkınca, sıfatların başkasına hail olmak ve perdelik mecali nasıl olabilir? Burada şöyle bir soru sorulabilir:
-Sıfatların zattan infikâki caiz olmadığına göre; vasıl olan ile kendisine vasl olunan arasında sıfatların gayrına hail olma durumu nasıl olur? Bunun için şu cevabı veririm:
-Salik için, aslında vusul hasıl olduktan sonra -ki o, ilâhi isimlerden bir isim olup, sa-lik dahi onun zillidir- yine salik, onunla da tahakkuk ettikten sonra, onunla yüce Hazret-i Zat arasında elbette bir tavassut ve hali olmaz. Tıpkı isimle müsemması arasında bir hal olmadığı gibi... Bu manaya göre irtifa ve infikak lâzım gelmez. Anlatılan tahkikin bir benzeri yukarıda geçti. Yani:
-Salikin hakikati, Hakikat-ı Muhammediye ile ittihad edince, cümlesinin beyanı sırasında. Ayrıca: Zillin aslına vusulü beyanı yapılırken de, bu beyandan bir nebze anlatıldı.
***
BİR TENBİH
Cezbe yolunda ve diğerlerinde anlatılan tavassutun olmayışını; ahmak sanmasın ki:
-Hayrü'l-beşer Resulullah (sav) Efendimize tebaiyetten istiğna demektir. Zira, böyle bir şey küfürdür, zındıklıktır, hak şeriatı inkârdır.
Daha önce de şu mana geçti: Şeriat hükümlerinin yerine gelmesinden ibaret sülük inzimam etmeyince, cezbe tam değildir. Kesiktir. Bir nimettir ki, nimet suretinde zuhura gelmiştir. O cezbenin sahibinin aleyhine, hüccetin tamam olmasıdır.
Hulasa,
Şu mana yakin mertebesinde ulaşmıştır ki, hem de sahih keşif ve sarih ilham ile... Resulullah (sav) Efendimizin vasıtası ve onun mütabaatı vasıtası olmadan, bu tarikatın inceliklerinden hiçbir incelik ve bu tarikatın feyizlerinden hiçbir feyiz, bereketlerinden dahi bir bereket müyesser olmaz. Hatta, müntehi olana dahi onun tebaiyeti ve uyduluğu olmadan bir
şey hasıl olmaz. Ona salât ve selâm olsun. Bir şiir
"Bir muhal iştir yürümek bu safa yolunda; Mustafa'ya olmazsa uymak Sa'di, yolunda.
Allahu Teala, ona salât ve selâm eylesin.
***
Ebleh Eflatun kendisini enbiyaya mütabaatten müstağni sanmıştır. Bunun sebebi de, riyazetlerden ve mücahedelerden dolayı kendisine hasıl olan safiyettir.
Bunun için demiştir ki:
-Biz, tehzib edilmişiz; tezhipçiye ihtiyacımız yoktur (yani terbiyeciye)
***
Şunun bilinmesi yerinde olur ki,
Enbiyaya mütabaat olmadan, rizayetlerle hasıl olan safanın hükmü, altına batınlmış kara bakır hükmüdür; yahut, üstü şekerli zehir.
O şey ki bakın hakikatini halis altına çevirir ve nefsi dahi emmarelikten itminana erdirir; bu şey, enbiyaya mütabaattır. Onlara salât ve selâm olsun.
Yüce Hakim-i Mutlak ancak peygamberlerin bi'setini ve onların şeriatını; nefs-i emmarenin tacizi ve tahribi için kararlaştırdı. Onun tahribini, hatta ıslahını, enbiya mütabaatının gayrında kılmadı.
Bir kimse, riyazetlerin ve mücahnedelerin bin çeşidini irtikab etse, yani o büyüklere mütabaat olmadan; nefsin emmareliğinden ve noksanından kıl kadar eksiltmez. Hatta, onun tuğyanını ve inadını artırır.
Bir mısra:
İlletlinin her seçtiği illettir.
O nefs-i emmarenin zati marazını izale dahi, enbiyanın yoluna temessükle olur.
Bundan sonrası, kuruyan otlar gibidir (yani boş).
***
Şunun bilinmesi gerekir,
Cezbe için mutlak sülük gereklidir. Amma, cezbenin sülükten evvel veya sonra olması müsavidir. Ne var ki, fazilet, cezbenin sülükten evvel olmasındadır. Bu durumda, sülük, cezbenin hizmetinde olur. Cezbenin sonraya kalması halinde ise, sülük cezbenin mahdumu olur. Zira, bu durumda, cezbe ancak sülük devleti ile müyesser olmaktadır. Amma cezbenin .önde olmasında böyle bir durum yoktur. Bu hale göre binefsihi (galip salik) davet edilen ve matlub olur. Bunun için de muraddır. öbürü de mürid.
Murad olanlann başı, mahbub olanlar reisi, Allah'ın Resulü Muhammed'dir. Allahu Teala, ona salât ve selâm eylesin.
Çünkü zati olarak maksud olan ve bu davette ilk çağnlan odur, Ona ve âline salât ve selâm. Ondan başkaları, ancak onun uyduğu ile çağrılmışlardır. İster murad olsunlar, isterse mürid.
Şayet o olmasayu, Allahu Teala halkı yaratmazdı ve rübubuyeti dahi iz
har eylemezdi. Nitekim, bu manada varid olan haber böyle gelmiştir. Ondan başkası, onun tufeylisi (uydusu) olduğuna; o dahi, asli maksud olduğuna göre, hiç şüphe edilmeye ki, hepsi ona muhtaçtır. Feyizleri ve bereketleri onun tavassutu ile almaktadırlar. Ona ve âline salât ve selâm olsun. Bu manadan ötürü:
-Hepsi de, onun âlidir (yani aile fertleri) denir ise, bu mana caizdir. Zira, onların hepsi, onun metbuu olup ancak onun tavassutu ile kemal sahibi olabilirler. Şöyle-ki:
Onun vücudu olmadan, başkasının vücudunun olacağı tasavvur edilemeyeceğine göre; onun vücuduna tabi olan kemalât dahi, onun tavassutu olmadan nasıl tasavvur edilebilir?
Evet...
Alemlerin Rabbi Allah'ın mahbubu, böyle olmak gerek.
Şu manayı da dinle.
Keşf olunan mana şu ki: Resulullah (sav) Efendimizin mahbubiyeti, yüce Allah'ın Zat-ı Baht'ine taalluk eden mahabbeti ile olmaktadır. Amma şuuniarın ve itâbartarın mülahazası olmadan... Hazret-i Zat dahi, bu mahabbeti iie mahbub olmaktadır. Amma ondan başkasının mahbubiyeti böyle değildir. Allahu Teala, ona salât ve selâm eylesin. Zira onların mahabbeti, şüuna ve itibarlara taalluk etmektedir. Esma ve sıfat libasına bürünmüştür. Yahut, esma ve sıfatın zılâline... Haliyle bu, onların değişik derecelerine göre olmaktadır.
Bir şiir:
Hiç de olmaz Resulullah'ın fazlına;
Had, dille anlatan gider l'rabma...
Ona ve resullerden, nebilerden, mukarrep meleklerden tüm kardeşlerine salât, selâm, bereketler.
Bu makamın tahkiki, bir başka manada şöyledir:
Mümkündür ki, Resulullah (sav) Efendimizin tavassutu iki manada ola... Şöyle ki:
a) O, salik ve matlub arasında bir hail ve hacip (perdedar) ola,
b) Salik, onun tavassutu tebaiyeti ile ve uydusu olarak, mütabaatına girerek matluba ulaşa.
Sülük yolunda, Hakikat-ı Muhammediye'ye vusulden evvel, tavassutun her iki manası da vardır. Hatta zannım odur ki, arada vasıla olan şeyhlerden her biri, yani bu tarikatta, salikin şühuduna perdedir. Sonunda, cezbe ile bu perdeden kurtulamayan salikin vay haline. Bir de, onun muamelesi hicaptan geçip hicapsızlığa gitmez ise... Zira, cezbe yolunda ve hakikatler hakikatına vasıl olduktan sonra tavassut ikinci manayadır. Yani saiikin tebaiyet!.. Arada hail ve hicab yoktur ki, şühuda, müşahedeye ve emsali şeylere hicab ola...
Burada şöyle bir şey söylenemez:
-Tavassutun olmayışı, bir manaya ise; bundan dolayı onun zatına kusur çıkar. Allahu Teala, ona salât ve selâm eylesin.
Çünkü şöyle deriz:
-Anlatılan manaya tavassutun olmayışı, onun kemalini gerektirir. Allahu Teala, ona salât ve selâm eylesin. Kusuru çıkarmaz. Hatta küsur, tavassutun varlığındadır. Zira, tabi olunan zatın kemali; kendisine tabi olanı, tataffulü ve tebaiyeti ile bütün kemal derecelerine ulaştıra... İnceliklerinden hiçbirini bırakmaya. Böyle bir şey dahi, tavassutun oluşundan değil; olmayışındadır. Zira, tavassutun olmayışı, hicapsız şühuddur. Bu ise, kemal derecelerinin en yükseğidir. Tavassutun varlığı ise, hicap halindedir.
Mana üstte anlatıldığı gibi olunca; kemal tavassutun olmayışında, kusur ise, tavassutun oluşundadır.
Hizmeti görülenin azametinden ve saltanatındandır ki, kendisine hizmet eden hiçbir makamda asla kendisinden ayrılmaya. Onun tebaiyeti ile de, akranın devletine ortak ola... Bu manadan olarak, Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:
"Ümmetimin uleması, beniisrailin enbiyası gibidir."
***
Uhrevi rüyet (ahirette Allahu Teala'yı görmek) dahi, bir şeyin tavassutu ve bir işin haili olmadan olacaktır.
Bir hadis-i sahihte şöyle geldi:
"Kul namaza girdiği zaman, Rabbi ile arasında bulunan perde kalkar."
Üstte anlatılan mana icaba olarak; namaz, müminin miracı olmuştur. Ondan alınacak bol haz dahi, vasıl olan müntehilerin nasibi olmuştur. Zira, hicabın kalkması, vasıl olan müntehiye mahsustur. Tavassutun ve hallin kalkması dahi, bu mana ile sabit olmuştur.
Üstte anlatılan marifet, bu Fakir'e ledünni ilimlerin hususiyetlerindendir. Onlar, katıksız fazl ü kerem olarak verilmiştir. Onların hakikati ile de tahakkuk olmuştur.
Bir şiir:
Ben bir bahçe gibiyim, oraya bahan
Bulutlarından zülâl yağmurlar yağar...
***
Şu da bir başka güzel şiir:
Padişah çalarsa kapısını kocakarının;
Olmaya gidesin yolunmasına bıyığının...
***
Allah, sırtarının kudsiyetini artırsın; tarikat meşayihinin, Resulullah'ın tavassutunun oluşunda ve tavassutunun olmayışında ihtilâfları vardır.
Bir cemaat, tavassutun varlığına zahib oldu; bir başka cemaat ise, olmadığına...
Amma onlardan hiçbiri, tavassutun oluşunu ve tavassutun olmayışını tahkikle beyan etmedi. Bunların kemalinden ve kusurundan söz açmadı.
Zahir erbabına gelince, imanın kemali olduğu halde tavassutun olmayışını, küfür zannedip ona kail olanı dalâlette bildiler. Bu da bilmedik
terinden oldu. Onlar tavassutu imanın kemali olarak tasavvur ederler; ona kail olanı dahi, tabi olanların kâmillerinden sayarlar. Halbuki, tavassutun olmayışı, mütabaatin kemaline mebnidir. Tavassutun varlığı dahi, mütabaatın sebebi iledir. Nitekim, bu mana daha önce de anlatıldı. Bütün bu manaların onlardan gelişi hakikat-ı hali idrak edememekten ileri geliyor. Bu manada gelen bir ayet-i kerimede Allahu Teala söyle buyurdu:
"Elbet, onlar ilmini kavrayamadıkları şeyi yalan saydılar. Kendilerine, te'vili (hakkında bir idrak dahi) gelmedi. Onlardan evvelkiler de böyle tekzib ettiler."(10/39)
Ey mahdum,
-Üveysiyet... demek, zahir şeyhi inkâr etmek değildir. Üveysi, öyle bir şanstır ki; ruhani zatların, onun terbiyesinde dahli vardır. Hace Ahrar'ı görmez misin? Hace Bahaeddin Nakşibend -sim mukaddes olsun- Hz.'nin ruhaniyetinden yardım aldığı için kendisine:
-Üveysi... denmiştir. Hem de zahir şeyhi var iken...
Aynı şekilde Hace Nakşibend -sırrı mukaddes olsun- Hz.'nin ruhaniyetinde imdad aldığı için, kendisine:
-Üveysi... denmiştir. Hem de zahir şeyhi var iken.
Bilhassa, bir kimsede; Üveysiyet olduğu halde, şeyhini de ikrar eder. Böyle bir şeyden muradı dahi, şeyhi inkâr saymak, yalandır, bühtandır; acayip bir insaftır.
***
Ey mahdum,
-Âbdülbaki... lâfzının terkibinden murad, izafi manasıdır; ilmi değil... İsterse tam manası ile onda, ilmi bir iş'ar manası olsun. Yani, şu cümlede geçen:
-Her ne kadar şeyhim Âbdülbaki ise de; lâkin terbiyeme tekeffül eden Allahü'l-baki'dir.
Bunda tahrif inhiraf nerede?.. Hangi suledep var?.. Allah insaf versin.
***
Ey mahdum,
Bayezid-i Bistami'den (ks) sekrin ağır bastığı vakit halinde sudur eden:
-Sübhani... kavlinde söylendiği gibi kusur kabul edilse dahi, o kusurun istimrarı ve istikrarı gerekmez. Yani ona kail olanda...
Evet,
Anlatılan mana olmaz ki, başkası ondan daha faziletli ola... Zira, o halin iktiza ettiği vakitte; çokça maarifin zuhur ettiği olur ki; ondan sonra, o marifetin kusuru Allah'ın inayeti ile zahir olduğu zaman, o marifet terk edilir. Ve daha yukarı makama terakki edilir.
Mübarek mektuba, bu gibi şathiyat (cezbeli sözler) karışıktır. Böyle bir şeyi, sekir erbabı yazsa caizdir. Lâkin, sahiv (ayıklık) erbabının böyle cümleleri izhar eylemesi cidden uzak görülmektedir.
Ey mahdum,
Her kim, bu cümleleri yazar ise, onun menşei sekr halidir. Sekr hali karışmadan, bu babda kalem oynatamaz.
Bu babda netice söz şu ki:
Sekr halinin çok mertebeleri vardır. Sekr hali her ne miktar çok olur ise, şathiyat (cezbeli sofiye sözleri) onda o kadar çok ve bol olur.
Bayezid-i Bistami'nin sekri ise, ondan sudur eden şu cümleden bellidir:
-Sancağım, Muhammed'in sancağından daha yukarıdadır.
Hem de, sakınmadan bunu söylemiştir.
Her kimin ki hali sahivdin zannetmeye ki, onunla beraber bir sekr yoktur. Zira böyle bir şey aynen kusurdur. Zira halis sahiv avamın nasibidir. Her kim ki, sahiv halini tercih eder; onun bundan muradı; sahiv halinin ağır bastığı sırf sahiv değildir. Her kimin ki, muradı, sekrin ağır basmasıdır; bu da halis sekir hali değildir. Zira böyle bir şey afettir.
Cüneyd-i Bağdadi'yi görmez misin? Allah sırrının kudsiyetini artırsın, kendisi sahiv erbabının reisi olduğu halde; sahvi sekr haline tercih etmesine rağmen, birçok ibareleri sekr hali ile karışıktır; onları saymak zordur. Şunlar onun cümlesidir:
-Arif o maruftur.
-Suyun rengi kabının rengidir.
-Muhdes (mahluk) kadimle karin (arkadaş) olunca, kendisinden eser kalmaz.
AVARİF nam kitabın yazarına gelelim... Kendisi sahiv erbabının kâmillerindendir. Bununla beraber, kitabı sekriyata dair maarifle doludur. O kadar ki, onların şerhi mümkün değildir.
Bu Fakir, onun bazı sekr haline bağlı maarifini bir yaprağa toplamıştır. Onun sekr hali bakiyelerindendir ki, sırtarı ifşa ederek onlarla övünüp iftihar etmiş, ağyara karşı da meziyet iddiasında bulunmuştur.
Şayet halis bir sahiv hali olsaydı; o zaman, sırtarın ifşası küfür olurdu. Başkalarına nazaran fazilet iddiası dahi şirk olurdu.
Ayıklık halinde sekr hali, yemeği yarar hale getiren tuz misalidir. Şayet tuz olmasaydı, yemek de yaramaz olurdu.
Bir şiir:
Olmasaydı aşk, aşık dahi hayran;
Ne dinleyen olurdu, ne anlatan...
***
Şeyh Abdülkadir (Geylani)'den -Allah sımnın kudsiyetini artırsın- sudur eden:
-Kademim, her velinin boynundadır cümlesini, AVARİF nam eserin yazarı, sekr haline yormuştur. Bundan muradı dahi kusur isbatı değildir. Yani tevehhüm edildiği gibi. Çünkü bu, onun için aynen övgüdür. Hatta, vakıayı beyandır. Yani bu gibi mübahattan ve iftihardan haber veren kelâm, sekr hali bakiyesi olmadan sdur etmez. Zira, katıksız sahiv halinde böyle kelâm etmek zordur.
Bu fakir'in yazdığı şu sayfalar ki, halis sahiv hali ile yazıldığı hatır-ı şerifinize yerleşmiş gibidir. Hasa ki böyle bir şey ola. Zira öyle bir şey
haramdır, münkerdir, düzensiz sözdür, kelâm sıralamaktır. Halis sahiv hali ile muttasıf olup da kelâm sıralayanlar çoktur. Amma neden olra bu düzende söz edemezler; insanların kalblerini de harekete getiremezler.
Bir şiir:
Hafızın feryadı yersiz mi bastan sona;
Garip kıssa, acayip sözler sığınıştır ona...
***
Ey mahdum,
Sırların ifşasından haber veren bu gibi kelimeler, zahir manasından alınmıştır. Tarikat meşayihinden, her vakit böyle cümleler sudur etmiş ve bu onların süregelen âdeti olmuştur. Allah sırlarının kudsiyetini artırsın. Bu Fakir'in icad ettiği bir iş değildir. Ve bu, İslâm'da ilk kınlan bardak da değildir.
Bu ıstırap ve cidal neden?
Şayet zahiri, şeriat ilimlerine uymayan bir lâfız sudur eder ise, onu en küçük manası ile, zahirinden almak lâzımdır. Böylece onu, şeriat ilimlerine mutabık kılmak gerek; bir Müslümanı itham etmek değil...
Şeriatta bir kötülüğü şüyu buldurmak ve bir fasıkı rüsvay etmek haram ve yasak iken, mücerret bir şüphe ile bir Müslüman'ı rüsvay etmek nasıl münasip olur? Şehirden şehire onu aktarmak nasıl bir dindarlıktır?
İslâmiyet ve şefkat yolu odur ki, zahiri şeriat ilimlerine muhalif düşen bir söz, bir şahıstan sudur eder ise, onu diyene bakmalıdır: Şayet o, zındık veya mülhid ise, onu reddedip ıslabı ile uğraşmamalıdır. Şayet Müslüman, Allah'a ve Resulü'ne imanı var ise, onun sözünü yazar hale getirmeye çabalamalıdır; onu sağlam manaya yormalıdır. Onun hallini dahi, diyenden talep etmelidir. Şayet hallinden aciz kalır ise, kendisine nasihatta bulunmak gerek. Zira, emr-i maruf ve nehy-i münker rıfktır. Zira böyle bir muamele kabule daha yakındır. Şayet maksat kabul değil de, onu rüsvay etmek ise, o zaman iş değişir.
Allahu Teala, başarı ihsan eylesin.
***
Anlatılanlardan daha şaşırtıcı mana şudur ki:
Mübarek mektubunuzdan anlaşıldığına göre, bu Fakir'in mektubunu o büyükten dinledikten sonra, hizmetinizde bulunanlara bir şüphe ve inhiraf gelmiş. Bu bir in'ikâsa benzer. Halbuki onlara düsen, şüphe zanlarını kendi içlerinde halletmektir. Hem de bu Fakir'e bırakmadan, fitneyi dahi böyle sükuna kavuşturalar.
Diğer arkadaşlar hakkında ne diyebilirim ki? Onlardan bazısı, şüpheyi def etmiyor. Bunun için nefsi müsamaha yolu açmamıştır. Böylece o, gücü yettiği halde, sükutu tercih etmiştir.
Bir şiir
Muhtacız bir bak suna;
Şimdi dost yardımına...
Dua makamında bir ayet-i kerime meali:
"Rabbimiz, katından bize rahmet ver. İşimizde bizim için muvaffakiyet hazırla."(18/10)
Evvel, ahir selâm.
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
0
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 531. Mektup

MEVZUU : Uzleti ihtiyar etmek.. (Halktan ayrı kalmayı tercih etmek..)
* **
NOT : İMAM-I RABBANİ Hz. bu mektubu, Mir Mansur'a yazmıştır.
***
Allah'a hamd olsun.. Selâm, onun seçilmiş kullarına..
***
Pek değerli Kardeşin mektupları peşpeşe gelince., vakit güzelleşti.
***
Sübhan Allah'a hamd olsun.. Şunun için ki: Fukaraya mahabbetinize bir fütur ve telvin gelmemiştir. Keza onlarla olan bağlantılarınıza.. Hem de, münasebetin olmama sebepleri var iken.. Hatta bu irtibata kuvvet dahi gelmiş..
Sübhan Allah size, saadet sermayesi olan bu taifeye muhabbette istikamet versin..
***
Ey Müşfik,
Bu sıralarda, inziva şevki ağır geldi.. Bunun için, bir zaviyede oturmayı tercih ettim.. Hatta cuma namazı hariç; mescide dahi gidemiyorum.. Beş vakit namaz, bu zaviyede kılınmaktadır.
İnsanlarla mülakat yolu kapandı. Vakitler, tam bir cemiyet içinde geçmektedir.
Ömür boyu temenni edilen, şu anda müyesser oldu. Sübhan Allah'a hamd olsun..
***
Kalan surî haller, afiyete makrundur. Evlâd ve sair taallukat, gönül birliği üzeredirler. .
Ramazan-ı şeriften evvel, Hace Abdullah Dehlî'ye kudüm etti. Sühhan Allah'a hamd olsun.. Onun gelişi ile, çok faydalar hâsıl oldu.
Yaprak tamam oldu. Tevhid galebelerinden halâs oldu. Tenzih denizinde yüzmeye geçti. Daha derinlere, dibe teveccüh etti. Zahirden batına gitmektedir. Hatta, batınların da batınına..
***
Hallerin tafsilâtı, Hafız Bahaeddin oraya geldiği zaman olacaktır. Bunu kendisine havale ettik..
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
0
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 530. Mektup

MEVZUU: Hulul manası üzerine.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Şeyh Mevdud Muhammed'e yazmıştır.
***
Allah sırrının kudsiyetini artırsın; Şeyh AVARİF nam kitabında, sofiyeye geçenler hakkında anlatırken, şöyle demiştir:
-Bunlar, öyle bir cemaattır ki; hulule kail olmaktadırlar. Allah onları hizlana uğratsın. Sanırlar ki, Allahu Teala, onlara hulul etmiştir; cisimlerden seçtiğine hulul eder. Bu, onların fehimlerine giren bir manadır ki, nasaranın kali olduğu Lâhut ve Nasut'tan gelmiştir.
Onlardan bazıları dahi, güzellere bakmayı mubah saymıştır. Yani üstte anlatılan vehme işaret olarak... Onlara hayal yollu gelir ki, hal galebesi dolayısı ile bazı kelimeleri söyleyen kimse, kendi sandıklan manada bir şeyi gözleyerek (veya ona işaret ederek) söylemiştir. Meselâ Hallac'ın:
-Ene'l-Hak... (Ben Hak...) demesini ve Bayezid-i Bistami'den hikâye edilen:
-Sübhani... (Sübhanım) kavlini sayabiliriz. Haşa ki, Bayezid-i Bistami'nin böyle bir şey dediğini kabul edelim. Meğer ki, Allahu Teala'dan hikâye manası ola... Hallac'ın kavli için de, aynı şeyi bilmemiz gerek.
Üstte anlatılan cümlelerden, hululden yana bir şeyin gizli olduğunu bilmiş olsaydık; diğerlerini reddettiğimiz gibi, böyle bir manayı da elbette reddederdik.
Şeyh'in kavli buraya kadardır.
Keşke bileydim:
-Allahu Teala'dan hikâye, demenin manası nedir? Sonra bu gibi sözleri, hikâye manası üzerine, sekir erbabına mahsus kılmanın manası nedir? Meğer ki şöyle söylene:
-Sırrı mukaddes olsun; Şeyh'in bundan muradı şudur:
Bu gibi söze kail olan her ne kadar kul ise de, Allahu Teala'dan hikâye yollu olmak gerekir. Pek çoklarına göre zahir olan mana budur.
Çünkü kul, Rabb olamaz. Lâkin, o mananın kaili hakikatta Sübhan olan Rabbdır. Kulun dili ise, Musa'nın ağacı misalidir. Bunun için de, Hallac'a itiraz olmaz. Bayezid-i Bistami'ye dahi itiraz olmaz. Allahu Teala, her ikisinin de sırrını mukaddes eylesin.
Şeyh'in ibaresinden zahir olan şudur ki:
-Onların kelâmı, hikâye manasına yorulmaz ise, ondan hulul anlaşılır.
Halbuki, durum böyle değildir. Caizdir ki, o bu sözü, hal galebesinde ve şühud nurunun galebesi sırasında tek meşhud olanın masivası perdelendiği zaman söylenmiş ola... Hem de hulul ve ittihad şaibesi olmadan.
-Ene'l-Hak... (Ben Hak) sözünün ifade ettiği manaya gelince, kendisi nazardan kaybolunca:
-Ben bir şey değilim; mevcud olan ancak Haktır... manasınadır. Amma şöyle demek değildir:
-Ben HAK ile ittihad ettim; yahut HAKKA hulul ettim...
Zira böyle bir şey küfürdür ve şühudi tevhide de münafidir. Zira, meşhud olan ancak Vahid Ehad Zat'tır. Hulul ve ittihad takdirine göre, meşhud olan mütaaddid olur. isterse, ittihad ve haliyet sıfatı üzere olsun.
Gelelim Şeyh'in şu sözüne:
-Onlardan bazıları dahi, güzellere bakmayı mubah saymıştır. Yani üstte anlatılan vehme işaret olarak.
Burada anlatılan vehim:
-Hulul... demeye gelir.
Yine Şeyh'ten şaşırtıcı mana gelmektedir ki, bu gibi ibarelerde, hulul ve ittihad manası anlıyor. Halbuki, o gibi sözlerden meydana çıkan zuhurdur. Bu zuhur dahi, hululün dışında bir şeydir. Çünkü hulul; bir şeyin başka şeye girmesidir. Meselâ, Zeyd'in kendisinin, evde olması gibi. Halbuki zuhur, bir şeyin aksinin diğer bir şeyde olmasıdır. Meselâ, Zeyd'in aksinin aynada olması gibi.
Üstte anlatılan birinci mana muhaldir; o mukaddes mertebeye noksandır.
İkinci manaya gelince, sübutuna bir mani yoktur. Yani husule geldiği zaman.
Zira, birinci mana kıdeme münafı olan tagayyürü gerektirir. İkincisi ise, böyle bir şeyi gerektirmez.
Üstte anlatılan mana, erbabına gizli değildir.
Şayet kemalât, ademlerin ve imkânın aynalarında zuhura gelecek olsa, o kemalâtın bu aynalara hulul ettiği manası çıkmaz. Keza, tagayyürü ve intikali de... Yani kıdeme münafi olan manada... Ancak o, bir zuhurdur; kemalin aynadaki görüntüsüdür. Yüce Allah'ın kemalâtını, imkân aynalarında müşahede cevazı vermek; o kemalâtın onlara hululüne cevaz vermek değildir. Elbette, kemalin aynada zuhuruna cevaz vermektir; bunda bir noksan da yoktur. İsterse bu gibi şühuda cevaz veren noksanlık sahibi biri olsun ve cadde üzere istikameti olmasın. Ne var ki, asıl maksad hulul töhmetini ondan def etmektir; kemalini ve onun bir şey üzere olduğunu isbat değil.
Bütün işlerin hakikatlerini en iyi bilen Sübhan Allah'tır.
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
0
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 529. Mektup

MEVZUU: Kur'an-ı Kerim'in manası hakkında gelen bir hadisi-i şerif üzerine.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Mevlâna Abdülkadir Enbali'ye yazmıştır.
***
Şeyh (Allah ondan razı olsun) AVARİF nam kitabında; merfu usulünde
Resulullah (sav) Efendimize ulaşan şu hadis-i şerifin beyanını yaptı.
"Kur'an-ı Kerim'den nazil olan her ayetin bir zahn, bir de hatnı vardır. Her harfin bir haddi vardır. Her haddin de bir matlaı vardır."
Bu mana üzerine şöyle devam etti:
-içime doğan mana odur ki; hadis-i şerifte geçen:
"Matla..." tabirinden murad fehim safiyeti ile vukuf değildir. Yani ayetteki derin sırra ve ince manaya. Burada:
"Matla..." manasından asıl murad odur ki, her ayette, onun tekellüm edenin şühuduna göre ıttıla peydan ola... Zira o ayet, onun vasıflarından bir vasfın, onun naatlerinden bir naatın tevdi edilmekte olan yeridir. Bütün bunlar, Kur'an ayetlerini tilâveti ve dinlemesi ile, onun için yeni yeni tecellilerle gelmektedir. Ve o ayetler, aynalar durumunu alır ki; Azim Celâl'den haber verirler.
Onun söyledikleri, bu tevil ve şerhi, böylece devam eder.
Bu manada, yüce Allah'ın kerime ile hatırıma gelen mana şudur:
"Zahn..." olarak anlatılan, Kur'an'ın nazmı olup icaz haddine ulaşmıştır.
"Batnı..." tabirinden murad ise, kelâm mertebelerinin nihayetidir. Bu dahi, fehmin safiyetine göre değişik olmaktadır. Yan derin manaları ve ince sırların fehmi.
"Haddi..." tabirinden murad ise, kelâm mertebelerinin nihayetidir. Bu dahi, onu tekellüm edenin şuhudur. Bu şühud dahi, naata bağlı bir tecelli olup Azim Celâl'den haber vermektedir.
"Matla..." tabiri ile de, o naata bağlı tecellinin üstü anlatılır. Bu da, öyle bir zati tecellidir ki bütün nisbetlerden ve itibarlardan muarradır. Ki bu, kelâm haddi ve nihayeti için isbat edilen bir matla (doğuş yeri) olmaktadır. Matla ise, kelâm ötesinde olduğu gibi, onun nihayetinin de ötesindedir.
Kelâm, yüce Allah'ın sıfatıdır.
O sıfatın aynasında, tekellüm edenin şühudu ise, o sıfat için bir tecellidir ve bu tecelli dahi, onun kemal mertebelerinin nihayetidir. Bu tecellinin ötesine muttali olmak ise, muhalatsız yoldan zati tecelliye terakki ile olur. Burada zati tecelliye vusul, kelâm sıfatının tavassutu ve Nazm-ı Kur'ani'nin tevessülü ile olur ki, bu o sıfata telâlet etmektedir.
Bu manada, iki hatve (adım atmak) mutlaka lâzımdır...
a) Delil olan nazm manadan geçip medlula gitmek,
c) Sıfattan mevşufa atmaktır.
Arif şöyle dedi: -İki hatvedir; sonrası vâsıl oldun sayılır.
Allah sırrının kudsiyetini artırsın.
Şeyh ancak birinci hatveyi anlattı. Bu seyri de onunla itmam eyledi. Tilâvetin faydasını da ona bağladı. Başka değil... Sırrı mukaddes olsun.
"Sübhansın Allahım, bize öğrettiğinden başka bildiğimiz yoktur. Aziz Hakim olan sensin..."(2/32)
***
Allah sırrının kudsiyetini artırsın; bundan sonra Şeyh, Cafer-i Sadık'tan -Allah ondan ve ecdad-ı kiramından razı olsun- şöyle nakletmektedir:
-Bir gün o, namazda iken bayılıp düşmüş. Bunun sebebi kendisine sorulduğu zaman söyle demiş:
-Ayet-i kerimeyi tekrar tekrar okuyordum. Nihayet onu tekellüm edeninden dinledim. (Durum budur)
Sofi odur ki, tevhid nuru, yani kendisine parladığı; vaadi ve vaidi dinlediği zaman kulağını verip de kalbini dahi yüce Allah'ın zatından başka şeylerden temizler ise, yüce Allah'ın önünde hazır ve şahid olur. Dilini veya dilinin gayrını, tilâvet sırasında Musa'nın (as) ağacı gibi görür. Allahu Teala ona:
"Şüphesiz ben Allahım..."(20/14) hitabını duyurmuştur.
O sofinin duyması Allah'tan olup duymaması dahi ona-olduğuna göre kulağı gözü, gözü dahi kulağı olur. İlmi ameli, ameli dahi ilmi olur. Evveli ahirine, ahiri dahi evveline döner.
Bundan sonra söyle devam etti:
-Sofi anlatılan vasıfla tahakkuk ettikten sonra; vakti sonsuzluğa geçer. Şühudu ebedi olur. Duyması peşpeşe gelir; hem de sözünü tecdid ederek.
Şeyh'in yukarıda şöyle bir cümlesi geçti.
-Sofi odur ki, tevhid nuru yani kendisine parladığı... Bu cümle, İmam Cafer Sadık'ın kavlini beyan etmektedir. Allah ondan razı olsun. Onun duymasının dahi şerhidir. Yani tekellüm edenden duymasını...
Zira, sofiye tevhid hali ağır bastığı ve başkasını şühud dahi nazarından zail olup gittiği zaman; yüce Allah'ın huzurunda hazır ve şahid olur. Kendisinden veya kendisinden başkasından duyduğu her kelâmı, Sübhan Allah'tan duymuş gibi bulur. Kendi dilini ve başkasının dilini Musa'nın (as) ağacı gibi görür.
İmam, ayeti tekrar edince, onu kendi nefsinden ve dilinden duymuştur. Taa,. bu tekrar esnasında tevhid hali kendisine parlayıncaya kadar. O zaman, onu tekellüm edenden duymuştur. İsterse, kendisinden ve kendi dilinden sudur etmiş olsun. Çünkü o, bu durumda dilini Musa'nın (as) ağacı gibi bulmuştur.
Zahir, kelâm, dilden gelmektedir. Tıpkı, o ağaçtan zahir olan kelham gibi.
Onun Allah kelâmı olduğu hakkında, Sübhan Allah'ın korumasına ve onun vereceği başarıya sığınarak derim ki:
-Secere-i Museviyeden duyulan, Sübhan Allah'ın kelâmı idi. Hem de muhalatsız olarak. O kadar ki, bir kimse bu manayı inkâr etse kâfir olur. Dillerden duyulan hakikat da Allah kelâmı değildir. İsterse sofi, hal galebesi ile onu Allah kelâmı tahayyül etsin; bunu inkâr eden kâfir olması doğru olmuş olur.
Çünkü o, dilin hareketinden ve mahreçlere dayanarak husule gelmiştir. Amma ağaçtaki böyle değildir. Bu iki kelâmdan biri nerede, öbürü nerede? Onun biri hakikata dayanır; diğeri ise hayale...
Asıl şaşılacak durum, o büyük Şeyhten gelmektedir. Allah sırrının kudsiyetini artırsın.
Burada, tevhid işinde mübalağa ile durulmuştur. O kadar ki, hayali, hakikat eylemiş; hal galebesinden dolayı, kuldan sudur eden kelâmı. Sübhan Hak'tan görmeye çalışmıştır. (Yani göstermeye...)
Halbuki kitabının bir başka yerinde; hal galebesi dolayısı ile, erbabından sudur eden kelâmı inkâr etmiştir. Bunu da, tevhid ve hulul şaibesinden kaçmak için yapmıştır. Halbuki, bunda hulul şaibesinden kaçmamıştır. Hatta hulul ve ittihada hükmetmiştir.
Ne var ki, bu makamda hak olan hal galebesi içinde ayniyete ve ittihada hüküm hayaldir, hakikat değil. Bu ittihadın; zatta, sıfatlarda ve fiillerde olması müsavidir.
O yüce Zat Sübhandır ki, kâinatta oluşan hadiseler dolayısı ile; hiç kimse onunla ittihad etmemiştir. Hiçbir şeyin sıfatı, onun sıfatı ile ittihad etmemiştir. Hatta hiç kimsenin fiilleri dahi, onun fiilleri ile ittihad etmemiştir.
O Sübhan Zat, daima olduğu gibidir. Mümkin dahi, sonradan yaratılmıştır. Durum hiç değişmez; ne zatta, ne sıfatta, ne de fiillerde.
Kadimle hadis arasındaki ittihad hükmü; aşkın telvinatından, mahabbetin ve sekrin galebelerindendir.
Ne var ki, o büyükler, hulul şaibesi, küfrü ve ilhadı gerektiren ittihad zannı ile muaheze olunmazlar. Çünkü onların muradı bu değildir. Sübhan Allah hakkı için, haşa ki; onların muradı, onun yüce mukades Zatına lâyık olmayan bir şey ola... Çünkü onlar, Sübhan Allah'ın veli kulları ve sevdikleridir. Allah için caiz olmayan bir şeye yol vermekten yana mahfuz bulunmaktadırlar.
O kimseler ki, hal dışındadırlar, sözün doğruluğu olmadan; kendilerini onlara benzetirler, onların kelâmından dahi muradlan olmayan manayı anlarlar. İşte bunlar, küfre, ilhada ve zındıklığa düşmüşlerdir. Hatta Sübhan Allah için hülûj ve ittihad isbat eyleyip mümkinin dahi vacip olduğuna hükmetmişlerdir. İş bu anlatılanlar, bahis dışıdır. Bu manada bir ayet-i kerime meali şöyledir:
"Allah onları katletsin; (yok etsin); (haktan batıla) nasıl da döndürülüyorlar?"(9/39)
***
Şu da gizli bir mana değildir ki, İmam'ın (ra) kavli üzerine yaptığı beyanında Şeyh'in (ks) anlattıktan, bir kavim hakkında doğru olabilir; ki bunlar, telvin ehlidir. Kendilerini sekir hali sarmış; tevhid ağır basmıştır. Ne var ki, İmam'a iyi zannım vardır; bunun için de, anlatılan manaya, onun hakkında cevaz veremem... Allah ondan razı olsun. Zira o, bana göre, temkin ve sahiv (ayıklık) erbabının en büyüklerindendir. Onun katında, hayal olan bir şey hakikat kılığına giremez; başkasından duymak dahi, Sübhan Hak'tan duymak gibi olamaz. Bunun için, onun kelâmına, kendi haline münasip bir yorum aranmalıdır. Yani üstte anlatılan tevil dışında.
Bu manada, şu dahi mümkündür ki, kul, Rabbin kelâmını duya... Amma bir keyfiyet olmadan. Nitekim Musa da, Tur dağında öyle duymuştu.
Burada şöyle bir soru sorabilirsin:
-Allahu Teala'dan kelâm duymanın manası nedir? Çünkü duyulan ancak, sestir ve harftir.
Bunun için derim ki:
-Bu sual memnudur. Görülmez mi ki, Allahu Teala'nın kelâmı, harfsiz ve sessiz duyulmaktadır. Şu mana caizdir ki, kul, yüce Allah'ın ahlâkı ile mütahallik olduğu zaman; onun kelâmını sessiz ve harfsiz duyar. Burada istihale (yani imkân dışı görmek) vehimden neş'et eden bir söz olup, gaibi şahide kıyas üzre gelmiştir. Hem de, arada büyük fark var iken... Böyle bir kıyas nasıl yapılabilir? Halbuki şahid, dar zamana sıkıştırılmıştır. Hem de, terettüp, takaddüm ve teahhür gerektirdiği halde. Halbuki, gaib üzerine zaman yürümez. Keza, onun için terettüp, teahhür dahi yoktur. Bu durumda, bazı şeylerin gaibe göre, caiz olduğu vaki iken, şahid için caiz değildir. Bu manadan anlamak gerek...
Doğruyu en iyi bilen Sübhan Allah'tır.
***
Bu manada, şu da bir başka tahkiktir:
Duymak, kulak duygusu ile olduğu takdirde; duyulanın elbette, ses veya harf olması gerekir. Amma duymak, duyanın cüzlerinin (parçalarının, duygularının) her biri ile olmakta ise, bir tek duyguya mahsus değilse, caiz olur ki, duyulan sessiz, harfsiz husule gele...
Biz, bütün külliyelimizle, cüzlerimizin her biri ile bir kelâm duyarız ki, onlar harfler cinsinden değildir. İsterse onlar; hayalde hayali sesler ve harfler olarak tahayyül edilsin.
Malum olan şudur ki: Bütün külliyemizle duyulup alınan kelâm; başta harften ve seslerden tecerrüd etmiştir. İkinci olaraktan, hayalde hayali seslere ve harflere bürünmüştür. Ta ki, anlamaya ve anlatmaya yakın bir durum gelsin.
Biz, üstte anlatılandan daha acayibini söyleyebiliriz... Şöyle ki:
Allahu Teala, bizim kelâmımızı duyar. Yani takdimli, tehirli, tertipli kelimelerden ve harflerden mürekkeb olan kelâmımızı. Lakin, Allahu Teala'nın duyması; ancak harf ve kelime tavassutu olmadan meydana gelmektedir. Takdimsiz, tehirsiz ve tertipsiz olmaktadır. Çünkü; tertipli, tehirli, takdimli terkib edilen kelâm için zaman iktiza eder. Halbuki, Süb-han Allah üzerine zaman yürümez. Zamanı yaratan Allahu Taala'dır. Harflerden ve kelimelerden terkib edilen kelâmı duymak; harfin ve kelimenin tavassutu olmadan caiz olunca. Bundan daha uygun olur ki, harfler ve sesler cinsinden olmayan kelâm duyulması caiz ola...
Bu manayı anla. Kusurlulardan olma. Keza akıllı geçinen cahillerden de olmayasın.
Doğruyu ilham eden Sübhan Allah'tır.
***
Bu kelâmın tahkikinden; bu müsveddeleri yazdıktan sonra, ikinci olarak bana gelen ilham odur ki, yüce Allah'ın hitabına ve o Sübhan Zat'tan bir şey almaya istidadı olan kul, alacağını evvelâ ruhani bir telâkki ile alır. Amma sesin ve nidanın tavassutu olmadan. Ki o hayal sultanına bütün eşyanın suretleri resmedilmiştir. Yani harfler ve sesler sureti ile... Çünkü şehadet aleminde ifade ve istifade, yalnız lâfızlar ve harfler tavassutu ile olmaktadır. Bu telâkki için:
-Keyfiyeti olmayan bir duyuş demek daha caiz olur. Zira, keyfiyeti olmayan kelâmı duymak dahi, aynı şekilde, keyfiyeti olmayan bir şekilde olmaktadır. Çünkü, keyfiyeti olanın, keyfiyeti olmayana yolu kapalıdır.
Üstte anlatılan manadan sahih oldu ki, yüce Allah'ın harften ve sesten mücerred olan kelâmı, keyfiyeti olmayan bir şekilde duyula... Bundan sonra da, hayalde, harf ve kelime suretine bürüne... Yani o kelâm.. Ta ki, cesetler aleminde bu şekilde ifade ve istifade meydana gele.
Üstte anlatılan inceliğe muttali olmayanlardan bazısı zanneder ki, kendisi Allahu Teala'nın kelâmını duymuştur. Ki bunlar, en iyi halli olanlardır. Lâkin, ona delâlet eden sonradan yaratılan kelime ve harf tavassutu ile...
Onlardan bazıları dahi, derler ki:
-Yüce Allah'ın kelâmını duyuyoruz...
Ne var ki bunlar, yüce Allah'ın şanına lâyık olanı ve olmayanı ayırd etmezler. Bunlar, battal cahillerdir. Allahu Teala için caiz olanla olmayanı, ayırd edemezler. Halbuki, hak olan, Allah'ın fazlı ve ihsanı ile benim yaptığım tahkiktir.
***
Gelelim Şeyh'in:
-Onun kulağı gözü, gözü dahi kulağı olur, deyişinden itibaren:
-Evveli ahirine, ahiri dahi evveline döner cümlesine. Yani hatasından ötürü. Bu mananın hasılı şöyledir: Allahu Teala, zerrelere şöyle hitab etti:
"Sizin Rabbiniz değil miyim?"(7/172) Zerreler dahi, vasıtasız olarak, gayet saf bir şekilde bu nidayı duydu.
Bundan sonra, devamlı olarak, zerreler, sullerde dönüp durdu; sonra da rahimlere intikal etti. Neticede, cesetlerde meydana çıktı. Bundan sonra, kudretten (uzaklaşıp) hikmetle kapandı. Değişik durumlardaki takallübü ile de, zulmetleri teraküm etti.
Allahu Teala, bir kulun güzel duymasını murad ederse, yani onu sofi ve safi kılmak sureti ile devamlı olarak, onu tezkiye ve tahliye rütbelerinde terakki ettiler. Taa, kudret fezasına kadar çıkarır. Onun basiret nüfuzundan dahi hikmet hicabını kaldırır. Bundan sonra onun:
"Sizin Rabbiniz değil miyim?"(7/172) hitabını duymasını, keşif ve ayan eyler. Onun tevhidini ve irfanını dahi, belli ve açık eyler. Şöyle ki:
Onun dili de başkasının dili, ona göre Musa'nın ağacı hükmünü alır. Ondan yüce Hakkın kelâmını dinler; tıpkı Musa'nın o ağaçtan dinlediği gibi. Bu manadan olarak:
-Evveli ahirine, ahiri evveline döner. Onun için sahih olur. Zira, Allahu Teala'nın kelâmını önceden nasıl duymuş idiyse, sonradan aynı şekilde duyar. Bazılarının:
"Sizin Rabbiniz değil miyim?"(7/172) hitabını duyuyorum, demelerini bu manaya yormak lâzımdır. Yani:
-Allahu Teala'dan duyduğum o hitabı, şu anda dillerden duymaktayım...
Şu mana, sana gizli kalmamalıdır ki:
Birinci hitap Allahu Teala'dan gelmektedir ve hakikattir. Zerrelerin ondan duyması dahi, hakikat yolludur.
Bu dillerden alınıp duyulan hitaba gelince... Ancak tahayyül ve tevehhüm yolu ile Allahu Teala'nın hitabı olmaktadır.
Nitekim, üstteki mana daha önce de anlatıldı. Bunun biri nerede? Diğeri nerede?
Burada asıl şaşılacak mana şudur ki:
Şeyh, büyük şanına rağmen; bunun birini diğerinin aynı kılmıştır. Hayal ile hakikat arasını ayırd etmemiştir. Böyle bir şey dahi, sekrin aynıdır; sırf tevhiddir. Bunun misali:
-Enel'l-Hak... (Ben Hak...) cümlesi ile:
-Sübhanım... Cübbemin altında Allah'tan başkası yoktur, cümlesindeki mananın mislidir.
Bundan daha şaşırtıcısını, bundan sonra söylemiştir:
-Sofi, anlatılan vasıfla tahakkuk ettiği takdirde, vakit sermedi olur.
Şu mana, senden uzağa gitmesin ki sofi, bu makamda ancak sıfatlara bağlı manevi tecelli ile tahakkuk etmiştir. Nitekim, bu mana daha önce de anlatıldı. Böyle bir şeyin oluşu dahi, telvin makamıdır; başka değil.
Mana üstte anlatıldığı gibi olunca; onun vakti nasıl sermedi olsun; müşahedesi dahi, ebediliğe ersin? Bir vakit için, devam ve sermedlik ancak zata vusulde ve zati tecelliye ermekte olur. Aynı şekilde şühud ve müşahede dahi ancak yüce Zat'a vüsulda olur. Nitekim bu manayı anlatmışlardır. Sıfatlar mertebesinde hasıl olana dahi:
-Mükâşefe... ismini vermişlerdir.
Halbuki şühud ve devamı, zata vasıl olan temkin erbabının nasibidir. Sıfatlarla bağlı kalan telvin ehlinin değil. Çünkü bunlar erbab-ı kulub olan takallüb ashabıdır.
Bir ayet-i kerime meali:
"Sübhansın; bize öğrettiğinden başka bildiğimiz yoktur. Çünkü sen, Aziz Hakimsin..."(2/32)
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
0
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 528. Mektup

MEVZUU: "Şüphesiz bunda, aklı olan; yahut kalb huzuru ile kulak veren kimseler için elbet bir zikir (öğüt-hatırlama) vardır" (50/37) mealine gelen ayet-i kerimenin manasını beyan. Ve başka itirazlar.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Mevlâna Şeyh Gulam Muhammed'e yazmıştır.
***
Allah'a hamd olsun. Seçilmiş kullarına dahi selâm.
Allah sırrının kudsiyetini artırsın; Şeyh-i Eceli, AVARİF nam kitabının ikinci babında:
"Şüphesiz bunda, kalbi (aklı) olan; yahut kalb huzuru ile kulak veren kimseler için elbet bir zikir (öğüt-hatırlama) vardır."(50/37) mealine gelen ayet-i kerimenin manasını beyan ederken, Vasıti'nin şöyle dediğini anlattı:
-Burada zikir, hususi bir cemaat içindir; diğer insanlara değil... Bunlar hakkında dahi, Allahu Teala şöyle buyurdu:
"Bir ölü iken, kendisini dirilttiğimiz ve ona insanlar arasında yürüyeceği bir nur verdiğimiz kimse; içinden çıkamaz bir halde karanlıklarda kalan kimse gibi olur mu hic?"(6/122)
Bundan sonra, Vasıti şöyle anlattı:
-Müşahede zühul bulur; hicaplar fehm'olunur. (Bu cümle, Müstakim-zade'nin tercümesinde şöyle geçer: -Müşahede vesile-i zühul olmakla; mahcubiyet fehmolunur...)
Çünkü, Allahu Teala, bir şeye tecelli ettiği zaman; kendisine boyun eğer, huşua dalar. (Yani o tecelli alan şey...)
Şeyh demiştir ki:
-Vasıti'nin bu dediği bir cemaat için sahihtir. Halbuki, üstte anlatılan ayet-i kerime, bir başkaları için, bu işin hilâfına hükmeder. Ki, bunlar, temkin erbabı olup müşahede ile fehm arası bunlar için birleşir.
Şu gizli bir mana değildir ki; Vasıti'nin dediği önce şu manaya delâlet eder ki; söylemek istediği şudur:
-Zikir hususi olarak, temkin ehli için olmaktadır.
Zira onlar, Allahu Teala'nın öldürdükten sonra, dirilttikleri kimselerdir. Yani, fenadan sonra baki kıldıkları... Telvin ehline gelince... Bunların ne fenası vardır; ne de bekası. Dolayısı ile ikinci hibe olarak, onlara hayat yoktur. Çünkü onlar, yolun ortasındadırlar. Halbuki fena ve beka, intiha hallerindendir.
Ayet-i kerimenin beyanında ikinci kavline gelince, delâlet ettiği mana şudur:
Zikir, (öğüt-hatırlama) hicap içinde ve kapalı halde bulunan telvin ehli içindir. Müşahede ve mükâşefe vaktinde değil. Çünkü o vakit zühul vaktidir.
Amma bu kabil olduğu mana, ilk kail olduğu manaya münafidir.
Ne var ki, bu marifeti bir başka yerde ve orta halinde iken anlatmıştır; bu ayet-i kerimenin beyanını yaparken değil. Dolayısı ile, burada menfi bir
tutum olmadığı gibi; Şeyh'e itiraz da olamaz. Allah sırrının kudsiyetini artırsın. Çünkü Vasıti'nin:
-Bir cemaat için sahihtir... (Yani zikir) dediği cemaat, telvin ehlidir.
-Bu ayet-i kerime, bir başka cemaat için, bu işin aksine hükmedeler dediği mana ise, temkin erbabınadır. Zira Vasıti bu ayetin manasında beyan etti ki:
-Zikir, (yani öğüt, hatırlama) temkin erbabına mahsustur. Zira, ölümden sonra, diri olan bunlardır. Telvin ehli değil...
Bu babda netice söz şu ki:
-O, telvin ehli halleri hakkında; kendi başına bir marifet beyan etmiştir ki; onun, ayet-i kerimenin beyanı ile alâkası yoktur. Bunun için de:
-Ayet-i kerimenin hükmüne muhalif diyerek, ona itiraz edilmez. Zira, ayet-i kerime, bir kavim hakkında varid olmuştur; bu marifet ise, bir başka kavmin hallerini beyandır.
Çünkü, Vasıti zikri evvelâ temkin ehline tahsis etmemiş; ikinci olaraktan da, hicaplı hallerine göre de telvin ehli için de isbat eylememiş olsaydı; iki kavli arasında münafaat husule gelmezdi. Ona karşı Şeyh'in dahi itirazı varid olmazdı.
Bana göre zahir olan mana şudur ki, ayet-i kerime her iki fırkanın da halini beyan etmektedir. Bu duruma göre mana şudur:
"Kalbi olan..."(53/38)
Vasfı ile anlatılanlar, o kalb erbabıdır ki, halleri televvün etmiştir. Ki bunlar, telvin ehlidirler. Ayrıca ayet-i kerimenin devamında :
Yahut kalb huzuru ile..."(50/37), anlatılan mana ise, temkin ehlinin halidir. Çünkü bunlar, şühud halinin ayninde; anlamak için, kulaklarını vermişlerdir.
Şu var ki, zikir (öğüt veya hatırlama) birinci kavm için, bazı vakitlerde olup ikinci kavm için ise, bütün vakitlerdedir.
Şayet Şeyh şöyle demiş olsaydı:
-Bu ayet, başka kavm için, bu işin hilâfına hükmeder, daha münasip olurdu. Ayet-i kerimede geçen:
"Yahut (ev)..." (50/37) kelimesi, men-i huluvv (boşluğu, aralığı kaldırmak) içindir. Dolayısı ile iki fırka arasını birleştirmeye münafi değildir. Yani zikirde...
Bundan sonra Şeyh şöyle anlattı:
-Muhadese ve mükâleme (konuşup söyleşmek) yeri kalb kulağıdır. Müşahede mevzii ise, kalb gözüdür. O kimse ki, sekir halindedir; kulağı, gözünde kaybolur, O kimse ki, ayıklık halindedir; kulağı, gözünde kaybolmaz. Çünkü, halin nasiyesine sahip olmuştur. Konuşulanı anlamaya istidadı olan vücud via (kalb-boşluk) ile anlar. Çünkü fehim, ilhamın ve duymanın varidat yeridir, ilham ve duymak ise, vücudi via ister. Bu vücud ise, hibe edilmiştir. Ayrıca, ikinci inşanın (yaratılışın) sahiv (ayıklık) makamında yerleşenin menseldir. Bu vücud, müşahede nurunun parladığı vakit, yok olup giden vücuddan başkadır. Yani fena geçidinden, başka karargâhına geçip gidenin vücudundan...
Şeyh'in kelâmı buraya kadardı.
Yukarıda geçen cümlede:
-Muhadese Ve mükâleme (konuşup söyleşmek) yeri manası geçti; şu demektir:
-Aziz ve Çelil Allah ile muhadese ve mükâleme...
Ayrıca aynı cümlede geçen:
-Kulağı, gözünde kaybolur demek ise, şu demeğe gelir:
-Müşahede vaktinde anlayacağını anlayamaz.
Ve bu, telvin ehlinin halidir. Müşahede vaktinde, zühule geçer. Nitekim, bu manayı Vasıti de anlatmıştır.
-Kulağı, gözünde kaybolmaz demek ise, şu manayadır
-Müşahede gözünde anlayacağını anlar.
Bu mana dahi, temkin ehlinin halini anlatır. Daha önce de anlatıldığı gibi, müşahede ve fehim, bunlar için biraradadır.
-Geçip giden manasının ise, burada:
-Hibe edilmiştir manası ile taalluku vardır. Bunun daha açık manası şu olur:
-Fenayı geçip bekaya vasıl olan için hibe edilmiştir.
Telvin, ehli hakkında, müşahede manası olmadığı gizli değildir. Müşahede, ancak zatta olur. Nitekim bu manayı anlatmışlardır. Halbuki o, henüz zata vasıl olmamıştır. Onun hakkında uygun olan, mütahayyel ve televvün eden sıfatları mükâfaşedir. Halbuki zatta ne tağyir vardır; ne de televvün... Hazret-i Zat'ta bir defa zühui, bir başka defa da şuur olmaz. Elbette, zühulün aynında şuur vardır. Şühudun kendisinde ise fehim (anlayış) vardır.
Allah sırrının kudsiyetini artırsın; Şeyh'in kelâmından zahir olan mana şu ki: Dünyada iken, kalb gözü ile müşahede vukuu caizdir. Halbuki imamü't-taife olan TAARRUF kitabı sahibi, kalble ve baş gözü ile rüyeti men etmiştir. Bunun üzerine icma getirip demiştir ki:
-İcma ile karar vermişlerdir ki; Ailahu Teala, dünyada kalb ile baş gözü görülemez. Meğer ki, böyle bir mana ikan cihetinden ola...
Bana göre, TAARRUF kitabı sahibinin dediği doğruya daha yakındır. Hatta doğru olan budur. O şey ki, yüce Sübhan Hak görüldüğü manasında hayali bir görüştür. Yani O
-Kalbde hasıl olan ikan dolayısı ile, ikan edilen için hayalde bir keşif suretidir demektir. Keza kalbe keşfolunan bir surettir.
O büyükler; yüce Sübhan Hak için her ne kadar misli yok ise de, misal cevazı vermişlerdir.
"Misallerin (vasıfların) en yücesi Allah'ındır..."(16/60)
Ancak, hayalde resm olunan; ikanın ve kendisine ikan edilenin bir suretidir. İsterse, Sübhan Hakkın vaki olan bir sureti olmasın. Çünkü kalbde hâsıl olan manaların ve diğer letaifin; hatta bulunan ve icad olan her şeyin hayalde bir sureti vardır. Zira hayal, alemlerin tümünden geniş olan misal aleminin bir timsalidir (yani örneği).
Mana üstte anlatıldığı gibi olunca; burada ancak kalbin ikanı, ikanın sureti, kendisine ikan edilenin sureti vardır. Bu dahi hayalde; görmek ve görülen sureti ile temessül etmiştir. Hakikatta, kalb için yüce Allah'ı görmek yoktur. Baş gözü için görmek şöyle dursun...
Halbuki anlatılan rüyet, kalb için misali bir rüyettir. Kalbe, ikanı rüyet (görmek) suretinde temessül etmiş; ikan edilen dahi, görülen şeklinde temessül etmiştir. Böylece, onu hakikaten gördüğünü zannetmiştir. Halbuki o, hayalı bir görüşten başka bir şey değildir.
Hatta deriz ki:
-Kendisine ikan edilenin sureti, Sübhan Hakkın misali sureti değildir. Elbette ikanın ona taalluku olan bir keşif sureti olup hayalde zuhur etmiştir. Haşa ki, Sübhan Allah'ın bir sureti ola... isterse hayalde olsun. O ancak, itibarlardan ve cihetlerden yana salik kalbinin bazı keşfe gelen suretlerinden bir surettir. O itibarlarını ve cihetlerin, yüce Zat ile bir taalluku vardır.
Üstte anlatılan mana icabi olarak; irfan sahibi yüce Zat'a vâsıl olduğu zaman, bu gibi hayali tahayyül edemez.
Yüce Hakkın zatı için bir suret yoktur; isterse misalde ve hayalde olsun. Bana göre Sübhan Allah'ın misli olmadığı gibi, misali de yoktur. Zira suret, bir haddi ve nihayeti gerektirir. İsterse, mertebelerden bir mertebe olsun. O yüce Sübhan, tahdidden ve takyidden münezzehtir. Bütün mertebeler, o yüce Zat'ın mahlukudur.
Üstte anlatılan manayı anla...
Sübhan Allah'a hamd olsun ki, bize hayal sultanı verdi ve onu kemal manalarının suretlerinin husulüne bir ayna kıldı. Şayet hayal olmasaydı; infisal derecelerinden çıkıp ittisal derecelerine çıkamazdık. Hallerin varidatını dahi bilemezdik. Çünkü, her halin ve mananın onda bir sureti vardır. Şayet o suret keşfe gelir ise, o mana ve hal. o hayal ile idrak edilir.
Yedi letaifin durumu, seyirdir; sülüktür. Halden hale de intikaldir. Hayalin durumu ise, salik için hasıl olan seyr ü sülûkün derecelerini göstermektedir. Amma kendisinde resm'olunun suretlerle... Keza, daha yukarıya çıkarmaya rağbet ettirmektir.
Ayrıca, hayalin göstermesi iledir ki, seyir, basiret üzere hasıl olur. Sülük dahi marifet üzere müyesser olur.
O hayal sultanı iledir ki, salik cehaletten çıkar; ilim ehli olur.
Hüdaya ittiba edenlere selâm.
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
0
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 527. Mektup

MEVZUU: Allahu Teala'nın yarattıklarına hizmet etmeye teşvik.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Hace bülmekârim'e yazmıştır.
***
Noksan sıfatlardan münezzeh Allah, itidal ve adalet merkezi üzere istikamet nasib eylesin.
***
Büyük bir devlettir ki, Allahu Teala, bir kuluna, bazı meziyetlerle, faziletlerle hususiyet verir. Böylelikle de, kullarından bir cemaatın, ihtiyacını giderme anahtarını onun tasarruf eline havale eder. Bu şekilde, kendisini bir sığınak ve bir baş vurma yeri kılar.
Sübhan Hakkın nimetlerindendir ki, kendisinin ayali olan halkı, o kulla irtibatlı kılar ve onların terbiyesini kendisine bırakır.
Saadetli o kimsedir ki, bu nimetin şükrünü eda eder. Sahibinin malı ile hizmeti, kendi saadeti sayar. Mevlâsının kadın ve erkek kullarını terbiyeyi dahi, başına şeref (tacı) bilir.
Allah'a hamd olsun ki, onun için hayır zikri ile diller yaştır. Onların dilinde ise, onun kerem sözleri caridir. Başka değil...
***
 

Meryem

Komplike
Katılım
6 Tem 2006
Mesajlar
15,309
Tepkime puanı
759
Puanları
0
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mektubat-ı Rabbani - 526. Mektup

MEVZUU: a) Vacip Teala'nın sıfatlarının tahkiki.
b) Yüce Allah'ın, kemalâtına ilminin taalluk keyfiyeti.
c) Mana için, aynen kıyamın lâzım olduğu; lâkin mahal isbatında ona ihtiyaç duyulmadığı.
d) Taayyün-ü vücudinin beyanı.
e) Metbu olan enbiyanın tabi olan enbiyanın, melâike-i kiramın taayyünat mebdeleri. Enbiyaya ve onlara salât ve selâm olsun.
f) Enbiyanın, avam müminlerin, küffarın, uhrevi hayat mevcudatının taayyünat mebdeleri.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Muhammed Haşim Kişemi'ye yazmıştır.
***
O sıfatlar ki, Hazret-i Zat mertebesinde isbat edilmektedir; bu isbattan, taayyün ve tenezzül meydana gelmez. Yani o yüce mukaddes Hazret-i Zat'ta... Birinci mertebenin ötesinde, bir başka mertebe de sabit olamaz. Hiçbir şekilde, ondan infikhaki dahi tasavvur edilemez. İkinci mertebe tahakkuk etmedikçe, hiçbir şekilde taayyün ve tenezzül tasavvur edilemez. Hazret-i Zat ve sıfatlar, bir mertebede gibidir. Ziyade varlığına rağmen, sıfatlar, yüce mukaddes Zat'ın aynı gibidir.
Bu sıfatlar, Hazret-i Zat'ta her ne kadar kemalâtın tafsili iseler de; bunların hükmü-sair icmal ve tafsil hükmünden imtiyazlıdır. Zira icmal, o mertebe olur ki, orada tafsil bulunmaya... Hatta tafsil mertebesi, icmal mertebesinden aşağıdır. Halbuki bu mana, O hazrette (makamda) yoktur.
Çünkü orada tafsil, icmal mertebesinin aynınadır. İş bu anlatılan marifet, akıl tavrının dışındadır. Buna, ancak keşfi nazarla erilir.
O mertebede, bu sıfatlara taalluk eden Vacib ilmi, kendi Zatına olan ilmi gibidir. Zatına derc edilen kemalâta olan ilme ise, huzuri ilimdir.
Ve bu sıfatlar, ziyadeliklerine rağmen; alimin aynıdır. Bu ikisinin huzuru ise, (galiba sıfatları ve zatı anlatmak istiyor) alimin kendi huzuru gibidir. Her ikisinin de zat makamındaki ittihadından dolayı, sofiyeden büyük bir topluluk; sıfatlar için, zatın aynı olduğuna kail olmuşlardır. Sıfatların ziyadeliğini de inkâr etmişlerdir. Bu arada:
-O değildir, sözünü men edip: .
-Onun gayrı değildir, sözü isbat edile. Amma:
-O değildir, manasının tasdiki ile beraber. Ziyadeliğin varlığına rağmen; gayriyet dahi selb edilmelidir (yani yabancılık, başkalık aradan çıkarılmalıdır.) Bu anlatılan manadaki kemal, enbiya ilimlerine muvafıktır. Fırka-i naciyenin görüşlerine dahi mutabıktır. Yani ehl-i sünnet ve'l-cemaatın... Allah onların çalışmalarını şükrana lâyık eylesin.
***
Şu hususun da bilinmesi gerekir.
Hazret-i Zat'a ve mukaddes sıfatlara taalluku olan mertebedeki zati inkişaf, huzuri ilim kabilindendir. Zira, mukaddes sıfatlar için dahi Hazret-i Zat hükmü vardır. Bu mana daha önce de anlatıldı.
Üstte:
-Huzuri ilim kabilindendir dedim. Bunu ancak şu manadan ötürü dedim:
-Huzuri ilim, alimin kendisinden ibarettir. Sıfatlar dahi, alimin aynı olmamıştır. Bunun içinde yerinde olur ki; onun ilmi, huzuri ilim olmaya... Lâkin onlardan (yani sıfatlardan) suret ayrılmadığına ve kendilerinin huzuru dahi var olduğuna göre, onların ilmi huzuri ilim kabilindendir.
Sıfat ilmine taalluk eden inkişaf dahi, husuli ilim kabilindendir. Burada:
-Husuli ilim kabilindendir demem, ancak şunun içindir ki; husuli ilim, akılda malumdan hasıl olan suretten ibarettir. Bu manadan, Fakir'e tahkikle inkişaf eden şudur ki:
Yüce Sultan Vacib Teala'nın ilminde, eşyadan hiçbir şeyin suretinin nakşolması yoktur. Yüce Hakkın ilmi, malumat suretlerinden hiçbir suretin mahalli değildir. Yüce Alim'in Zatında suret husulü nasıl tasavvur edilebilir ki? Elbette, Sübhan Allah'ın ilminin maluma taalluku vardır. Onun yüce Allah'a inkişafı ise, ilimde, malumdan yana bir suret sabit olmadandır. İlim makamı dahi, nakışlardan hali olup ilmi suretlerden yana da saftır. Mana böyle iken, "Yüce Allah'ın ilminden: Bir zerre daha kaçamaz; ne yerde, ne de semada."(Yunus suresi, 61. ayet)
Lâkin, keşf olan bir başka mana dahi şudur ki: Yüce Hakkın ilmi maluma taalluk ettiği zaman, bu taalluk sebebi ile, yüce Hakkın ilmi ile kaim olan suret ondan gider. Amma ilimde hulul ve husulden yana bir şey hüdus etmeden. Vakta ki, ilimden taalluk sebebiyle suret ayrılır; ilimle, hatta alimle kaim olur; böylece onun, husuli ilmin kabilinden olması sahih olur.
İlim sıfatı, yüce Hakkın Zatında münderici olan kemalâta taalluk ettiği zaman, bu taallukla o kemalâttan ilmi suretleri çıkarıp ilimle kaim olur. isterse onun (sıfatın) hululü ve husulü ilimde sabit olmasın.
Burada şöyle bir soru sorulabilir:
-Bu ilmi suretler için, ilim sıfatı ile kıyam isbat eyledin. Lâkin, bu suretlerin sübut mahalli nedir bilinmedi? Çünkü mana için, aynı ile kıyam gerekli olduğu gibi, onun için aynın mahalliyeti dahi gereklidir.
Bunun için şu cevabı veririm:
-Evet, ayn ile kıyam, manaya elbette lâzımdır; lâkin, onun için mahal isbatına hacet yoktur. Zira, mana için, mahal isbatından maksad, ancak onun kıyamına isbattır; kıyam üzerine zait bir iş değildir.
Şayet, o ilmi suretlere zılâl gibi olan mücerred cevherler hakkında denirse:
-O suretler, o cevherlerin taayyünat mebde'leridir. Bunlar için mekân ve mahal sabit olmamıştır; hatta buna hacet de yoktur.
Bundan şaşılacak bir mana çıkmaz. Yani o mücerret suretlerin asılları için bir mahal olmaz ise...
Sakın ha, olmaya ki, bu ilmi suretleri, başkası ile (yani gayr ile) kaim olan arazlar gibi tasavvur edesin. Bu durumda, onlara olan isbat mahallinde seni vehme düşürür. Yani araz ile kıyas sonunda...
Çünkü bu ilmi suretler, arazların kaim olduğu cevherlerin asıllarıdır. Hatta, onların taayyünat mebde'leridir. Böyle olunca, onlar arazlarla nasıl kıyas edilir?
Hatta arazlar hakkında şöyle deriz:
-Onlara mahal isbatından maksad, ancak mahal ile kıyamlarını isbattır; müstakillen maksad olan, mahal değildir.
Bu mananın bir tahkiki de şöyledir:
Bu ilmi suretler, vücup mertebesinde olmaktadırlar ki, orada mahal ve mekân mecali yoktur. Orada kıyamın dışında bir şey de tasavvur edilemez. Sübhan Hakkın hakiki sıfatlarına bakmaz mısın? Bunlar pek mukaddes Hazret-i Zat'ı ile kaimdirler; amma ne haliyet vardır, ne de mahalliyet. Sübut için:
-Harici ve zihni diye anlattıkları manaya gelince: Ancak, imkân mertebesinde sübut bunlara dayanır. O yüce Hazret'te ne ilmin mecali vardır; ne de haricin. Orada ki vücud mecali yoktur; bu vücudun aksamasından sayılan zihni ve harici mananın mecali nasıl olsun? Vücud için, orada ilmin ve haricin zarfiyeti nasıl tasavvur edilir?
Bu ilmi suretler, ilim sıfatı ile kaimdir; ilmi ve harici sübuttan yana bir şey de orada tahakkuk edemez. Hatta ilmi ve harici vücudun onun üzerine gelmesi; imkân sıfatlarından ve hudüs nişanlarından olduğu için ona ardır. Zira onlara göre her mümkin, hadistir. (Sonradan yaratılan mahluktur). Vücud, her ne kadar imkân mertebesinde sabit olsa dahi; o vücud için, ilim ve hariç zarfiyeti tesbit edilmemiştir. Çünkü orada zarfiyetin ve mazrufiyetin mecali yoktur.
***
Şimdi anlatılacaklar iyi dinle:
Malumun sureti, ilmin kendisinden ibarettir. Onun ilimde hululünün ve husulünün manası ne oluyor?
Sofiye-i aliyyeden müteahhirin zatlar demiştir ki:
-İlmi suretler, ayan-ı sabiteden ve mümkinatın hakikatlerinden ibarettir.
Bunların sübutu ise, yalnız ilimdedir, ilmin haricinde ise, ona vücuddan yana bir koku ulaşmamıştır. Ne var ki, o ilmi suretlerin akisleri, hariçte kendisinden başka mevcud olmayan vücudun zahiri aynasına vurunca, onun zahirde mevcud olduğu vehmini vermiştir.
Nitekim, suret bir aynaya aksettiği zaman; onun aynada olduğu tevehhüm edilir.
Keşke hileydim; bu büyüklerin muradı nedir ve suretlerin ilimde husulü manası nedir?
Şahidde (yani açıkta, görünürde) ancak ilmin kendisi vardır. Gaibde ise, yüce Hakkın ezeli kadim, basit (bağımsız, yaygın) vahdani ilmi vardır. Bu ilim, çokça malumata taalluk ettiğinden, bu taalluktan, müteaddid suretler husule gelmiştir. Hem de o malumatı ayırd ederek... Amma onların hulul ve husulünü, o ezeli ilimde sabit eylemeden.
Müteaddid suretlerin onda husulü nasıl olabilir ki? Zira böyle bir şey, parçalanmayı ve mahallin bölünmesini gerektirir. Ve orada, bir şey diğer bir şeyin başkası sayılır. Böyle bir şeyin oluşu dahi, ezeli kıdeme münafi bir terkibi icap eder.
Şaşılacak bir durumdur ki:
Akıl erbabı, malumdan hasıl olan sureti, zihinde isbat eylediler. Bunun da, ilimde değil; zihinde hululüne itikad ettiler. Zira, o suret, onlara göre ilmin aynıdır; ilimde bir halet değildir.
Müteahhirin sofiyenin ibarelerinden anlaşılan odur ki; ilimde hasıl olan o suret:
-Vücudun batını dedikleridir.
En iyi bilen Sübhan Allah'tır.
***
Şunun bilinmesi gerekir ki,
Yüce Hakkın Zati. kemalâtı ile, ilim sıfatının taallukundan sabit olan o ilmi suretler için; keşfi nazarda parladığına göre, onlara hayat ve ilim vardır. Ona dere edilen kemalâta nisbetle, huzuri ilme münasip inkişaf onun için de sabittir.
Bu bahsin tahkiki tafsilatı ile bir mektupta beyan edilmiştir. Bu marifetin garabetinden yana bir gizli yan kalırsa, keşfe ve tefsire ihtiyaç duyulursa, oraya müracaat edilsin.
***
Üstteki beyandan vuzuha kavuştu ki:
Yüce Hakkın pek mukaddes Zatı ve mukaddes sıfatlan bir mertebededir. O makamda, sıfatların vücudunun, zat vücudu üzerine zaid olduklarından dolayı da; asla bir taayyün ve tenezzül meydana gelmemiştir.
Şimdi bilesin ki,
Sıfatlarla bir Hazret-i Zat mertebesi olan bu mukaddes mertebe için; ikinci mertebede ilk zuhur vardır. Amma bir tağyir ve tebdil olmadan. Bu dahi Fakir'in katında, keşif ve şühud üzere sırf hayır olan Hazret-i Vücuddur. Sırf kemaldir. Bu mana icabı olarak; bu mukaddes mertebeye bir ilim taalluk edip daha önce anlatıldığı gibi; onun kemalâtından alacak olsa, o makamdan ilk alacağı şey, Hazret-i Vücuddur. Diğer kemalât ise, bunun tevabiidir.
Üstte anlatılan mana icabı olarak; sofiyeden büyük bir cemaat ve diğerleri sanmışlardır ki, o vücud, zatın aynıdır. Vücud taayyününü dahi, lataayyün zannetmişlerdir.
Bu manadaki pek ileri taayyün; ilmin ve haricin ötesindedir. Nitekim, bu mananın tahkiki, müteaddid yerlerde yapılmıştır.
Bu Hazret-i Vücud, zata ve sıfata bağlı kemalâtı zılliyet yolu ile camidir. Amma icmal olarak. Bu mertebe-i camia-i icmaliyenin tafsili de vardır. Bunun için de şöyle demek mümkündür:
-İkinci taayyün...
Tafsil mertebesinde ilk zuhur eden, hayat sıfatı olup bütün sıfatların anasıdır. Bu zuhur eden hayat sıfatı, yüce Hazret-i Zat mertebesinde bulunan hayat sıfatının zilli gibidir.
-Ne odur, ne de gayrıdır manası, onun hakkında doğru olup bu zil hakkında değildir. Zira o, Hazret-i Zat mertebesi ötesinde zuhur ettiği zaman:
-Gayrı değildir manası, onun için elbette sabit olamaz. Elbette o, gayriyet damgası ile damgalanmış olur.
Hayat sıfatından sonra, ilim sıfatı gelir. Amma zılliyet yolu ile. Hayat sıfatında anlatıldığı gibi.
Bu sıfat, bütün sıfatları camidir.
Kudret, irade ve diğer sıfatlar; müstakil olmalarına rağmen, bunun için cüz gibidirler. Çünkü, bu sıfatın Hazret-i Zat ile bir nevi ittihadı vardır. Bu ittihad ondan başkasına (veya ikisinden, yani hayat ve ilim sıfatından başkasına) yoktur.
Çünkü huzuri ilim suretinde, alim ve malum ittihadı vardır. Halbuki kudret, kadir ve makdur ile ittihad etmemiştir. Bu ittihad, keza iradede dahi yoktur. Ki bu irade iki makdurdan birinin tahsisidir.
Üstteki kıyas devam ettirebilir (yani kalan diğer sıfatlarda.)
***
Bu Fakir'e göre, Halil'in taayyün mebdei, taayyün-ü evveldir. Bu da, vücudi taayyündür. Resulullah Efendimize ve ona salât, selâm.
Cüzlerinin en şereflisi olan bu taayyünün merkezi dahi, Hatemü'r-rüsül Resulullah (sav) Efendimizin taayyün mebdeidir. Amma asaleten. Ona ve âline salât, selâm.
Bu bahsin tahkiki, bir mektupla tafsilatı ile anlatılmıştır.
Halil'in (as) velayeti, Velâyet-i İsrafiliye olduğundan; İsrafıl'in taayyün mebdei dahi, elbette bu taayyün-ü vücudidir.
Asaleten, her nebinin ve resulün taayyün mebdei dahi, bu taayyün-ü evvel-i vücudi (bu ilk vücudi taayyün) hisselerinden bir hissedir.
Şayet ümmetlerden bir şahsın, enbiyaya mütabaatı bereketi ile bu vücudi taayyünden bir nasibi olur ise, o taayyün hisselerinden bir hisse, yahut noktalarından bir nokta olur ise, yani onun taayyün mebdei bu dahi caizdir. Hatta vakidir. Bu taayyünde, taayyün mebdei olmadıkça Hazret-i Zat'a vusul mecali olmaz. Yani asaleten.
Meleklerin taayyünlerinin mebde'lerine gelince... -ki bunlar Hazret-i Zat'ın yakınlarıdır-... Bu vücudi taayyündedir. Böyle olduğu halde, (yani onların yakınlık durumları) yine Hazret-i Zat'a vusul ona bağlıdır.
Şunun da bilinmesi yerinde olur ki,
Vücudi taayyün tafsili mertebesinde zuhur eden ilim sıfatı; her ne kadar o vücudi taayyün hisselerinden bir hisse ise de, lâkin onun camiiyet durumu olduğundan, o hisselerin tümünü cami olan vücudun kendisi gibi olmuştur.
Ayrıca onun, (yani ilim sıfatının) icmali ve tafsili de vardır.
icmal için, merkeziyet hükmü vardır. Tafsil için dahi muhit hükmü vardır.
Bu ilmi taayyün merkezi, -ki o icmaldir- vücudi ile taayyünün merkezinin zilli gibidir. Bu alâka sebebi iledir ki; bir cemaat şu kanaata vardı: Hatemü'r-rüsül Resulullah (sav) Efendimizin taayyün mebdei hazret-i ilmin icmalidir. Halbuki durum hiç böyle değildir. Hatta, bu icmal, Resulullah (sav) Efendimizin taayyün mebdeinin zillidir. Ki onun taayyünü, vücudi ilk taayyünün merkezidir. Nitekim, bu mana daha önce de anlatıldı.
Aynı şekilde, ilim icmalini dahi, ilk taayyün bilmişlerdir. Fevkani mertebeyi dahi lâtaayyün bilip onu Hazret-i Vücud'un aynı zannetmişlerdir. Halbuki o, daha önce de anlatıldığı gibi, taayyüne bağlıdır.
Şu mana gizli kalmamalıdır ki,
Her ne kadar kendisine, dere edilen hisselerine göre ona; enbiya-ı kiramın, melâike-i iliyyin-i izamın taayyün mebde'leri olsa dahi, o mertebede icmal bulunduğundan, onlardan her birinin mebdei kendi başına tafsilatı ile bilinmez. Bir isimle de, isimlendirilmez. Vakta ki ona tafsil arız olur; o zaman her biri ayırd edilir. Her mebde dahi, bu isimle müsemma olur.
Şöyle ki:
O vücudi ilk taayyünden bir hisse hayat ismi ile isimlendirilir.
Bir başka hisse dahi, ilim ismi ile isimlendirilir.
Bu kıyas, böylece, devam edip gider. Şöyle müşahede edilir:
Hayat ismi, camiiyeti itibarı ile melâike-i iliyyin-i izamın taayyün mebdei olur. Onlara selâm.
Rulullah'ın (isa'nın) as mele-i âlâ ile münasebeti bulunduğundan; bu makamdan onun nasibi vardır.
Mehdi'nin (ra) Ruhullah ile has bir münasebeti bulunduğundan; bu makamdan ümitlidir.
***
Şunun da bilinmesi yerinde olur ki,
İkinci taayyün mertebesinde tafsil arız olan sekiz sıfattan her biri, kendisine iktida edilen bir şanlı peygamberin taayyün mebdeidir. Meselâ:
İlim: İsa'nın as taayyün mebdeidir.
Tekvin: Adem'in as taayyün mebdeidir.
Anlatılan bu külli mukaddes isimlerin cüz'iyatı; sair enbiyanın taayyünat mebde'leridir.
Bu büyüklerden her taifenin, has bir isimle ve iktida edilen bir nebi ile münasebeti vardır. Böylece, o ismin cüz'iyatı, onların taayyünat mebde'leri olmuş olur.
Kendilerine iktida edilen nebilerden bir nebinin izinde olan evliyanın taayyünat mebdei ise, o iktida edilen nebinin taayyününe mebde olan ismin cüz'iyatının cüz'iyatıdır. Ki bunlar, onun izindedirler.
Küffarın taayyünat mebde'leri ise, MUDİLL isminin taallukudur. Anlatılan taayyünlerden ayrıdır.
***
Mümkinatın taayyünat mebde'lerini anladıktan sonra, şunu da bilesin ki, vücup dairesinin tamamiyeti, bu taayyünatın sonuna kadardır. Bundan sonra sûru, mümkinat dairesindedir.
***
Ne zaman ki Sübhan Hak, kereminin ve ihsanının kemalinden; feyizlerini ve nimetlerini başkasına yağdırmayı, hazinelerini halka açmayı murad etti; vücudunun ve tevabiinin kemalâtından onlara hibeler eyledi. Hem de aradan bir şey kopmadan ve oraya bir şey katılmadan. Zira, böyle bir şeyin olması, noksan nişanıdır. Allahu Teala, böyle bir manadan yana pek yüceliğe sahiptir.
Halkın yaratılmasından maksad, onlara feyizlerin ve ihsanların yağdırılmasıdır. İsimlerin ve sıfatların kemalâtını, onlar vesilesi ile tetmin ve tekmil değildir. Haşa, o Sübhan Zat için böyle bir şey hiç olamaz. Çünkü, yüce Hakkın sıfatlan haddizatında kâmildir. Onların zuhura ve mazhara asla ihtiyaçları yoktur. O şanı büyük makamda hası! olan her kemal, bilkuvvedin bilfiil değildir ki, onun husulü bir işe bağlı ola...
O Sübhan Zat'ın yüce katında bir şühud ve müşahede var ise, her ikisi de kendisinden kendisinedir.
Eğer o Sübhan Hakkın zatında bir ilim var ise o, kendisi ile alim, kendisi ile malumdur.
Aynı şekilde Sübhan Hak, kendi nefsinde (zatında) kelâm eder; kendi nefsi ile dinler.
Bütün kemalât, orada mufassal ve mütemeyyizdir. Lâkin, lâkeyfiyet unvanı ile. Zira, keyfi olanın lâkeyfiye yolu yoktur. Halk ne şeydir ki, Sübhan Hakkın kemalâtına ayna ola...
Bir mısra:
Hangi aynadır ki, onda suret bulur...
Sonra, alem nedir ki, o icmali tafsile getire...
O Hazret-i Sübhan, cemal aynında tafsildir; darlık aynında vüs'attır.
Tafsil ve vüs'at orada lâkeyfi olduğuna göre. tevehhüm edilir ki, onun için tafsil gerekli ola, bu dahi halkın yaratılmasına bağlıdır; o icmalin tekmili dahi bu tafsil ile ola... Halbuki Sübhan Hak, orada hem icmal, hem de tafsildir, Bu mana, daha önce de anlatıldı.
Bir ayet-i kerime meali:
"Allah (her manada) genişliğe sahip bilendir..."(2/247)
***
Şunun da bilinmesi yerinde olur ki,
Bu alemin yaratılması, öyle bir mertebede vaki olmuştur ki, bu mertebe ile o mukaddes mertebe arasında asla bir müzahame ve müdafaa yoktur. İki mevcuddan birinin vücudu, her ne kadar diğerinin vücudunu tahdid etmekte ise de, lâkin bu kaide, orada yoktur. Çünkü, alemin vücudu, bir tahdid ve o pek mukaddes vücuda bir nihayet olarak yaratılmamış ve onda bir cihet ve nisbet asla isbat eylememiştir.
Aynada tevehhüm edilen Zeyd'in suretini görmez misin? O suretin sübutu, öyle bir mertebededir ki, bu sübutla, o suretin aslı olan Zeyd'in sureti sübutu arasında asla bir müzahame ve müdafaa yoktur. Bu suret sübutu dahi, aslının sübutunda bir tahdid ve nihayet meydana getirmemiştir. Ona bir nisbet ve cihet de vermemiştir.
İşte alemin vücudu dahi, vehim mertebesindeki o suretin vücudu gibidir. Kendisi ile, hariçte olan asla bir müzahamesi yoktur. Bu vehmi sübuttan dolayı da, bir tahdid, bir nihayet ve bir cihet de meydana çıkarmamıştır. Yani asılda...
"Vasıfların en yücesi Allah'ındır..."(16/60)
iş bu yapılan tahkikten:
-Alem, vehim mertebesinde sabit olmuştur, dediklerinin manası anlaşılmış olur. Bunun daha açık manası şudur:
-Alem; hariçte mevcud olan aslına bağlı olarak, aynadaki sureti ile sabit kılan vehim mertebesini andıran bir mertebede yaratılmıştır.
Hatta şöyle demek dahi mümkündür:
-O mukaddes mertebede, harici vücud itlakı, teşbih ve tanzir kabilindendir. Zira, orada hariç mecali yoktur. O pek mukaddes mertebeden yana, vücud kusur kalınca; haricin durumu ne olabilir? Zira bu, onun bir fer'i ve bir kısmıdır.
***
HOŞ HATİME
Bu anlatılan taayyünatın tüm mebde'leri, ister vücudi icmali olsun; isterse tafsili. Yani bu dünya hayatının mümkinatına ve bu dünya hayatının mevcudatının vücuduna nisbetle... Keza o taayyünatın teşhisleri de, o yüce mebde'lere bağlıdır.
Uhrevi mevcudata gelince... Müşahede edilen odur ki, onlar bu mebde'lere bağlı değillerdir. Hatta bunların taayyün mebde'leri, bir başka işlerdir. Bu işler dahi, bu Fakir'e göre zati kemalâttır; onların pak eteğine zıllıyet tozu isabet etmemiştir. O pek mukaddes mertebeye dere edilmiştir ve o mukaddes mertebede, mufassal olarak temeyyüz etmiştir. Amma lâkeyfi bir temyiz ve tafsil ile...
O mukaddes zati mufassal kemalâttan her biri; o ahiret mevcudatından bir mevcudun taayyün mebdeidir.
Cennet ehlinin vücudu ise, dünya hayatına taalluk eden icmal ve tafsil olarak vücud taayyünatı ile bir bağı yok gibidir.
O hayatın mevcudatı, o mukaddes mertebe ile yüzyüze gibidir. Amma bu dünya hayatının mevcudatı böyle değildir. Bunların, yüzyüze olmaktan yana nasipleri azdır.
O daimi hayatın, mevcudatından ne beyan edebilirim ki? Zira onun, o mukaddes mertebeden öyle bir hazzı ve öyle bir nasibi vardır ki, vasfı mümkün değil.
Bir mısra:
Mübarek olsun erbab-ı nimete erdikleri...
Bir şiir:
Bundan ötesinin beyanı ince;
Gizlemek pek hoş, pek güzel bence...
Dua makamında bir ayet-i kerime meali:
"Rabbimiz unuttuk veya yanıldıysak, bizi muaheze eyleme..."(2/286)
***
 
Üst