Mehmet Altan / Muş'ta Meryem Olmak

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Mehmet Altan / Kent Dindarlığı

kentdindarligi.aspx


Ocak 2010


Mehmet Altan yeni kitabında, sadece dindarları değil, inanca hangi mesafede durursa dursun bu topraklarda yaşayan herkesi ilgilendiren bir konuyu tartışmaya açıyor: Kent Dindarlığı
İslamiyet Şeyh Galip'ten Taliban'a geldi yeryüzünde. Nedir bu meyil, düzlem kaybetmemizin nedeni nedir? Şeyh Galip, inanılmaz şekilde işlenmiş derin bir kültürün ferdiyken; Taliban, Afgan kırlarının bütün hoyratlığını ifade eden bir vahşetle ortaya çıktı. İkisi de Müslüman ise aradaki fark nedir? Bunu sosyolojik bakışla analiz etmek lazım.

Müslümanların ağırlığı eskiden kentlerdeyken zamanla kırlara kaydı. Dinin o derin içeriği, sosyal ve kültürel yanı gündemden düşürülüp inançla ilgili konular daha ziyade siyasi bir mesele olarak algılandı. Halbuki bir zamanlar kent dindarları vardı. Üreten, kazanan, çağın gerektirdiği hemen hemen tüm özelliklere sahip, çağdaşlarıyla rekabet edebilen, dünya üzerindeki mücadeleleri sırasında dinden çıkar sağlamaya gerek duymayan, buna gönül indirmeyen, güler yüzlü, medeni, farklılıklara tahammüllü, çoğulculuk üzerine bina olmuş şehir hayatını benimsemiş, latif insanlardı kent dindarları.

Bugün kent dindarlığı anlayışına ciddi anlamda ihtiyaç duyuyoruz. Çünkü din, bu toplumun varoluş temellerinden biri, belki de en önemlisi. Türkiye hem toplumun sıhhati hem de din algısının normalleşmesi için er ya da geç bu konuyu dikkatle ele almak zorunda. Gerçek anlamda bir kent dindarlığı anlayışı inşa etmek için zaman henüz geçmiş değil, ancak geçmek üzere. İşte bu nedenle, Mehmet Altan'ın gündeme taşıdığı “kent dindarlığı” konusu, dini hassasiyetler taşısın ya da taşımasın bu topraklarda yaşayan herkes için birinci derecede önemli bir mesele.

Birey olma, kendi donanımıyla sisteme değer katma güvenini kazanmış, otoriteye bağımlılıktan kurtulmuş “yetişkin bir toplumda” kent dindarlığı zaten kendiliğinden ortaya çıkar. Demokrasi, hukuk, düşünce ve inanç özgürlüğü, ifade özgürlüğü, bireysel tercih özgürlüğünü içselleştirebilen, ekonomik değer üreten bir toplum, eninde sonunda kent dindarlığı istasyonuna varacaktır.
Peki nedir kent dindarlığı?
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Mehmet Altan / Sarayı Yıkalım

114420.jpg


Kasım 2010

İnsanın yaşam kalitesi nedir? Toz toprak içinde yürümemekten tut, gürültüsüz hayata, İstanbul'un denizini kirletmemeye, aldığınbesinin hijyenine, hastanelerdeki teşhis doğruluğuna, fikrini rahatça söylemeye; hakkını rahatça aramaya bunların hepsiyaşam kalitesidir. Kimse böyle bakmıyor 'Ne değişti'nin ölçüsü Türkiye'nin kendisi, 'ne değişmesi gerekirdi'nin ölçüsü dünyadır.Biz ne kadar dünyalaşabiliriz, bunun önünü açmak lazım, küreselleşmenin önünü çok hızlı açmak lazım. Kimse saraya girmeye kalkışmasın, sarayı yıkalım, sarayı!Böyle diyor Mehmet Altan ve Türkiye'deki değişimin miladı olarak gördüğü 24 Ocak Kararları'ndan bugüne, üretim ilişkilerinden devletin yapısına, iletişim araçlarından siyasetkurumuna, medyadan toplumsal hayata her alanda değişenleri ve değişmeyenleri anlatıyor.<
 

türkü

Kıdemli Üye
Katılım
18 Tem 2007
Mesajlar
4,973
Tepkime puanı
975
Puanları
0
sarayı yıkalım yıkmasına da yerine ne inşa edelim? :)
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
teşekkürler türkü kardeşim çok doğru bir söz yerine ne yapalım?
yıllar yılı kendi pencerisinden başka pencere görmeyen insanlar masa başlarında sistemler yıkıp durdular hep
ama yıkılan sistemlerin yerine getirilecek şeyi kimse irdelemedi.
halbu ki bir şeyi yıkmadan yerine yapılacak şeyin teorik olarak planı yapılıp pratik olarakta malzeme depolanması gerekiyordu.
hepsinden önemlisi de imece usulü yapılacak binanın gönüllüleri aralarında ki sorunları çözüp omuz omuza beklemelilerdi ama olmadı.

şöyle diyebilmek isterdim:
sarayları yıkınca yıllar yılı fosillerin verimlendirdiği el değmemiş topraklardan güzel ürünler çıkacaktır.
ama saray kalsın şimdilik
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
yinede baba kaçak tan fikir almak lazım
bu sarayı yıkalım mı,kalsın mı?
yıkarsak yerine ne yapalım yıkamazsak kirlenir mi?
şimdi oda yerine olmadık şeyler dikmeye kalkar...
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
116085.jpg


Ocak 2011

Yıllardır sadece siyasî ve askerî yönleriyle ele alınan Kürt Sorunu bu kitapta insanî ve sosyolojik yönleriyle ele alınıyor. Prof. Dr. Mehmet Altan, devlet esas alındığında içinden çıkılmaz görülen bir meselenin, ‘insan' esas alındığında nasıl çözüm yoluna kavuştuğunu anlatıyor.

*Solunum cihazı olmadığı için ölen Meryem bebek üzerinden Kürt Sorununu nasıl okuyabiliriz?

*Havan mermisiyle bedeni paramparça olan Ceylan olayının perde arkasında hangi şüpheler yatıyor?

*Zonguldaklı Şafak Köksal, nasıl Güneydoğu sendromunun kurbanı oldu?

*Bilgeköy'de yaşananları Güneydoğu'daki mülkiyet “hukuk(suzluğ)u” üzerinden nasıl okuyabiliriz?

*Cinayet ekonomisine katkıda bulunan bir hukuk anlayışından nasıl kurtulabiliriz?

*Diyarbakır Cezaevi gerçeği üzerinden Kürt Sorununu nasıl konuşulabiliriz?

*Bölünme korkusunu nasıl yeneriz?

*Kürt Sorunu aynı zamanda neden bir Türkiye sorunudur?
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Mehmet Altan'ın Muş'taki Meryem'i

“Muş’ta Meryem Olmak” isimli son kitabı Etkileşim Yayınları arasında çıkan Mehmet Altan, kitabında, Kürt sorununun insanı merkeze alan politikalar üretmeden çözülemeyeceğine vurgu yapıyor.

Kitabında Kürt Sorunu’nun ne olduğu, problemin nerede başladığı ve na*sıl çözüleceğinin kendisi için çok net ve açık olduğunu ifade eden Altan “Kürt So*rununa çözüm amaçlı yaklaşırken, insanın en kutsal var*lık olduğu düşüncesini hayatın merkezîne oturtan bir an*layışı benimsemekle çözüme yönelik ilk adım atılmış olur. Böyle düşündüğümüz zaman da insanın en kutsal varlık olduğu düşüncesini hayatın merkezîne oturtan bir hukuk anlayışının gerekli olduğunu anlarsınız. Bunların birbirini olumlu yönde tetiklemesi gerekir.” diyor.
Altan, kendisiyle yaptığımız söyleşide Türkiye’yi uzun yıllardır meşgul eden Kürt sorununun insan merkezli düşünülmeden çözülemeyeceğini söyledi. Altan, siyasetçilerin altı buçuk aylıkken dünyaya gelen ve solunum cihazlı ku*vöz olmadığı için hayatını kaybeden Muşlu Meryem için siyaset yapmadıkça ve Muşlu Meryem’in sorununu halletmedikçe Kürt sorununa çözüm üretemeyeceğini belirtti.

Günümüzde Kürt Sorunu, Kürt Açılımı, Kürt Çözümü gibi genel ve geniş bir perspektiften bakılan olayda siz meseleyi fert boyutuna indirgiyorsunuz. Sizin bakış açınızla siyasilerin bakış açısı arasındaki fark nereden kaynaklanıyor?


Siyasiler sınıf atlayarak Saray'a girmeye çalışıyor, ben, insanların Saray'a girmeye çalışmayacak bir yaşam standardına kavuşmasını arzuluyorum. Siyaset için “yönetim” önemli, benim için ise “yönetilen”. Beklentisi olmayan siyasetçi yok. Hâlbuki yönetilenlerin yaşamın ağır yükü altında beklemeye hali yok.
Siyaset “insan odaklı” bir anlayışı egemen kılmak yerine kendi pozisyonunu sürekli yukarı çekme gayreti içinde. Kısacası, en temel fark, 12 Eylül’ün “Siyasal Partiler Yasası”na göre kurulmuş olan partilerin “yönetilenlerin” sorunlarıyla ilgilenmek yerine “siyasal iktidar kavgası” yapıyor olmalarıdır.

Olayı fert bazında ele almak çözüm adına ne gibi avantajlar getirecek?
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları “İnsani Gelişme Endeksi”nde 196 devlet arasında 83. sırada. Bir tarafta rögar kapağı açık bırakıldığı için ölen çocuklarımız, hâlâ cesedini madenden çıkaramadığımız işçilerimiz var, bir tarafta da bankalardaki tüm mevduatın neredeyse yarısına sahip ve hiçbir sağlıklı ülkede örneğine rastlayamayacağınız 32 bin hesaplı finansal bir sistem var. Buna 10 milyon kayıtdışı çalışanı, 3 milyon resmi işsizi, mesleği olmayan nüfusun yüzde 60’ını, Türkiye İstatistik Kurumu “2009 Yoksulluk Çalışması Sonuçları”na göre 2009 yılında sadece gıda harcamalarını içeren “açlık sınırı”nda yaşayan 339 bin kişiyi ve “yoksulluk sınırının” altında yaşayan 12 milyon 751 bin kişiyi eklediğinizde, ortaya çıkan tablonun düzeltilmesi, yönetilene, vatandaşa, bireye daha ileri düzeyde bir yaşam sunulması zaten siyasetin temel hedefi olmalıdır. Siyasetin odağına insanı aldığınızda hem daha iyi bir yaşam imkânı sunulacak vatandaşlarımıza hem de siyaset esas işini yapmış olacak…
İnsansız bir siyaseti de doğrusu pek anlamıyorum zaten. Çünkü benim derdim “yönetilenin” yaşam kalitesi ile ilgili. Siyasetin de öyle olmalı. Böyle bir yaklaşım siyasetin insanı keşfetmesini, en fazla mağdur durumdaki insanın halini ölçü alarak konuşmaya başlamaya mecbur kalmalarını sağlayacak.
Siyasetçiler, altı buçuk aylıkken dünyaya gelen ve solunum cihazlı ku*vöz olmadığı için hayatını kaybeden Muşlu Meryem için siyaset yapmadıkça ve Muşlu Meryem’in sorununu halletmedikçe Kürt sorununa çözüm üretemez.

Olaya Kürt sorununu insanileştirmek açısından yani sizin bakış açınızla baktığımızda ortaya çıkan tabloyu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yerel yönetimler siyaset yapmak yerine, bölgedeki insanların yaşam kalitelerini yükseltmeyi esas aldıklarında insan odaklı siyaset öne çıkacak. Derelerin açık kanalizasyona döndüğü bir yerleşim bölgesinde bunu düzeltmeyen yerel iktidarın insanı düşündüğünü söylemek çok zor. Ölçü yerel yönetimin kendi insanına saygısıdır. Durumu ve geldiğimiz noktayı bu ölçü belirler.

Şişli ile Bitlis’in Yedisu ilçesindeki hayat standartları arasındaki 274 kat fark olduğuna dikkat çekiyorsunuz. Bu verileri nasıl okumak gerekir?
Çünkü bu buradaki rejimin, sistemin, devletin sahibi bu insanlar değil, burada askerler, siyasetçiler ve zenginlere göre kurulmuş bir rejim var. Halkın, bireyin, yönetilenin lehine, insan odaklı bir düzen yok. Onun için insanlar günlük hayatlarının acılarını neden böyle olduklarını analiz edemiyorlar. Hâlbuki o insanları adam yerine koymayan, bir şekilde onların yaşamını daha nitelikli hale getirecek bir büyük faaliyetin özünü şekillendirmeyen şey bugünkü rejimin aslında vatandaştan yana olamamasıdır.
İşsizliğe ve diğer sosyal sorunlara çözüm aramadan sadece yönetim biçimini gündeme getirmenin sorunu hiçbir şekilde çözmeyeceği ortada. Yedisu bir yana İstanbul da bile birbirine çok yakın bölgelerin yaşam standartları arasındaki farkın ne kadar büyük olduğu bir gerçek. Türkiye'de yaşam standartlarının altındaki birçok yer temel ihtiyaçların peşinde koşuyor. Bunları görmeden hayalî tehlikeler karşısında bütün bir toplumun enerjisini tüketmek ve sadece yönetim biçimi ile ilgilenmek bizi sürekli geride bırakmakta.
Şişli ile Yedisu örneği, buranın nasıl derinden bölünmüş olduğunun da somut bir resmi...

Kitabınızda yaptığınız tespitlerden birisi de devlet-ulus ve ulus-devlet kavramı. Siz Türkiye’nin bir devlet-ulus olduğundan, Batıdaki gibi bir ulus devlet olmadığından bahsediyorsunuz. İkisi arasındaki fark nedir?
“Devlet-ulus”da devlet topluma ırk biçer, ulus-devlette ise bir ırk siyasallaşır, kendi ulusal kimliğinin farkına varır ve devlet kurar. Türkiye bir devlet-ulustur, Batıdaki gibi bir ulus devlet anlayışından yoksundur. Yukarıdan aşağıya doğru ırk bilinci pompa*lanmaya çalışılmıştır. Yani devlet kendine göre bir ırk ta*yin etmiştir ve Kürtleri de bu ırk anlayışına göre program*lamaya çalışmıştır. Kürtlerin tarihsel ve sosyolojik planda bir kimlikleri olduğunu asla kabul etmemiştir.

Herkes Kürt Sorunu’ndan bahsederken siz “Türk Sorunu”ndan söz ediyorsunuz. Nedir “Türk Sorunu”? Neyi kastediyorsunuz?
Olaylara din, ırk ve mezhep üzerinden baktıkça, sürekli bir “öteki” yaratıyorsunuz. Bunun önüne geçecek en önemli formül olan evrensel hukuk olmadıkça da bu böyle devam edecektir.
Buradaki sorun Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşını yok saydığı için onun temel haklarını inkâr etmesidir. Kürt sorunu böyledir, Türk ırkından değilsen sen düşmansındır. Türk ırkından olanları baş tacı mı ediyorlar diyeceksiniz, tabi ki hayır, onu da etmiyorlar. Burası bir askeri cumhuriyet ve biz de onun yanına ilişen onun yanında kendine yer arayan, onun izin verdiği kadar bir hayat yaşayan kullarız.

BDP’nin de sorunun insanileşmesini istemediğini söylüyorsunuz. Kürtlerin hakkını savunduğunu iddia eden bir parti niye sorunun insanileşmesini istemesin ki?
Çünkü siyasetçi her yerde siyasetçi. Yönetilenin sorununu çözmek yerine, din, ırk ve mezhep siyaseti yaparak Saray'a girmek, sınıf atlamak istiyor. Siyasetçiye ikbal arayışı hiç bitmeyen bir zümre olarak bakmak gerek. Bunu yapabilecek bir soğukkanlılık olmadıkça siyaset ve siyasetçi hem sorunları hem bizleri sömürmeye devam edecek.

Öcalan’ın yaşam standartları için yapılan mücadele niçin Kürtlerin yaşam standartları için de verilmiyor?
Biz de kitleler değil, tek adamlar önemli. Padişah kültüründen gelip, tebaayı aşağı gören bir refleksimiz var. Ve maalesef tebaa da kendinin önemli olmadığını düşünmekte.

Demokratik Toplum Kongresi'nin çalıştayında hazırlanan özerklik bildirgesinin Kandil'de hazırlandığı iddiaları ortalığı karıştırdı. Siz de bu çalıştaya katılmıştınız. Olay nasıl gelişti?
Bu toplantının ilk günü öğleden sonra dağıtılan bir metin. Kongre bilim kurulunun hazırladığı söylendi ama Abdullah Öcalan'ın görüşleriyle çok örtüşür bir metindi. Kandil konusundan haberim yok üstelik bu tür iddialar çok da anlamlı gelmiyor. Dağdan inilecek ise metinlerle konuşmak daha çok önem kazanmalı. Önemli olan silahların susup, insanların, özellikle çocuklarımızın ölmeyeceği bir konuşma ortamının yaratılması.

Kürt sorununa siyaset veya Kandil karıştığında olayın içinden çıkılmaz bir hal alacağı bilindiği halde niye ısrarla böyle bir yol takip ediliyor?
Kürt sorununa siyasetin karışması ama silahın ilgisiz kalması gerekir. Siyasetin de yönetme değil, yönetilenin siyasetini yapması gerekir.

DTP, Kürt halkını değil de Kandil'i muhatap almaya devam ettiği müddetçe sorun nasıl bir boyuta taşınacaktır? Çözüm öneriniz nedir?

Siyaset kişiye tapınma yerine, insanı kutsal kabul ettiğinde hepsi çözülür...
 
Üst