Mehmet Akif Ersoy

Katılım
7 Kas 2006
Mesajlar
10
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
42
MEHMET AKİF ERSOY

Istiklâl Marsi sâiri. 1877 yilinda Istanbul'da dogdu. Annesi Emine Serife Hanim, babasi Temiz Tâhir Efendidir. Ilk tahsiline Emir Buhâri Mahalle Mektebinde basladi. Ilk ve orta ögrenimden sonra Mülkiye Mektebine devam etti. Babasinin vefâti ve evlerinin yanmasi üzerine mülkiyeyi birakip Baytar Mektebini birincilikle bitirdi. Tahsil hayâti boyunca yabanci dil derslerine ilgi duydu. Fransizca ve Farsça ögrendi. Babasindan Arapça dersleri aldi.

Zirâat nezâretinde baytar olarak vazife aldi. Üç dört sene Rumeli, Anadolu ve Arabistan'da bulasici hayvan hastaliklari tedâvisi için bir hayli dolasti. Bu müddet zarfinda halkla temasta bulundu. Âkif'in memuriyet hayati 1893 yilinda baslar ve 1913 târihine kadar devam eder. Memuriyetinin yaninda Ziraat Mektebinde ve Dârulfünûn'da edebiyat dersleri veriyordu.

1893 senesinde Tophâne-i Âmire veznedâri M. Emin Beyin kizi ismet Hanimla evlendi.
Âkif okulda ögrendikleriyle yetinmeyerek, disarda kendi kendini yetistirerek tahsilini tamamlamaya, bilgisini genisletmeye çalisti. Memuriyet hayatina basladiktan sonra ögretmenlik yaparak ve siir yazarak edebiyat sâhasindaki çalismalarina devam etti. Fakat onun nesriyat âlemine girisi daha fazla 1908'de Ikinci Mesrutiyetin îlâniyla baslar. Bu târihten itibaren siirlerini Sirât-i Müstakîm'de nesretmeye basladi.
Âkif, yazi ve siirlerini hiçbir zaman geçim kaynagi olarak görmedi. Buna ragmen onu memlekete tanitan, halka sevdiren asil vasfi sâirligidir.

Birinci Cihan Harbi sirasinda Berlin ve Necid'e (Arabistan) gitti. Çanakkale harbi, onun Berlin seyahati sirasinda meydana gelmis, sâir o günlerin istirap ve heyecanini orada yasamistir. Sâir, bu iki seyâhatiyle ilgili Berlin Hatiralari ve Necid Çöllerinden Medîne'ye adli eserlerini yazmistir. Harbin son senesinde, çok sevdigi dostu Ismail Hakki Izmirli ile Lübnan'a gitti.

Cihan Harbi 1918'de imzâlanan Mondros Mütârekesi ile nihayete erdikten sonra, galip devletler Türk vatanini parçalamak ve paylasmak için dört taraftan saldirmaga baslamislardi. Harpten son derece bitkin bir halde çikan Türk milleti, vatanini müdâfaa için silâha sarildi. Âkif, vatan müdâfaasinin ehemmiyetini anlatmak için hutbelerle halki, istiklâlini muhâfaza etmek için savasmaya çagirdi. Anadolu'da millî mücâdele rûhunun yayilmasi üzerine, Anadolu'ya iltihâka karar verdi.

Istanbul'dan deniz yoluyla Inebolu'ya çikti. Oradan Ankara'ya hareket etti. Konya isyani üzerine Konya'ya gidip, ayaklanmanin bastirilmasinda mühim rol oynadi. Sonra tekrar Ankara'ya döndü. Ankara'dan Kastamonu'ya giderek Nasrullah Câmiinde verdigi vaazlar nesredilerek memleketin her tarafina dagitildi. Sonra Ankara'ya döndü.

1920 târihinde Burdur Mebusu olarak Birinci Büyük Millet Meclisine seçildi. 17 Subat 1921 günü Istiklâl Marsi'ni yazdi. Meclis 12 Martta bu marsi kabul etti.
Zaferden sonra Istanbul'a geldi. Abbâs Halîm Pasanin dâveti üzerine 1923'te Misir'a gitti. O kisi Misir'da geçirip, baharda döndü. Artik her yil kisi Misir'da, yazi Istanbul'da geçiriyordu. Halîm Pasa geçimini karsilamayi taahhüt etti. Ertesi yaz Istanbul'a dönünce Diyanet Isleri Riyâseti tarafindan Kur'ân-i kerîmi tercüme etme vazifesi verildi. Âkif yillarca çalisti. Sonunda bu konudaki ilmî kifâyetsizligini anlayarak vazgeçti.

1926 yilindan îtibâren Misir Üniversitesinde Türkçe dersleri verdi. Derslerden döndükce Kur'ân-i kerîm tercümesiyle de mesgul oluyordu, fakat bu sirada siroza tutuldu. Önceleri hastaliginin ehemmiyetini anlayamadi ve hava degisimiyle geçecegini zannetti. Lübnan'a gitti. Agustos 1936'da Antakya'ya geldi. Misir'a hasta olarak döndü.

Hastalik onu harâb etmis, bir deri bir kemik birakmisti. Istanbul'a geldi. Hastanede yatti, tedâvi gördü. Fakat hastaligin önüne geçilemedi. 27 Aralik 1936 târihinde vefat etti. Kabri Edirnekapi Mezarligindadir.

Sahsiyeti: Mehmed Âkif'in Sirât-i Müstakîm ve onun devâmi olan Sebîl-ür-Resâd mecmuasinda çikan yüz kadar muhtelif makalesi, elli kadar tercümesi ve siirleri vardir. Fakat Âkif günümüzün hatta Türk târihinin en önde gelen destan sâirlerinden biridir. Siirleri edebiyat târihimizde büyük önem tasir.
Siirlerinde bâzan düsünce, bâzan duygu ön plandadir. Aruzu en güzel sekilde kullanan sâirlerdendir. Siirlerinde bir taraftan hürriyet, dogruluk, samimiyet, vatanseverlik, adâlet, istiklâl gibi ahlâkî kiymetleri telkin ederken, diger taraftan cemiyetlerin çökme sebebi olan riyakârlik, münâfiklik, korkaklik, dalkavukluk, tembellik, zulüm gibi fenaliklara siddetle hücûm eder.

Mehmed Âkif yasadigi devri bütün genislik ve derinligi ile siirlerinde yansitmaya çalismis bir Türk sâiridir. Yirminci yüzyilin ilk çeyreginde Türk milletinin içinde bulundugu acilari, sevinçleri, ümidleri ve hayal kirikliklarini manzum bir târih, bir roman, bir hikâye, bir destan havasi içinde anlatmaya çalismistir. Eserlerindeki kisiler de aydin, cahil, yobaz, züppe, sehirli, dinli, dinsiz, sarhos, gariban, külhanbeyi vs. gibi cemiyetin hemen her kesiminden insanlardir. Çevre olarak da saray, konak, câmi, sokak, bayram yeri, mevlit cemiyeti, savas yeri, mahalleler, köhne evlerin odalari, oteller vs. seklinde yasadigi devrin bütün husûsiyetlerini aksettiren yerleri seçmistir. Çalisma tarzi olarak, önce görüp incelemeyi, not ederek veya aklinda tutarak ve sonra siir taslaklari kurup, onun üzerinde çalismayi prensib edinmistir. Müsâhade ve kompozisyona büyük önem vermistir. Siirinde kapalilik yok gibidir. Her seyi açik açik yazmaya çalismis, mübhem duygulardan, yüce ve fizik ötesi mefhumlardan ve süslü hayallerden uzak durmustur. Kisilerini ve çevreyi resimvâri ve heykelvâri tasvirlerle anlatmistir. Mehmed Âkif, muhtevâ yönünden edebî ekollerden realist, biçim verdigi deger bakimindan parnasçi ve bâzi siirlerinde de naturalist bir hava içindedir. Siirlerinde sahsî üzüntüleri, arzu ve istekleri yok gibidir. Toplumun dertlerini konu edinmis, onlar adina gülmeye ve aglamaya çalismistir. Kötülerle, fakirlikle ve gerilikle mücadele esas gâyesidir.
Âkif, ahlâksiz edebiyata düsmandir. Samimiyetsiz, sahte ve taklitçi olanlari sevmemistir. Siirlerinde halk deyimleri, atasözleri, halk kelimeleri bol bol yer alir.

Siirleri manzum hikâyeler, hitâbet siirleri, lirik siirler ve taslama siirleri seklinde siniflandirilabilir. Bunlardan manzum hikâyeleri sosyal konulu, hitâbet siirleri didaktik muhtevali, lirik siirleri vatanî, millî ve dînî coskunluklarla dolu, taslama siirleri de sakadan hicve kadar uzanan tenkitleriyle doludur.
Mehmed Âkif siirlerini çogunlukla kuralsiz nazim sekliyle yazmistir. Vezin olarak yalniz aruzu kullanmis, ama heceye de karsi olmamistir. Üslûbu, siirlerindeki olaydan ve fikirden daha önce göze çarpar. Süse ve yapmaciga kaçmadan yasayan halk ifâdeleriyle kurulmus, çekici bir anlatisi vardir. Halk dili ve üslûbunu hemen her siirinde kullanmasina ragmen, bu konuda en çok muvaffak oldugu eseri Âsim oldu. Bol fiil ve sifat kullandigi siirlerinde asiri sadelikten ve yapma dilden kaçinmis, Servet-i Fününcularin agir ve cansiz lisanindan da uzak durmustur.

Siirlerinde tahkiye, tasvir, hitap, muhâvere gibi bütün anlatim yollarini basariyla kullanmistir. Bilhassa muhâvere (karsilikli konusma) anlatim yolu onun siirlerinin en önde gelen özelliklerinden olmustur. Iç âhenk, daha çok lirik siirlerinde görünür. Fazla mecaz kullanmaktan kaçinmistir.
Memleketin sosyal meseleleri, sâhit oldugu elem verici olaylar ve çilekes Anadolu insanlarinin hâlini sik sik siirlerine konu edinerek ele almis, duygu ve düsüncelerini samimi ifâdesiyle dile getirmis, çâre için çesitli teklifler öne sürmüstür. Osmanli Devletinin Tanzimâtin îlâniyla baslayan, mesrutiyet îlânlariyla devam eden ve Ittihat ve Terakki Partisinin iktidâri zamaninda son hadde vardirilan yikilisa götürücü hareketlerle kisa zamanda târih sahnesinden silinmesi, dünyâdaki Müslümanlarin ilim ve teknikte Avrupa'dan geri kalmis olmasi ve bassiz kalarak herbirinin ayri ayri yollar tutup parçalanmalari karsisinda, feryâd edici siirleri vardir.

Mehmed Âkif milletini ve dînini seven, insanlara karsi merhametli bir mizaca sâhip, sâir tabiatinin heyecanlariyla dalgalanan, edebî bakimdan kiymetli siirlerin yazari meshur bir Türk sâiridir. Istiklâl Marsi sâiri olmasi bakimindan da "Millî Sâir" ismini almistir. Ancak rastgele edindigi din bilgileriyle, zamâninin ve çagin dertlerine sahsî fikirleriyle çâre aramaya kalkismasi bâzi hatâlara düsmesine sebep olmustur.
Bunun yaninda Sultan Iknci Abdülhamîd Hanin memleket için yaptiklarini anlamayip onun sanina yakismayacak iftiralarda bulunmasi; sicilli mason Misir Müftüsü Muhammed Abduh'u övmesi; bir çalgicinin seslerini nidâ-yi ilâhîye benzetmesi begenilmiyen belli basli hususlaridir. Ahmed Dâvudoglu, "Dîni Tâmir Dâvâsinda Din Tahribcileri" kitabinda diger reformcular gibi, ilhâmini dogrudan dogruya Kur'ân-i kerîmden almak istedigini bildirmektedir.

Eserleri: Eserlerinin umûmî ünvani Safahât'tir ve ilk eseri yalniz bu adi tasir. Ikinci kitabinin adi Süleymaniye Kürsüsünde'dir. Hakkin Sesleri üçüncü, Fatih Kürsüsünden dördüncü, Hâtiralar besinci, Âsim altinci, Gölgeler yedinci kitabinin adidir. Bunlar, degisik târihlerde çesitli kereler basilmis olup, hepsi birlikte Safahât adi altinda da basilmistir. Safahât'taki misralarin tamami 12 bini bulur. Siirlerinden Istiklâl Marsi, Bülbül, Ordunun Duasi, Çanakkale gibileri bestelenmistir.
Âkif, Istiklâl Marsi siirini millet için yazdigini ifâde ederek Safahâtina almamistir.

Bilinmeyen Yönleriyle Mehmet Akif Ersoy

Dr. Yılmaz Karakoyunlu

1. Giriş

Mehmet Emir Erişirgil, Mehmet Âkif’in yaşam öyküsünü anlatan kitabını yazmağa karar verdiği yıllarda başından geçen bir sevimsiz olayı anlatır. Bu olay, Türk toplumundaki kolay suçlama alışkanlığının örneğidir. Vapurda karşılaştığı bir kişi, Erişirgil’in Safahat’ı okuduğunu görünce sorar:

“Beyefendi nereden hatırınıza geldi bu softa ?”

Erişirgil bu soru üzerinde neler düşündüğünü anlatır. Kendi döneminde yaşlılar için her mekteplinin “züppe”; gençlere göre her yaşlının “softa” olarak suçlandığını aktarır. Mehmet Âkif’in yaşam öyküsünü, sanat anlayışını, fikirlerini yazmağa kararıverişinin derin tahlillerini yaptıktan sonra Erişirgil, Meşrutiyet Tarihinin düşünce akımlarını en iyi yansıtacak zeminlerden birinin Mehmet Âkif’in yaşam öyküsü olduğunu belirtir.

Her gün ulusal onurlar ve gururlar duyarak okuduğumuz ve çocuklarımıza öğrettiğimiz İstiklâl Marşımızın şairini “softa” gibi değerlendirmenin aslında yobazların eline koz vermek olduğunun acaba farkına varabildik mi ?

Âkif’in karşılaştığı en ağır suçlama ise, “Balkan Harbi” sırasında düşmanın Türk halkına reva gördüğü eziyetler karşısında “tükürün yüzüne bu medeniyetin” dediği için bu aydınlar tarafından “geri kafalı adam” suçlamasına maruz bırakılmıştı. Mahalle Kahvesine hücum etmiş, orada vakit öldürüp tembellik yapanları eleştirdiği için bu kahvelerde vakit öldürmeyi entelektüel faaliyet sayanlar tarafından geleneklere saygısı olmayan “züppe” olarak yorumlanıyordu.

1908 Temmuzunda sokağa fırlayan mitingcileri eleştirdiği için, “hürriyete düşman zavallı” olarak isimlendirildi.

Halide Edip’in önerdiği Amerikan mandasına karşı çıktığı için, azınlıklar tarafından “ortaçağ kafalı tehlikeli adam” olarak değerlendiriliyordu.

Mısır’da entari giyip dolaşmak yerine ceket, pantolon ve frenkgömleği giydiği gerekçesiyle “Hıristiyan Âkif, gavur Âkif” olarak tanımlanıyordu.

En ilginç iddia, Âkif’in şapka giymemek için Mısır’a gittiği idi. Oysa, Mehmet Âkif’in Mısır’a gittiği yıllarda, şapka devrimi henüz yapılmamıştı ve Cumhuriyet Meclisinin milletvekilleri fes giyiyordu.

Mehmet Âkif öldüğünde hakkında yazılanlar öyle küçük bir hatırlama fasiküllerine sığacak ölçekte değildi. Çoğu kitap olacak boyutta idi. En lirik tespiti Hüseyin Cahit Yalçın yapmıştı: “Mehmet Âkif’in hayatı, eserlerinden çok daha muhteşem bir şiirdir...”

2. Âkif’in Uygarlık Anlayışı

Mehmet Âkif, yaşamı boyunca asrî olmamakla, çağının gerçeğini kavrayamamakla itham edilmişti. Bunu büyük bir tevekkül ve sabırla karşılıyor, hakkındaki kanaati değiştirmek için düşünce ve yaşam biçiminde hiçbir değişiklik yapmayı düşünmüyordu.

Öldüğünde Cenap Şahabattin Âkif için “Şu mânâda asrî değildir ki, rindce hal ve vaziyeti içinde uzak mazilerin temizliğini taşır. Hattâ bir görüşe göre Âkif’i edebiyat bakımından da asrî görmeyebiliriz. Öyle ya, her devrin bazı belâgat, bazı fesâhat hastalıkları vardır ki ona tutulanlar bir müddet bunun farkına varamazlar. Bu geçici kelime ve mânâ salgınlarının son elli senede edebiyatımız, türlü musablarını (düşkün) gösterdiği halde, Âkif’in eserleri tabiat vergisi olarak garip bir muafiyet sâyesinde onların hepsinden masûn (dokunulmamış) ve tamamiyle tendürüst kaldı” Âkif’in eleştirilen medeniyet anlayışı, gerçekte, İslâm’ın tarif ettiği dürüst ve ahlâki düzenin dışına çıkan yaşam biçimiydi. Âkif, Batı’nın sahip olduğu medeniyeti hiçbir şekilde inkâr etmemiş, aksine bu uygarlığın ulaştığı düzeye İslâm toplumlarının da ulaşması dileğini dile getirmişti.

Nitekim Berlin’den bulunduğu dönemde, Almanya’yı yakından tanımak istemiş, her fırsatta Batı’nın ulaştığı bilim ve teknik düzeyinin üstünlüğüne hayranlığını belirtmiş, ancak fikir ve ahlâk yönünden Batı medeniyetinin önemli ölçüde eleştirilecek yönleri olduğunu aktarmıştı.

Berlin Hatıraları isimli şiirinde yaşamı yönlendiren uygarlık anlayışının farkına işaret etmiştir. Batı’da gözlediği yaşam biçimini, ve biçimi oluşturan toplumsal değer yargılarını çok isabetli gözlem ve tahlillerle ortaya koyuyordu.

Âkif’in Berlin seyahati ilginç bir öykü ile başladı. 1915 yılı ortalarına doğru, savaşta müttefikimiz olan Almanya, savaş sırasında İngiliz, Fransız ve Rus ordularından aldığı esirler arasında Müslümanlar olduğunu fark etti. Bu esirleri ayrı kamplarda topladı. Bu kamptaki Müslüman esirlere iyi muamele ediliyordu. Hattâ, Müslüman esirlerin ibâdet etmesi için çok kısa sürede bir câmi bile inşa ettiler.

Almanlar, Müslümanların lideri olan Osmanlılara bu esirlere karşı takındıkları tavrı göstermek için bir heyet dâvet etti. Böylece, Osmanlı halifesi, yeryüzündeki bütün Müslümanları koruyan ve onların haklarını savunan manzara içinde takdim edilecekti. Halifenin en kötü koşullarda bile Müslümanlarla birlikte olduğunu gösteren bu manzaranın yaşatılması için Berlin’e bir heyet gönderilmekteydi. Berlin’e gidecek olan heyet, o zaman Osmanlının haber alma ve casusluk örgütü olan Teşkilât-ı Mahsusa tarafından seçiliyordu. Bu örgüt, Berlin’e gidecek heyete Âkif’in de katılmasını İttihat Terakki hükümetinden istedi.

İttihat Terakki bu heyetin başkanlığına Âkif getirdi. Âkif’in İttihat Terakki macerası da ilginç bir gelişme gösterir. İkinci Meşrutiyetin ilânından dört gün sonra Âkif, “Cemiyet-i Mukaddese” denilen İttihat Terakkiye katıldı. Kandilli Rasathanesi Müdürü Fatin (Gökmen) Hoca, Âkif’i kutsal dernek denilen İttihat Terakkiye götürmüş ve ünlü katılma töreninden geçirerek üye yapmak istemişti. Fatin Hoca katılma törenini bizzat yönetmişti. Kurallara göre, İttihat terakki hakkında bilgi verildikten sonra sırların korunması ve emirlerin yerine getirilmesi için gerekli yeminin yapılmasına sıra gelmişti. Kurala göre cemiyete katılacak kişi silaha ve Kuran’a el basarak yemin edecekti. Âkif yemin metninde bulunan “Cemiyetin bütün emirlerine kayıtsız şartsız uyacağım” hükmüne itiraz etti. “Ben ancak, akla ve vicdana uygun olan emirlere uyarım. Mutlak söz veremem” diyerek reddetmişti.

Bir rivayete göre bu itirazdan sonra İttihat Terakki Cemiyetine girecek olanlara yemin artık Âkif’in teklif ettiği şekilde yaptırılmaktaydı. Âkif, Berlin gezisi sırasında gözlediklerini “Berlin Hatıraları isimli şiirinde anlatır. Bu şiir Âkif’in en uzun şiirlerinden biridir. 796 beyittir.

Bu şiirde Berlin’de ve İstanbul’da gözlediklerinin bir karşılaştırmasını yapar. Berlin’de ve İstanbul’da otelleri, trenleri, sokakları karşılıklı olarak aktarır. Aktardıkları çoğu kere basit gözlemler değil, o gözlemlerde görünen dünya görüşü ve hayat felsefesidir. Nitekim, Mart 1915 yılında yazdığı Berlin Hatıraları isimli şiirinin bir yerinde Tevfik Fikret’in 1905 yılında yazmış olduğu Tarih-i Kadim şiirine cevap vererek on yıldır sakladığı kızgınlığını açığa vurmuştu.

Ancak Birinci Dünya Savaşı sırasında düşman ordularının işgal ettiği Türk topraklarında halka yaptıkları zulmü görünce Batı’nın bu vahşetini en ağır dille eleştirmiş ve Batıyı medeniyetin beşiği gibi görenlere en sert lisan ile hücum etmişti.

İşte Âkif’i haksız yere medeniyet düşmanı ilan eden ünlü şiirinden bazı mısraları aşağıda

veriyorum.

“Medeniyet” denilen vahşete lanetler eder,

Nice yekpare kesilmiş de sırıtmış dişler!

Bakmayın hem tükürün çehre-i murdarımıza

Tükürün belki biraz duygu gelir ârımıza.

Tükürün cephe-i lâkaydına şarkın tükürün.

Kuşkulansın görelim gayreti halkın tükürün.

Tükürün milleti alçakça vuran darbelere,

Tükürün onlara alkış dağıtan kahpelere...

Tükürün Ehl-i Salib’in hayasız yüzüne!

Tükürün onların asla güvenilmez sözüne!

Medeniyyet denilen maskara mahluku görün:

Tükürün maskeli vicdanına asrın, tükürün!

Hele ilânı zamanında şu mel’un harbin,

“Bize efkar-ı umimiyesi lazım Garb’in;

O da Allah’ı bırakmakla olur” herzesini,

Halka iman gibi telkin ile, diyenin sesini

Susturan aptalın idrâkine bol bol tükürün!…"

3. Necid Çöllerinde Âkif

Dönemin en ileri tekniğine sahip silah ve araçlarla Çanakkale’ye yüklenen düşman karşısında, Türk askeri “ölürsem şehidim, kalırsam gazi” iftiharı ile çarpışıyordu. Emperyalistler geldikleri gibi gittiler. Zaferden sonra Başkumandan Vekili Enver Paşa, İmparatorluğun en uzaktaki müfrezesine kadar Çanakkale Zaferini müjdelemek için Telgrafhaneye koşmuş tek tek kumandanları telgraf başına çağırmıştı.

Enver Paşa, Teşkilat-ı Mahsusa Reisi Kuşçubaşı Eşref Beyi aradı. Eşref Bey, Anadolu Bağdat Demiryolu hattının son durağı olan El Muazzam istasyonundaydı. Telsi başında bizzat şu telgrafı yazdırdı:

“Çanakkale Savaşında ordumuz muzaffer oldu. Düşman mağlup, mahcup ve mecruh (yaralı) olarak çekiliyor...”

Haber bütün yurtta mutluluk yarattı. El Muazzam’daki sevinç muazzamdı. Orada bulunanlardan biri haberi duyunca Kuşçubaşı Eşref Beyin boynuna sarıldı ve hıçkıra hıçkıra ağlamağa başladı. Bu hıçkıran vatanperver, yüreği yanık memleket evladının adı, Mehmet Âkif’ti...

Mehmet Âkif, büyük vatan sevgisi ve meftun olduğu Türk istiklal ve hürriyet sevdasıyla yavaşça kalabalığın arasından sıyrıldı. Gerisi Kuşçubaşı Eşref Bey anlatıyor:

«...Ay bedir halindeydi. Çöl gecelerinin parlak yıldızlı semasını, zaferimizin şerefine aydınlatan ayın bu efsanevi ışıkları altında, Mehmet Akif, bu güneşi unutturacak kadar parlak çöl gecesinde sabahladı. İstasyon binasının arkasındaki hurmalığın içine çekildi. Sadece hıçkırıklarını duyuyorduk. İçli, derin hıçkırıklar....

İşte Çanakkale'ye layık o büyük destan, bu hıçkırıklar içinde meydana geldi... »

Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi

En kesif orduların yükleniyor dördü - beşi...

Tepeden yol bularak geçmek için Marmara'ya

Kaç donanmayla sarılmış, ufacık bir karaya.

Ne hayasızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı

Nerde gösterdiği vahşetle «bu bir Avrupalı»

Dedirir - Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi

Varsa gelmiş açılıp mahbesi, yahut kafesi.

«Sabahleyin, vazifesini tamamlamış fanilerin az kula nasib olan rahatlığıyla yüzüme derin derin baktı: Artık ölebilirim Eşref! dedi. Gözlerim açık gitmez!.”

4. Bir karakter Abidesi Olarak Mehmet Âkif

Akif. «haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır" inancındaydı. Haksızlığa tahammül ettiği ve hele yaltaklanarak menfaat peşinde koştuğu görülmemişti. Veteriner İşleri Müdür Yardımcısı görevini üstlendiği yıllarda Veteriner İşleri Müdürünün bir haksız karar ile azledilmesi üzerine görevinden istifa etti.

Kendisine bu hareketinin sebebi sorulduğunda başkasına yapılan haksızlığa tahammül etmesinin mümkün olmadığını söylüyordu. “Arkadaşıma yapılan haksızlık bana yapılmış demektir” diye 20 yıllık memuriyetine tereddütsüzce veda etmişti.

Üç buçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam.

Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam.

Doğduğumdan beridir, aşığım istiklale

Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale

Yumuşak başlı isem, kim demiş uysal koyunum.

Kesilir belki fakat, çekmeye gelmez boynum!

Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim

Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim

Adam “aldırmada geç git” diyemem; aldırırım

Çiğnerim çiğnerim Hakkı tutar kaldırırım.

5. Dostluk Anlayışında Doruklaşan Âkif

Hiç kimse Âkif’in verdiği sözden döndüğünü, hangi şartlarda olursa olsun sözünden bir sapma gösterdiğini görmemişlerdi. Yakın arkadaşı Şair Mithat Cemal görevinden istifa ettiği ilk günlerde ziyaret eder. Balkan harbinin yaşandığı zor günlerde Âkif, geçimini sağlayacak yeni bir iş bulmuş değildir.

Yakın dostlarından Mithat Cemal Kuntay anlatıyor .

«Balkan Harbi başlarken, Akif Bey, yegane geçim yolu olan resmi memuriyetinden istifa etti. Kirada oturduğu evine, bir cuma günü gittim. Beş çocuğundan başka, dört çocuk daha vardı.

- Bunlar kim? dedim.

- Çocuklarım! dedi. Sonra anlattı

Âkif, Baytar Mektebinde iken bir arkadaşıyla anlaşmışlar. Kim önce ölürse, çocuklarına sağ kalan baksın! » demişler. Arkadaşı vefat etmiş Mehmet Akif'te, verdiği söze bağlı kalarak anlaşma hükmünü yerine getirmiş.

Mithat Cemal devam ediyor;

- Halbuki o zamanlar, Akif Beyin beş parası yoktu; fakat beş çocuğu vardı!

Yine çok yakın dostlarından Fatih Gökmen anlatıyor;

Akif, verdiği söze bağlı olmayanlara insan gözüyle bakmazdı. Aramızda geçen bir olayı anlatayım :Ben Vaniköy'de oturuyordum. Kendisi de Beylerbeyi'nde. Bir gün, öğlen yemeğini bende yemeyi, sonra da oturup sohbet etmeyi kararlaştırdık. O gün, öyle yağmurlu, boralı bir hava oldu ki her taraf sele boğuldu. Havanın bu haliyle karadan gelemeyeceğini tabii gördüm. Yakın komşulardan birine gittim. Yağmur, bütün şiddetiyle devam ediyordu. Eve döndüğümde ne işiteyim, bu arada, Mehmet Akif Bey sırılsıklam bir vaziyette gelmiş. Beni bulamayınca, evdekilerin bütün ısrarlarına rağmen içeri girmemiş. «Selam söyleyin» demiş ve o yağmurlu havada dönmüş gitmiş! Ertesi gün, kendisinden özür dilemek istedim.

- «Bir söz, ya ölüm veya ona yakın bir felaketle yerine getirilmezse mazur görülebilir” dedi ve benimle altı ay dargın kaldı.”

6. Mehmet Âkif’in Bilim ve Teknik Anlayışı

Mehmet Âkif, çağın geliştiği bilim ve teknik seviyesinin aynen aktarılmasını ve ülkenin bu yüksek bilim ve teknik düzeyi içinde gelişmesini her vesile ile belirtiyordu. Bilim ve tekniğin kaynağının Batı olduğunu görmüştü. Özellikle Berlin Seyahati sırasındaki gözlemleri Osmanlı toplumunun bilim ve teknik yönünden ne denli geri kaldığını fark etmişti.

İkinci Meşrutiyetle birlikte hürriyetin ilanını her şeyin çâresi gibi gören geniş bir kitle vardı. Bu kitlenin umursamaz tavırlar içinde Batının teknik ve bilim düzeyine bigâne kalışını da hayretle seyretmekteydi. Halkı bu konuda tembel, cahil ve ilgisiz buluyordu.

Bu kitlenin mutlak surette bu konularda duyarlı davranması gerektiği fikrindeydi.

Safahat’ın birinci kitabında Köse İmam isimli şiirinde bu gözlemlerini dile getiriyordu:

Bu cehalet yürümez, asra bakın: asr-ı ulûm

Başlasın terbiyeniz, ailelerden oğlum.

Sâde hürriyet ilânı ile bir şey çıkmaz;

Fikr-i hürriyeti halka hazmettiriniz biraz...

Yine Fatih Kürsüsünde isimli bölümde cehaletin ülkeyi nasıl felaketlere sürüklediğini dile getirir.

Felâketin başı, hiç şüphe yok, cehâletimiz;

Bu derde çâre bulunmaz - ne olsa - mektebsiz;

Ne Kürd elifbayı sökmüş, ne Türk okur, ne Arab;

Ne Çerkes'in, ne Lâz'ın var, bakın, elinde kitâb!

Hülâsa milletin efrâdı bilgiden mahrûm.

Unutmayın şunu lâkin : "Zaman : zamân-ı ulûm!"

Verdiği öğütler içinde zaman zaman dünyanın ahvalini, zaman zaman gelişen tekniği ve bilimi esas alır. Cehaletin en büyük felâket olduğunu belirtir.

Bir baksana gökler uyanık, yer uyanıktır.

Dünya uyanıkken uyumak, maskaralıktır.

Eyvah bu zilletlere sensin yine illet,

Ey derd-i cehalet sana düşmekle bu millet,

Bir hâle getirdin ki: Ne din kaldı, ne nâmûs,

Ey sine-i İslâm’a çöken kapkara kâbûs.

Ey hasm-ı hakiki seni öldürmeli evvel

Sensin bize düşmanları üstün çıkaran el.

Ey millet uyan ! Cehline kurban gidiyorsun.

“İslâm’ı da batsın” diye tutmuş yediyorsun.

Allah’tan utan. Bâri bırak dini elinden.

Gir leş gibi topraklara kendin gireceksen.

Lâkin ne demek bizleri Allah ile iskât ?

Allah’tan utanmak da olur ilm ile... Heyhat!

7. Meclis’te Mehmet Âkif

1920 yılının başında Mehmet Âkif Ankara’ya yapacağı seyahatini sadece damadı Ömer Rıza Doğrul ile yakın arkadaşı Eşref Edip Beylere haber verir. Kendileriyle bir sır tevdi eder gibi konuşur:

“Artık burada duracak zaman değildir. Gidip çalışmak gerekir. Halkın bizim tarafımızdan aydınlatılmasına ihtiyaç varmış. Çağırıyorlar... Ben yarın Ankara’ya hareket ediyorum. Hiç kimsenin haberi olmasın...”

Ankara yolculuğuna oğlu Emin Beyle çıkar. Emin Beyin hatıralarında belirtildiği gibi trenden iner inmez doğru Meclis’in önüne gelirler. Bu sıra bir ziyarete gitmekte olan Mustafa kemal Paşa ile karşılaşırlar. Mustafa Kemal Paşa Mehmet Âkif’i görünce yaklaşır;

“Sizi bekliyordum efendim; tam zamanında geldiniz. Şimdi görüşmek mümkün olmayacak; ben size ziyarete gelirim."

Mehmet Âkif Ankara’ya gelince Hacı Bayram Camiinde va’za başlar. Milli Mücadeleye katkısı olabilecek şekilde bazı kentleri dolaşır ve o kentlerde vaazlar verir. Kuvâ-yı milliyenin bir İttihatçı hareketi olmadığını anlatır. Eğer vatanı kaybedersek gidecek yerimiz kalmayacağını söyler. Bu savaşın dine ve halifeye hiyanet için yapılmadığını anlatır. Aksine milli mücadelenin bir cihad olduğunu ve bu savaşa katılmanın dinen farz kılındığını aktarır.

O günlerde sözüne güvenilir en önemli İslâm büyüğü olarak Mehmet Âkif’in konuşmaları etkili olur. Burdur’dan milletvekili seçildiğini belirten mazbatasını alır. Meclis Burdur olarak mazbatayı kabul eder. Birkaç gün sonra Biga’dan mebus seçildiği haberi gelir. Meclis Biga mebusluğu mazbatasını da kabul eder. Ancak Âkif, Biga mebusluğundan istifa ederek Meclise Burdur mebusu olarak girer.

Âkif’in yaşamı elbette ki bir konferans çerçevesine sığması mümkün olmayan genişliktedir. Bu sunuşta Âkif’in özellikle uygarlık anlayışı üzerinde durulmuştur.

MEHMET AKİF ERSOY'UN EVİ

Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy, İstiklâl Savaşımız sırasında I. T.B.M.M. Burdur Mebusu iken, kendisine büyük hayranlık duyan Tacettin Şeyhi tarafından selamlık bölümü kendisine tahsis edilen bu evde yaşamış ve İstiklâl Marşı'mızı bu evde yazmıştır.



Bu ev 30 Ekim 1949 tarihinde Şehir Meclisi kararı ile Mehmet Akif Ersoy Evi adını almış ve müzeye dönüştürülmüş ise de bakımsız kalmış ve zamanla harabolmuştur.

Hacettepe Üniversitesi Merkez Kampusu'nun kuruluşu sırasında, Rektör Prof. Dr. İhsan Doğramacı yapının eski durumuna sadık şekilde onarımını sağlamış ve yapı ziyarete açılmıştır.

Yapının geçen yıllar içinde yıpranan kısımlarının yeniden onarılması için Üniversite Rektörlüğü'nün teşebbüsü ile 1982 yılında Kültür Bakanlığı, Vakıflar Genel Müdürlüğü, Türkiye Diyanet Vakfı ve bazı özel şahısların katkıları ile bir fon oluşturulmuş ve binanın onarım ve döşemesi tamamalanarak 27 Aralık 1984 günü yapılan bir törenle yeniden ziyarete açılmıştır.

Mehmet Akif Ersoy Evi, yüksek avlu duvarları ile çevrili olup bahçesine küçük avlu kapısından girilmektedir. Bahçenin ortasında yer alan bina iki katlı ahşap bir Ankara evidir. Üst kata çıkan tahta trabzanlı merdiven boyunca Ersoy'a ait fotoğraflar bulunmaktadır. Üst katta dinlenme ve toplantı odası yer almıştır. Evin en gösterişli alanı olan toplantı odasının tavanı, ortada kalem işleriyle süslü altıgen bir göbek bulunan yöresel Ankara tavanıdır.

Mehmet Akif Ersoy'a ait cep saati, gözlük, tesbih, tüfek ve büyük şairin yüzünün kalıbı müzede teşhir edilen manevi değeri yüksek eserlerdir.


Cumartesi-Pazar ve resmi tatiller dışında hergün saat: 10.00-12.00, 14.00-16.00 arasında ziyarete açıktır.

Adres: Hacettepe Üni. Merkez Kampüsü Sıhhıye/Ankara
Tel: (312) 311 29 52

Anıtlar ve Müzeler Genel Müdürlüğü


Şiirlerinden Seçmeler

İSTİKLÂL MARŞI
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.

Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal!
Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet, bu celal?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal...
Hakkıdır, hakk'a tapan, milletimin istiklal!

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.

Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim iman dolu göğsüm gibi ser haddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
'Medeniyet!' dediğin tek dişi kalmış canavar?

Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma, sakın.
Siper et gövdeni, dursun bu hayasızca akın.
Doğacaktır sana va'dettiği günler hakk'ın...
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.

Bastığın yerleri 'toprak!' diyerek geçme, tanı:
Düşün altında binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:
Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şüheda fışkıracak toprağı sıksan, şüheda!
Canı, cananı, bütün varımı alsın da hüda,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.

Ruhumun senden, ilahi, şudur ancak emeli:
Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli.
Bu ezanlar-ki şahadetleri dinin temeli,
Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli.

O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım,
Her cerihamdan, ilahi, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır ruh-i mücerred gibi yerden na'şım;
O zaman yükselerek arşa değer belki başım.

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal.
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, hakk'a tapan, milletimin istiklal!

Çanakkale Şehidlerine

Şüheda gövdesi, bir baksana dağlar taşlar...
O, rukü olmasa, dünyada eğilmez başlar,

Vurulmuş tertemiz alnından uzanmış yatıyor;
Bir hilal uğruna ya Rab, ne güneşler batıyor!

Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdad inerek öpse o pak alnı değer.

Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid'i...
Bedr'in aslanları ancak, bu kadar şanlı idi...

Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
"gömelim gel seni tarihe!" desem, sığmazsın.

Herc u merc ettiğin edvara ya yetmez o kitab...
Seni ancak ebediyyetler eder istiab.

"Bu, taşındır" diyerek Kabe'yi diksem başına;
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;

Sonra gök kubbeyi alsam da, rida namiyle,
Kanayan lahdine çeksem bütün ecramiyle;

Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan;
Yedi kandilli Süreyya’yı uzatsam oradan;

Sen bu avizenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken gece mehtabı getirsem yanına,

Türbedarın gibi ta fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile avizeni lebriz etsem;

Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana.

Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultanı Selahaddin'i,

Kılıç Arslan gibi iclaline ettin hayran...
Sen ki İslam'ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,

O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, ruhunla beraber gezer ecramı adın;

Sen ki; a'sara gömülsen taşacaksın... Heyhat,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihat...

Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber.

ASIM'IN NESLİ

Şu boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi,
- Tepeden yol bularak geçmek için Marmara'ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne haysızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde - gösterdiği vahşetle "bu bir Avrupa'lı"
Dedirir - yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yahut kafesi!
Eski Dünya, Yeni Dünya, bütün akvam-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, mahşer mi, hakikat mahşer
Yedi iklimi cihanın duruyor karşında
Ostralya'yla beraber bakıyorsun Kanada!
Cehreler başka, lisanlar, deriler, rengarenk;
Sade bir hadise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindu, kimi yamyam, kime bilmem ne bela...
Hani, ta'una zuldür bu rezil istila!
Ah o yirminci asır yok mu, o mahluk-i asil,
Ne kadar gözdesi mevcut ise hakkıyle, sefil,
Kustu Mehmetciğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrarı hayasızcasına.
Maske yırtılmasa hala bize afetti o yüz...
Medeniyet denilen kahbe, hakikat, yüzsz.
Sonra mel'undaki tahribe müvekkel esbab,
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harab.
Öteden saikalar parçalıyor afakı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a'makı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o aslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,
Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer...
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara, vadilere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o namerd eller,
Yıldırım yaylımı tufanlar, alevden seller.
Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere,
Sürü halinde gezerken sayısız teyyare.
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler...
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal'a mı göğsündeki kat kat iman?
Hangi kuvvet onu, haşa edecek kahrına ram?
Çünkü te'sis-i İlahi o metin istihkam.
Sarılır, indirilir mevki-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkif edemez suni beşer;
Bu göğüslerse, Hüda'nın ebedi serhaddi;
"O benim sun'-i bedi'im, onu çiğnetme" dedi.
Asım'in nesli... diyordum ya...nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi namusunu, çignetmiyecek.
Şüheda gövdesi, bir baksana dağlar, taşlar...
O, rüku olmasa, dünyada eğilmez başlar,

Mehmet Akif Ersoy
(Safahat, Asım adlı şi'rinden)

Müslümanlık Nerede!
Müslümanlık nerde! Bizden geçmiş insanlık bile...
Adem aldatmaksa maksad, aldanan yok, nafile!
Kaç hakiki müslüman gördümse, hep makberdedir;
Müslümanlık, bilmem amma, galiba göklerdedir;
İstemem, dursun o payansız mefahir bir yana...
Gösterin ecdada az çok benziyen kan bana!
İsterim sizlerde görmek ırkınızdan yadigar,
Çok değil, ancak Necip evlada layık tek şiar.
Varsa şayet, söyleyin, bir parçacık insafınız:
Böyle kansız mıydı -haşa- kahraman ecdadınız?
Böyle düşmüş müydü herkes ayrılık sevdasına?
Benzeyip şirazesiz bir mushafın eczasına,
Hiç görülmüş müydü olsun kayd-i vahdet tarumar?
Böyle olmuş muydu millet canevinden rahnedar?
Böyle açlıktan boğazlar mıydı kardeş kardeşi?
Böyle adet miydi bi-perva, yemek insan leşi?
Irzımızdır çiğnenen, evladımızdır doğranan...
Hey sıkılmaz, ağlamazsan, bari gülmekten utan!...
"His" denen devletliden olsaydı halkın behresi:
Payitahtından bugün taşmazdı sarhoş naresi! Kurd uzaklardan bakar, dalgın görürmüş merkebi.

Saldırırmış ansızın yaydan boşanmış ok gibi.
Lakin, aşk olsun ki, aldırmaz otlarmış eşek,
Sanki tavşanmış gelen, yahut kılıksız köstebek!
Kâr sayarmış bir tutam ot fazla olsun yutmayı...
Hasmı, derken, çullanırmış yutmadan son lokmayı!...
Bu hakikattir bu, şaşmaz, bildiğin usluba sok:
Halimiz merkeple kurdun aynı, asla farkı yok.
Burnumuzdan tuttu düşman; biz boğaz kaydındayız;
Bir bakın: hala mı hala ihtiras ardındayız!
Saygısızlık elverir... Bir parça olsun arlanın:
Vakti çoktan geldi, hem geçmektedir arlanmanın!
Davranın haykırmadan nakus-u izmihaliniz...
Öyle bir buhrana sapmıştır ki, zira, halimiz:
Zevke dalmak söyle dursun, vaktiniz yok mateme!
Davranın zira gülünç olduk bütün bir aleme,
Bekleşirken gökte yüz binlerce ervah, intikam;
Yerde kalmış, na'şa benzer kavm için durmak haram!...
Kahraman ecdadınızdan sizde bir kan yok mudur?
Yoksa, istikbalinizden korkulur, pek korkulur.


CÂNAN YURDU
Eyvâh ıssız diyâr-ı dilber...
Her hatvesi bir mezâr-ı muğber!
Uçmuş da bakındığım terâne,
Kalmış sessiz bir âşiyâne.
Yer yer medfun durur emeller...
Gûyâ ki kıyâm-ı haşri bekler!
Yâ Rab! Niye böyle bir yığın hâk
Olmuş yatıyor o buk'a-i pâk
Yâ Rab, ne için o lem'a nâbûd?
Yâ Rab, ne için bu sâye memdûd
Yâ Rab, ne demek harîm-i cânan
Üstünde bu perde perde hicran?
Lâkin görünen kimin hayâli?
Cânan gibi tıpkı yâl ü bâli...
Gîsû-yi siyâh-ı târumân,
Altında cebîn-i lem'a-dârı,
Zulmetler içinde subh-i mahmûr;
Yâ gözbebeğinde nazra-i nûr;
Yâ ebr-i bahâr içinde cevvâl
Bâran çeklinde dürr-i seyyâl;
Yâ sînede her zaman coşan yâd,
Yâ kayd-ı bedende rûh-i âzâd.
Ey tayf-ı nigeh-fırîbi yârin
Olmaz mı bir ân için karârın?
Heyhât, serâb-ı şavka döndün...
Karşımda parıldamanla söndün!
Kimden sorayım ki nerde dilber?
Makber gibi samt içinde her yer.
Cânan! Cânan!.. Dedim, arandım...
"Bir aks-i nidâ" dedikçe, yandım!.
Yâ Rab, neye hem sağır, hem ebkem,
Dağlar, dereler, bütün şu âlem?
Ey sevdiğimin sevimli yurdu,
Hâlin, bana şimdi pek dokundu!
Aç sîneni; yâd-ı nükhetinden
Bir şemmeye kâilim bugün ben.
Bir vakt o şemîm-i nâz-perver
Tâ subha kadar yanımda bekler,
- Ümmîde verip bekâ sabûhu-
Sermest-i safâ ederdi rûhu.
Heyhât o nesîm-i sâf şimdi
Nâzan, nâzan semâya gitti.
Ey lâne-i târumâr söyle,
Cânan sana artık inmiyor mu?
Ey mâtem-i pâyidâr söyle,
Sâhandaki nevha dinmiyor mu?
Ey ebr-i semâ-güzîn-i seyyâr,
Yâdında mıdır o nazlı reftâr?
Ey darbe-i bâda karçı, ra'şân,
İnşâd-ı enîn eden nihâlân!
Bir şi'r-i revân olup da cânan
Geçmez mi bu gölgeden hırâmân?
Ey dilber-i mihriban, zuhûr et!
Ömrüm gibi ansızın mürur et!
Ya kalb-i fezaya bir hutur et:
Afakımı lem'a lem'a nur et.
Bin nevha-i can içinde , pür-cûş,
Geldim bu garib yurda, medhûş.
Feryadımı yok mu eyliyen gûş?
Ya Rab, bu nasıl cihan-ı hamuş:
Bir "yok!" diyecek sada da yokmuş!...

NE ESER, NE DE SEMER



"Ölen insan mıdır, ondan kalacak şey: eseri;

Bir eşek göçtü mü, ondan da nihayet: semeri"

Atalar böyle buyurmuş, diye, binlerce alın

Ne tehalükle döker, döktüğü bi çare teri!

Şu bekâ hırsına akıl erdiremem bir türlü

Sorsalar, bence, temayüllerin en derbeder

Hadi, toprakta silinmez bir izin var, ne çıkar,

Bağlı oldukça telakkiye hakiki değer?

Dün, beyinlerde kıyamet koparan "hikmet" i al,

Bugünün zevkine sor: beş para etmez ciğeri,

Gündüzün, başların sütünde gezen "şah-eser" in,

Gece, şayet arasan, mezbeledir belki yeri !

İsteyen almaya baksın boyunun ölçüsünü,

Geri dur sen ki, peşiman, atılanlar ileri.

Bilirim: "Hep de semermiş!" diyecek istikbal,

Tekmelerken su kabarmış sıra kumbeltikeri.

O ne çok bilmiş adamdır ki: gider sessizce,

Ne esermiş, ne semer, kimsenin olamaz haberi !

BİR GECE

On dört asır evvel, yine böyle bir geceydi
Kumdan, ayın ondördü, bir öksüz çıkıverdi!
Lakin, o ne hüsrandı ki; Hissetmedi gözler;
Kaç bin senedir, halbuki, bekleşmedelerdi!
Nerden görecekler? Göremezlerdi tabi:
Bir kerre, zuhur ettiği çöl en sapa yerdi;
Bir kerre de, ma'mure-i dünya, o zamanlar,
Buhranlar içindeydi, bugünden de beterdi.
Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;
Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!
Fevza bütün afakını sarmıştı zeminin,
Salgındı, bugün şark'ı yıkan, tefrika derdi.
Derken, büyümüş, kırkına gelmişti ki öksüz,
Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi!
Bir nefhada insanlığı kurtardı o masum,
Bir hamlede kayserleri, kisraları serdi!
Aczin ki, ezilmekti bütün hakkı, dirildi;
Zulmün ki, zeval aklına gelmezdi, geberdi!
Alemlere rahmetti, evet, Şer'-i mübini,
Şehbalini adl isteyenin yurduna gerdi.
Dünya neye sahipse, onun vergisidir hep;
Medyun ona cemiyyeti, medyun ona ferdi.
Medyundur o masuma bütün bir beşeriyyet...
Ya Rab, bizi mahşerde bu ikrar ile haşret.
----------------------------------------------

Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem
Gelenin keyfi için,geçmişe kalkıp sövemem

Biri ecdadıma saldırdımı, hatta boğarım
Boğamasmda, hiç değilse yanımdan kovarım

Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapamam
Hele hak namına, haksızlığa ölsem tapamam

Doğduğumdan beridir,aşıkım istiklale
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale

Yumuşak başlı isem,kim dedi uysal koyunum
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boynum

Kanayan bir yara gördümmü, yanar ta ciğerim
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim

Adam aldırma da geç git diyemem, aldırırım
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım.
 

seyyah_1

Asistan
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
714
Tepkime puanı
3
Puanları
0
yazık ya 35 defa bakılmıs ama sanırım okunmamıs yaw...ah akifim... ruhum sana feda olsun....
 

islamveinsan

Doçent
Katılım
28 Eyl 2006
Mesajlar
1,360
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
Suvas
Allah Rahmetini ve Merhametini esirgemesin....
Razı olsun Mehmedimden

Selam ve dua ile
 

dilhuba

Profesör
Katılım
27 Eki 2006
Mesajlar
2,630
Tepkime puanı
20
Puanları
0
Konum
Manisa
Web sitesi
mustafababuroglu.sitemynet.com
Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy'la Yapılan Son Röportaj
________________________________________
İstiklal şairimiz Mehmet Akif Ersoy’u ölümünün 67 yılında rahmetle anarken, şair ile vefatından önce yapılan son röportaj ortaya çıktı. İşte Üstat'ın Yedigün dergisinde 1936'da yayımlanan son ropörtajı:

M.Akif TBMM’nin kendisine verdiği 500 liralık büyük ödülü ret ederek kışın paltosuz bir şekilde vatanına hizmet etmiş gizli kahramanlarımızdandır. Allah rahmet eylesin mekanı cennet olsun.

Şair Temmuz 1936 yılında Yedigün dergisi adına muhabir –yazar Kandemir bey Taksim`deki Mısır apartmanında hasta yatağında yatan M.Akif Ersoy’u ile röportaj yapmak için merdivenlerden çıkarken M.Akif ile vefatından önceki son röportajı yapacağını bilmez.

69 yıl sonra bu röportajı arşivlerden bulup sizin için tekrar gün yüzene çıkartık.

Türk Edebiyatına son devrin çok güzel şiirlerini hediye eden büyük şair Mehmet Akif vatandan on bir senelik bir ayrılıktan sonra tekrar aramıza kavuştu.Fakat İstiklal Marşı’nın milli his,milli heyecan ve milli şiir yaratan bu büyük şairi akif yurda hasta döndü.Şimdi hastanede tedavi altındadır.Yedigün muharriri Akif’le konuştu.Onun yurttan ayrı yaşadığı günlerdeki hatıralarını,intibalarını topladı.

Günün birinde sessiz sedasız yola revan olarak vatan ufuklarını aşan şair Mehmet Akif, tam on bir yıl süren bu uzun seferin sonunda,işte bembeyaz bir hastane odasının bembeyaz bir yatağında solgun,mecalsiz ve bitap yatıyor.Başucundaki sandalyeye oturdum. Ak kılların çerçevelediği bu sapsarı yüze,bu gevşemiş,şarkmış çizgilere bu yorgun ve dalgın gözlere bakıyorum, zaman denen şeyin kudretini hayat denen efsanenin sırrını bilmek istiyorum,sonra yavaşça soruyorum

-Özledin mi bizi üstat ?

dudaklarını hiç kıpırdatmasaydı hiç ses çıkarmasaydı bile,bu zehir gibi gülümseyişiyle her şeyi söylemiş olurdu.

Özlemek mi oğlum..Özlemek mi ?

Bu acının büyüklüğünü bir daha kendi içinde görmek ister gibi gözlerini yumdu, sonra kesik kesik konuştu;

Mısır’dan üç gecede geldim. Bu üç gece otuz asır kadar uzun sürdü..Orada on bir yıl kaldım ..fakat bir an oldu ki, on bir gün daha kalsaydım çıldırırdım…

-Hasret

Kupkuru dudaklarında kendi gibi solgun bir ses sızıyor;

-….Çok acı…

-Ya kavuşmanın sevinci ?

-Onu sorma oğlum…Onu ben kendi kendime bile soramıyorum..ancak yazık ki vapurdan çıkar çıkmaz yatağa düştüm.hiç bir şey göremedim.

-Ve kendi kendine söylüyor;

-Cennet gibi yurdumdayım ya..Çok şükür.

Hastalığı akla geliyor;

Karaciğerim, dalağım şişmiş..geldik, yattık burada .Müşahede altına aldılar, bakalım ne olacak?

Eski hatıralarını deşiyorum.Milli Mücadele’nin ilk günlerinde Ankara istasyonunda karşılaşışımız hatırlıyorum.

Evet diyor.İstanbul’dan, mücahede aleyhine fetva çıktığı gün ayrılmıştım.Üsküdar’dan araba ile şimdi ismini hatırlayamadığım bir köye gittik, oradan’Cuma’yı tuttuk.O zaman Adapazarı’nda karışıklıklar vardı, kenarında geçtik, kah öküz arabalarıyla, kah beygirlerle lefke’ye geldik ve trenle Ankaraya ulaştık..

Ankara Yarabbi ne heyecanlı gün..Ya Sakarya günleri..fakat bir gün bile ümidimizi kaybetmedik, asla ye’se düşmedik. Zaten başka türlü çalışabilir miydi ? Ne topumuz vardı, ne tüfeğimiz..Fakat imanımız büyüktü’

Yorgun ,susuyor..

-İstiklal marşı`nı nasıl yazdınız ?

Yavaşça yatağında doğruluyor, yastıklara yaslanıyor sesi birden canlanıyor;

-Doğacaktır, sana vaat ettiği günler hakkın!...

Bu ümitle, imanla yazılır.O zamanı düşünün..İmanım olmasaydı yazabilir miydim.zaten ben,başka türlü düşünüp, başka türlü yazanlardan değilim. Bu elimden gelmez.İçimde ne varsa,bütün duygularım yazılarımdadır..Şu var ki’İstiklal Marşı`nın şiir olmak üzere bir kıymeti yoktur. Ancak tarihi bir değeri vardır’

Ve gözleri, yemyeşil Şişli sırtlarında, dilinde bir dua gibi aynı nağme titriyor.

Kim bilir belki yarın,belki yarından da yakın

-Ya büyük zafer üstadım..O anda ne duydunuz ?

Kalbi durmuş gibi sarsılıyor, sonra bir anda yeniden canlanmış gibi nereden geldiği bilinmez bir ışıkla gözlerinin içi gülerek;

-Ah diyor;

Ve bir lahza bırakıyor kendini bu essiz sevincin koynuna..Dalıyor

Ve ,sesini ta içiten dudaklarına dökülüşünü seziyorum;

-Allahım ne muazzam zaferdi o’ ortalık hercümerç oldu… Beş altı saat içinde bir başka dünya doğdu. Tekrar gözlerini yumuyor.

-ve biz mest olduk !...

-O zaman bir şey yazmadınız mı ?

-Artık benim ne düşünecek,ne duyacak,ne yazacak hatta ne yaşayacak takatim kalmıştı… Bizim dilimiz tutulmuştu.Ordu, bizzat yazıyordu.

Üstadı ziyarete gelenler, görüşmemize ikide bir birde fasıla veriyorlar.Hastabakıcı hemşirenin getirdiği yemek tepsisi odayı bir parça boşaltıyor,şimdi ,o ağır ağrı çorbasını içerken bir yandan da benimle konuşmak nezaketini gösteriyor;

-Mısırda nasıl vakit geçirdiniz ?

-Kahire’nin yirmi beş kilometre cenubunda Helvan vardır. Sakin asude bi köşedir. Orada oturdum.

Zaten,tab’an münzevi bir adamım.gürültüyü sevmem.İstanbul’da iken de böyle idim. Mısır’da da darülfunun işi çıkıncaya kadar Helvan ‘da yaşadım.son zamanlarda kahireye indim.

-Sevdiniz mi mısır’ı ?

-Var güzel tarafları var.. Bilhassa kışın..hoş yazın da sıcak iklimlerde bulunduğum için muzdarip olmazdım.Orada sıcak da sürekli değişir, evler de ona göre yapılmıştır. En sıcak günlerde odaların harareti yirmi sekiz, otuzdan fazlaya çıkmaz..fakat bir yaz günü İstanbul… Bu doğup büyüdüğüm ,büyün dostlarımın yaşadıkları İstanbul, hele Boğaz gözlerimin önüne gelince…

-Mısır’da neler yazdınız ?

Geçmişten adam hisse kaparmış..Ne masal şey!

Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi ?

Tarih’i ‘tekerrür’ diye tarif ediyorlar;

Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi ?

Ve üstadın Helvan’sa yazdığı

‘Firavunla Yüz Yüze’s,nden şu son parçayı alıyorum;

Bileydim,ey koca Mısır’ın ilahi uryanı!

Mezara, heykele ait bütün bu velveleler

Bekan için mi hakikat ? Meramın oysa, heder;

Evet, bütün beşerin hakkıdır beka emeli

Fakat bu hakı ne taştan, ne leşten istemeli!

-Kolay mı yazarsınız ?

dudaklarına götürdüğü bardağı yana çekerek;

-hayır..diyor

Ve suyunu içtikten sonra, devam ediyor;

-Çok uğraşırım..Epeyi çalışırım..Mevzuu uzun boylu kafamda işlerim..nihayet kağıt üzerine naklederken de hayli yorulurum..

-zevklerinizi sorabilir miyim üstadım ?

Hafifçe gülümsüyor.ve ‘ zevk’ diye dünyada bir şey var mı der gibi yüzüme bakıyor;

-Zevk mi.Benim zevklerim mi ? eğer sevdiği eserleri okumak, hoşlandığı mevzuları yazmak için uğraşmak, nihayet düşünmek, yapayalnız, bir köşeye çekilerek, sessiz sedasız düşünmek bir zevkse..eh benim de zevklerim var demektir.

Çorbasından başka bir şeye el sürmeyen şaire, hastabakıcı hemşire, yalvaran bir sesle öteki yemekleri gösteriyor.;

Siz yorulmayın..ben vereyim.

-Yiyemeyeceğim..

-Bir parça sütlaç..

-Mümkün değil..Rica ederim ısrar etmeyin..

ve bana dönüyor.

Eskiden beri yemekle başım hoş değildir..Sigara da içmem..

Şimdi doktorlar zorla ye deyip duruyorlar..zorla ne olur ki, yemek yenebilsin.

Tekrar yatağına geçince, ben de vedaya hazırlanıyorum.ve ayak üstünde soruyorum:

-Neler yazacaksınız?

-biraz kendime gelirsem,yazacak şeylerim hazır..

eliyle birkaç defa başına vuruyor.

-Var kafamda hazırlanmış mevzularım

-Ya en son yazınız ?

-Mısır’da geçen sene bir resmimi çekmişlerdi. Güneşli bir hava idi gölgem de upuzun,kumlarda duruyordu.Bu resmin altına şöyle yazmıştım;

Hepsi göçmüş, hani yoldaşlarının hiç biri yok

Sen mi kaldın yalnız, kafileden böyle uzak

Postu sermekse meramın yola, serdirmezler

Hadi, gölgenle beraber silinip gitmene bak

Ve kupkuru kalın dudaklar birbirine yapışıyor…
 

hamra-a

Üye
Katılım
4 Ocak 2007
Mesajlar
26
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
43
Konum
istanbul
BOŞUNA DEMEMİŞLER

ERKİŞİ ODURKİ DÜNYADA KOYA BİR ESER ESERSİZ KİŞİNİN YERİNDE YELLER ESER:thinking:
 

aHuZaR

Can kayıp can firarda
Katılım
27 Kas 2006
Mesajlar
6,438
Tepkime puanı
23
Puanları
0
Konum
Gönülistan
ZÜLMÜ ALKIŞLAYAMAM, ZALİMİ ASLA SEVEMEM
GELENİN KEYFİ İÇİN GEÇMİŞE KALKIP SÖVEMEM.
BİRİ ACDADIMA SALDIRDIMI HATTA BOĞARIM
BOĞAMAZSIN Kİ
HİÇ OLMAZSA YANIMDAN KOVARIM
M. AKİF ERSOY
mekani cennet olsun
Allah razi olsun bu konuyu koyan kardesimizden
 

berraksu

Aşafatlı
Katılım
2 Eyl 2006
Mesajlar
3,652
Tepkime puanı
85
Puanları
0
Yaş
36
Akif’i büyük yapan meziyet

Vatan sairimiz Mehmet Akif, Istiklal Marsi müsabakasinda birinci gelince kendisine
verilen 500 lirayi, çok ihtiyaci olmasina ragmen fakir kadin ve çocuklarin
ihtiyaçlarini gidermek için kurulan "Darül Mesai" adli müesseseye bagislamistir. O
siralarda Akif'in cebinde Zonguldak Milletvekili Hayri Bey'den borç olarak aldigi iki
lirasi vardi. Kendisine 500 liranin verildigi siralarda, Ankara'da büyük bir çiftlik 140
liraya alinabiliyordu.
Paltosu dahi olmadigi için kisin en soguk günlerinde ceketle dolasmak zorunda
kalan bu idealist sair, çok soguk günlerde arkadasi Baytar Sefik (Kayali)'dan
ödünç aldigi paltoyu giyerdi.
 

Satuk Buğra

Profesör
Katılım
22 Ara 2006
Mesajlar
1,121
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
53
Zaten ne hikmetse bu memlekete ne kadar hizmeti olan insan varsa fakir ve perişan hale sokulmuş, bu vatanın elde tutulmasında hiç bir katkısı olmayan mirasyediler ise almış başını dünyayı yutmuşlar. Dedem Kazım Karabekir Komutasındaki orduda savaşmış yıllarca, sonra ne olmuş. 23 den sonra Erzurum çarşısında Molla olması sebebiyle sarıklı gezmesinden dolayı kılık kıyafet kanununa muhalefetten dolayı başından sarığı çıkarılmış askerler tarafından sarığı yerlerde çiğnenmiş, karakolda gözaltına alınmıştı. Böyle olmasınımı istemişti rahmetli dedem.
 

kemalali

Profesör
Katılım
18 Ağu 2006
Mesajlar
1,560
Tepkime puanı
10
Puanları
0
Zaten ne hikmetse bu memlekete ne kadar hizmeti olan insan varsa fakir ve perişan hale sokulmuş, bu vatanın elde tutulmasında hiç bir katkısı olmayan mirasyediler ise almış başını dünyayı yutmuşlar. Dedem Kazım Karabekir Komutasındaki orduda savaşmış yıllarca, sonra ne olmuş. 23 den sonra Erzurum çarşısında Molla olması sebebiyle sarıklı gezmesinden dolayı kılık kıyafet kanununa muhalefetten dolayı başından sarığı çıkarılmış askerler tarafından sarığı yerlerde çiğnenmiş, karakolda gözaltına alınmıştı. Böyle olmasınımı istemişti rahmetli dedem.

Dedene Allah gani gani rahmet eylesin. Eminim ki deden şii degil ehli sünnetti.
 

shii-sunni

Üye
Katılım
25 Ocak 2007
Mesajlar
1
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
33
Ben en onu cok seviyorum.Ama laikler onu sevmez.Cunki o, modernizme zittir.
BU mevzuda da guzel bir sozu var:
"eski eski oldugu icin atilmaz
yeni yeni oldugu icin alinmaz".
 

Sinner

"Suskun, Hüzün-Bâz..."
Katılım
1 Tem 2006
Mesajlar
7,913
Tepkime puanı
120
Puanları
0
Konum
Câh-ı Bün...
Mehmet Akif ERSOY

Mehmed Akif, 1873 yılında İstanbul’da, sade ve geleneksel bir hayatın yaşandığı Fatih’in Sarıgüzel semtinin Nasuh mahallesinde 12 numaralı evde (Büyük bir yangında harap olan bu semtin ortasından bugün Vatan Caddesi geçmektedir) dünyaya geldi. Asıl adı Mehmet Ragif’tir. Ragif, ebced hesabıyla hicri 1290 rakamına karşılık gelmektedir ve bu rakam Akif’in doğum tarihidir.

Akif, Osmanlı devletinin hasta adam ilan edildiği ve bu görüşün dönemin devlet adamlarına ve aydınlarına uğursuz bir hastalık gibi bulaştığı, çöküş şartlarının hemen herkeste çözülme, umutsuzluk, panik yarattığı, buna rağmen hemen herkesin bir şeyler yapma çabasında olduğu bir dönemdir.

2. Mahmut’un, 3. Selim’in başlattığı yenileşme hareketleri, Tanzimat doruk noktasına varıyor ve bugüne kadar devam eden aydın- halk yabancılaşmasını, milletle devlet arasındaki problemli doğuruyor, toplumsal yarılmalara yol açıyordu. Yenileşme ile başkalaşma arasındaki farklar sık sık belirsizleşiyor atılan her adım ciddi sosyal ve siyasi maliyetler getiriyor, kendinden ve kendi köklerinden beslenen bir yenilenme gerçekleştirilemiyordu.


Korkuyla umut, ataletle hamle çabası, teslimiyetle yiğitçe direniş, çözülüşle yeniden toparlanış aynı anda ve çok zaman kolkola denecek kadar birbirine yakın duruyordu.

Avrupa ülkelerinin Osmanlıyı tasfiyesi politikası bütün hızıyla ve kararlılığı ile devam ediyordu.

Daha Akif 6 yaşında iken Ruslar İstanbul’a kadar ilerliyor Ayestefanos Abidesini dikiyordu. Yine 5 yaşında iken Abdulhamid, Meclis-i Mebusan’ı kapatıyor, devletin ve milletin varlığını korumak için politik dehasına ve çoküş endişesinin yarattığı bir haleti ruhiyeyle baskıcı bir politikaya yöneliyordu.

Babası Fatih Medresesi müderris ve mücizlerinden (icazet veren) İpek’li Temiz lakabıyla anılan Tahir Efendi’dir. Annesi ise Buharalı Mehmed Efendi’nin kızı H. Emine Şerife hanımdır. Babası Rumelili (Arnavut) annesi ise Buhara’dan hacca giderken Amasya’da vefat eden Buharalı Şirvani Rüştü Efendi’nin kızıdır. Tahir efendi, ilk kocası vefat eden Emine Şerife Hanım’ın ikinci eşidir.

Akif’in ailesi sade ve orta halli ama bir inanç ikliminin bütün olgunluğu ve güzelliği ile yaşadığı bir aile idi.


Akif babasını,

“Beyaz sarıklı, temiz, yaşça ellibeş ancak
Vücudu zinde fakat saç sakal ziyadece ak.”
diye tasvir eder.


Hoca Tahir Efendi erkenden kalkar, çocuklarını (Akif ve kızkardeşi Nuriye) kendi eliyle yıkar, kızının saçlarını tarar, pişirdiği salepleri içirerek onları mekteplerine gönderirdi... Çocuklarını bir kere bile dövmemişti. (Kuntay, s.157)

Akif, Annesini ise şöyle anlatır:

“Annem çok âbid (ibadetine düşkün) bir hanımdı. Babam da öyle. Her ikisinin de dinî selabetleri vardı. İbadetin verdiği zevkleri heyecanla tadmışlardı.”

Ünlü düşünür ve şair Sezai Karakoç, Akif’in ailesi ve kökeni ile ilgili şu nefis yorumu ile yapar:


“Baba soyu Rumelili, ana soyu Buharalı, doğuş yeri Fatih:
Yani tam bir Doğu İslâmlığının, Batı İslâmlığının ve Merkez İslamlığının bir sentezi bir çocuk”


Anne çizgisi, duyarlığı, sağduyuyu, kendini bir ülküye adayışı, şairliği getirecek; baba çizgisi, ataklığı, savaşkanlığı, yılmaz ve her vuruşmada daha da çelikleşen bir savaş adamını, gözüpekliği, korkmazlığı, ürkmezliği, umutsuzluğa sürekli olarak düşülmemeyi getirecektir. Doğuş yeri ise, ümüslü ve verimli bir topraktır ki, tabiatta nice saçılıp da kaybolan iyi tohumların bir gramını bile ihmal etmez, değerlendirir, yemişlendirir.”

Akif’in doğduğu Fatih semtini Sezai Karakoç şöyle tasvir ediyor”
“Fatih semti, İstanbul’un içinde ikinci bir İstanbul’dur. Yüzdeyüz Fatih şehridir. Fatih camii, İslâm-Türk kültürünün bu ölmez abidesinin çevresinde halka halka fatih medreseleri ve semti, en saf müslüman Türk heyacanının ördüğü bir toplumdur.”


Akif, İstanbul’un bu en Türk, en yerli ve en yoksul mahallelerinden birin de doğdu ve yaşadı. Hayatı burada tanıdı ve keşfetti, toplumsal dokuyu burada ve onun bir parçası olarak tanıdı. Bir inanç ikliminin güzelliği ile birlikte toplumun yazılı olmayan mutabakatlarını, modern hayatın yerli ve geleneksel olana nasıl nüfuz ettiğini, hangi çelişkilere, trajedilere yol açtığını, neleri çürüttüğünü, nelerin eskidiğini ve nelerin yenilenmesi gerektiğini bu mahalle hayatında gözlemledi. Yenilenmekle, yerli kalmak, kendi olmak arasındaki tercihlerinin ilk çizgilerini burada idrak etti.

Ve Akif burada bir şey daha öğrendi. Her türlü kirlenmeye açık bir yoksulluğun, sade ve onurlu bir hayata nasıl dönüştürülebileceğini. Erdemli yoksulluk helal kazanç ve emek demektir, fedekarlık demektir, dayanışma demektir, karşılıksız sevmek demektir, hırs ve rekabeti ayaklar altına almak demektir. Erdemli yoksulluuğun tek sigortası vardır. Çalışmak, ölene kadar çalışmak, onurunu kaybetmeden çalışmak.

Akif kendi mahallesinin yoksulluğunu, kendi haline terkedilmişliğini şöyle anlatır.

Bizim mahalleye poyraz kışın da uğrayamaz
Erir erir akarız semtimize geldi mi yaz!
Bahârı görmeyiz ala lâtif olur, derler...
Çiçeklenirmiş ağaçlar, yeşillenirmiş yer.
Demek şu arsada ot bitse nevbahâr olacak?
Ne var gidip Yakacık’larda demgüzâr olacak
Fusulü dörde çıkarmaz bizim sokaklarımız;
Kurak, çamur.. İki mevsim tanır ayaklarımız!

Akif bu mahallede bu inaç ve gelenek ikliminin ortasında mahalle hayatını bütün renk ve çizgileriyle yaşadı.

Babası O’nu sekiz yaşından itibaren Fatih camiine götürdü. Bunu bir şiirinde şöyle anlatır.

Sekiz yaşında kadardım. Babam gelir: “Bu gece,
Sizinle camîe gitsek çocuklar erkence.
Giderseniz gelin amma namazda uslu durun;
Merâmınız yaramazlıksa işte ev, oturun!”
Deyip alırdı beraber benimle kardeşimi
Namaza durdu mu, naliyle koyverir peşimi
Dalar giderdi, ben atık kalınca âzade
Ne âşıkane koşardım hasırlar üstünde.”


Cami, masal, oyun ve yaramazlık. Cami içinde baba ve çocuklar. Camii içinde inanç ve coşku. Camii içinde ciddiyet ve oyun. Cami içinde inanç ve çocuksuluğun sınırsızlığı. Cami içinde yetişkin ve çocuk samimiliği.

Ve cami ile içiçe bir ev. Camii ile içiçe bir mahalle hayatı. Camii ile içiçe düşünce, duyarlık ve yaşama iklimi.


İşte yetişkin Akif’in portresinin temel çizgilerini belirginleştiren çocuk Akif’in dünyası ya da Âkif’in içinde kendini bulduğu dünya...

Ve Akif’in mizacı.. ele avuca sığmayan bir çocuk. Çalışkan ama haşarı. Okuldan döner dönmez sokağa fırlayan, ağaçlara tırmanan, kabına sımayan bir mizaç. Masal dinlemeden uyumayan bir ruh. Uyuması için kendisine masal anlatırken anlatırken uyuyakalan Saime Hanım’ın eline mangalda kızdırdığı cevizi bırakarak yakan bir yarım kalmışlığı kabullenememezlik.
Akif böyle bir ortam içinde o günün geleneğine uyularak 4.5 yaşlarında iken Emir Buhari Mahalle Mektebine başladı. Yaklaşık iki sene sonra Fatih İptidaisi’ne (ilkokul) girdi. Üç yıllık bu okulu bitirdikten sonra girdiği Fatih Merkez Rüştiyesi’ni (ortaokulunu) 1895 yılında bitirdi.


Bu mezunuyet aile içinde görüş ayrılığına yol açtı. Emine Şerife Hanım, Hocazade’sinin (Annesi Âkif’e Hocazadem diye hitabederdi) sarıklı olmasını, medresede tahsiline devam etmesini istiyordu. Babası Tahir Efendi ise medresede okuyacağı şeyleri, oğluna kendisinin de öğretebileceğini ileri sürüyor, yeni açılan ve revaçta olan mekteplerden birine gitmesini istiyordu. Akif’in anne ve babası arasındaki bu görüş ayrılığı Dönemin toplumsal tercihlerindeki farklılaşmayı da ortaya koyuyordu. Bir tarafta geleneğin bütün çizgileriyle yaşadığı Fatih’te, evladını bir inanç ve ilim adamının saygınlığı içinde görmek isteyen anne diğer yanda değişen dünyanın gereklerini farkeden kendisi de bir inanç ve ilim adamı olan baba. Ne inanç ihmal edilebilirdi ne yeni gelen ve kendi şartlarını dayatan dünya. Bu açıdan bakıldığında Akif annesiyle babasının özlemini kendi şahsında bütünlemiş ve uygun bir senteze kavuşturmuş gibidir.

Sonunda Tahir Efendi’nin dediği olur. Ancak Tahir Efendi mektep ve meslek tercihini oğluna bırakır. Akif dönemin en gözde okullarından biri olan Mülkiye’yi tercih ettiği için ve babasıyla birlikte kaydını yaptırır. Kayıt tamamlandıktan sonra kâtip kayıt harcı ister, Tahir efendi, Âkif’i bir köşeye çeker, kesesini çıkarır ama istenen miktarda para yoktur. Tahir efendi rehin bırakmak üzere gümüş saatini çıkarınca kâtip almaz ve kayıt harcını ertesi gün getirebileceklerini söyler.

İlk gençlik yılları da çocukluğu gibi. Taşkın, ele avuca sığmaz, güçlü, sıhhatli ve enerjik. Pehlivanlarla güreşen, boğazda karşıdan karşıyla yüzen, taş yarıştıran bir ilk gençlik. Ama hep çalışkan, hep erdemli.
Mülkiye’nin İ’dâdî bölümünde üç sene okuduktan sonra şehadet-nâme (diploma) aldı ve yüksek kısmına kaydoldu. Bir sene süre sonra (H.1305/1887-88) babası vefat etti. Aynı yıl evleri yanınca Mülkiye’ye nehari (gündüzlü öğrenci) olarak devam etmesi imkansız hale geldi. Mezunlarına hemen iş verileceği için o yıl açılan ve ilk sivil veteriner yüksek okulu olan Mülkiye’nin Baytar Mektebi’ne (Halkalı Baytar ve Ziraat Mektebi) leyl-i (yatılı) öğrenci olarak geçti.


Âkif bu okulda kendisini derinden etkileyecek bir öğretmenle karşılaştı. İnançlı bir Türk Hekimi olan, Türkiye’ye mikrop bilimini getiren Rifat Hüsamettin Hoca. Pasteur’un öğrencisi olan bu öğretmeninden Pasteur sevgisini aldı. Mithat Cemal, Akif’in Pasteur’ün fotoğrafına bakıp hayranlıkla “Bu ne ilâhi yüzdür” dediğini, fotoğrafı öptüğünü ve ardından “Mu’tekid de! (İnançlı) eklediğini kaydeder.

Çoğu kendisi gibi babasız ve yoksul öğrencilerden oluşan bu okul Âkif’e sağlam ve bir ömür boyu sürecek dostluklar kazandırdı.

Yine bu okul, Akif’in sağlam bir dini bilgi ve sarsılmaz bir imanla, müspet bilimin harika bir uyumunu sağlayan zihini yapısını oluşturdu.

Akif bu dönemde de Kıyıcı Osman Pehlivandan güreş öğreniyor, Çatalca köylerinde yağlı güreş tutuyor, taş yarıştırıyor, yüzüyor ve çok sevdiği mektebin “Doru” isimli atına biniyor, uzun yürüyüşlere çıkıyor
Şiire ilgisi de bu yıllarda başlıyor ve okulun son iki senesinde başladı. Bunlar dönemin yaygın kanaatlerinin izlerini yansıtır ve divan şiirlerine nazireler şeklindedir.


22 Aralık 1893’te okuldan birincilikle mezun olur ve 26 Aralık’ta “Orman ve NMa’adin ve Ziraat Nezare’Baytar Müfettiş Muavini” olarak tayin edilir.
Görev yeri İstanbul olmasına rağmen Akif, 4 yıl Rumeli, Anadolu ve Arabistan’ın çeşitli bölgelerinde görev yapmıştır.

Bu seyahatler Akif’in gözlem gücünü, toplumu daha yakından tanımasını sağlamış olmalıdır. Akif bu dönemdeki gözlemlerini şiirlerinde son derece gerçekçi bir şekilde kullanır. Yine bu ve bundan sonraki seyahatler Akif’in hem düşünce tarzını hem de şiir anlayışını temellendirir.
Mezuniyetinden 6 gün sonra 28 Aralık 1893’te İlk eseri olan 7 beyitlik gazeli “Servet-i Fünun’da yayınlanır.

Buarada çocuk yaşlarda başladığı Kur’an’ı Hıfzetme (Ezberleme) çabalarını yoğunlaştırır ve Hafız olur.

1 Eylül 1898’de 25 yaşında iken Tophane-i Amire veznedarı Mehmed Emin Bey’in kızı İsmet Hanım ile evlendi.

Akif’in bu yıllarda da Maarif mecmuasında, Resimli Gazete’de şiir yazıları ile Arapça, Farsça ve Fransızca’dan yaptığı çevrilerini yayınlamaya devam eder.

17 Ekim 1906’da mevcut görevine ilâveten “Halkalı Ziraat Mektebi Mektebi’ne “Kitabet-i Resmiye Muallimi ve 25 Ağustos 1907’de Çiftlik Makinist Mektebi’ne Türkçe Muallimi olarak atanır.
23 Temmuz 1908’de İkinci Meşrutiyet ilan edilir. Akif, bu sırada İstanbul’da Umur-i Baytariye Dairesi Müdür Muavin’dir.


Akif’in hemen hiçbir dönemde siyasetle doğrudan ilişkisi olmamakla beraber toplumsal sorunlarla ciddi ve yoğun bir ilgisi olmuştur. Dönemin bütün aydınları gibi çöküş şartlarının yol açtığı acıları derin bir şekilde yüreğinde hissediyor ve bir çıkış yolu arıyordu.

Meşrutiyetin ilanından 10 gün sonra daha önceleri gizli bir cemiyet olarak faaliyet gösteren ve daha sonra partileşecek olan İttihat ve Terakki Cemiyetine üye olur. Ancak Akif, cemiyete üyeliğe girişin gereklerinden biri olan “Cemiyetin bütün emirlerine, bilâ kayd ü şart (kayıtsız şartsız) ittaat edeceğim” şeklindeki yemindeki “kayıtsız şartsız itaat “itiraz eder ve sadece iyi ve doğru olanlarına şeklinde düzeltilmesi şartıyla yemin edebileceğini söyler. Ve cemiyetin yemini Akif’le değişir.

Akif’in karekterinin tipik bir yansıması olan bu tutum hayatı boyunca ve herkese karşı korunan bir ilkeli anlayışın tezahürüdür.
 

Berre Tuna

Nazende
Katılım
3 Kas 2007
Mesajlar
1,816
Tepkime puanı
587
Puanları
0
Konum
İstanbul
Allah razı olsun, paylaşımın için. Çok ihtiyacımız var onun fikirlerini okumaya, hele ki şu zamanda.
 

KARAMURAT-3

Kıdemli Üye
Katılım
11 Eki 2007
Mesajlar
4,706
Tepkime puanı
54
Puanları
0
Konum
Ankara
Web sitesi
mazlumlarvezalimler.blogcu.com
Ankara'dan Kastamonu'ya giderek Nasrullah Câmiinde verdiği vaazlar neşredilerek memleketin her tarafına dağıtıldı. Sonra Ankara'ya döndü.1920 târihinde Burdur Mebusu olarak Birinci Büyük Millet Meclisine seçildi. 17 Şubat 1921 günü İstiklâl Marşı'nı yazdı. Meclis 12 Martta bu marşı kabul etti. Zaferden sonra İstanbul'a geldi. Abbâs Halîm Paşanın dâveti üzerine 1923'te Mısır'a gitti. O kışı Mısır'da geçirip, baharda döndü.






Hayatı:İstiklâl Marşı şâiri. 1877 yılında İstanbul'da doğdu. Annesi Emine Şerife Hanım, babası Temiz Tâhir Efendidir. İlk tahsiline Emir Buhâri Mahalle Mektebinde başladı. İlk ve orta öğrenimden sonra Mülkiye Mektebine devam etti. Babasının vefâtı ve evlerinin yanması üzerine mülkiyeyi bırakıp Baytar Mektebini birincilikle bitirdi. Tahsil hayâtı boyunca yabancı dil derslerine ilgi duydu. Fransızca ve Farsça öğrendi. Babasından Arapça dersleri aldı. Zirâat nezâretinde baytar olarak vazife aldı. Üç dört sene Rumeli, Anadolu ve Arabistan'da bulaşıcı hayvan hastalıkları tedâvisi için bir hayli dolaştı.


makif.jpg


Bu müddet zarfında halkla temasta bulundu. Âkif'in memuriyet hayatı 1893 yılında başlar ve 1913 târihine kadar devam eder. Memuriyetinin yanında Ziraat Mektebinde ve Dârulfünûn'da edebiyat dersleri veriyordu. 1893 senesinde Tophâne-i Âmire veznedârı M. Emin Beyin kızı ismet Hanımla evlendi. Âkif okulda öğrendikleriyle yetinmeyerek, dışarda kendi kendini yetiştirerek tahsilini tamamlamaya, bilgisini genişletmeye çalıştı. Memuriyet hayatına başladıktan sonra öğretmenlik yaparak ve şiir yazarak edebiyat sâhasındaki çalışmalarına devam etti. Fakat onun neşriyat âlemine girişi daha fazla 1908'de İkinci Meşrutiyetin îlânıyla başlar. Bu târihten itibaren şiirlerini Sırât-ı Müstakîm'de neşretmeye başladı. Âkif, yazı ve şiirlerini hiçbir zaman geçim kaynağı olarak görmedi. Buna rağmen onu memlekete tanıtan, halka sevdiren asıl vasfı şâirliğidir.Birinci Cihan Harbi sırasında Berlin ve Necid'e (Arabistan) gitti. Çanakkale harbi, onun Berlin seyahati sırasında meydana gelmiş, şâir o günlerin ıstırap ve heyecanını orada yaşamıştır. Şâir, bu iki seyâhatiyle ilgili Berlin Hatıraları ve Necid Çöllerinden Medîne'ye adlı eserlerini yazmıştır. Harbin son senesinde, çok sevdiği dostu İsmail Hakkı İzmirli ile Lübnan'a gitti.Cihan Harbi 1918'de imzâlanan Mondros Mütârekesi ile nihayete erdikten sonra, galip devletler Türk vatanını parçalamak ve paylaşmak için dört taraftan saldırmağa başlamışlardı. Harpten son derece bitkin bir halde çıkan Türk milleti, vatanını müdâfaa için silâha sarıldı. Âkif, vatan müdâfaasının ehemmiyetini anlatmak için hutbelerle halkı, istiklâlini muhâfaza etmek için savaşmaya çağırdı. Anadolu'da millî mücâdele rûhunun yayılması üzerine, Anadolu'ya iltihâka karar verdi.İstanbul'dan deniz yoluyla İnebolu'ya çıktı. Oradan Ankara'ya hareket etti. Konya isyanı üzerine Konya'ya gidip, ayaklanmanın bastırılmasında mühim rol oynadı. Sonra tekrar Ankara'ya döndü. Ankara'dan Kastamonu'ya giderek Nasrullah Câmiinde verdiği vaazlar neşredilerek memleketin her tarafına dağıtıldı. Sonra Ankara'ya döndü.1920 târihinde Burdur Mebusu olarak Birinci Büyük Millet Meclisine seçildi. 17 Şubat 1921 günü İstiklâl Marşı'nı yazdı. Meclis 12 Martta bu marşı kabul etti. Zaferden sonra İstanbul'a geldi. Abbâs Halîm Paşanın dâveti üzerine 1923'te Mısır'a gitti. O kışı Mısır'da geçirip, baharda döndü. Artık her yıl kışı Mısır'da, yazı İstanbul'da geçiriyordu. Halîm Paşa geçimini karşılamayı taahhüt etti. Ertesi yaz İstanbul'a dönünce Diyanet İşleri Riyâseti tarafından Kur'ân-ı kerîmi tercüme etme vazifesi verildi. Âkif yıllarca çalıştı. Sonunda bu konudaki ilmî kifâyetsizliğini anlayarak vazgeçti.1926 yılından îtibâren Mısır Üniversitesinde Türkçe dersleri verdi. Derslerden döndükce Kur'ân-ı kerîm tercümesiyle de meşgul oluyordu, fakat bu sırada siroza tutuldu. Önceleri hastalığının ehemmiyetini anlayamadı ve hava değişimiyle geçeceğini zannetti. Lübnan'a gitti. Ağustos 1936'da Antakya'ya geldi. Mısır'a hasta olarak döndü.Hastalık onu harâb etmiş, bir deri bir kemik bırakmıştı. İstanbul'a geldi. Hastanede yattı, tedâvi gördü. Fakat hastalığın önüne geçilemedi.


maev_resim72.jpg



27 Aralık 1936 târihinde vefat etti. Kabri Edirnekapı Mezarlığındadır.



Şahsiyeti: Mehmed Âkif'in Sırât-ı Müstakîm ve onun devâmı olan Sebîl-ür-Reşâd mecmuasında çıkan yüz kadar muhtelif makalesi, elli kadar tercümesi ve şiirleri vardır. Fakat Âkif günümüzün hatta Türk târihinin en önde gelen destan şâirlerinden biridir. Şiirleri edebiyat târihimizde büyük önem taşır. Şiirlerinde bâzan düşünce, bâzan duygu ön plandadır. Aruzu en güzel şekilde kullanan şâirlerdendir. Şiirlerinde bir taraftan hürriyet, doğruluk, samimiyet, vatanseverlik, adâlet, istiklâl gibi ahlâkî kıymetleri telkin ederken, diğer taraftan cemiyetlerin çökme sebebi olan riyakârlık, münâfıklık, korkaklık, dalkavukluk, tembellik, zulüm gibi fenalıklara şiddetle hücûm eder.Mehmed Âkif yaşadığı devri bütün genişlik ve derinliği ile şiirlerinde yansıtmaya çalışmış bir Türk şâiridir. Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde Türk milletinin içinde bulunduğu acıları, sevinçleri, ümidleri ve hayal kırıklıklarını manzum bir târih, bir roman, bir hikâye, bir destan havası içinde anlatmaya çalışmıştır. Eserlerindeki kişiler de aydın, cahil, yobaz, züppe, şehirli, dinli, dinsiz, sarhoş, gariban, külhanbeyi vs. gibi cemiyetin hemen her kesiminden insanlardır. Çevre olarak da saray, konak, câmi, sokak, bayram yeri, mevlit cemiyeti, savaş yeri, mahalleler, köhne evlerin odaları, oteller vs. şeklinde yaşadığı devrin bütün husûsiyetlerini aksettiren yerleri seçmiştir. Çalışma tarzı olarak, önce görüp incelemeyi, not ederek veya aklında tutarak ve sonra şiir taslakları kurup, onun üzerinde çalışmayı prensib edinmiştir. Müşâhade ve kompozisyona büyük önem vermiştir. Şiirinde kapalılık yok gibidir. Her şeyi açık açık yazmaya çalışmış, mübhem duygulardan, yüce ve fizik ötesi mefhumlardan ve süslü hayallerden uzak durmuştur. Kişilerini ve çevreyi resimvâri ve heykelvâri tasvirlerle anlatmıştır. Mehmed Âkif, muhtevâ yönünden edebî ekollerden realist, biçim verdiği değer bakımından parnasçı ve bâzı şiirlerinde de naturalist bir hava içindedir. Şiirlerinde şahsî üzüntüleri, arzu ve istekleri yok gibidir. Toplumun dertlerini konu edinmiş, onlar adına gülmeye ve ağlamaya çalışmıştır. Kötülerle, fakirlikle ve gerilikle mücadele esas gâyesidir. Âkif, ahlâksız edebiyata düşmandır. Samimiyetsiz, sahte ve taklitçi olanları sevmemiştir. Şiirlerinde halk deyimleri, atasözleri, halk kelimeleri bol bol yer alır.Şiirleri manzum hikâyeler, hitâbet şiirleri, lirik şiirler ve taşlama şiirleri şeklinde sınıflandırılabilir. Bunlardan manzum hikâyeleri sosyal konulu, hitâbet şiirleri didaktik muhtevalı, lirik şiirleri vatanî, millî ve dînî coşkunluklarla dolu, taşlama şiirleri de şakadan hicve kadar uzanan tenkitleriyle doludur. Mehmed Âkif şiirlerini çoğunlukla kuralsız nazım şekliyle yazmıştır. Vezin olarak yalnız aruzu kullanmış, ama heceye de karşı olmamıştır. Üslûbu, şiirlerindeki olaydan ve fikirden daha önce göze çarpar. Süse ve yapmacığa kaçmadan yaşayan halk ifâdeleriyle kurulmuş, çekici bir anlatışı vardır. Halk dili ve üslûbunu hemen her şiirinde kullanmasına rağmen, bu konuda en çok muvaffak olduğu eseri Âsım oldu. Bol fiil ve sıfat kullandığı şiirlerinde aşırı sadelikten ve yapma dilden kaçınmış, Servet-i Fününcuların ağır ve cansız lisanından da uzak durmuştur.Şiirlerinde tahkiye, tasvir, hitap, muhâvere gibi bütün anlatım yollarını başarıyla kullanmıştır. Bilhassa muhâvere (karşılıklı konuşma) anlatım yolu onun şiirlerinin en önde gelen özelliklerinden olmuştur. İç âhenk, daha çok lirik şiirlerinde görünür. Fazla mecaz kullanmaktan kaçınmıştır. Memleketin sosyal meseleleri, şâhit olduğu elem verici olaylar ve çilekeş Anadolu insanlarının hâlini sık sık şiirlerine konu edinerek ele almış, duygu ve düşüncelerini samimi ifâdesiyle dile getirmiş, çâre için çeşitli teklifler öne sürmüştür. Osmanlı Devletinin Tanzimâtın îlânıyla başlayan, meşrutiyet îlânlarıyla devam eden ve İttihat ve Terakki Partisinin iktidârı zamanında son hadde vardırılan yıkılışa götürücü hareketlerle kısa zamanda târih sahnesinden silinmesi, dünyâdaki Müslümanların ilim ve teknikte Avrupa'dan geri kalmış olması ve başsız kalarak herbirinin ayrı ayrı yollar tutup parçalanmaları karşısında, feryâd edici şiirleri vardır.Mehmed Âkif milletini ve dînini seven, insanlara karşı merhametli bir mizaca sâhip, şâir tabiatının heyecanlarıyla dalgalanan, edebî bakımdan kıymetli şiirlerin yazarı meşhur bir Türk şâiridir. İstiklâl Marşı şâiri olması bakımından da "Millî Şâir" ismini almıştır.



gencbiradam.jpg



Örnek Bir Genç AKİFTemiz, aydınlık ve erdemli bir hayatla sporla elde edilmiş sıhhatli bir yüz... Gözlerinde düşünce ve duyarlığın beslediği ince bir hüzün tabakası... Karakter sağlamlığına işaret eden yerleşik çizgiler.. Ve her maceraya atılmaya hazır alevini içine hapsetmiş, gizlenmeye çalışılmasına rağmen hemen farkedilen tutuşmaya hazır mahcup ve onurlu pırıltılar. Bütün bunlar belki de her gencin yüzden dışa vuran anlamlardır. Ama Akif'in çizgilerinde yaşının üstünde bir olgunluk, bir erdemlilik ve gençlerde görülen kendini ortaya koyma yerine kendini ortalamanın içinde gizleme inceliği var. Akif e çok yakışan, tevazu' ve mahviyetin, kendisini olduğundan daha az gösteren, sadece kendi kendisiyle yarışan, hesaplaşan ve kendi olmak, kendi kalmak isteyen kişiliği hemen belli oluyor. Bütün gizlenme çabasına rağmen müthiş irade gücü ve kararlılığı da. Kendi onuruna ve ait olduğu inancın ve milletin onuruna son derece düşkündür. Her zaman çalışkan ve öğrenmeye çalışan bir gençtir. Lisan derslerinde, Arapça, Farsça, Fransızca ve Türkçe derslerinde hep birincidir. Halkalı Ziraat Mektebinde bir hocasının okul birinciliğini Ermeni bir öğrencinin alacağını ihtar etmesi üzerine günlerce ders çalışır ve okulu birincilikle bitirir. Dostları O'nun sadece sportif karşılaşmalarda iddiacı olduğunu, bunun dışında kendisini önemsemediğini belirtiyorlar. Yine Halkalı'da okurken Ermeni bir güreşçinin idman tutmak amacıyla güreştiği bir öğrenciyi yüzünü, burnunu kanatacak ölçüde hırpalamasını onur meselesi yapar. Akif, Kıyıcı Osman Pehlivan'dan güreş dersleri almıştır. Ermeni güreşçiye kendisiyle güreşmeyi teklif eder. Rakibinin gücü karşısında Akif tekniğiyle bir kaç dakika içinde galip gelir. Yine aynı okulda üzerine kimseyi almayan Doru isimli ata binmeyi ve uysallaştırmayı başarır. Boğazı yüzerek geçer, saatlerce yürümekten büyük bir zevk alır, taş atma yarışlarına katılır. Bu fotoğrafta böylesine başarılı bir gencin hiçbir izine rastlayamazsınız. Tevazu, mahcubiyet, hüzün ve mahviyet. Akif genç yaşlarında da aynı Akif'tir.


 

KARAMURAT-3

Kıdemli Üye
Katılım
11 Eki 2007
Mesajlar
4,706
Tepkime puanı
54
Puanları
0
Konum
Ankara
Web sitesi
mazlumlarvezalimler.blogcu.com
-

Millî şairimiz Mehmet Akif Ersoy'un vefatının 71. Yıl dönümü münasebetiyle Türkiye Yazarlar Birliği, Taceddin Dergahı'nda tören düzenledi

Âkif, tarihin yükünü omuzlarında taşıdı

Devlet Bakanı Mehmet Aydın, "Mehmet Akif ne söylemişse o olmuştur, ne olmuşsa onu yazmıştır. Bir dünya görüşünün, medeniyetin, tarihin bütün yükünü omuzlarında, yüreğinde taşımış bir insandır" dedi.

Türkiye Yazarlar Birliği, Mehmet Akif Ersoy'un vefatının 71. yılı nedeniyle Akif'in bir süre ikamet ettiği ve İstiklal Marşı'nı yazdığı Taceddin Dergahı'nda tören düzenledi.

Törende konuşan Aydın, Akif'in, şiirlerinde sessiz yaşadığını belirtse de büyük bir insani ve İslami tevazu içinde bunu söylediğini, oysa Akif'in hiçbir zaman sessiz yaşamadığını, sesi en gür, en doğru çıkan insanlardan birisi olduğunu söyledi.
Akif'in sesinin, "asırları dolduran bir dünya görüşünün, medeniyetin, kültürün sesi" olduğunu ifade eden Aydın, "Akif'in sesi, acı-tatlı binlerce günü olmuş bir milletin sesiydi. Bütün bunlardan dolayıdır ki o ses, ebedi oldu. O ses, hiçbir zaman derin bir güç olmanın dışında bir şey olmadı" dedi.

Mehmet Akif'in yazdıklarının, fikirlerinin, inanç ve heyecanının her zaman kendileriyle olduğunu belirten Aydın, "Mehmet Akif, özellikle kendi kuşağımda yapıcı bir unsur olarak hep var oldu. Kişiliğimizin, vatanseverliğimizin oluşmasında çok büyük katkısı oldu" diye konuştu.

İslam dini kötüye kullanılıyorsa, olmaması gereken yerdeyse Akif'in imdada yetiştiğini, Kur'an-ı Kerim'in bir hayat kitabı olduğunu sürekli hatırlattığını kaydeden Aydın, Akif'in tükenmeyen bir kaynak olduğunu söyledi.

Akif'in yokluklar içinde yaşadığını belirten ve buna örnekler veren Aydın, İstiklal Marşı'nı yazmasının karşılığında kendisine verilen 500 lirayı kabul etmediğini anımsattı. Aydın, "O gün, bu parayla Ankara'da bir çiftlik alabilirdiniz ama Akif 'Bir milletin İstiklal Marşı bir bedelle yazılmaz' diyor. İnsan vardır ki kahramanlık şiiri yazar ama kahraman değildir, insan vardır ki cömertlik şiiri yazar ama cömert değildir. Fakat Mehmet Akif ne söylemişse o olmuştur, ne olmuşsa onu yazmıştır. Bir dünya görüşünün, medeniyetin, tarihin bütün yükünü omuzlarında, yüreğinde taşımış bir insandır" dedi.
Aydın, şöyle devam etti:

"Bu mükemmel insanı, bu büyük alimi ne kadar bilirsek, kendi milli ruhumuzu o kadar iyi biliriz. Kendi milli ruhumuzu ne kadar iyi bilirsek, o inancı, her dönem, kendi yaşadığımız şartlar altında yeniden düşünebiliriz, yorumlayabiliriz. Dolayısıyla metinler vardır ki ebedidir. Safahat, onlardan biridir.

Bugün içinde bulunduğumuz durumda Akif'in bize söyleyeceği o kadar çok şey var ki onları tekrar duymak bize güç verir, sadece günümüzü değil asırları dolduran geçmişimizi bize hatırlatır. Geçmişi olmayan bir milletin zaten geleceği olmaz. Akif bize derin geçmişimizi anlatan bir insandır. Hikaye olarak anlatmaz, hali ve istikbali inşa etmemiz için anlatır. Büyük bir kaynaktır."

Törende konuşan Türkiye Yazarlar Birliği Başkanı Mehmet Doğan da Akif'in evinin 1970'de müzeye dönüştürülmesine rağmen gerektiği şekilde korunamadığını belirtti.

Hacettepe Üniversitesi idaresinin evi ziyaretçilere sürekli açık tutamadığını savunan Doğan, bakım ve onarımının da yapılmadığını öne sürdü. Doğan, evin etrafındaki çok katlı yapıların da evi görünmez hale getirdiğini belirtti.

Mehmet Akif Ersoy'un "Çanakkale Şehitlerine" ve "İstiklal Marşı" şiirlerinin okunduğu törene, bazı milletvekilleri, sivil toplum örgütlerinin temsilcileri, Gençlik ve Spor Genel Müdürü Mehmet Atalay ve öğrenciler katıldı.

Tören, Kur'an-ı Kerim okunmasıyla sona erdi.

Mehmet Âkif Ersoy, Edirnekapı'daki mezarı başında anıldı

İSTİKLAL Marşı'nın şairi Mehmet Akif Ersoy, ölümünün 71'inci yılında Edirnekapı Şehitliği'ndeki kabri başında anıldı. Bahçelievler'deki Mehmet Akif Ersoy İlköğretim Okulu öğrencileri ile Veteriner Gıda Hijyenistleri Derneği, Memur-Sen ve Eğitimciler Birliği Sendikası (Eğitim-Bir-Sen) üyelerinden oluşan grup, Ersoy'un kabri başında saygı duruşunda bulunarak, dualar okudu. Öğrenciler, Ersoy'un kabrine çiçekler bırakırken, Eyüp Sultan İlim Yayma Cemiyeti üyeleri, anma törenine katılanlara helva dağıttı.

İstiklâl Şairimiz vefası ve dürüstlüğüyle efsaneleşti!

Atatürk Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mehmet Törenek, Mehmet Akif Akif Ersoy'un eserleri dışında samimiyeti, dostluğu, dürüstlüğü ve vefasıyla hep anlatıldığını, hatta efsaneleştirildiğini söyledi.
DİYARBAKIR Valiliğince, İstiklal Marşı Şairi Mehmet Akif Ersoy'un vefatının 71. yılı nedeniyle Devlet Tiyatrosu Salonu'nda anma programı düzenlendi.

Programda, Mehmet Akif Ersoy'u anlatan slayt gösterisinin ardından Vali Gökhan Aydıner Anadolu Endüstri Meslek Lisesi öğrencisi Fidan Kaya, Ersoy için yazdığı mektubu, Anadolu Güzel Sanatlar Lisesi Edebiyat Öğretmeni Ahmet Erdem de "Bülbül" adlı şiirini okudu. Ersoy'un "Küfe" adlı şiirinden uyarlanan oyun, öğretmen ve öğrenciler tarafından sahnelendi. Daha sonra konuşan Prof. Dr. Mehmet Törenek, Mehmet Akif Ersoy'un kişiliğinin şiire yansıyan yönlerini anlattı, eserlerinden örnekler verdi. Sanatkarların eserleriyle yaşadığını, eserlerinde de kendilerini anlattıklarını aktaran Törenek, sanatkarın düşüncesi, ruhu, hayat felsefesi ve karakteriyle eserine girdiğini, eserinde gizli, açık kendini ifade imkanı bulduğunu belirtti.

Âkif, şiirlerinde okurla beraber olur

Törenek, şöyle konuştu: "Akif, eserleri dışında samimiyeti, dostluğu, dürüstlüğü ve vefasıyla hep anlatılır hatta efsaneleştirilir. Özel hayatında bu özellikleriyle bilinir ve bunlar şiirine de yansımıştır. Şiirlerinde samimiyet vardır. Akif gibi şiirini sosyal meselelere açan biri açısından bu, önem kazanmaktadır. Sanatçının hayatı, insanı duyabilmesi, onların acıları, çaresizlikleri ve sıkıntılarıyla şiirine taşıyabilmesi önemlidir. Bunun için onlarla empati kurabilmesi ve bunu içtenlikle zikretmesi şarttır. Bu olmazsa yapıştırma ve sahte olur, bir duyarlılık olmaz. Birçok şiirinde anlatıcı 'ben' olarak öne çıkıyor. Bu okurda yakınlık oluşturuyor. Onun şiirlerinin çoğu manzum hikaye özelliği taşıdığından ister istemez bu anlatım biçimi önem kazanmaktadır. Akif, şiirlerinde okurla beraber olur ve birlikte gezme isteyişi vardır. Okuru adeta bir dost, bir arkadaş bilerek söyleyeceklerini paylaşır. Kendi çevresindekileri de şiirlerine taşımıştır. Şiirlerinde toplumsal sorunlara bakışını işlemiştir."

TBMM BAŞKANI KÖKSAL TOPTAN: Türk milletine ışık tutmaya devam edecek

TBMM Başkanı Köksal Toptan, Milli Şair Mehmet Akif Ersoy'un; kişiliği, ruh dünyası, millet sevgisi, mücadele azmi ve bağımsızlık aşkının, her zaman Türk milletine ışık tutmaya devam edeceğini belirtti.

Toptan, Ersoy'un ölümünün 71. yılı dolayısıyla yayınladığı mesajda şunları kaydetti:

"Hayatı, milli mücadelemize katkıları ve başta İstiklal Marşımız olmak üzere eşsiz eserleriyle milletimizin gönlünde taht kuran Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy'u, ebediyete intikalinin yıldönümünde rahmet ve minnetle anıyorum.
Mehmet Akif Ersoy, yaşayarak tanıklık ettiği, onur ve cesaretiyle güç kattığı, engin ruh ve mana dünyasıyla destanlaştırdığı kurtuluş mücadelemizi, şiirleriyle tarihe kazıyan bir vatan ve millet şairidir.

O, çekilen sancıların gelecekte unutulmaması, fakat bir daha da yaşanmaması ve yazılmaması düşüncesiyle gelmiş geçmiş en büyük kahramanlık şiirlerimizden bir tanesi olan İstiklal Marşımızı bizlere sunan bir gönül ve fikir adamıdır. Osmanlı'nın son döneminden başlayarak, vatanın her karış toprağına ayak basan Mehmet Akif, gittiği her yere, her cepheye heyecan götürüp, ruh katarak milletimizin bağımsızlık ve özgürlüğüne büyük destek vermiştir."

Söylemi ile eylemi örtüşen Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy'un kişiliği, ruh dünyası, millet sevgisi, mücadele azmi ve bağımsızlık aşkı, her zaman milletimize ışık tutmaya devam edecektir."

Millî Gazete
 
Üst