Mehmet Akif Ersoy

KARAMURAT-3

Kıdemli Üye
Katılım
11 Eki 2007
Mesajlar
4,706
Tepkime puanı
54
Puanları
0
Konum
Ankara
Web sitesi
mazlumlarvezalimler.blogcu.com
-

Mehmet Âkif Ersoy'u vefatının 71. yılında rahmetle yâdediyoruz


Âkif'in Beyrut Ve Antakya Seyahati

Hazırlayan: Mehmet Sılay



Nil kıyıları ve sorgulama dönemi


Manevi yükselişle birlikte iç dünyasını sorgulayan tasavvufi şiirleri ise Nil kıyılarında ve El-Ezher avlusunda kaleme aldı. Kıpti ve Nobyan gençlere Mısır Üniversitesinde Türkçe öğretmek ve Türk edebiyatı dersi vermek için düzenli olarak, haftada iki defa Kahire'ye iniyordu. Ona heyecan veren bu koşuşturmadan yorulmadığı gibi büyük mutluluk duyuyordu.


Hilvandaki hayatını "inziva ve itikaf" diye adlandıran Akif, iç dünyasını zenginleştiren bu yalnızlığından razıydı, mutluydu ve memnundu. Daha çok genç kuşakları yüreklendiren vurgularla, hamaset ve sosyal ağırlıklı dizeler Anavatanda yazılmıştı. Manevi yükselişle birlikte iç dünyasını sorgulayan tasavvufi şiirleri ise Nil kıyılarında ve El-Ezher avlusunda kaleme aldı. Kıpti ve Nobyan gençlere Mısır Üniversitesinde Türkçe öğretmek ve Türk edebiyatı dersi vermek için düzenli olarak, haftada iki defa Kahire'ye iniyordu. Ona heyecan veren bu koşuşturmadan yorulmadığı gibi büyük mutluluk duyuyordu.

Ancak 1934"ün kış mevsiminde, aziz arkadaşı ve kötü gün dostu Abbas Halim Paşa'nın vefat haberiyle ziyadesiyle sarsılmıştı. Bu sahavet-cömertlik sembolü, sadık arkadaşı ve kültür adamının defniyle meşgul olup evlatlarını teselli etti. Artık Akif için Büyük acıyı paylaşacak kimsesi kalmamış ve koca Kahire boşalıvermişti. Aziz arkadaşının vefatıyla sanki Mehmet Akif bir hayati organını kaybetmişcesine kendini eksik hissetmeye başladı.

Bir dostu kaybetmenin hüznü

Akif, sabah ve akşam yürüyüşleri dışında çalışma odasında sürekli okuyordu. Masa üstüne yerleştirdiği hediye gramofona taş plaklar sürüp memleket havalarıyla klasik müzik dinliyor, sonra da kendini ibadete vererek namaz ve zikre bol zaman ayırıyordu. 1935 yılının ilkbaharında Onun da sağlığı bozulmaya başladı.

Bir sabah kalktıklarında yüzü ve elleri solgundu.

Eşi İsmet Hanım:

--"…Efendi, galiba sen sarılık olmuşsun! " diye Onu uyardı.

Akif, önce kollarına, sonra da aynada yüzüne dikkatle baktı, gözlerinin akı bile sararmıştı. Aynı gün Hilvan Bölge hastanesi-Müsteşfesinde bir hekime göründüler. Şiddetli baş ağrısı vardı, kendini yorgun ve bitkin hissediyordu. Kansızlıkla ilgili ilaç, vitamin hapları ve perhiz tavsiyeleriyle evlerine döndüler. Çok sıvı alacak ama tuzlu yemeyecekti. Birkaç gün içinde zayıfladı, gül yüzündeki pembelik soldu rengi koyulaşmaya başladı. Her gün artan halsiz, bitkin ve iştahsızdı.

El elden üstündü ve can tatlıydı, bir kere de Kahire'nin tanınmış hekimlerine muayene oldu, "müsteşfede" laboratuar tahliller tekrar yapıldı. Artık bazen kontrol, bazen de hacamat için başkentteki doktorlara taşınmaya başladılar.

Hastalıklar peşini bırakmıyor

Hastalık değişik bulgular veriyordu. Saatler süren karın ve baş ağrılarıyla birlikte, üşüme ve titreme nöbetleri, sırılsıklam terleten ve yine en az bir saat süren yüksek ateşle sonlanıyordu. Hastalığa bazıları Humma-i Muhrike diyordu. Karasu humması diyenlerin yanında, karaciğer ve dalağın büyüdüğünü, karın ve kol-bacak şişmelerine bakarak "Bu bir karaciğer hastalığı olan sirozdur !" diyorlardı. Nihayet yapılan konsultasyonla siroz teşhisi kesinleşti.

Mısır'ın yakıcı, subtropikal sıcaklarından uzak ve serin bir yerde "tebdil-i hava" yapmasına karar verildi. Hastanede doktorlarla, Hilvan'daki evinde, eşi ve çocuklarıyla müşavere edildi. En yakın ve en uygun mekan Beyrut idi.

Akif bavulunu hazırladı ve 1935 temmuzunun son haftasında İskenderiye'den kalkan ilk yolcu vapuruyla hareket etti. Saatler sonra, yamaçlarındaki sedir ormanlarının uzaklardan göründüğü Beyrut iskelesinde karaya ayak bastı. Tavsiye edilen doktor muayenesinde Akif'te sirozdan başka bir de Malarya, yani sıtma olduğu da ortaya çıktı.

Beyrut'ta kaldığı günler içinde İslâm'ın dört büyük müctehidinden biri olan Evzai'nin türbesine gidip fatihalar ikram ederek saygıyla ziyaret etti. Ertesi gün tekrar hekim kontrolünden geçti.

Aşı yapıldı ve yeni tedavi yöntemlerinin uygulanmasından sonra Beyrut ve Akdenize yüzlerce metre yukardan bakan ve yoğun sedir ormanlarıyla kaplı, Cebel-i Lübnan'ın en meşhur yaylası Suk-ul Garb köyüne çıktı. Havası bol oksijenli, suyu kaliteliydi. Diğer ülkelerden gelenlerle birlikte Akif de "Funduk el - Haccara "-Haccar Oteline-yerleşti.

İstanbul'a yazdığı mektuplarda hayatından memnun ifadeler okunmaktadır. Oysa Akifi Lübnan dağlarına savuran, yıpratıcı hastalığının doğurduğu ağır ve tahammülü zor zaruretlerdi. Bir mektubunda bunu vurguluyordu.

-- "…Burada Mısır'ın sıcağıyla tozundan mahrumum. İlk gün bu mahrumiyeti hissettim. Lakin artık ona da alıştım…"

"…Misafir olduğum otel hayli kalabalık, maamafih dervişlerin Kesrette Vahdet dedikleri gibi, sırf kendi alemimde yaşıyorum…"

Gönüllü geziler yahut böyle doktor raporuyla "tebdil hava" gerektiren hastalıklar dolayısıyla mecburi seyahatler Akif'i bulunduğu yerden çabuk bıkan bir insan haline getirdi. Dost sohbetlerinde anlattığı, yalnızlığına hayran olduğu seyyah Abdurreşit İbrahim gibi gezmek istiyordu. Özellikle Hindistan ve İspanya'yı merak ediyordu. Arkadaşlarıyla yaptığı sohbetleri okuyucularıyla da paylaşmaktan mutluluk duyuyordu. Ama ömrü vefa etmedi.

Dünyayı tanıma hayali...

"…-- Nasip olursa nisan ayı içinde İspanya'ya giderek Endülüs İslam Medeniyetinin bakıyesi olan Elhamra harabesini görmek istiyorum. Zannederim çok iyi bir şey olacak. Meşhudatımı –müşahede ettiklerimi, gördüklerimi-yazar, bir manzume vücuda getiririm. Bir Müslüman şairi için o havaliyi, o asarı ziyaret etmemek doğru değil. Mamafih bu niyetimden kimseyi haberdar etme, anlıyor musun?

"...Hayırlısıyla bu seyahat tahakkuk eder, sonra ihtisasatımı nazma da muvaffak olursam çok sevineceğim. Ümid ne tatlı şey ! …Baharda Elhamra'yı temaşa edip, yazın tasvirine çalışacağım. Gelecek kışa Himalaya dağlarına çıkarak, Ganj nehri vadilerinde dolaşarak, öbür bahara Hind şiirleri yazacağım !..."

Sırat-ı Müstakimin 1 Temmuz 1326 tarihli nüshasında Akif'in üzerinde durduğu konu seyahat ve dünyayı tanımaktır.

"… -- Bilad-ı Garbın ahvalini tasvir edecek seyahatnamelere bizde lüzum olsa bile, ihtiyacımızı bertaraf etmek elimizdedir. Bu eserleri tercümelerinden de okur ve Avrupa hakkında istediğimiz bilgiyi istediğimiz eserden alabiliriz.

Lakin Asyayı hangi eserden öğreneceğiz?

İtiraf etmeliyiz ki: dünyada en az tanıyıp bildiğimiz kıta, menşeimiz ve memleketimiz olan Asya'dır. Bu eski dünyadaki ülkelerin en meşhurlarını, yalnız isimlerini bilmek suretiyle tanırız. O mütenevvi iklimlerde yaşayan akvamın lisan, ahlak ve adetlerine dair pek az şey biliriz…"

Başka şehir ve ülkelere yapılan seyahatlar, ticari ve siyasi maksatla yapılabilir ama Akif'e göre bu gezilerin sosyolojik faydaları önceliklidir ve her şeyin üzerindedir.

Antakya halkı Âkif'in yolunu bekliyor

Fakat bu sefer evinden ve çocuklarından ayrılıp Lübnan dağlarına tırmanışı geriye dönüşü ve tedavisi mümkün olmayan yıpratıcı, amansız bir hastalık yüzündendir.

Yüzelliliklerden Muhittin Meydani, Beyrut'ta çıkardığı El-Necm yani Yıldız gazetesinde Mehmet Akif'in, aynı hafta Lübnan'a teşrifini duyurdu. El-Necm gazetesi, Şam, Halep ve İskenderun sancağına günlük ulaşır ve okunurdu. Yine Yüz elliliklerden Refik Halid Karay,Tarık Mümtaz Göztepe, Celal Kadri ve Hasan Sadık gibi aydınlar bu bölgede yaşıyordu. Bazıları yaylaya çıkarak şair Mehmet Akif'le görüşme imkanı buldular.

Antakya'da ise farklı bir heyecan yaşanıyordu. Halk ve aydınlar arasında milli şairimizi, Safahat ve Sırat-ı Müstakim'de, kuvay-ı milliyi ateşleyerek kurtuluş savaşını başlatan yazılarıyla tanıyanlar, bunca yakına gelmişken Akif'in yüzünü de görüp onunla şehrin en aziz bir misafiri olarak sohbet edip, tanışmak istediler. Antakya eşrafından Bereketzade Cemil Ağa, Akif'i Hilvan inzivasında tanımış ve candan sohbetine doyamamıştı.

Cemil Bereket:

--"Türkiye Cumhuriyetinin Milli marşını yazan büyük şairimizi aramızda görmek bizim için paha biçilmez bir şereftir !" diyordu.

Antakya ileri gelenleri arasında müşavere edildi ve görev taksimi yapılarak karara varıldı.. Davet sahibi Cemil Ağa, davet elçisi de Akif'le yıllar önce İstanbul'dan yakın tanışıklığı olan, Yüzelliliklerden, Antakya Lisesi edebiyat öğretmeni Kozanlı Ali İlmi Fani olacaktı. Hiç vakit kaybetmeden yola çıkıldı. Ali İlmi bey Beyruta geldi ve Suk-ül Garp yaylasına tırmanıp, Akif'i hem dinlendiği, hem de tedavi olduğu otel odasında buldu. Karşılıklı gönül alıcı sözlerden sonra Ali İlmi bey: kendisinin Lübnan toprağına geliş sebebini ve teklifini lisanı münasiple ifadeye çalıştı.

-"…Efendim sevenleriniz İskenderun Livasında sizin yolunuzu hasretle gözlüyorlar. Burada yalnız başınıza kalmanın da bir manası yok. Bol oksijenli havası ve meşhur Zugaybe suyuyla Antakya'nın iklimi Beyrut'tan daha sağlıklı. Tabiblerimizin kontrolünde aşılarınız da yapılır…"

Böyle zor zamanda aranmak, hasta halinde Şairi çok duygulandırmış ve mutlu etmişti. Cemil Ağa'nın ve İskenderun Sancağı'ndaki aydınların selamlarını ilettikten sonra, Onu yine lisanı münasiple Antakyaya davet etti. Akif bu nazik daveti bitkin ve yorgun olduğu halde, memnuniyetle kabul etti.

Halep üzerinden ve 9 Ağustos 1935 günü Antakya'ya ulaştılar. Yol yorgunu olan Şair, bir gün dinlendikten sonra Antakyalı sevenleriyle tanışmaya başladı. Cemil Bereket, bugün Hatay Vilayet binasının karşısındaki görkemli konağını ona tahsis etti. Antakyada yayınlanan, Ankara yanlısı ve işgale direnen Altınözü, Vahdet, Doğruyol ve Yıldız gazetelerinde tarihi ziyarete yer verildi. Yenigün Gazetesinin 11 Ağustos 1935 tarihli nüshasında Akif'le ilgili haber manşetten geçiyordu.

Beyrut'ta "tebdil-i hava"


Hastalığının teşhisiyle birlikte Mısır'ın yakıcı, subtropikal sıcaklarından uzak ve serin bir yerde "tebdil-i hava" yapmasına karar verildi. En yakın ve en uygun mekan Beyrut idi. Âkif bavulunu hazırladı ve 1935 temmuzunun son haftasında İskenderiye'den kalkan ilk yolcu vapuruyla hareket etti. Saatler sonra, yamaçlarındaki sedir ormanlarının uzaklardan göründüğü Beyrut iskelesinde karaya ayak bastı.
 

KARAMURAT-3

Kıdemli Üye
Katılım
11 Eki 2007
Mesajlar
4,706
Tepkime puanı
54
Puanları
0
Konum
Ankara
Web sitesi
mazlumlarvezalimler.blogcu.com
-

Kur’an nurunun tebliğcisiydi

Devlete ve millete ömrü boyunca hizmet eden Mehmet Akif, vatanperver, üretken entelektüel bir yazar, şair, siyaset adamı, idealist bir aydın, Kur’an nurunun tebliğcisi bir ahlak adamıydı. O, Dünya İslam Birliği için Hilafet kurumunun tıpkı Vatikan gibi mutlaka yaşatılıp, ihya edilmesinin şart olduğu fikrindeydi. Bu, şairin genç nesiller tarafından ibret ve örnek alınacak siyasi bir görüşü olabilirdi.

On yıldan beri Türkiye dışında ve en çok Mısır’da oturmakta olan “Safahat” müellifi Mehmet Akif, iki gün evvel Halep’ten şehrimize gelmiştir…” Akif zamanın büyük bir bölümünü Bereketzade Cemil Ağanın konağında halkla sohbet ederek değerlendiriyordu. Her gün Asi Nehri kıyısında düzenli olarak yürüyüş yapıyor ve sonra da dinlenmeye çekiliyordu. Şair, yıllardır yaşadığı Mısır gurbeti ve çöl sıcaklarından, iklimi, coğrafyası ve sosyo-kültürel yapısıyla Anadolu’nun doğal uzantısı olan Antakya’da gönüldaşlarıyla kucaklaşıp, hasret giderdi. Halkın işgal acısını ve Anavatana hasretini birlikte yaşadı. Kötü günlerin ömrü kısa olacaktı. Onlara umut ve moral verdi, sıkıntılarını sohbetlerle paylaştı.

Ali İlmi Fani, Filozof Rıza Tevfik’e yazdığı 14 Ağustos 1935 tarihli mektubunda konuya şöyle değiniyordu:

“Perşembe akşamı Akif Beyefendiyle beraber Halep’e yetiştik. Geceyi Refik Halid beyin yanında geçirdik. Ferdası sabahı Antakya’ya geldik. Kendisini Bereketzade Cemil Beyin konağına misafir eyledim. Cemil Beyle Hilvan’da tanışmışlardı. Hakkında pek ziyade hürmet göstermekte ve bu suretle istirahatını temine çalışmaktadır. Akif Bey vaziyetten pek memnundur, ancak kendisinden bir saat ayrılmak dahi kabil olmadığından benim hürriyetim elimden gitmiştir. Hatta şu kısacık mektubu bile size beş gün sonra yazmaya vakit bulabildim…”

Sağlığı dolayısıyla, Akif’e: fazla yormadan günübirlik kısa turlar düzenleyerek ve çift katananın çektiği payton-hantürlerle yakın çevredeki mesire yerleri gezdirildi. Asırlık çınar gölgeleriyle Narlıca yolu üzerindeki Maşuklu, suları ve şelaleleriyle ünlü Harbiye ve Tosunpınar’da leziz memleket yemekleri ikram edildi. Akif’in bir aylık Antakya ziyaretinin üç günü hariç hepsi de şehir merkezindeki Cemil Ağanın konağında geçti. Sadece üç gün de Tosunpınar’daki Halefzade Mesrur Ağanın çiftlik konağında geceledi. Akif’in 1935 yılınsa misafir edildiği Konak şimdi Tosunpınar Ortaokulu olarak değerlendiriliyor.

Sabah ezanına dek süren sohbetler

Şair: Antakya’dan, İstanbul’da bulunan prenses Emine Abbas Halime yazdığı mektupta bu şehri ve halkını övmekten bitiremiyor. “…Antakya şehri sırtını Habibi Neccar dağına vermiş, ayaklarını Asi nehrine uzatmış, gözlerini de karşıki Toros cibaline dikmiş, ağaçlık, bahçelik, zeytinlik, bağlık, sulak, yemyeşil bir Türk yurdu… Değersiz eserleri dolayısıyla fakire gıyaben aşina çıkan ahali, fevc fevc ziyaretime geldiler. Davet davet alıp dağlara, bahçelere, bağlara götürdüler. Hele konağına indiğim Cemil Bey, ev sahipliğini bendenize devrederek, mahcup bir misafir gibi kendisi bir köşeye büzüldü. Ahçılar, hizmetçiler bütün emirleri bendenizden telakki eder oldular. Asıl beylerine hiçbir şey sormaz oldular.! Asalet mutlaka kendini gösteriyor. Asil adam ne kadar düşse, gene sağlam bir tarafı kalıyor…”

Gördüğü samimi ilgi ve misafirperverlik onu çok mutlu etmişti. Tabiplerin tavsiye ettikleri gibi beslenme disiplinine riayet ettiğinden çok rahatlamıştı. Üşüyüp-titreme ve arkasından yüksek ateşle seyreden bir nöbet geçirince 22 Ağustos 1935 günü Akif’e tekrar sıtma aşısı yapıldı. Bereketzade Cemil Ağanın konağında bazı gece sohbetler, künefe-kerebiç ve taş kadayıf ikramlarıyla sabah ezanına kadar sürerdi.

Fransızlara karşı direnen Osmanlı torunu, bağımsızlık yanlısı çeteler, Ubeydiye üzerinden gelip ansızın Cisir Hadid Karakolu’nu çapraz ateşe alarak sekiz askeri öldürdüler. İşbirlikçi milislerin kılavuzluğunda ve cebri gece yürüyüşüyle üstün silahlarla donanmış bir Fransız ordusu iz sürerek Aşağı Kuseyr yaylasına indi. Fransız birliklerine karşı çarpışan Çetelere devamlı yardımlarıyla destek veren Beberte köyü baskınında dört şehit verdik. Harmanlar yakıldı, döven ve cercerlere koşulu büyükbaş hayvanlar kurşunlandı. Hele çete İzzettin Konuralp’e yataklık eden Büyükburç köyü Amık yolu ve Yanıkali üzerinden cebel toplarıyla bombardıman edildi. Fransız lejyonerlerine karşı dişediş-gözegöz çarpışan çetelerimiz Fransız ve paralı askerler-lejyonerlere karşı tam bir taciz sebebiydi. İşgalden sonra ilk dört yıl çete savaşlarıyla İşgalci düşmanların sesi-soluğu kesilmişti. Silahlı mücadelede kesin sınırlarla dost belli, düşman belliydi. Ama on beş yıllık belirsizliği ancak Ankara’nın müdahalesi çözebilecekti.

Akif’i ağlatan şiir

Ali İlmi Fani, Ankaradan gelen Hakimiyet-i Milliye gazetesinde yayınlanan Yayladağlı şair Ahmet Türkmen (Teymur)”un “Firakından ey Antakya kara bahtım sana ağlar” diye başlayan şiiri Akif’in huzurunda okudu:



Hilal gitmiş, salip gelmiş ne matem tutmuş afakın,

Bahar ağlar, harif ağlar, sana Seyf-ü şita ağlar

Ezan mahkum, Salip hakim aman ya Rab nedir hikmet?

Buna elbet diyar ağlar, melek ağlar, sema ağlar.



Garip bir hükm ile Misak-ı Milli nakzedilmiştir.

Bu davada değil millet, desatiri kaza ağlar.

Yetim kalmış bu yerlerde hezeran Türk’ün evladı.

Eder feryad mezalimden, felekde ses-seda ağlar.



Belayı dehrile bağrım nasıl yanmış ki ey Teymur!

Hayat benden kaçar, eninimden cefa ağlar…



Safahat’ın duyarlı şairi bu mısraları yüreği kabarak ve duygulanarak dinledi, gözleri doldu.

Akif Antakya halkının Fransız işgalinden duyduğu ezikliği ve Anavatan hasretiyle hürriyete olan zaptedilmez arzusuna yakından şahit oldu. Minarelerde okunan ezanla, çevresinden kulağına ulaşan, Türkçe’nin Arapçayla zenginleşen şeker gibi Antakya şivesi, Ona Fatih’te geçen gençlik yıllarını hatırlatıyordu. Üsküdar’ı, Beylerbeyi’ni, Çamlıca’yı hatırlatıyordu…

Camlı kahvenin gramofonlarından son melodiler etrafa yayılıyor. “Bağdat’ın hamamları-Yanıyor külhanları…” arkasından,” Şu karşıki dağda kar var duman yok” Akif bu türküleri zevkle dinliyordu. Asi nehri doluluğunca ve üzerinde sürükleyip götürdüğü kütüklerle birlikte, Süveydiye’ye doğru akıp gidiyor. Müziğe karşı büyük ilgisi ve sempatisi olan Akif’in, Antakya türküleriyle kulakları yıkanıyordu. Yenikapı ve Sultanahmet’teki gelenekler Antakya’da aynen yaşanıyordu. Bu ne büyük mutluluktu.

Hatay devletinde “Akif” törenleri

İskenderun Sancağının Ankara’ya mı, yoksa Şam’a mı bağlanacağının siyasi platformda konuşulduğu, Pilebisit yahut referandum tartışmalarının sürekli gerginliklere sebep olduğu en kritik günlerde Akif’in vefat haberi Antakya’ya ulaştı. Onun kadim dostları ve sevenleri, merhum şair aralarındaymış gibi tekrar toplandılar. Misafir olduğu Cemil Ağanın konağında muazzez ruh-u şerifine hatimler indirildi. En çok üzülenlerden biri de eski arkadaşı ve Akif’i Lübnan gurbetinden alıp getiren davet elçisi, edebiyat öğretmeni Ali İlmi Faniydi. Teessürünü ve duygularını Akif tarzı şiire sığınarak, beyaz kağıda döktü.



Ey, bağrıyanık şairi İslam elinin gel!

Gel, bağrına basmak için açıldı sana her el.

Dalma ebedi uykuna bir lahza uyan da,

Ruhumdaki hicranları sil gel de şu anda.



Bak, başka bahar arzediyor şimdi tabiat,

Doğmuş gibidir afakına fecr-i ezeliyet.

Zulmet eridi, her yer ışıklarla donandı,

En gamlı gönüllerde ne sevdalar uyandı.



Geldindi, fakat faslı hazanıydı bu yurdun.

Baktın da solan rengine, vurgun gibi durdun.

Sezmiştin onun çektiği a’lamı derinden,

Asi’ye düşen gözyaşının mevcelerinden.



Fikrinde geçen bahse hemen nokta koymuştun

Şu şiiri hazin bir sesle okumuştun:



“…Viranelerin yasçısı baykuşlara döndüm,

Gördüm de hazanında bu cennet gibi yurdu

Gül devrini bilseydim onun, bülbül olurdum,

Ya Rab, beni evvel getirseydin, ne olurdu?..”



Haklıydın evet, gülşeni küldü bu diyarın,

Sönmüştü şen neşeleri o eski baharın.

Tan yerlerinde yaslı bulutlar sürünürdü,

Her gün batıda kanlı alevler görünürdü.



Gökler doğacak aylara hasretle bakardı,

Aysız gecenin koynuna yıldızlar akardı,

İşte bu hazan bir kara rüya gibi geçti,

Yıllar bile en korkulu rüya gibi geçti.



Görmek bugünü sence de en mutlu dilekti,

Kalsandı ne var, beklediğin gün gelecekti.

Gittin bizi öksüz gibi avare bıraktın,

Kalsandı Hatay marşını sen yazacaktın!



Gül devri onun geldi, fakat bülbülü nerde?

Yadın gibi onmaz yaralar kaldı ciğerde!



Geleceğin düşünürü Reyhanlı’dan Hüseyin Cemil Meriç de Antakya Lisesi’nin kitap ve edebiyat dostu öğrencilerinden biriydi. Mehmet Akif’in aziz hatırasına kaleme alınan bu şiir, bütün talebelere yazdırıldı ve ezberlendi.

Referandum neticeleninceye kadar, şiirleriyle milletin moralini yükselten Mehmet Akif, Mecliste, Ulu Camii ve Habibi Neccar’ın minberlerinde, mahalli basında ve okullarda sürekli olarak gündemde kaldı. Ancak batı tipi kültürel metamorfozun sancıları da başlamıştı. Bağımsız Hatay Devletinin kurulup, ilan edildiği 2 Eylül 1938 akşamı, düzenlenen altı yüz kişilik muhteşem balo (!!!), Türkiye Cumhuriyetinin İstiklal Marşıyla başladı. “Hakkıdır Hakka tapan Milletimin İstiklal!” sayhası, manifestosu ve Antakya’da ilk balo! Caz müziğiyle başlayan tango, arkasından lokomeyşın ve flamingoyla hızlanan dans neydi? Lorke ve halayımıza hiç benzemiyordu. Antakyalı genç meraklılar hayatlarında ilk defa, duvarların üzerinden balo seyrettiler. Fransız’dan kurtulmuştuk ama “bu ne perhiz– bu ne lahana turşusuydu.” Bu manşetten haberi, meraklıları Yenigün gazetesinin 3.9.1938 tarihli nüshasından iftiharla veya ibretle okuyabilirler.

Bugün köprübaşında Gündüz Sineması olarak kullanılan taş binada, Hatay Millet Meclisi 8 Eylül 1938 günü toplandı. Genel kurulda yapılan görüşmelerde Hatay halkının da bir milli marşı olması gerektiği vurgulandı. Türkiye Cumhuriyetinin Milli Marşının Hatay için aynen kabul edilmesi teklifi, oy birliğiyle ve ayakta alkışlarla kabul edildi. Bu tarihten itibaren Hatay’ın resmi dairelerinde, okullarında ve kışlalarında Akif’in yazdığı İstiklal marşı okunmaya başlandı.

Hatay, Akif’in şiirleriyle coşardı

Mehmet Akif’in vefat yıldönümlerinde mutlaka onu minnetle ve rahmetle anma törenleri Hatay’ın bütün ilçelerinde yapıldı. 27 Aralık 1938 günü yani Akif’in vefatının ikinci yıldönümünde Antakya Kız Lisesi’nde “Büyük Türk-İslam şairi ve İstiklal marşının kudretli mübdii Mehmet Akif için” sabahleyin henüz dersler başlamadan önce ilk tören yapıldı. Hatay Devleti Milletvekillerinden Arif Hikmet Süralin de katıldığı törende, öğretmenler hürriyet ve birlik üzerine konuşmalar yaparken, talebeler de önce Akif’in Antakya için yazdığı şiiri, sonra da Safahat’tan dörtlükler okudular.

Aynı gün öğleden sonra, Antakya Erkek Lisesi’nin geniş konferans salonunda daha görkemli bir tören düzenlendi. Şehrin sayılı münevverleri, Meclis Başkanı Abdulgani Türkmen, ikinci başkan Vedii Münir Karabay ve çok sayıda mebus, öğretmen ve halkın katıldığı anma töreni saygı duruşu ve İstiklal marşından sonra Akif hakkında onun şiirleriyle örülü konuşmalar başladı. Talebeler Safahat’tan derledikleri şiirlerle kitleleri coşturdular.

“…Her insan bilmelidir ki, dünyada yaşadığı her olayın fizik ötesi, ahiret hesaplaşması vardır. Bu denge ancak evrensel ahlak kurallarıyla sağlanır. Akif’e göre farklı düşüncelerle birlikte hoşgörü içinde olmak, insanın anlayışını, idrakini ve karakterini yükseltir.

Gençler için önce kitap okumak, çevreyi ve dış ülkeleri gezip-görmek, başka medeniyet mensuplarının, kültür ve hayata bakışlarını öğrenmek büyük kazançtır. Milli ve moral erdemleri zayıf insanlara güvenilmez. Akif’e göre, imanı olmayan ilim üretken değildir. Aynı şekilde ilmi temel üzere kurulu olmayan iman işe yaramaz. Akif’in yaptığı dış gözlemlere göre, şarkta insana saygı ve değer yok. İnsanlar birbirlerini dinlemiyor ve anlamıyorlar. Millet olabilmenin ve birlikte mutlu yaşamanın şartı çok çalışmak ve evrensel İslam ahlakına sahip olmaktan geçer… Hoş görülü, doğu ve batıyı tanıyan, ilim, ahlak ve teknolojiye vakıf bir nesille memleketimiz payidar olur…”

Yaşarken unutturulmak istendi

Lise müdürü Zekeriya beyin alkışlanan bu konuşmasından sonra, lise son sınıf öğrencisi Kemal Sülker “Gençlik ve Mehmet Akif” konulu tarihi konuşmasını yaptı. “…Şimdi ihtifalini yaptığımız Mehmet Akif, vefatından az önce işgalci Fransızların güvensizlik havası içinde Antakya’ya gelip dolaşmış bir halk ve hamaset şairidir. Aramızda bulunduğu sırada kendisine lakayd kalışımızı, bizden ayrıldıktan sonra aziz hatırasına kucağımızı açmakla ödüyoruz… İstiklal Marşı’nın memlekete ve milli tarihimize eşine az rastlanır bir armağan sunan Mehmet Akif, ömrü boyunca kalemini yalnız sanatı ve ideali için kullanan, maddi hayatının hırpalanmasına katlanan, fakat düşüncelerine ve imanına el sürdürmeyen bir Türk-İslam şairidir. Onun sofulukla itham edip, kıymetini hiçe sayanlar, ideal ve idealisti takdir edemeyen, davası uğruna hayatını feda edenler anlamayan zavallılardır…” Türkiye’de henüz yaşarken unutturulmak istenen ve ölü muamelesi gören Mehmet Akif, Hatay’da her yıl yapılan törenlerle rahmetle anıldı ve yaşatıldı. Antakya ziyaretinde Bereketzade Cemil Ağanın konağında sohbet sırasında Mustafa Kemal’i kastederek:

“…Eğer O, halife olmak isteseydi ilk biat eden ben olurdum ve şimdi böyle vatan hasretiyle diyar diyar sürünmezdim…”dediği, 1939 yılında İskenderun’da ve Antakya’da halk arasında konuşuldu. Ancak bir gazetede yayınlanamadı. O, Dünya İslam Birliği için Hilafet kurumunun tıpkı Vatikan gibi mutlaka yaşatılıp, ihya edilmesinin şart olduğu fikrindeydi. Bu, şairin genç nesiller tarafından ibret ve örnek alınacak siyasi bir görüşü olabilirdi.

Devlete ve millete ömrü boyunca hizmet eden Mehmet Akif, vatanperver, üretken entelektüel bir yazar, şair, siyaset adamı, idealist bir aydın, Kur’an nurunun tebliğcisi bir ahlak adamıydı. Yakın arkadaşlarından Fatin Gökmen, Onun vefatını ebcet hesabıyla mısralara döktü.



“Mum gibi yandı ciğer, çünkü vatan türküsünü

Hep geçen kapkara günlerde terennüm etti.

Çıktı “Kırklar” bir ağızdan, dediler tarihini

İçimizde vatanın şairi “AKİF” gitti…”

Mecburi sürgünden vatan topraklarına acılı dönüş

Hİlvan gurbeti artık son bulmalıydı. Artık ne Endülüs ne de Ganj kıyıları, Akif Allah’ın lutfettiği ömrünün temditlerini memleketinde-İstanbul’da geçirmeye karar verdi. 1936 yılının haziran ortalarında İskenderiye’den kalkan bir yolcu vapuruyla İstanbul’a kesin dönüş yaptı. O da görüyordu ki: Bu seyahat bir sonun başlangıcıydı.

Yıllar önce Tacettin Dergahında yazdığı marşın on kıtalık tam metni içinde duaya hatta feryada dönüşen mısralar vardı:



“…Canı cananı bütün varımı alsın da Hüda,

Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda!”

On yıllık mecburi sürgünden sonra, uğruna hayatını adadığı vatan topraklarına ancak yıpratıcı bir hastalığın son günlerinde geri dönmek nasip oluyordu. Doğduğu, sokaklarında büyüdüğü gönüller sultanı İstanbul’u dünya gözüyle bir kere daha görebilmek her şeye değerdi.

İlk günlerini prenses Emine Abbas Halim’in Maçka’daki Mısır apartımanında dinlenerek geçirdi. Yoğun tedavi kürü için bazen Nişantaşı Sağlık Yurdu’na yatırıldı.

Hastalığın ağırlaşarak ilerleyişi ve tedavi için çırpınan hekimlere rağmen, tıbbın çaresiz kaldığı noktaları görüyordu. Akif daima Allah’ın merhametine sığınan tevekkül ehli bir Hak yolcusuydu. Her umutsuzluktan harikulade bir mutluluk çıkarmasını biliyordu. Ömrünün altmış üçüncü baharındaydı…

“…Ne mutlu bana, sevgili peygamberimin yaşında öleceğim !..” diyordu.

Nihayet, 27 Aralık 1936 günü ölüm meleğine teslim oldu ve Hakka yürüdü. Bu akibet, hısım-akraba ve sadık dostları tarafından bekleniyordu ama kederleri tarife sığmazdı. Gasledildi, kefenlendi ve cenaze namazı kılınmak üzere garip ve kimsesiz bir meyyit gibi İstanbul Belediyesine ait bir cenaze arabasıyla, Beyazıt Camii’ne getirilip musalla taşı üzerine bırakıldı.

Dönemin hükümetinin ilgisizliği inanılır ve affedilir gibi değildi. İstiklal marşı yazarı olan, bir milli şairi resmi törenle defnetmek akıllarına bile gelmedi.

Ancak tek atlı bir cenaze arabasıyla taşınan tabutun üzerinde Mehmet Akif’in ismini okuyan bir Tıbbiye öğrencisi, büyük bir heyecanla koşarak anfilere ve sınıflara dalıp, bu büyük insanın vefatını haber verdi. Her fakülteden üniversite öğrencileri bir anda Beyazıt meydanını doldurdular. Büyük boy ay-yıldızlı bayrakla tabutun üzeri örtüldü. Resmi ideoloji, içerde Rektörlük, dışarıda da güvenlik güçleri vasıtasıyla Üniversite öğrencilerinin cenazeye katılmalarını yasakladı. Fakat galeyana gelen milli duyguları ve Safahat şairine olan muhabbetleriyle talebelere yasak sökmüyordu.

Topluluğun içinden yükselen haykırışlarla, yol boyunca tekbirler, tehliller ve fatihalar uçuşuyordu. Beyazıt Camii’ndeki toplu cenaze namazından sonra, Edirnekapı Mezarlığı’na kadar, hiç kimse tarafından haberdar edilmeyen, davet edilmeyen, çoğunu Üniversitelilerin teşkil ettiği büyük bir konvoy, hayatı ve eserleriyle gönüllerde büyüyen Akif gibi bir büyük şahsiyeti ebedi yolculuğuna uğurladılar. Ayrılmadan önce, mezarı başında son bir kere daha, toplu halde ve gözyaşları içinde İstiklal marşını okudular. O iki tarih arasına sığmayacak kadar büyük bir sanatkar ve örnek bir ahlak adamıydı. Onu yakından tanıyan yazarlardan Mithat Cemal’in vurgusuna katılmamak mümkün değil:

“…Fetihten beri şehrin toprağına, kendi eseriyle gömülen ilk ölü."

Bitti

Millî Gazete
 

efruz

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ağu 2009
Mesajlar
5,170
Tepkime puanı
735
Puanları
0
Konum
İstanbuL
Mehmet Akif Ersoy (Mehmet Akif Ersoy Kimdir? - Mehmet Akif Ersoy Hakkında)

Mehmet Akif Ersoy (1873 - 1936)



Türk, şair. İstiklal Marşı'nı yazmış, günlük konuşma dilinin şiirle kaynaşmasını sağlayarak halkçı bir nazmın doğuşuna ön ayak olmuştur. İstanbul'da doğdu, 27 Aralık 1936'da aynı kentte öldü. Bir medrese hocası olan babası doğumuna ebced hesabıyla tarih düşerek ona "Rağıyf" adını vermiş, ancak bu yapma kelime anlaşılmadığı için çevresi onu "Âkif" diye çağırmıştır. Babası Arnavutluk'un Şuşise köyündendir, annesi ise aslen Buharalı'dır.

Mehmed Âkif ilköğrenimine Fatih'te Emir Buharî mahalle mektebinde başladı. Maarif Nezareti'ne bağlı iptidaîyi ve Fatih Merkez Rüştiyesi'ni bitirdi. Bunun yanı sıra Arapça ve İslami bilgiler alanında babası tarafından yetiştirildi. Rüştiye'de "hürriyetçi" öğretmenlerinden etkilendi. Fatih camii'nde İran edebiyatının klasik yapıtlarını okutan Esad Dede'nin derslerini izledi. Türkçe, Arapça, Farsça, veFransızca bilgisiyle dikkati çekti. Mekteb-i Mülkiye'nin idadi (lise) bölümünde okurken şiirle uğraştı. Edebiyat hocası İsmail Safa'nın izinden giderek yazdığı mesnevileri şair Hersekli Arif Hikmet Bey övgüyle karşıladı. Babasının ölümü ve evlerinin yanması üzerine mezunlarına memuriyet verilen bir yüksek okul seçmek zorunda kaldı.

1889'da girdiği Mülkiye Baytar Mektebi'ni 1893'te birincilikle bitirdi. Ziraat Nezareti (Tarım Bakanlığı) emrinde geçen yirmi yıllık memuriyeti sırasında veteriner olarak dolaştığı Rumeli, Anadolu ve Arabistan'da köylülerle yakın ilişkiler kurma olanağı buldu. İlk şiirlerini Resimli Gazete'de yayımladı. 1906'da Halkalı Ziraat Mektebi ve 1907'de Çiftçilik Makinist Mektebi'nde hocalık etti. 1908'de Dârülfünûn Edebiyat-ı Umûmiye müderrisliğine tayin edildi. İlk şiirlerinin yayımlanmasını izleyen on yıl boyunca hiçbir şey yayımlamadı.

1908'de II. Meşrutiyet'in ilanıyla birlikte Eşref Edip'in çıkardığı Sırat-ı Müstakim ve sonra Sebilürreşad dergilerinde sürekli yazılar yazmaya, şiirler ve çağdaş Mısırlı İslam yazarlarından çeviriler yayımlamaya başladı. 1913'te Mısır'a iki aylık bir gezi yaptı. Dönüşte Medine'ye uğradı. Bu gezilerde İslam ülkelerinin maddi donatım ve düşünce düzeyi bakımından Batı karşısındaki zayıflıkları konusundaki görüşleri pekişti. Aynı yılın sonlarında Umur-u Baytariye müdür muavini iken memuriyetten istifa etti. Bununla birlikte Halkalı Ziraat Mektebi'nde kitabet ve Darülfununda edebiyat dersleri vermeye devam etti. İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne girdiyse de cemiyetin bütün emirlerine değil, sadece olumlu bulduğu emirlerine uyacağına dair and içti. I. Dünya Savaşı sırasında İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin gizli örgütü olan Teşkilât-ı Mahsusa tarafından Berlin'e gönderildi. Burada Almanlar'ın eline esir düşmüş Müslümanlar için kurulan kampta incelemeler yaptı. Çanakkale Savaşı'nın akışını Berlin'e ulaşan haberlerden izledi. Batı uygarlığının gelişme düzeyi onu derinden etkiledi. Yine Teşkilât-ı Mahsusa'nın bir görevlisi olarak çöl yoluyla Necid'e ve savaşın son yılında profesör İsmail Hakkı İzmirli'yle birlikte Lübnan'a gitti. Dönüşünde yeni kurulan Dâr-ül -Hikmetül İslâmiye adlı kuruluşun başkâtipliğine getirildi. Savaş sonrasında Anadolu'da başlayan ulusal direniş hareketini desteklemek üzere Balıkesir'de etkili bir konuşma yaptı. Bunun üzerine 1920'de Dâr-ül Hikmet'deki görevinden alındı. İstanbul Hükümeti Anadolu'daki direnişçileri yasa dışı ilan edince Sebillürreşad dergisi Kastamonu'da yayımlanmaya başladı ve Mehmed Âkif bu vilayette halkın kurtuluş hareketine katkısını hızlandıran çalışmalarını sürdürdü. Nasrullah Camii'nde verdiği hutbelerden biri Diyarbakır'da çoğaltılarak bütün ülkeye dağıtıldı.

Burdur mebusu sıfatıyla TBMM'ye seçildi. Meclis'in bir İstiklâl Marşı güftesi için açtığı yarışmaya katılan 724 şiirin hiçbiri beklenilen başarıya ulaşamayınca maarif vekilinin isteği üzerine 17 Şubat 1921'de yazdığı İstiklal Marşı, 12 Mart'ta birinci TBMM tarafından kabul edildi. Sakarya zaferinden sonra kışları Mısır'da geçiren Mehmed Âkif, laik bir Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması üzerine Mısır'da sürekli olarak yaşamaya karar verdi. 1926'dan başlayarak Camiü'l-Mısriyye'de Türk dili ve edebiyatı müderrisliği yaptı. Bu gönüllü sürgün yaşamı sırasında siroz hastalığına yakalandı ve hava değişimi için 1935'te Lübnan'a, 1936'da Antakya'ya birer gezi yaptı. Yurdunda ölmek isteği ile Türkiye'ye döndü ve İstanbul'da öldü.

Mehmed Âkif'in 1911'de 38 yaşında iken yayımladığı ilk kitabı Safahat bağımsız bir edebi kişiliğin ürünüdür. Bununla birlikte kitabın Tevfik Fikret'ten izler taşıdığı görülür. Fransız romantiklerinden Lamartine'i Fuzuli kadar, Alexandre Dumas fils'i Sâdi kadar sevdiğini belirten şair, bütün bu sanatçıların uğraşı alanlarına giren "manzum hikâye" biçimini kendisi için en geçerli yazı olarak seçmiştir. Ancak, sahip olduğu köklü edebiyat kaygusu onun yalınkat bir manzumeci değil, bilinçle işlenmiş ve gelişmeye açık bir şiir türünün öncüsü olmasını sağlamıştır. Mehmed Âkif'in düşünsel gelişiminde en belirleyici öğe onun çağdaş bir İslamcı oluşudur. Çağdaş İslamcılık, Batı burjuva uygarlığının temel değerlerinin İslam kaynaklarına uyarlı olarak yeniden gözden geçirilmesini, Batı'nın toplumsal ve düşünsel oluşumuyla özde bağdaşık, ama yerel özelliklerini koruyan güçlü bir toplum yapısına varmayı öngörür. Bu görüşe koşut olarak Mehmed Âkif'in şiir anlayışı Batılı, hatta o dönemde Batı'da bile örneklerine az rastlanacak ölçüde gerçekçidir. Kafiyenin geleneksel Osmanlı şiirinde bir bela olduğunu savunan, resim yapmanın yasak sayılmasının, somut konumların betimlenmesini aksattığı ve bu yüzden şiirin olumsuz etkiler altında kaldığı görüşünü ileri süren Mehmed Âkif, Fuzuli'nin Leylâ vü Mecnûn adlı yapıtının plansız olduğu için yeterince başarılı olamadığını dile getirecek ölçüde çağdaş yaklaşımlara eğilimlidir. Konuşma diline yaslandığı için kolayca yazılıvermiş izlenimi veren şiirleri biçime ilişkin titiz bir tutumun örnekleridir. Hem aruzdan doğan bağların üstesinden gelmiş, hem de şiirin bütününü kapsayan bir iç musiki düzenini gözetmiştir. Dilde arılaşmadan yana olan tutumunu her şiirinde biraz daha yalın bir söyleyişi benimseyerek somutlukla ortaya koymuştur. Mehmed Âkif geleneksel edebiyatın olduğu kadar, Batı kültürünün değerleriyle etkileşimi kabul eder, ancak Doğu'ya ya da Batı'ya öykülenmeye şiddetle karşı çıkar. Çünkü her edebiyatın doğduğu toprağa bağlı olmakla canlılık kazanabileceği ve belli bir işlevi yerine getirmedikçe değer taşımayacağı görüşündedir. Gerçekle uyum içinde olmayı herşeyin üstünde tutar. Altı yüzyıllık seçkinler edebiyatının halktan uzak düştüğü için bayağılaştığına inanır. İçinde yaşanılan toplumun özellikleri göz önüne alınmadan Batılı yeniliklere öykünmenin doğrudan doğruya edebiyata zarar vereceği, "edebsizliğin başladığı yerde edebiyatın biteceği" anlayışına bağlı kalarak "sanat sanat içindir" görüşüne karşı çıkmış, "libas hizmetini, gıda vazifesini" gören bir şiiri kurma çabasına girişmiştir. Bu yüzden toplumsal ve ideolojik konuları şiir ile ve şiir içinde tartışma ve sergileme yolunu seçmiştir. Bütün çıplaklığıyla gerçeği göstermekteki amacı okuyucusunu insanların sorunlarına yöneltmektir. Bu kaygıların sonucu olarak yoksul insanların gerçek çehreleriyle yer aldığı şiirler Türk edebiyatında ilk kez Mehmed Âkif tarafından yazılmıştır. Mehmed Âkif şiirinin yaşadığı dönemde ve sonrasında önemini sağlayan gerçekçi tutumudur. Bu şiirde düş gücünün parıltısı yerini gözle görülür, elle tutulur bir yapıya bırakmıştır. Şairin nazım diline bu dilin özgül niteliğini bozmaksızın elverişli olduğu gelişmeyi kazandırması, aruz veznini yumuşatmayı, başarmasıyla mümkün olmuştur. Bu aynı zamanda Türkçe'nin şiir söylemedeki olanaklarının ne ölçüde geniş olduğunu göstermesi demektir. Söz konusu dönemde her şairin dili kişisel bir dil kurma adına dar bir vadiye sıkışmak zorunda kalmıştı. Mehmed Âkif dilin toplumsal kimliğini öne çıkarmış, üslupta öz günlük ve kişiselliğe ulaşmıştır. Yenilikçi bir şair olarak, yaşadığı dönemde görülen ölçüsüz yenilik eğiliminin bozucu etkilerine, ölçüsü işleviyle bağlantılı bir şiir kurmak suretiyle sınır çekmeye çalışmıştır.
 

efruz

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ağu 2009
Mesajlar
5,170
Tepkime puanı
735
Puanları
0
Konum
İstanbuL
Mehmet Akif'in az bilinen 13 özelliği

Mehmed Akif in az bilinen 13 özelliği


Bâzı şahsiyetler vardır, hem eserleriyle, hem de şahsî hayatlarıyla ölümsüzleşmişlerdir, istiklâl Marşı şâirimiz ve meşhur şiir klasiğimiz Safahat'ın şâiri Mehmed Akif bunlardandır. . Âkifin yakın dostu olan, güçlü şâir ve edip Mithat Cemal'in "Mehmed Akif" isimli eserini üçüncü defa okudum. Ama bu sefer kelimenin tam manâsıyla "okumaya" gayret ettim. Tarih, edebiyat, sanat, şiir ufkunda seviye elde etmek ve kültür bakımından derinlik kazanmak isteyenlere hararetle tavsiye ederim bu kitabı... Sadece şiiriyle değil; mekaleleriyle, İdareciliğiyle, mücadelesiyle, muallimliğıyle, hatipliğıyle, kültür admlığıyla,:
1) Çok iyi derecede Arapça bilirdi, ama sesinde Arapça yoktu; halis ve akıcı bir cengâver Turkce'siyle konuşurdu, .
2) Arap edebiyatına çalışırken Akif bakar ki şevâhid hep âyetler... Telmihler de öyle... Ve nihayet başka türlü olmayacağını anlayınca 6 ayda Kurân'ı ezberledi.
3) Mısırda bazen bütün Ramazan hatimle teravih kıfdırırdı. Fakat bu teravih namazlarına her zaman cemaat bulamaz, oğlu Tahir'in önüne cemaat diye geçip imam olurdu. Hatimle kıldırılan bu teravih namazları uzayınca Akif "Bazen arkama dönüp bakıyordum, o da kaçmış!" derdi.
4) 18 yaşındaki Mithat Cemal, Âkifle yürürken bir şiirini okumuş. Uzun bir sessizlik olmuş. Şiiri tekrar okumasını İstemiş Akif Mithat Cemal tekrarlamış. Bu esnada Mithat Cemal sormuş; "Neden şiirlerinizi kitaplaştırmıyorsunuz?" Akifin cevabındaki nezâkete dikkat edin: "Ben şiirlerimi ne diye bastırırım? Siz bu yaşınızda benden güzel yazıyorsunuz!"
5) Caddelerden daima kaçar, evine ve işine tenhâ sokaklardan giderdi. Caddeden geçmeye mutlaka mecbursa, gözlerini meçhul bir noktaya diker, caddeyi kendi hesabına tenhâ bir sokak hâline getirirdi.
6) Kuvvet şımarıklığı en İğrendiği şeydi. Kendisine haksız yere ve ağız dolusu söven bahçıvanı önce dövmüş, sonra da bir taşın üstüne oturup ağlamıştı.
7) Mithat Cemal'in Âkifle İlgili şu tesbiti enteresandır "Akif hayatımın 33 senesidir. Bu 33 senede o, bir tek defa bayağı olmadı. Onun iç yüzüne baktığım vakit gökyüzüne, denize bakar gibi ferahlardım. Sonra 63 senelik hayatını öğrendim; bu ne berrak 63 senedir, siyah ve pis tek bir dakikası yoktur.'"
8) Eserinin beğenilmesi onu çocuk gibi utandırırdı, başka yere bakardı...
9) Kütüphanesindeki kitapların tamamını okumuştu. Bir kitabı önce toptan, sonra tenkit ederek okur; dördüncü okuyuşta bâzı tesbitler yapardı. Az eseri çok okurdu.
10) Bir işin "takriben" Akif e yalan kadar çirkindi. Kırmızıya pembe diyorsanız cürümdü. Ona dörtte gidecekken dördü çeyrek geçe gitmişseniz, geç kaldığınız bu 15 dakika kabahatti,
l1) Yine Mithat Cemal'in bir tesbiti vardır: "Dalkavukluk etmeyen adam gördüm; fakat dalkavukluktan hoşlanmayan adam görmedim. Bunun bir müstesnası vadır: Akif.."
12) Akif için dört şey çamur kadar pisti; Cimrilik, ikbal şımarıklığı, kibir, maddî pislik.
13) Şöyle anlatırdı: "Bir ingiliz'e sormuşlar; Bu kadar an'aneci (gelenekçi) olduğunuz halde nasıl terakki" ettiniz? ingiliz cevap vermiş: Bizde en yeni an'ane 600 seneliktir, en eski teceddüd (yenilik) 6 saatlik" Akif de böyleydi, 14 asırlık an'aneyle 14 saatlik teceddüdün beraber yürümesini isterdi.

_alıntı_
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Mehmet Akif

Mehmet Akif
Yasin Doğan


MEHMET AKİF Ersoy, 1873 yılında İstanbul'un Fatih semtinde Sarıgüzel'de doğdu. Babası Fatih Dersiamlarından Tahir Efendi, annesi Şerife Hanımdır.
Akif, ilk tahsiline dört yaşında Fatih civarında Emir Buharî mahalle mektebinde başladı. Sonra İptidaî Mektebinde ve Fatih Merkez Rüştiyesinde okudu. Bu arada babasından Arapça öğreniyordu. Fatih Camii'nde de Hafız Divanı, Gülistan ve Mesnevî okutan Esat Dede'ye devam eden Akif, Mülkiye ve Baytar Mektebinden sonra 1893 yılında Baytarlıkla başlayan memuriyet hayatını 1913 yılına kadar devam ettirdi. Memuriyetten istifa ettiği zaman bile Darulfünunda (üniversite) edebiyat dersleri veren Akif, meşrutiyetle birlikte ilk şiirlerini Sırat-ı Mustakim' de yayınlamaya başladı. Bu devrede "Safahat" şairi olan Akif, 1918'den sonra Anadolu da başlayan isyanları fırsat bilir ve Balıkesir'e giderek orada mücahitlerle görüşür, camilerde hutbeler okuyarak müslüman halkı İslam için cihada çağırır.
ANADOLU kıyamı ile Ankara'ya geçer. Artık Akif, Kurtuluş Savaşı'nın sembol ismidir. Vaazları, şiirleri valiler, ordu komutanları ve müftüler tarafından on binlerce çoğaltılarak Anadolu'nun en ücra köşelerine ve Rusya'nın içlerine kadar her yere dağıtılır. Kendisi Burdur mebusu olarak Birinci Büyük Millet Meclisine girer ve 1921 yılında İstiklal Marşını yazar. Yazdığı Marş, mecliste üç defa ayakta dinlenerek ve alkışlanarak kabul edilen Akif, verilecek olan ödülü de parayla İstiklal Marşı yazılamayacağını söyleyerek reddeder.
SONRA Cumhuriyet ilan edilir ve bilinen devrimler yapılır. Akif bir süre sadece kışları geçirdiği Mısır'a, temelli gider ve ölümünden kısa bir süre önce Türkiye'ye döner. 27 Aralık 1936 yılında hakkın rahmetine kavuşan, koskoca bir İslam İmparatorluğunun gözleri önünde eriyerek küçücük bir Anadolu'ya sığması ve İslam aleminden koparak, eski gücümüzü kaybetmemiz ve hızla batılılaşmamız üzerine yüreği bir yangın yerine dönen ve Safahat'ında bu yanışı acı acı seyrettiğimiz Mehmet Akif'in ruhu için yüzlerce fatiha....

Altınoluk Dergisi
 

Dut_agaci

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
7,219
Tepkime puanı
330
Puanları
0
Web sitesi
www.Menzil.Net
Mehmet Akif ErsoyMuzaffer Taşyürek | Aralık 1999 | DİĞER YAZILAR

O, altı asırlık Osmanlı çınarının artık devrildiği bir dönemin ızdıraplı ama vakur sesi. Onulmaz acılarla paramparça olmuş mukaddes vatanın umut ve diriliş müjdecisi. Ve şiiri: dayanılmaz acılara rağmen asla inilti değil; bir muhasebe, bir haykırış ve kendine dön çağrısı. Çünkü O, bir devrin değil, bir medeniyetin şairi. Mehmet Akif, İslâm’ın ve istiklâlimizin şairi…

27 Aralık 1936 akşamı, gözlerini ebedî hayata uyanmak için kaparken yalnızdı. Ertesi gün, Bayezid Camii’ne tek atlı bir arabayla getirilirken garipti. Arkasında yalnızca birkaç dostu yürüyordu. Sessizce musalla taşına konulan tabutu sahipsizdi. Bir üniversite öğrencisinin, askeri tıbbiyede okuyan Ali Nihat Tarlan ve arkadaşlarını haberdar etmesine kadar, çevresinde yalnızca güvercinler uçuşuyordu.

O öğrencinin musalladaki tabutun üzerinde bulunan kağıdı okumasıyla her şey değişmiş, “İslâm Şairi”nin vefatının duyulmasıyla bütün üniversite ve bilahare İstanbul ayağa kalkmış ve gençlik bir sel gibi Bayezid Camii’nin avlusuna akmıştı. Tabutu, onun “Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak” mısralarıyla anlattığı al bayrağımızla örtülmüştü.

Asımın nesli, en karanlık günlerde “Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklâl” diye haykıran, mücadele adamı, büyük şaire sahip çıkmış, cenaze kendisinden önce hiç kimseye nasip olmayan bir cemaatle kaldırılarak, Edirnekapı şehitliğine götürülmüştü. Cenazesi, aziz dostu Ahmed Naim Baban’ın yanına defnedilmişti. Biraz ilerisinde de bir başka dostu, Süleyman Nazif yatıyordu.

İslâm Şairi
Üstün bir zekaya, kuvvetli bir iradeye sahip olan Mehmed Akif son yıllarında inzivaya çekilmişti. O, devlet makam ve mevkilerinden uzak durup, dervişane hayat süren bir gönül adamıydı.

Hasan Basri Çantay, onun insan-ı kâmillerin ahlâkı ile ahlâklandığını anlatırken şunları söyler: “Üstad, bütün hayatını fakru zaruret içinde geçirdi. Böyleyken halinden şikayet ettiğini ne ben, ne de diğer yakınları duyduk. Bununla beraber kendisi gayet cömert idi. Kesesinde kaç kuruş varsa dağıtırdı.”

Mehmed Akif, 1920’de kurulan TBMM’nin kayıt defterinde meslek hanesine “İslâm Şairi” olarak yazılmış bir kişilikti. Söylediği her sözün, hakikatin ta kendisi olmasına azami titizlik gösteren Akif;

“Şudur benim cihanda en beğendiğim meslek
Sözün odun gibi olsun, hakikat olsun tek”

mısralarıyla, söylenen sözün edebi inceliklerden yoksun, odun gibi bir söz de olsa, gerçeği yansıtması gerektiğini vurgularken, hayatı boyunca İslâm aleminin içinde çırpındığı sefaleti, miskinliği ve uğradığı felaketleri bütün çıplaklığı ile göz önüne sermeye çalıştı. Mısraları insanların beynini zorlamayı halâ sürdürmekte.

Akif, hakikatları haykırırken, Hakk’ın hatırını yüce ve önde tutmuş ve onu hiçbir şeye, hiçbir bedele değiştirmemişti. Onun ifadelerinden ve felsefesinden rahatsız olanlar, sığ düşünce ve basiretsiz sözlerle hayatında dahi onu hedef almaktan geri kalmamışlardı. Dönemin şairlerinden Tevfik Fikret, buna bir örnektir. Fakat Akif, ‘Asım’ın Nesli’ dediği altın bir nesil yetiştirmeyi hedeflemişken, Fikret’in oğlu Haluk, bir Protestan papazı olmuştu.

Akif, Cemil Meriç’in ifadesiyle “her namuslu insanın yol arkadaşı ve düşünce tarihimizin kilometre taşlarından biri”ydi.

Sezai Karakoç’a göre “Üzerinde çok yazılmış olmasına rağmen, daha Safahat’ı bile derinlemesine ve teferruatlıca incelenmiş değildir. Henüz şiiri bakirdir.. Ama Akif’i inceleyecek nesil gelecektir. Onun sesini öbür seslerden ayıran farkları seçecek, ondaki hayat unsurlarını göz önüne koyacak, onun özlediği medeniyeti kuracak nesil gelecektir.”

Nurettin Topçu ise onun için şöyle der: “Akif’in edebiyat tepesine çektiği sancağın gölgesinde menfaatlerden, hakaretlerden, taassuplardan, zulümlerden doğan kinlere paydos! Milletimize İstiklâl Marşı’nı sunan büyük ruh sahibi, ondan çok daha büyük eser olarak ruhlarımızı istiklâl ile selamete kavuşturacak hakikatin müjdecisidir.”

Evet; Mehmet Akif, dergâhta, mescitte, mecliste, kürsüde, minberde “hamiyet-i milliye” aşılayan bir hatiptir. Yazdığı her mısrayı yaşamış, her anını ruhunda hissetmiş, adeta kelimeleri ilhamla değil, yüreğinden, bileğinden çektiği kanla yazmıştır.

Meşrutiyetten cumhuriyete, acı bir yıkılışın ve sancılı bir kuruluşun canlı şahitlerinden birisi olarak, Cihan Harbi’nin ve emperyalist Batı’nın çirkin yüzünü en açık bir şekilde tasvir eden o olduğu gibi, Milli Mücadele’yi İstiklâl Marşı gibi destanvarî mısralarla en güzel şekilde ifade eden o olmuştur.

Akif’in Kur’an tefsiri
Akif, Safahat ile bize kendi yüzümüzü gösteren, bizi tarihimizle yüzleştiren bir iman ve mücadele adamı ve usta bir şair olduğu kadar, iyi bir mütefekkirdir. Kur’an-ı Kerim’i derin bir tefekkürle ruhuna sindirmiş ve onu hayatımıza ışık tutacak edebi bir üslupla tefsir etmiş bir müfessirdir.
1908 yılında çıkmaya başlayan Sırat-ı Müstakim dergisinde bir tefsir köşesinin yer alması kararlaştırıldığında, bu bölümün yazımını -istekli olmamakla birlikte- Mehmed Akif üstlenir. Derginin amacına uygun bir şekilde münferit ayetlerle veya kısa surelerle ilgili müstakil tefsir yazıları yazan Akif, bu arada tefsire konu olan ayetlerin Türkçe anlamlarını da verir. 1944’de Ömer Rıza Doğrul’un bir araya getirdiği, 1968’de Suat Zühtü Özalp’ın -hiçbir katkıda bulunmaksızın- ikinci kez yayımladığı, 1992’de Doç. Dr. Abdülkerim Abdülkadiroğlu’nun tek tek mehazlarını belirtmek ve önceki iki neşrin eksiklerini tamamlamak suretiyle üçüncü kez neşrine teşebbüs ettiği tefsir yazılarının ana kaynağı, işte bu dergideki yazılardır.

1925 Şubatı’nda, Eskişehir meb’usu Abdullah Azmi Efendi tarafından, Meclis Başkanlığı’na, piyasadaki hatalı meallerden bahisle Kur’an-ı Kerim’in Türkçe meali meselesine devletin el atmasını talep eden 50 imzalı bir önerge sunulur. Müzakereler sonrasında bu önerge kabul edilir. Diyanet İşleri Riyaseti, Kur’an’ın çeviri işiyle Mehmet Akif’i, tefsir kısmının yazımıyla ise Elmalılı Hamdi Yazır’ı görevlendirir. Akif, mealine Mısır’da (1926) başlar ve müsveddeleri oradan gönderir. Fakat sonra projedeki görevinden vazgeçer ve mukaveleyi bir vekili aracılığıyla feshedip, aldığı ücreti yetkililere iade eder. Bunun üzerine Elmalılı, tefsirin yanısıra meal işini de üstlenmek zorunda kalır. Ancak Akif, bu arada çalışmalarını sürdürmüş, hatta bitirmiş ve fakat her defasında mealinin henüz kemale ermediğini söylemekten de geri kalmamıştır.

Savaş Yılları
Akif, Milli Mücadele yıllarında, Anadolu’da cihad ruhunun uyanmasında en büyük moral desteği veren sarıklı mücahidlerdendi. Vaazları ile Anadolu halkını Milli Mücadeleye katılmaya teşvik etti. Onları gayrete getirmek için kasaba kasaba, şehir şehir dolaştı. Kastamonu Nasrullah Camiinde yapmış olduğu bir konuşmasında, Sevr’in ne manaya geldiğini o zamana kadar pek anlayamamış olan Kastamonu halkının dehşetle açılan gözleri karşısında, ne kadar vahim bir vaziyet içinde bulunduğumuzu uzun uzun anlattı ve davudî sesiyle şöyle devam etti:

“Milletler topla, tüfekle, zırhlı ile, ordularla, tayyarelerle yıkılmaz. Milletler ancak aralarındaki rabıtalar çözülerek, herkes kendi başının derdine, kendi havasına, kendi menfaatine, kendi menfaatini temin kaygusuna düştüğü zaman yıkılır.”

“Bizi mahvetmek için tertip edilen muahede-i sulhiye paçavrasını mücahitlerimiz şark tarafında yırtmaya başladılar. Şimdi beri taraftaki dindaşlarımıza düşen vazife, Anadolu’muzun diğer cihetlerindeki düşmanları denize dökerek, o murdar paçavrayı büsbütün parçalamaktır. Zira o parçalanmadıkça İslâm için bu diyarda bekâ imkanı yoktur.”
“Ey cemaat-i müslimin! Düşmanlarımızın bu gün bizden istedikleri ne filan vilayet, ne filan sancaktır; doğrudan doğruya başımızdır, boynumuzdur, hayatımızdır, devletimizdir.”

“Ey cemaat-i müslimîn! Ağyar eline geçen müslüman yurtlarının hali, bizim için en müessir bir levha-i ibrettir. İslâm’ın son mültecası olan bu güzel toprakları düşman istilası altında bırakmayalım. Ye’si, meskeneti, ihtirası, tefrikayı büsbütün atarak, azme, mücahedeye, vahdete sarılalım. Cenab-ı Kibriya, hak yolunda mücahede için meydana atılan azim ve iman sahipleriyle beraberdir.”

Balkan savaşı yıllarında verdiği bir vaazda:

“Ey iman edenler, başkalarının hesabını sizden sormazlar; siz kendinize bakınız” (Maide/50) ayetinin ışığında şunları söyler: “Müslümanlar pek iyi bilmelidirler ki, bizi dört taraftan çeviren felakette her ferdin, evet, bilâ istisna her ferdin, bir mes’uliyeti vardır. Eğer herkes gerek kendi nefsine, gerek Hâlikına, gerek dindaşlarına, vatandaşlarına karşı ifâ ile mükellef bulunduğu vazifeleri ihmal etmiş olmasaydı, bu musibetler, bu belalar, kabil değil başımıza gelmeyecekti.

Başkalarını eleştirmekle kimse vicdanı huzurunda mes’ul olmaktan, mahkum olmaktan kurtulmaz. Biz dört sene evvele gelinceye kadar geçen zamanı susup oturmakla; şu dört seneyi de oturup, konuşup durmakla heder ettik. Hiçbir iş yapmadan yalnız çenesi işleyen bir millet, elbette yaşayamaz.”

İstiklâ Marşı şairimizin o gün söyledikleri bu gün içinde geçerliliğini korumuyor mu?

SEMERKAND DERGİSİ
 
Üst