MEĞER SEVGİ VE HOŞGÖRÜYE NE KADAR DA ÇOK SUSAMIŞIZ

dedekorkut1

Doçent
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
1,149
Tepkime puanı
18
Puanları
38
Konum
Ankara
MEĞER SEVGİ VE HOŞGÖRÜYE NE KADAR DA ÇOK SUSAMIŞIZ

SELİM GÜRBÜZER

Tarihler 1992 yılını gösterdiğinde Türkiye, UNESCO’ya 1992 yılının Mevlâna ve Hoşgörü yılı olması için teklif götürür. Tabii bu geç kalınmış bir teklif olsa da sonuçta bu teklif 1995 yılında netice verip hoşgörü yılı ilan edilmesini beraberinde getirir. Bu arada yeri gelmişken şunu söylemekte fayda var, malum Mevlana’yla özdeşleşen ‘Hoşgörü’ ve ‘Sevgi’ kavramları bir zamanlar FETÖ ihanet çetesinin ağzında sakız olup içi boşaltılmış kavramlar olsa da bu demek değildir ki bu kavramları ağzımıza hiç almayacağız. Tam aksine bu kavramları daha da çok telaffuz ederekten içini doldurup yeniden anlam katmak gerekir.

Düşünsenize Mevlana’yla özdeşleşen ‘hoşgörü’ ve ‘sevgi’ kavramlarının adı bile sevgiye susamış gönüllerde bir anda heyecan uyandırabiliyor. Ancak sadece heyecan duymak yetmez, bizatihi kendi ruh dünyamızda yaşayarak bu kavramları taçlandırmakta gerekir. İlla ki bu kavramlar teoriden pratiğe, sözden öze geçmesi gerekir ki bir anlam kazanabilsin. Aksi halde hoşgörü ve sevgi iklimine hasret kalmış gönüllerde yalın halde kullanılan kavramlar heyecan bazında kalıp bir anlam ifade etmeyecektir. Hiç kuşkusuz sevgi ve hoşgörü kavramlarının adını duyunca heyecanlanmakta güzel bir haslet, fakat heyecan bir yere kadardır, enerjisi bitince bir adım ötesine geçemeyecektir. O halde neydik edip madde kalıbından çıkıp mana âlemine dalmakta gerekir ki sevgi ve hoşgörü enerjimiz tükenmeksizin daim olsun. Ki, enerjisi tükenmeyen sevgiler gök kubbede hoş bir seda olarak yankı bulur da.

İşte tüm bu yankılanmalar eşliğinde gelinen noktada onca orman katliamlarının, onca çevre katliamlarının, onca hayvan katliamlarının, onca insanlık katliamlarının kol gezdiği günümüz dünyasında tüm insanlık sözde değil özde hoşgörü ve sevgi iklimine hasret kalmış durumdadır. Hasretlik öyle zirve yapmış durumda ki baksanıza insanlık bir nebze olsun soluklanmak adına içine düştüğü dipsiz kör kuyudan nasıl çıkacağının arayışı içerisinde habire. Nitekim 2007 yılının Mevlana yılı olarak ilan edilişi de aslında hoşgörü ve sevgiye susamışlığın bir göstergesidir. Zorunluluktan ve ihtiyaçtan da olsa Mevlana ‘Hoşgörü’ abidesi bir gönül sultanı olarak ismiyle müsemma yıl ilan edilmesi en çok bizi sevindirir elbet. Ancak şu da var ki Hoşgörü kültürü sadece Mevlana’yla da oluşmuş bir kültür değil, kökü ta tarihimizin derinliklerine kadar uzanan kültür harcımızdır. Hatta daha da derinlere indiğimizde kâinat daha yaratılmadan önce 'Habibullah' lafzının bizatihi Yüce Allah (c.c) tarafından kelâm edilmesiyle oluşmuş temel harcımızdır. Ki, bu temel harcın özünü ruhumuza kodlanmış Nübüvvet-i gül kokusundan pekâlâ hissedebiliyoruz. Zira Yüce Allah (c.c) "Ya Habibim! Sen olmasaydın tüm kâinatı yaratmazdım" diye beyan buyurmakla bu gerçeğe işaret etmiştir. Malumunuz Hz. Âdem (a.s) topraktan halk edilip gözünü açtığında ilkin Hz. Muhammed (s.a.v)’in nurunu görmüştür. İşte bu nedenledir ki, tüm peygamberler enbiya halkasının reisi iki cihan Serveri Allah’ın Habib’ine ümmet olabilmenin iştiyakıyla yanıp halkası olmasına rağmen aslında ruhen ilk halkadır. Sakın ola ki, bu da nasıl olur demeyin, bikere Yüce Allah’ın beyan buyurduğu hadis-i kudsi gayet açık bir şekilde tüm cümle âlemlerin O’nun yüzü suyu hürmetine yaratıldığını işaret buyurmakta. Hem Yüce Allah (c.c) yarattığı tüm mahlûkata ‘Habibim’ diye beyan ederde bilhassa bu yarattıkları içerisinden ümmeti olarak bizlerde bu arada boş durur muyuz, elbette boş durmayız. Hiç kuşkusuz isminin geçtiği her mekân ve zamanda derhal O’nu salâvatlarla ve “Adı güzel kendi güzel Muhammed” nidalarıyla yâd etmekten kendimizi alamayız da. Bu öyle bir yâd ediştir ki, ümmetin her bir salâvat getirişi Allah indinde ümmetinin şefaatine vesile olacak manevi hediye olarak karşılık bulur da. Ki, adı üzerinde Gül kokusu Nebi (s.a.v), yani Allah'ın Habibi olması hasebiyle ruz-i mahşerde salâvat getiren ümmetinden şefaatini esirgemeyecektir, buna inancımız tamdır zaten.

Aslında tüm Peygamberlerde rahmet olmak için gelmişlerdir, ama en son halkada yer alan Peygamberimiz (s.a.v)’in tüm peygamberlerden en belirgin farkı rahmetinin tüm insanlığı kapsıyor olmasıdır. Besbellidir ki Yüce Allah’ın rahmeti Peygamberimiz (s.a.v)’e gelene dek ferd ferd, oba oba, kavim kavim tecelli etmiştir. Bunu her bir peygamber kıssasına baktığımızda kendilerine elçi olarak gönderilen peygamberine tabii olan kavimlerin Allah’ın rahmetinden istifade edip necat bulduğunu, tabii olmayanların ise helâk olduklarından pekâlâ görebiliyoruz. Düşünebiliyor musunuz Kenan, Hz. Nuh (a.s)’ın oğlu olmasına rağmen kurtuluşa eremedi. Bu demektir ki, bir insan iman etmediği müddetçe peygamber oğlu da olsa onun için tufan kaçınılmaz hazin bir akıbettir. Keza Nemrud’un Hz. İbrahim'i ateşe atmasından tutunda Firavun'un kendisini ilâh görüp Hz. Musa (a.s)’ı kovalamaya kalkışmasındaki bir dizi hadiselere baktığımızda Nemrud’u ve Firavun’u da bu acı hazin akıbet vurur. Nitekim Nemrud’un yaktığı o koca ateş Hz. İbrahim'e serin olup Allah'ın (c.c.) lütfü ve inayetiyle gül bahçesine dönüşüverirken, Firavun’un ardına düşüp kovalamaya kalkıştığı Hz Musa (a.s)’a Kızıl Denizde yine Allah’ın lütfu ve keremiyle aydınlık yol oluverir.
 

Ekli dosyalar

  • HOŞGÖRÜ.jpg
    HOŞGÖRÜ.jpg
    13.4 KB · Görüntüleme: 0

dedekorkut1

Doçent
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
1,149
Tepkime puanı
18
Puanları
38
Konum
Ankara
MEĞER SEVGİ VE HOŞGÖRÜYE NE KADAR DA ÇOK SUSAMIŞIZ-2

SELİM GÜRBÜZER
Öyle anlaşılıyor ki, hoşgörüsüzlük ve sevgisizlik hemen her devirde görülebilen illet bir durumdur. Ancak bu demek değildir ki insanoğlu iyi-kötü, güzel-çirkin, adalet-zulüm gibi ikili şıklardan ikincisini tercih etsin. Yüce Allah’ın her şeyi iki zıt kutup üzere yaratması zıtlıklara bakıp doğruyu bulmamız içindir. Öyle ya, madem her şey zıddı ile bilinir, o halde bu temel düsturdan hareketle mutlak iyiliği, mutlak güzeli, mutlak adaleti, mutlak hoşgörüyü, mutlak sevgiyi tercih etmek bizim için en büyük kazanım olacaktır. Anlaşılan o ki, zıtlıklar üzerine kurulu yaşadığımız âlemde bizden manevi kazanç kapısı olarak kesretten vahdete bir yol takip etmemiz murad edilmiş. Bir başka ifadeyle onca zıtlıklar içerisinde iyiyi kötüden, güzeli çirkinden ayırıp vahdet deryasına dalmamız istenmekte. Kaldı ki birbirine zıttı ikilemler ve farklılıklar olmasaydı yaşadığımız hayat monoton bir hayat, tekdüze ve tek renkli bir hayat olacaktı. Belli ki onca çeşitlilik vahdet deryasında vuslata ermemiz için vardır. Zaten O’ndan geldik O’na döneceğiz yaratılış gayemiz gereği çokluk içinde ‘Bir’e, yani kesretten (çokluktan) vahdete ulaşmak ülkümüz vazgeçemeyeceğimiz biricik vuslat davamız olmalıdır. Bakınız Osmanlı altı yüz sene ayakta kalmayı başarmışsa, hiç kuşkusuz bunda en büyük etken unsur kesretten vahdete bir yol takip etmelerine borçludur. Zira Devlet-i Aliye bağrında taşıdığı tüm etnik, mezhebi ve meşrebi farklılıkları bir arada yaşatmanın formülünü çokluk içinde vahdet bilincinde bulmuştur. Böylece Osmanlı çokluk içinde vahdet olmak bilinci sayesinde Âleme Nizam olabilmiştir. Nitekim Fatih Sultan Mehmed’in bir elinde pusat bir elinde elin de gül ile çağ açıp çağ kapatması bunun bariz bir göstergesidir.

Bakınız çokluk içinde birlik olmanın önemini Yunus Emre nasıl dile getiriyor:

Gelin birlik olalım.

İşi kolay kılalım,

Sevelim sevilelim,

Dünya kimseye kalmaz.




Hakeza Hudai de hoşgörünün önemini şöyle dillendirir:

Faydası olmayan bahardan yazdan,

Yüce dağ başının kışı makbuldür.

Cahilin yaptığı sohbetten sözden,

Âlimin hayali düşü makbuldür.



Lokma yeme muhannetin elinden,

Kurtulamazsın sonra acı dilinden.

Namertlerin kaymağından balından,

Merdin kuru yavan aşı makbuldür.



Hüdai söyler incecikten,

Hal ehli olmayan ne bilir halden.

Bilgisiz, görgüsüz, hoşgörüsüz kuldan,

Ölülerin mezar taşı makbuldür.


İşte yukarıdaki mısralarda da görüldüğü üzere bizim engin öz kültür kodlarımızın temelinde hoşgörü ve sevgi gerçeği vardır. Ancak şu da var ki, hoşgörünün de bir sınırı vardır elbet. Mesela öyle olası durumlar vardır ki ihtiyatı elden bırakmamayı gerektirir de. İşte bu yüzden Peygamberimiz (s.a.v) olası durumlara karşı dikkatimizi çekerek şöyle beyan buyurmuşlardır; "Sevdiğini bir dereceye kadar sev. Belki bir gün düşmanın olur. Düşmanına da bir dereceye kadar düşmanlık yap. Belki bir gün sevgilin ve dostun olur."

Şayet Pir-i Türkistan Ahmet Yesevi'yi, Mevlâna’yı, Yunus'u ve daha nice Gönül Sultanlarının yolunu yol bilirsek pembe şafakların doğmasıyla birlikte hoşgörü ve sevgi seli bir iklimin vuku bulması bir hayal değil hakikatin ta kendisi olacaktır. Yok, eğer yol kesen haramilerin veya gönül hırsızların yolunu yol bilirsek maazallah her türden ve musibetlerin hız kesmediği hak ve hakikatten uzak karanlık bir hayat yaşayacağız demektir. O halde en iyisi mi biz eşeği üzerinde hızla evine giderken yolda cami çıkışında cemaati gördüğünde cemaate arkası dönük olmasın diye hemen oracıkta eşeği üzere ters binip saygı göstererekten ilerleyen Nasreddin Hoca’nın izinden yürüyelim ki, yediden yetmişe hemen herkesin Yunus misali hoşgörü ve sevgi bülbülü gazi dervişleri olabilelim. Yine Nasreddin Hoca misali barkacındaki yoğurt mayasını göle kaşık kaşık çalaraktan tutması için gösterdiği çabadan hareketle bizlerde hoşgörü ve sevgi mayasını bu topraklarda karış karış tutması için çaba sarf etmeli ki, tıptı atalarımız gibi tüm insanlığa hoşgörü ve sevgi fedaileri olabilelim. Hoşgörü ve sevgi fedaileri olmaya mecburuz da zaten. Çünkü mehter marşıyla bize hatırlattırılan ‘Ceddin deden, neslin baban’ torunları olmamız sevgi ve muhabbet fedaisi olmamızı gerektirmekte. Madem öyle sevgi ve muhabbet fedaisi olmanın gereği olarak önce kendimize çeki düzen vermemiz icab eder sonrada Allah’ın rızası doğrultusunda cümle âleme umut kapısı olmak gerekir. Tüm bu gereklikleri yerine getirdiğimizde biiznillah sevgi deryasının önünde hiçbir güç mani olup sed oluşturamayacaktır.

Vesselam.
 

Ekli dosyalar

  • HOŞGÖRÜ.jpg
    HOŞGÖRÜ.jpg
    13.4 KB · Görüntüleme: 0
Üst