dedekorkut1
Doçent
MEĞER SEVGİ VE HOŞGÖRÜYE NE KADAR DA ÇOK SUSAMIŞIZ
SELİM GÜRBÜZER
Tarihler 1992 yılını gösterdiğinde Türkiye, UNESCO’ya 1992 yılının Mevlâna ve Hoşgörü yılı olması için teklif götürür. Tabii bu geç kalınmış bir teklif olsa da sonuçta bu teklif 1995 yılında netice verip hoşgörü yılı ilan edilmesini beraberinde getirir. Bu arada yeri gelmişken şunu söylemekte fayda var, malum Mevlana’yla özdeşleşen ‘Hoşgörü’ ve ‘Sevgi’ kavramları bir zamanlar FETÖ ihanet çetesinin ağzında sakız olup içi boşaltılmış kavramlar olsa da bu demek değildir ki bu kavramları ağzımıza hiç almayacağız. Tam aksine bu kavramları daha da çok telaffuz ederekten içini doldurup yeniden anlam katmak gerekir.
Düşünsenize Mevlana’yla özdeşleşen ‘hoşgörü’ ve ‘sevgi’ kavramlarının adı bile sevgiye susamış gönüllerde bir anda heyecan uyandırabiliyor. Ancak sadece heyecan duymak yetmez, bizatihi kendi ruh dünyamızda yaşayarak bu kavramları taçlandırmakta gerekir. İlla ki bu kavramlar teoriden pratiğe, sözden öze geçmesi gerekir ki bir anlam kazanabilsin. Aksi halde hoşgörü ve sevgi iklimine hasret kalmış gönüllerde yalın halde kullanılan kavramlar heyecan bazında kalıp bir anlam ifade etmeyecektir. Hiç kuşkusuz sevgi ve hoşgörü kavramlarının adını duyunca heyecanlanmakta güzel bir haslet, fakat heyecan bir yere kadardır, enerjisi bitince bir adım ötesine geçemeyecektir. O halde neydik edip madde kalıbından çıkıp mana âlemine dalmakta gerekir ki sevgi ve hoşgörü enerjimiz tükenmeksizin daim olsun. Ki, enerjisi tükenmeyen sevgiler gök kubbede hoş bir seda olarak yankı bulur da.
İşte tüm bu yankılanmalar eşliğinde gelinen noktada onca orman katliamlarının, onca çevre katliamlarının, onca hayvan katliamlarının, onca insanlık katliamlarının kol gezdiği günümüz dünyasında tüm insanlık sözde değil özde hoşgörü ve sevgi iklimine hasret kalmış durumdadır. Hasretlik öyle zirve yapmış durumda ki baksanıza insanlık bir nebze olsun soluklanmak adına içine düştüğü dipsiz kör kuyudan nasıl çıkacağının arayışı içerisinde habire. Nitekim 2007 yılının Mevlana yılı olarak ilan edilişi de aslında hoşgörü ve sevgiye susamışlığın bir göstergesidir. Zorunluluktan ve ihtiyaçtan da olsa Mevlana ‘Hoşgörü’ abidesi bir gönül sultanı olarak ismiyle müsemma yıl ilan edilmesi en çok bizi sevindirir elbet. Ancak şu da var ki Hoşgörü kültürü sadece Mevlana’yla da oluşmuş bir kültür değil, kökü ta tarihimizin derinliklerine kadar uzanan kültür harcımızdır. Hatta daha da derinlere indiğimizde kâinat daha yaratılmadan önce 'Habibullah' lafzının bizatihi Yüce Allah (c.c) tarafından kelâm edilmesiyle oluşmuş temel harcımızdır. Ki, bu temel harcın özünü ruhumuza kodlanmış Nübüvvet-i gül kokusundan pekâlâ hissedebiliyoruz. Zira Yüce Allah (c.c) "Ya Habibim! Sen olmasaydın tüm kâinatı yaratmazdım" diye beyan buyurmakla bu gerçeğe işaret etmiştir. Malumunuz Hz. Âdem (a.s) topraktan halk edilip gözünü açtığında ilkin Hz. Muhammed (s.a.v)’in nurunu görmüştür. İşte bu nedenledir ki, tüm peygamberler enbiya halkasının reisi iki cihan Serveri Allah’ın Habib’ine ümmet olabilmenin iştiyakıyla yanıp halkası olmasına rağmen aslında ruhen ilk halkadır. Sakın ola ki, bu da nasıl olur demeyin, bikere Yüce Allah’ın beyan buyurduğu hadis-i kudsi gayet açık bir şekilde tüm cümle âlemlerin O’nun yüzü suyu hürmetine yaratıldığını işaret buyurmakta. Hem Yüce Allah (c.c) yarattığı tüm mahlûkata ‘Habibim’ diye beyan ederde bilhassa bu yarattıkları içerisinden ümmeti olarak bizlerde bu arada boş durur muyuz, elbette boş durmayız. Hiç kuşkusuz isminin geçtiği her mekân ve zamanda derhal O’nu salâvatlarla ve “Adı güzel kendi güzel Muhammed” nidalarıyla yâd etmekten kendimizi alamayız da. Bu öyle bir yâd ediştir ki, ümmetin her bir salâvat getirişi Allah indinde ümmetinin şefaatine vesile olacak manevi hediye olarak karşılık bulur da. Ki, adı üzerinde Gül kokusu Nebi (s.a.v), yani Allah'ın Habibi olması hasebiyle ruz-i mahşerde salâvat getiren ümmetinden şefaatini esirgemeyecektir, buna inancımız tamdır zaten.
Aslında tüm Peygamberlerde rahmet olmak için gelmişlerdir, ama en son halkada yer alan Peygamberimiz (s.a.v)’in tüm peygamberlerden en belirgin farkı rahmetinin tüm insanlığı kapsıyor olmasıdır. Besbellidir ki Yüce Allah’ın rahmeti Peygamberimiz (s.a.v)’e gelene dek ferd ferd, oba oba, kavim kavim tecelli etmiştir. Bunu her bir peygamber kıssasına baktığımızda kendilerine elçi olarak gönderilen peygamberine tabii olan kavimlerin Allah’ın rahmetinden istifade edip necat bulduğunu, tabii olmayanların ise helâk olduklarından pekâlâ görebiliyoruz. Düşünebiliyor musunuz Kenan, Hz. Nuh (a.s)’ın oğlu olmasına rağmen kurtuluşa eremedi. Bu demektir ki, bir insan iman etmediği müddetçe peygamber oğlu da olsa onun için tufan kaçınılmaz hazin bir akıbettir. Keza Nemrud’un Hz. İbrahim'i ateşe atmasından tutunda Firavun'un kendisini ilâh görüp Hz. Musa (a.s)’ı kovalamaya kalkışmasındaki bir dizi hadiselere baktığımızda Nemrud’u ve Firavun’u da bu acı hazin akıbet vurur. Nitekim Nemrud’un yaktığı o koca ateş Hz. İbrahim'e serin olup Allah'ın (c.c.) lütfü ve inayetiyle gül bahçesine dönüşüverirken, Firavun’un ardına düşüp kovalamaya kalkıştığı Hz Musa (a.s)’a Kızıl Denizde yine Allah’ın lütfu ve keremiyle aydınlık yol oluverir.