girdap
Ordinaryus
- Katılım
- 8 Şub 2007
- Mesajlar
- 2,541
- Tepkime puanı
- 252
- Puanları
- 0
Tasavvuf, insanın kalbindeki kötü vasıflardan kurtulma çarelerini gösteren, kalpteki iyi vasıflar ve onları kazanma yollarını öğreten bir mekteptir. Saliklerin manevi mertebeleri kat ederek en yüksek mertebe olan “İnsan-ı Kâmil” mertebesine ulaşmanın kurallarında ve nihayet “Tevhid” in sırlarından bahseden bir ilimdir, diye tarif edebiliriz. Tasavvufta gaye; insanı yükseltmek, iyi bir Müslüman yapmak, onu Allah’a yaklaştırmak ve hatta her zaman ve her mekânda kulu, Allah’la beraber olabileceği mertebeye ulaştırmaktır. Bu mertebeye yükselmiş ve Müslümanlığı tam manasıyla yaşayacak olgunluğa ulaşmış mü’min kişiler etraflarına nurlar saçarlar.
Türklerin kalabalık olarak bulunduğu Horasan’da 11. yüzyıldan beri yoğun bir tasavvuf hayatı vardı. 13. yüzyılda Moğolların istilasına uğrayan Horasan bölgesindeki başta Ahmet Yesevî dervişleri olmak üzere Anadolu’ya geldiler. Mutasavvıf dervişler Anadolu’ya yeni bir fikir, ahlâk ve iman canlılığı getirdiler. Anadolu’daki halka ışıl ışıl, ilahî, ruhanî bir âlemin kapılarını açtılar. Tasavvuf saray ve konaklarda, şiir ve sanat neşesi olurken, halk arasında Allah sevgisi erenlere saygı ve ahlâk öğütleri şeklinde yayılarak bir hayat tarzı oldu.[1]
Anadolu’nun manevi ikliminde doğup büyüyen bir mutasavvıfımız da; Malatyalı Niyâzî-i Mısrî’dir.
Asıl adı Mehmed olan Niyâzî 12 Rebiülevvel 1027 (8 şubat 1618) gecesi Malatya’nın Soğanlı köyünde doğmuştur. Babası Ali Çelebi, bir seyyah Nakşibendîdir. Mutasavvıfımız dünyayı en çok gezip, ayrıca irşad görevi yapan sofilerden olup, Diyarbakır, Bağ dat, Kerbela yoluyla Mısır'a da gitmiş, Kahire’de bir Kadiri şeyhine bağlanmıştır.[2]
Bir yandan Câmiü'l-Ezher'de ilim tahsil ederken, öbür yandan da bir Kadirî şeyhine hizmet etmiştir. Ezher'de gördüğü bir rüya, hayatının istikametini değiştire cektir. Rüyasında Şeyh Abdülkadir Geylanî'yi görür. Geylanî kendisine, aradığı şeyhin bu şehirde olmadığını söyler. Mesajı almıştır bir kere. İntisap ettiği Şeyhin Kahire'de kalması konusundaki ısrarlarını dinlemeyerek uzun sürecek seferîliğine başlar.
Gide gide Elmalı'ya ulaşır ve orada tanıdığı Ümmi Si nan'ın hizmetine girer. Kalbinin şifasını bulmuştur bura da. Ama bedeni, coğrafyanın atlaslarını üzerine dolama ya devam edecektir. Kütahya ve Uşak üzerinden Bursa'ya geçtiğinde yıllardan 1661'dir ve 44 yaşındadır. Bir tüccar bulur ve kendisine tekke yapılma sını ister. Bina yapılana kadar Şehreküstü Camii yakının daki bir tekkede, Ulucami yakınlarındaki bir medresede ve Veled-i Enbiya Camii kayyımı Debbağ Ali Dede'nin evinde idare eder. Bursa'da Hacı Mustafa adlı birinin kı*zıyla evlenir. Bir kızı dünyaya gelir. Abdal Çelebi adlı İran lı bir tüccarın yaptırdığı ilk Mısrî dergâhı, tam da Girit'in fethedildiği yıl olan 1669'da törenle açılır. Sadrazam Köprülüzâde Fazıl Ahmet Paşa’nın daveti üzerine Edirne’ye çağrılmıştır.
Niyâzî-i Mısrî, IV. (Avcı) Mehmed devrinde, son derece nüfuzlu bir şeyh olarak Lehis tan seferine çıkacak ordunun maneviyatını yükseltecek irşatları yapmak üzre İs tanbul'a da çağrılmıştır.
Niyâzî-i Mısrî’nin, cifr ilmiyle uğraşması, böylece gelecek teki olaylara dair bazı malumatlar vermesi ve Vahdet-i Vücudcu görüşleri sebebiyle sık sık tenkitlere maruz kaldığı biliniyor. Bu görüşleri ve sert çıkışları yü zünden Rodos adası na sürgüne gönderilir. Sürgündeyken, geride bıraktığı ki tapların yağmalandığı haberini aldığında, duygularını,
Sevdim seni, hep varım yağmadır alan alsın
Gördüm seni, efkârım yağmadır alan alsın
diye başlayan meşhur şiirinde dile getirmiştir.
Rodos'tan Bursa'ya döner ama ardından bu defa Limni'ye sürgüne gönderilir. Affedilir affedilmesine ya, Niyâzî-i Mısrî'yi affetmek kimin haddinedir? Geri dönmez ve tam 15 yıl Limni'de kalarak orada yeni bir irfan çerağı yandırmak için uğraşır. Sanki orada öleceğini ön*ceden görmüşcesine geleceğin türbedarlarını yetiştirmeye adar kendisini.
Bursa'ya son defa döndüğünde 74 yaşında bir pir-i fânidir artık. Sadece iki yıl kaldığı son Bursa günlerinden sonra bu defa açılan Nemçe (II. Viyana) seferine muhalefet etmesi yüzünden[3] kendisini toprağına emanet edeceği Limni'ye tekrar sürgüne gönderilir. 78 yaşında iken 20 Recep 1005 (16 Mart 1694) tarihinde vefat eder . Türbesi Limni adasındadır.
Bugün türbesini ziyaret edenlerin verdiği bilgilere göre, Türkçe bilmese de bir türbedârı yanı başından ayrılmamaktadır.[4]
Hemen hemen bütün şiirleri tasavvufi mahiyettedir. Gece yazdığı şiirlerinde Niyâzî, gündüz yazdığı şiirlerinde ise Mısrî mahlaslarını kullandığı söylenir. [5] Tasavvuf ve Kur'an ilimlerinde 10 kadar eser sahibidir. Bu eserlerden birisi, Prof. Dr. Süleyman Ateş tarafından “İrfan Sofraları” adıyla (1971) yayımlamıştır.
Bilgin yorumcu, ünlü mürşit, tasavvuf eri, şeyhi Ümmî Sinan'a çok vefalı bir mürid olan Niyâzî-i Mısrî, ölümünden sonra daha çok şiirleri ile ün yapmıştır. Zamanında ise, dergâhlar âleminin en güçlülerinden sayılıyordu. Büyük şöhret sahibi olan Niyâzî şiirin derinliklerinden ziyade şekilde ve söyleyişte yenilik yapan usta bir şairdir. Bir çok defa, yeni ve eski yazı ile basılan Divan'ında, şiirlerinin eski büyüklerin ölçülerine çıktığı söyleyenler vardır. Aruz şiirlerinde Fuzûlî ve Nesimî'nin; hece şiirlerinde ise esasen hayranı ve övücüsü olduğu Yunus Emre'nin üslûp ve dünyaları hâkimdir.[6]
Sultan Abdülmecid Han, Selanik’e giderken fırtına sebebi ile bulunduğu gemi Limni’ye sığınır. Uzaktan gördüğü türbenin kime ait olduğunu sorar. Yanındakilerden birisi türbenin Niyâzî-i Mısrî’ye ait olduğunu söyler ve onun başından geçenleri anlatır. Bunun üzerine Sultan Abdülmecid, Niyâzî Mısrî Hazretlerinin kabrini ziyarete gider. Türbede Niyâzî-i Mısrî’nin ruhaniyetine hitaben; Ey Niyâzî-i Mısrî, kıymetini bilemeyen kimselere beddua eylemişin sonradan gelen bizlerin bunda bir kabahati yok. Bizlere feyizli nazarının geldiği aşikar olmadıkça türbenden dışarı çıkmam.” Diye yalvarır ve Kur’an-ı Kerim okuyarak ruhuna hediye eder. Sultan Abdülmecid Han Niyâzî-i Mısrî Hazretlerinin feyiz dolu nazarlarına kavuşunce dışarı çıkar ve türbenin tamir edilmesi için emir verir.[7]
Vefâ duygusu, sorumluluk hissini büyütüp besleyen bir erdemdir. Sevdiklerinizi hatırlamak, onlara karşı sorumluluğunuzu hissetmek, onları özlemek bu duygunun tesirindendir. Malatya’da doğmuş olan bu mutasavvıfımıza Malatyalılar büyük saygı duyarlar ve sahip çıkarlar. Bu vefânın örneğidir ki, caddeler, okullar, yurtlar, vakıflar hep onun adını taşımaktadır. Yine Malatya Belediyesi tarafından geçtiğimz günlerde “Uluslararası Niyâzî-i Mısrî Sempozyumu” düzenlenmiştir.
Niyâzî-i Mısrî’de doğup büyüdüğü Malatya’ya vefâlı davranmış ve bir şiir kaleme almıştır.
“Aspuzu” redifli şiirinde bu şehrin güzelliklerinden bahsetmektedir. Osmanlı kaynaklarının hemen hemen hepsinin Malatya olarak zikrettikleri şehrin adı hakkında Evliya Çelebi dikkat çekici tespitlerde bulunmuştur. Zira O, Acemlerin “Aspozan”, Türkmenlerin “Mal-atiyyye”, Arapların “Malatye”, Yunanların “Rakabe”, tarihçelerin ise “Darü’r-Rakabe/Rakbe” dediği Malatya adının değişik zikredilişlerini beyan etmiştir. Aspuzu, Aspozan, Aspuzan şekillerinde verilen bu isim, Malatya’nın günümüzdeki kuruluş yerinin eski adıdır.[8]
Malatyalı mutasavvıfımız Niyâzî-i Mısrî’nin “Aspuzu” redifli şiirini vererek yazımızı bitirelim.
Bârekallah gülistan-ı bübülandır Aspuzu
Cenneti tezkîr eder âl-i mekândır Aspuzu
Mutedil eb ü hevâ hem müctemi’ envâ-ı zevk
Mecmu-ı bezmi sefay-ı ârifandır Aspuzu
Ab-ı hayvanı beğenmez hasletinden Der-Mesih
Aktığınca sanki bir ruh-i revândır Aspuzu
Câme-i hârdasın eyyam-ı rebi’de kim giyer
Şüphesiz menzil-gehi Hızr-ı zamadır Aspuzu
Her taraf pür-meyve-i şîrin leb-i dildâr misâl
Yeşil atlasla donanmış nev-civândır Aspuzu
Bâ medat elmâsı üzre nakş olur ebyât-ı sürh
Lâcerem sun’-ı Hudâ’ya bir beyandır Aspuzu
Ol sebepten ehl-i pür-akl ü zekâ vü marifet
Mahzen-i ehl-i ulûm-i kâmilandır Aspuzu
“Cenneti min tahtıhel enharı terci” dense hûb
“Hazihi cennati adnin”den nişandır Aspuzu
Ey Niyâzî ger dokunmayaydı hiç bâd-ı fenâ
Kim demezdi ona firdevsi cinandır Aspuzu[9]
Musa Tektaş
www.sanatalemi.net
[1] Kabaklı, Ahmet, Türk Edebiyatı, C:2, s.276, Türk Edebiyatı Vakfı Yay., İstanbul, 2000
[2] Gölpınarlı, Abdulbaki, İslam Ansiklopedisi, “Niyâzî-i Mısrî maddesi”, C:9, s. 305, M.E.B. Yay, İst, 1993
[3] Ateş, Süleyman, “Niyâzî-i Mısrî (1618-1694)’nin Hayatı ve Eserleri”, Niyâzî-i Mısrî, Mavaidu’l-İrfan- İrfan Sofraları, Notlarla Çeviren: Süleyman Ateş, s. 2-4, Ankara 1971,
[4] Armağan, Mustafa, Şehirlerin Atlasına Dolanan Hayat Bağları, Türk Edebiyatı Dergisi, s. 8-9, Sayı: 362, Aralık 2003.
[5] Gölpınarlı , a.g.m. s. 306
[6] Kabaklı, Ahmet, Türk Edebiyatı, c. II, s. 425, Türk Edebiyatı Vakfı Yay., 10. Baskı, İst, 2000
[7] Evliyalar Ansiklopedisi, c. 9, s. 327, İhlas Yay., İstanbul, 1992.
[8] Göğebakan, Göknur, XVI. Yüzyılda Malatya Kazası, s.5, Malatya Bel. Yay.,Malatya, 2002.
[9] Niyâzî Divanı, (Osmanlıca) basım yeri ve tarihi yok, s.78-79; Ayrıca Bkz; Malatya Şiirleri Antolojisi, s. 48.
Türklerin kalabalık olarak bulunduğu Horasan’da 11. yüzyıldan beri yoğun bir tasavvuf hayatı vardı. 13. yüzyılda Moğolların istilasına uğrayan Horasan bölgesindeki başta Ahmet Yesevî dervişleri olmak üzere Anadolu’ya geldiler. Mutasavvıf dervişler Anadolu’ya yeni bir fikir, ahlâk ve iman canlılığı getirdiler. Anadolu’daki halka ışıl ışıl, ilahî, ruhanî bir âlemin kapılarını açtılar. Tasavvuf saray ve konaklarda, şiir ve sanat neşesi olurken, halk arasında Allah sevgisi erenlere saygı ve ahlâk öğütleri şeklinde yayılarak bir hayat tarzı oldu.[1]
Anadolu’nun manevi ikliminde doğup büyüyen bir mutasavvıfımız da; Malatyalı Niyâzî-i Mısrî’dir.
Asıl adı Mehmed olan Niyâzî 12 Rebiülevvel 1027 (8 şubat 1618) gecesi Malatya’nın Soğanlı köyünde doğmuştur. Babası Ali Çelebi, bir seyyah Nakşibendîdir. Mutasavvıfımız dünyayı en çok gezip, ayrıca irşad görevi yapan sofilerden olup, Diyarbakır, Bağ dat, Kerbela yoluyla Mısır'a da gitmiş, Kahire’de bir Kadiri şeyhine bağlanmıştır.[2]
Bir yandan Câmiü'l-Ezher'de ilim tahsil ederken, öbür yandan da bir Kadirî şeyhine hizmet etmiştir. Ezher'de gördüğü bir rüya, hayatının istikametini değiştire cektir. Rüyasında Şeyh Abdülkadir Geylanî'yi görür. Geylanî kendisine, aradığı şeyhin bu şehirde olmadığını söyler. Mesajı almıştır bir kere. İntisap ettiği Şeyhin Kahire'de kalması konusundaki ısrarlarını dinlemeyerek uzun sürecek seferîliğine başlar.
Gide gide Elmalı'ya ulaşır ve orada tanıdığı Ümmi Si nan'ın hizmetine girer. Kalbinin şifasını bulmuştur bura da. Ama bedeni, coğrafyanın atlaslarını üzerine dolama ya devam edecektir. Kütahya ve Uşak üzerinden Bursa'ya geçtiğinde yıllardan 1661'dir ve 44 yaşındadır. Bir tüccar bulur ve kendisine tekke yapılma sını ister. Bina yapılana kadar Şehreküstü Camii yakının daki bir tekkede, Ulucami yakınlarındaki bir medresede ve Veled-i Enbiya Camii kayyımı Debbağ Ali Dede'nin evinde idare eder. Bursa'da Hacı Mustafa adlı birinin kı*zıyla evlenir. Bir kızı dünyaya gelir. Abdal Çelebi adlı İran lı bir tüccarın yaptırdığı ilk Mısrî dergâhı, tam da Girit'in fethedildiği yıl olan 1669'da törenle açılır. Sadrazam Köprülüzâde Fazıl Ahmet Paşa’nın daveti üzerine Edirne’ye çağrılmıştır.
Niyâzî-i Mısrî, IV. (Avcı) Mehmed devrinde, son derece nüfuzlu bir şeyh olarak Lehis tan seferine çıkacak ordunun maneviyatını yükseltecek irşatları yapmak üzre İs tanbul'a da çağrılmıştır.
Niyâzî-i Mısrî’nin, cifr ilmiyle uğraşması, böylece gelecek teki olaylara dair bazı malumatlar vermesi ve Vahdet-i Vücudcu görüşleri sebebiyle sık sık tenkitlere maruz kaldığı biliniyor. Bu görüşleri ve sert çıkışları yü zünden Rodos adası na sürgüne gönderilir. Sürgündeyken, geride bıraktığı ki tapların yağmalandığı haberini aldığında, duygularını,
Sevdim seni, hep varım yağmadır alan alsın
Gördüm seni, efkârım yağmadır alan alsın
diye başlayan meşhur şiirinde dile getirmiştir.
Rodos'tan Bursa'ya döner ama ardından bu defa Limni'ye sürgüne gönderilir. Affedilir affedilmesine ya, Niyâzî-i Mısrî'yi affetmek kimin haddinedir? Geri dönmez ve tam 15 yıl Limni'de kalarak orada yeni bir irfan çerağı yandırmak için uğraşır. Sanki orada öleceğini ön*ceden görmüşcesine geleceğin türbedarlarını yetiştirmeye adar kendisini.
Bursa'ya son defa döndüğünde 74 yaşında bir pir-i fânidir artık. Sadece iki yıl kaldığı son Bursa günlerinden sonra bu defa açılan Nemçe (II. Viyana) seferine muhalefet etmesi yüzünden[3] kendisini toprağına emanet edeceği Limni'ye tekrar sürgüne gönderilir. 78 yaşında iken 20 Recep 1005 (16 Mart 1694) tarihinde vefat eder . Türbesi Limni adasındadır.
Bugün türbesini ziyaret edenlerin verdiği bilgilere göre, Türkçe bilmese de bir türbedârı yanı başından ayrılmamaktadır.[4]
Hemen hemen bütün şiirleri tasavvufi mahiyettedir. Gece yazdığı şiirlerinde Niyâzî, gündüz yazdığı şiirlerinde ise Mısrî mahlaslarını kullandığı söylenir. [5] Tasavvuf ve Kur'an ilimlerinde 10 kadar eser sahibidir. Bu eserlerden birisi, Prof. Dr. Süleyman Ateş tarafından “İrfan Sofraları” adıyla (1971) yayımlamıştır.
Bilgin yorumcu, ünlü mürşit, tasavvuf eri, şeyhi Ümmî Sinan'a çok vefalı bir mürid olan Niyâzî-i Mısrî, ölümünden sonra daha çok şiirleri ile ün yapmıştır. Zamanında ise, dergâhlar âleminin en güçlülerinden sayılıyordu. Büyük şöhret sahibi olan Niyâzî şiirin derinliklerinden ziyade şekilde ve söyleyişte yenilik yapan usta bir şairdir. Bir çok defa, yeni ve eski yazı ile basılan Divan'ında, şiirlerinin eski büyüklerin ölçülerine çıktığı söyleyenler vardır. Aruz şiirlerinde Fuzûlî ve Nesimî'nin; hece şiirlerinde ise esasen hayranı ve övücüsü olduğu Yunus Emre'nin üslûp ve dünyaları hâkimdir.[6]
Sultan Abdülmecid Han, Selanik’e giderken fırtına sebebi ile bulunduğu gemi Limni’ye sığınır. Uzaktan gördüğü türbenin kime ait olduğunu sorar. Yanındakilerden birisi türbenin Niyâzî-i Mısrî’ye ait olduğunu söyler ve onun başından geçenleri anlatır. Bunun üzerine Sultan Abdülmecid, Niyâzî Mısrî Hazretlerinin kabrini ziyarete gider. Türbede Niyâzî-i Mısrî’nin ruhaniyetine hitaben; Ey Niyâzî-i Mısrî, kıymetini bilemeyen kimselere beddua eylemişin sonradan gelen bizlerin bunda bir kabahati yok. Bizlere feyizli nazarının geldiği aşikar olmadıkça türbenden dışarı çıkmam.” Diye yalvarır ve Kur’an-ı Kerim okuyarak ruhuna hediye eder. Sultan Abdülmecid Han Niyâzî-i Mısrî Hazretlerinin feyiz dolu nazarlarına kavuşunce dışarı çıkar ve türbenin tamir edilmesi için emir verir.[7]
Vefâ duygusu, sorumluluk hissini büyütüp besleyen bir erdemdir. Sevdiklerinizi hatırlamak, onlara karşı sorumluluğunuzu hissetmek, onları özlemek bu duygunun tesirindendir. Malatya’da doğmuş olan bu mutasavvıfımıza Malatyalılar büyük saygı duyarlar ve sahip çıkarlar. Bu vefânın örneğidir ki, caddeler, okullar, yurtlar, vakıflar hep onun adını taşımaktadır. Yine Malatya Belediyesi tarafından geçtiğimz günlerde “Uluslararası Niyâzî-i Mısrî Sempozyumu” düzenlenmiştir.
Niyâzî-i Mısrî’de doğup büyüdüğü Malatya’ya vefâlı davranmış ve bir şiir kaleme almıştır.
“Aspuzu” redifli şiirinde bu şehrin güzelliklerinden bahsetmektedir. Osmanlı kaynaklarının hemen hemen hepsinin Malatya olarak zikrettikleri şehrin adı hakkında Evliya Çelebi dikkat çekici tespitlerde bulunmuştur. Zira O, Acemlerin “Aspozan”, Türkmenlerin “Mal-atiyyye”, Arapların “Malatye”, Yunanların “Rakabe”, tarihçelerin ise “Darü’r-Rakabe/Rakbe” dediği Malatya adının değişik zikredilişlerini beyan etmiştir. Aspuzu, Aspozan, Aspuzan şekillerinde verilen bu isim, Malatya’nın günümüzdeki kuruluş yerinin eski adıdır.[8]
Malatyalı mutasavvıfımız Niyâzî-i Mısrî’nin “Aspuzu” redifli şiirini vererek yazımızı bitirelim.
Bârekallah gülistan-ı bübülandır Aspuzu
Cenneti tezkîr eder âl-i mekândır Aspuzu
Mutedil eb ü hevâ hem müctemi’ envâ-ı zevk
Mecmu-ı bezmi sefay-ı ârifandır Aspuzu
Ab-ı hayvanı beğenmez hasletinden Der-Mesih
Aktığınca sanki bir ruh-i revândır Aspuzu
Câme-i hârdasın eyyam-ı rebi’de kim giyer
Şüphesiz menzil-gehi Hızr-ı zamadır Aspuzu
Her taraf pür-meyve-i şîrin leb-i dildâr misâl
Yeşil atlasla donanmış nev-civândır Aspuzu
Bâ medat elmâsı üzre nakş olur ebyât-ı sürh
Lâcerem sun’-ı Hudâ’ya bir beyandır Aspuzu
Ol sebepten ehl-i pür-akl ü zekâ vü marifet
Mahzen-i ehl-i ulûm-i kâmilandır Aspuzu
“Cenneti min tahtıhel enharı terci” dense hûb
“Hazihi cennati adnin”den nişandır Aspuzu
Ey Niyâzî ger dokunmayaydı hiç bâd-ı fenâ
Kim demezdi ona firdevsi cinandır Aspuzu[9]
Musa Tektaş
www.sanatalemi.net
[1] Kabaklı, Ahmet, Türk Edebiyatı, C:2, s.276, Türk Edebiyatı Vakfı Yay., İstanbul, 2000
[2] Gölpınarlı, Abdulbaki, İslam Ansiklopedisi, “Niyâzî-i Mısrî maddesi”, C:9, s. 305, M.E.B. Yay, İst, 1993
[3] Ateş, Süleyman, “Niyâzî-i Mısrî (1618-1694)’nin Hayatı ve Eserleri”, Niyâzî-i Mısrî, Mavaidu’l-İrfan- İrfan Sofraları, Notlarla Çeviren: Süleyman Ateş, s. 2-4, Ankara 1971,
[4] Armağan, Mustafa, Şehirlerin Atlasına Dolanan Hayat Bağları, Türk Edebiyatı Dergisi, s. 8-9, Sayı: 362, Aralık 2003.
[5] Gölpınarlı , a.g.m. s. 306
[6] Kabaklı, Ahmet, Türk Edebiyatı, c. II, s. 425, Türk Edebiyatı Vakfı Yay., 10. Baskı, İst, 2000
[7] Evliyalar Ansiklopedisi, c. 9, s. 327, İhlas Yay., İstanbul, 1992.
[8] Göğebakan, Göknur, XVI. Yüzyılda Malatya Kazası, s.5, Malatya Bel. Yay.,Malatya, 2002.
[9] Niyâzî Divanı, (Osmanlıca) basım yeri ve tarihi yok, s.78-79; Ayrıca Bkz; Malatya Şiirleri Antolojisi, s. 48.