Mehmedim
Paylaşımcı
ALLAH KENDISINDEN EBEDEN RAZI OLSUN.
M. Fethullah Gülen Kimdir?
Gülen, 1938 yılında, Erzurum ilinin Pasinler ilçesine bağlı Korucuk köyünde doğdu. Beşi erkek ikisi kız olmak üzere 7 çocuklu muhafazakâr bir aile. Babası Ramiz Efendi çeşitli beldelerde cami imamlığı yapan bir devlet memuruydu.
Erzurum, Türkiye'nin kuzey-doğusunda yer alan ve sosyo-kültürel bakımdan oldukça muhafazakâr değerlere sahip bir bölge. Uzun asırlar temel dinî ve millî değerleri toplumsal ve coğrafî açıdan belirgin bir biçimde tezahür ettirebilmiş bir vilayettir.
Fethullah Gülen'in çocukluğu/bütünüyle bu muhafazakâr değerlerin paylaşıldığı ve yeniden üretildiği klasik tekke ve medrese muhitinde geçti. Fakat onda doymak ve tatmin olmak bilmez bir merak duygusu ve ilim aşkı vardı. Bu dar muhitin onun bütün arzularını ve aktivitesini doyurması mümkün değildi. Bu yüzden daha o yaşlarda aklını ve ilgilerini dış dünyadaki kültürel, siyasi ve toplumsal aktiviteye yöneltmişti. Kendi ifadesiyle ilk medrese yıllarında dahi zaman zaman toplumsal sorunlar üzerine yoğunlaşırdı. Küçük dimağ yavaş yavaş büyüdükçe yakın muhitindeki sanat, edebiyat, sinema, tiyatro ve fikri hareketlilik dünyasıyla tanışacaktır. Medrese eğitimini kısa sürede tamamladı, ancak nedense resmi mekteplerde eğitim görme fırsatını bir türlü elde edemedi. O yıllar, Türkiye Cumhuriyeti banisinin vefat ettiği ve yeni Cumhuriyetin henüz bütün kurum ve kuruluşlarıyla oturaklaşmadığı yıllardı. Ülke Tanzimat'tan bu yana bir kısmı eskimiş, bir kısmı da henüz kuluçka döneminde olan bir sürü siyasi, ekonomik ve sosyo-kültürel probleme tanıklık etmekteydi. Entelijansiya, Batı uygarlığı karşısında yenik düşmüş ve geri kalmış İslam medeniyetinin bütün ezikliğini duymaktaydı. Tanzimattan bu yana üzerinde tartışıla tartışıla paspas haline getirilmiş ve pek çoğu da çözümsüzlüğe terk edilmiş yığınlarca fikri konu vardı. O kadar ki, bazı meselelerde entelijansiya bile tartışmaktan yorulmuş, pek çok meseleyi bir tortu ve yığın halinde rafa kaldırmıştı. Dine, İslam'a ve dini sosyal yaşama ait birçok problemin üzeri ise, toprakla örtülmüş gibiydi. Türkiye demokrasisi, tek partili ve çok partili sistem arasında gidip gelen, oldukça kırılgan bir karakter sergiliyordu. Siyasal ve hizipsel kavgalar, iç çekişmeler, ardı ardına vuran ekonomik krizler, yoksulluk ve daha nice içtimai gel-gitler, o hassas dimağı daha ilk yıllarında yakaladı. O yaşlarda, iki asırlık inhitatımızın nedenleri ve bu süreci geri döndürecek tedavi/çözüm yolları üzerine yoğun düşünmeye başladı. M. F. Gülen, bütün bu eskimiş kültürel hamûleyi, çağdaş kültürel değerler perspektifinde yeniden ele aldı. İki asırdır neredeyse uykuya yatmış düşünsel hareketi yeni bir heyacan dalgası ile tahrik ederek, Müslümanların gündemine sokmayı denedi. Oldukça karmaşık detaylarda yitip gitmiş meseleleri, imbikten geçirerek hayati olanları, aktif bir biçimde yeniden düzenleyerek, yeni heyecan ve iştiyak alanları açmak kaçınılmaz görünüyordu, ona göre.
Ancak ortada şöyle bir zorluk söz konusudur; hem entelektüel ve hem de dini muhitlerde inhitatın sebepleri, çözüm yolları ve çağdaş medeniyet dünyasına katılımla ilgili iki asırdır üretilen fikri ve siyasi malzeme, genel hatlarıyla ikili bir çizgi izlemiştir. Biri alabildiğine muhafazakâr bir tutum izlerken, diğeri tarihe, geleneğe ve toplumsal pratiğe yönelik neredeyse bir redd-i miras tavrıyla hareket ederek batı uygarlık dünyasına sorgusuz ve kimliksiz bir biçimde katılmayı yeğliyordu. İlki, ilerlemenin dinamiğini tamamıyla gelenek içinde, tarihsel ve toplumsal kabullerle şekillenen muhafazakâr çizgide tanımlarken, ikincisi, batı uygarlığının ve yaşama biçiminin ürettiği maddi ve kültürel değerlerle tanımlıyordu. Elbette üçüncü ve dördüncü yolu önerenler olduğu gibi, iki biçimin sentezini pratize edenler de vardı. M. F. Gülen Hocaefendi kimlik olarak muhafazakâr bir muhitte neş'et etti. Doğal olarak bu muhitlerde üretilmiş belli kalıplardan ve geleneksel çizgilerden yürümek durumundaydı. Ortaya atılacak yeni yorumlar bir anlamda yakın muhitte "kural dışı" addedilecekti. Nitekim ilk girişimleri bu tür tepkilerle karşılandı. M. F. Gülen geleneksel değerlere sıkı sıkıya bağlı bir insandır. Fakat o, edindiği geleneksel kültürel değerleri, çağdaş batı medeniyeti ile yüzleştirmekten çekinmemiştir. Bu açıdan girişimi, hem fikri/teorik hem de ameli/pratik olarak yeni, çağdaş ve geleneğe yeni açılımlar getiren yorumlar ihtiva etmektedir. Gerek ilk dönem dini ve sosyal faaliyetleri, gerekse daha sonraki eğitim faaliyetleri ile o sanki bir anlamda, dinî ve geleneksel kültürel değerler ile bilimsel gerçeklerin çatışmadığını, aksine birbirini desteklediğini ve hatta bunların ciddi bir uyum içinde insanlığın hizmetine sunulabileceğini göstermek istemiştir. Gülen hiçbir zaman dini kimliğini gizlememiş, ciddi bir kendine güven içinde varoluş amacını büyük ve derin bir dini tecrübe içinde gerçekleştirmiş bir insandır. O, dini kimliğin, tecrübesinin ve var oluşunun, insanın sosyal var oluşundan ayrı düşünülmesini tasvip etmez. Bu açıdan tam ve bütün bir dünya görüşüne sahiptir. Gerçek anlamda samimi ve dindar kişiliğin, devleti ve toplumu daha da yükselteceği görüşünü sürekli vurgular. Çağdaş düşünürler genellikle devlet, şehir, kent ve ekonomi üzerinde yoğunlaşmışlardır. Oysa Gülen bütün bunların temelinde var olan "insan" unsuruna yönelmiştir. Ona göre çağdaş medeniyetin en önemli problemi insanın eğitimi problemidir. Bu insan bireyi erdemli olursa, devlet de, şehir de ekonomi de erdemli olacaktır. Ayrıca Gülen, insan meselesini yalnızca entelektüel bir tartışma olarak ele almamıştır. Bizzat problemi, toplumsal pratikte ciddî bir projeye de dönüştürmüştür.
Diğer taraftan muhafazakâr tavır genellikle yeni meseleler karşısında; oluşmuş ve süregelen geleneği izlemenin her zaman daha güven verici olduğunu düşünür. Yeni yorumlar, geleneksel değerler ve kabuller ışığında, tarih içinde oluşmuş resmi söylem ve kalıplarla uyuştuğu ölçüde dikkate değerdi. Ona kişisel yorumlar ve deneyimler katılmasından çekinilirdi. Halbuki M. F. Gülen Hocaefendi işte bu noktada yeni bir çizgi üretmeyi denedi. Bir taraftan geleneğin verdiği güven duygusuna, diğer taraftan da yeni toplumsal değerlere tutunuyordu. Bu, büyük ölçüde sentezci bir tavırdı.
Gülen, yetiştiği ortamda kendisini iki uygarlık geleneğinin ortasında buldu: Medrese ve İslam kültürü ile çağdaş batı kültürü ve Avrupa uygarlığı. Kendinden önce en az üç kuşak, bu iki kültür ve uygarlık arasında bir kimlik arayışı içinde yaşadı. Bu ikili çizgi yalnızca Türkiye pratiğine has bir mücadele ve kimlik arayışı değildi. Batı uygarlık sahası dışında kalan tüm ülkeler ve kültürler bu tartışmalı kimlik sürecini yaşadı. Gülen, çağın değişen kültürel bakışını yakından izleyebiliyordu. Onun muhafazakârlığı, gelişmeleri ve toplumsal değişimleri yalnızca izlemek ve zamana bırakmakla yetinen, hemen bütün davranışlarını katı bir teyakkuzun biçimlendirdiği bir muhafazakârlık değildir. Toplumsal ve kurumsal dönüşümler karşısında duygusal ve ahlâki bir sıkıntıya/kaygıya düşmekten ziyade, bireysel ve geleneksel tecrübe, birikim ve deneyimleri bu dönüşümlerle yüzleştirmekten çekinmeyen aktif bir ilişkiyi örgütlüyordu. Uzun bir geçmişte ve tarihsel pratikte oluşmuş geleneksel değerlerin kredisini, zamana ve güncel toplumsal değişimlere şuurlu/bilinçli bir katılımla müdahil kılmayı yeğliyordu. Kişisel, ahlâki ve kültürel ideallerini, yeni bilgi dağarcıkları ile besleyen bir perspektif geliştirmişti.
M. F. Gülen daha 15 yaşında bu tür düşüncelerin yoğun iklimine girmişti. 15 yaşına geldiğinde, artık erken olgunlaşmış bir delikanlıydı. Daha doğrusu ne çocukluğunu ne de delikanlılığını yaşayabildi. Hem içinde yetiştiği aile muhiti, hem de medrese ve muhafazakâr muhit onu erken yaşlarda olgunlaştırdı. İçinde derin bir ruhî ve manevî tecrübe, dimağında da müthiş bir heyecan ve aktivite vardı.
M. Fethullah Gülen Kimdir?
Gülen, 1938 yılında, Erzurum ilinin Pasinler ilçesine bağlı Korucuk köyünde doğdu. Beşi erkek ikisi kız olmak üzere 7 çocuklu muhafazakâr bir aile. Babası Ramiz Efendi çeşitli beldelerde cami imamlığı yapan bir devlet memuruydu.
Erzurum, Türkiye'nin kuzey-doğusunda yer alan ve sosyo-kültürel bakımdan oldukça muhafazakâr değerlere sahip bir bölge. Uzun asırlar temel dinî ve millî değerleri toplumsal ve coğrafî açıdan belirgin bir biçimde tezahür ettirebilmiş bir vilayettir.
Fethullah Gülen'in çocukluğu/bütünüyle bu muhafazakâr değerlerin paylaşıldığı ve yeniden üretildiği klasik tekke ve medrese muhitinde geçti. Fakat onda doymak ve tatmin olmak bilmez bir merak duygusu ve ilim aşkı vardı. Bu dar muhitin onun bütün arzularını ve aktivitesini doyurması mümkün değildi. Bu yüzden daha o yaşlarda aklını ve ilgilerini dış dünyadaki kültürel, siyasi ve toplumsal aktiviteye yöneltmişti. Kendi ifadesiyle ilk medrese yıllarında dahi zaman zaman toplumsal sorunlar üzerine yoğunlaşırdı. Küçük dimağ yavaş yavaş büyüdükçe yakın muhitindeki sanat, edebiyat, sinema, tiyatro ve fikri hareketlilik dünyasıyla tanışacaktır. Medrese eğitimini kısa sürede tamamladı, ancak nedense resmi mekteplerde eğitim görme fırsatını bir türlü elde edemedi. O yıllar, Türkiye Cumhuriyeti banisinin vefat ettiği ve yeni Cumhuriyetin henüz bütün kurum ve kuruluşlarıyla oturaklaşmadığı yıllardı. Ülke Tanzimat'tan bu yana bir kısmı eskimiş, bir kısmı da henüz kuluçka döneminde olan bir sürü siyasi, ekonomik ve sosyo-kültürel probleme tanıklık etmekteydi. Entelijansiya, Batı uygarlığı karşısında yenik düşmüş ve geri kalmış İslam medeniyetinin bütün ezikliğini duymaktaydı. Tanzimattan bu yana üzerinde tartışıla tartışıla paspas haline getirilmiş ve pek çoğu da çözümsüzlüğe terk edilmiş yığınlarca fikri konu vardı. O kadar ki, bazı meselelerde entelijansiya bile tartışmaktan yorulmuş, pek çok meseleyi bir tortu ve yığın halinde rafa kaldırmıştı. Dine, İslam'a ve dini sosyal yaşama ait birçok problemin üzeri ise, toprakla örtülmüş gibiydi. Türkiye demokrasisi, tek partili ve çok partili sistem arasında gidip gelen, oldukça kırılgan bir karakter sergiliyordu. Siyasal ve hizipsel kavgalar, iç çekişmeler, ardı ardına vuran ekonomik krizler, yoksulluk ve daha nice içtimai gel-gitler, o hassas dimağı daha ilk yıllarında yakaladı. O yaşlarda, iki asırlık inhitatımızın nedenleri ve bu süreci geri döndürecek tedavi/çözüm yolları üzerine yoğun düşünmeye başladı. M. F. Gülen, bütün bu eskimiş kültürel hamûleyi, çağdaş kültürel değerler perspektifinde yeniden ele aldı. İki asırdır neredeyse uykuya yatmış düşünsel hareketi yeni bir heyacan dalgası ile tahrik ederek, Müslümanların gündemine sokmayı denedi. Oldukça karmaşık detaylarda yitip gitmiş meseleleri, imbikten geçirerek hayati olanları, aktif bir biçimde yeniden düzenleyerek, yeni heyecan ve iştiyak alanları açmak kaçınılmaz görünüyordu, ona göre.
Ancak ortada şöyle bir zorluk söz konusudur; hem entelektüel ve hem de dini muhitlerde inhitatın sebepleri, çözüm yolları ve çağdaş medeniyet dünyasına katılımla ilgili iki asırdır üretilen fikri ve siyasi malzeme, genel hatlarıyla ikili bir çizgi izlemiştir. Biri alabildiğine muhafazakâr bir tutum izlerken, diğeri tarihe, geleneğe ve toplumsal pratiğe yönelik neredeyse bir redd-i miras tavrıyla hareket ederek batı uygarlık dünyasına sorgusuz ve kimliksiz bir biçimde katılmayı yeğliyordu. İlki, ilerlemenin dinamiğini tamamıyla gelenek içinde, tarihsel ve toplumsal kabullerle şekillenen muhafazakâr çizgide tanımlarken, ikincisi, batı uygarlığının ve yaşama biçiminin ürettiği maddi ve kültürel değerlerle tanımlıyordu. Elbette üçüncü ve dördüncü yolu önerenler olduğu gibi, iki biçimin sentezini pratize edenler de vardı. M. F. Gülen Hocaefendi kimlik olarak muhafazakâr bir muhitte neş'et etti. Doğal olarak bu muhitlerde üretilmiş belli kalıplardan ve geleneksel çizgilerden yürümek durumundaydı. Ortaya atılacak yeni yorumlar bir anlamda yakın muhitte "kural dışı" addedilecekti. Nitekim ilk girişimleri bu tür tepkilerle karşılandı. M. F. Gülen geleneksel değerlere sıkı sıkıya bağlı bir insandır. Fakat o, edindiği geleneksel kültürel değerleri, çağdaş batı medeniyeti ile yüzleştirmekten çekinmemiştir. Bu açıdan girişimi, hem fikri/teorik hem de ameli/pratik olarak yeni, çağdaş ve geleneğe yeni açılımlar getiren yorumlar ihtiva etmektedir. Gerek ilk dönem dini ve sosyal faaliyetleri, gerekse daha sonraki eğitim faaliyetleri ile o sanki bir anlamda, dinî ve geleneksel kültürel değerler ile bilimsel gerçeklerin çatışmadığını, aksine birbirini desteklediğini ve hatta bunların ciddi bir uyum içinde insanlığın hizmetine sunulabileceğini göstermek istemiştir. Gülen hiçbir zaman dini kimliğini gizlememiş, ciddi bir kendine güven içinde varoluş amacını büyük ve derin bir dini tecrübe içinde gerçekleştirmiş bir insandır. O, dini kimliğin, tecrübesinin ve var oluşunun, insanın sosyal var oluşundan ayrı düşünülmesini tasvip etmez. Bu açıdan tam ve bütün bir dünya görüşüne sahiptir. Gerçek anlamda samimi ve dindar kişiliğin, devleti ve toplumu daha da yükselteceği görüşünü sürekli vurgular. Çağdaş düşünürler genellikle devlet, şehir, kent ve ekonomi üzerinde yoğunlaşmışlardır. Oysa Gülen bütün bunların temelinde var olan "insan" unsuruna yönelmiştir. Ona göre çağdaş medeniyetin en önemli problemi insanın eğitimi problemidir. Bu insan bireyi erdemli olursa, devlet de, şehir de ekonomi de erdemli olacaktır. Ayrıca Gülen, insan meselesini yalnızca entelektüel bir tartışma olarak ele almamıştır. Bizzat problemi, toplumsal pratikte ciddî bir projeye de dönüştürmüştür.
Diğer taraftan muhafazakâr tavır genellikle yeni meseleler karşısında; oluşmuş ve süregelen geleneği izlemenin her zaman daha güven verici olduğunu düşünür. Yeni yorumlar, geleneksel değerler ve kabuller ışığında, tarih içinde oluşmuş resmi söylem ve kalıplarla uyuştuğu ölçüde dikkate değerdi. Ona kişisel yorumlar ve deneyimler katılmasından çekinilirdi. Halbuki M. F. Gülen Hocaefendi işte bu noktada yeni bir çizgi üretmeyi denedi. Bir taraftan geleneğin verdiği güven duygusuna, diğer taraftan da yeni toplumsal değerlere tutunuyordu. Bu, büyük ölçüde sentezci bir tavırdı.
Gülen, yetiştiği ortamda kendisini iki uygarlık geleneğinin ortasında buldu: Medrese ve İslam kültürü ile çağdaş batı kültürü ve Avrupa uygarlığı. Kendinden önce en az üç kuşak, bu iki kültür ve uygarlık arasında bir kimlik arayışı içinde yaşadı. Bu ikili çizgi yalnızca Türkiye pratiğine has bir mücadele ve kimlik arayışı değildi. Batı uygarlık sahası dışında kalan tüm ülkeler ve kültürler bu tartışmalı kimlik sürecini yaşadı. Gülen, çağın değişen kültürel bakışını yakından izleyebiliyordu. Onun muhafazakârlığı, gelişmeleri ve toplumsal değişimleri yalnızca izlemek ve zamana bırakmakla yetinen, hemen bütün davranışlarını katı bir teyakkuzun biçimlendirdiği bir muhafazakârlık değildir. Toplumsal ve kurumsal dönüşümler karşısında duygusal ve ahlâki bir sıkıntıya/kaygıya düşmekten ziyade, bireysel ve geleneksel tecrübe, birikim ve deneyimleri bu dönüşümlerle yüzleştirmekten çekinmeyen aktif bir ilişkiyi örgütlüyordu. Uzun bir geçmişte ve tarihsel pratikte oluşmuş geleneksel değerlerin kredisini, zamana ve güncel toplumsal değişimlere şuurlu/bilinçli bir katılımla müdahil kılmayı yeğliyordu. Kişisel, ahlâki ve kültürel ideallerini, yeni bilgi dağarcıkları ile besleyen bir perspektif geliştirmişti.
M. F. Gülen daha 15 yaşında bu tür düşüncelerin yoğun iklimine girmişti. 15 yaşına geldiğinde, artık erken olgunlaşmış bir delikanlıydı. Daha doğrusu ne çocukluğunu ne de delikanlılığını yaşayabildi. Hem içinde yetiştiği aile muhiti, hem de medrese ve muhafazakâr muhit onu erken yaşlarda olgunlaştırdı. İçinde derin bir ruhî ve manevî tecrübe, dimağında da müthiş bir heyecan ve aktivite vardı.