LENF SİSTEMİ MUCİZESİ

dedekorkut1

Doçent
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
1,148
Tepkime puanı
18
Puanları
38
Konum
Ankara
LENF SİSTEMİ MUCİZESİ

SELİM GÜRBÜZER

Vücudumuz sadece kan dolaşım ağından ibaret değil elbet. Bundan başka lenfoid doku şebekesinin kanallarından akan lenf sıvısı ağının varlığı da söz konusudur. Bu şebeke aynı zamanda akkan sistemi ya da lenfo retiküler sistem olarak da ifade edilir. Belli ki tıpkı kan dolaşımı gibi lenf sistemi de yaratılış gayesine uygun yaratılmıştır. Zira bu sistem başta savunma olmak üzere birçok fonksiyonları icra etmektedir. Malumunuz savunma sisteminin temelleri kemik iliği üzerine kuruludur. İşte bu temel üzerine yüz binlerce lenfosit lenf düğümleri içerisinde neşvünema bulup esrarlı bir faaliyet içerisinde seferber olmuş durumdalardır. Böylece lenf düğümleri apayrı bir dünya olarak adından söz ettirirler. Öyle ki bir yandan kemik iliğinde, “Stem cell” denilen hücrelerce 10 ayrı hücrenin dört aşamalı iri büyüklükte lenfositler imal edilirken, diğer yandansa lenf düğümleri boş durmayıp onlar da lenfosit üretimine hız verirler. Öyle ki; bunların her birinin hayat hikâyesini göz gezdirdiğimizde birbirinden ilginç anekdotlarla karşılaşırız. Öncelikle kemik iliğinden çıkan lenfositler timus salgı bezine konuk olurlar. Tabii burada da durucu değildirler, ta ki vücudun savunma mekanizmasıyla ilgili yaklaşık 30.000 şifreyi öğrenip eğitimini tamamlayana kadar beklemede kalırlar. Mezuniyetlerinin akabinde adeta tüm azaları kontrol muhafızı olarak lenf kanalların kesiştiği noktaların lenf guddelerinde (lenf düğümlerinde) olası tehlikelere karşı hazır kıta halinde görev alırlar. Değim yerindeyse lenf düğümleri bir askeri karargâhsa, lenfosit ve monositte bu karargâhın içerisine (akkan sıvısı içerisine) sızacak olan yabancı unsurlara karşı mevzilenmiş mücadeleci savunma zırhımızdır.

Öykümüz burada bitmiyor tabii, devamı var. Bir kere öykümüzün başkahramanı lenfositlerin kaynağına indiğimizde kemik iliğince imal edilen mezonşim hücreleriyle karşılaşıp tanışınca ister istemez kemik iliğine öylesine sıradan konuşlanmış bir hücre olmadığının idrakiyle birçok marifetlerine şahit oluruz. Ve bu hücreler hem savunma, hem korunma hücreleri (mastosit, plazmosit) hem de kan hücreleri oluşturmanın yanı sıra vücudumuzun savunmasına yönelik lenfosit imal etmek için konuşlanmışlardır. Keza lenf düğümleri de bu sürece hız katıp savunma hattı oluşturmak için vardır. Şayet savunma hattında herhangi bir zafiyet oluştuğunda bu durumda lenfositler derhal devreye girip böylece yabancı unsurlar imha edilinceye kadar bu mücadele tüm hızıyla devam eder de. Bu arada savaş meydanında imha edilen düşman cesetler ulu orta terk edilmeyip, derhal karaciğere taşınırlar. İşte bu noktada karaciğer kimya fabrikamız bir yandan gerekli olan faydalı maddeleri doku veya organlara gönderirken, diğer yandan da zararlı olanları safra veya böbrekler aracılığıyla tahliye işlemlerini gerçekleştirir. Anlaşılan vücudumuzda kurulu bu otomatik düzen kendi inisiyatifimize bırakılmamış gözüküyor. Şayet vücut düzenimiz başıboş kendi kendine akışına bırakılmış olsaydı her an vücut şehrimiz yerle yeksan olurdu. Zira vücut nizamını hal yolun koymak her baba yiğidin harcı değil, bilakis vücut dinamizmini ayakta tutan vücut neferlerinin harcıdır elbet. Nitekim lenfositler bu noktada vücutta daha yeni oluşmaya başlayan kanser hücrelerini bile imha edecek güçtedirler.

İşte yukarda izah etmeye çalıştığımız lenfositlerin bu savaşçı yapısından hareketle bilim adamları kanserle mücadele metotlarından immunoterapi yöntemini uygulayaraktan amansız hastalığın pençesine düşmüş hastaları kurtarmak için seferber olmuşlardır. Böylece hastaya enjekte edilen yüksek dozda tesirsiz hale getirilmiş verem mikrobu verilerek lenfositlerin kanser hücresinin çevresinde yığınak yapması hedeflenir. Derken kanserin abluka ettiği eski lenfositlere yardımcı takviye kuvvet sağlanmış olur. Hatta bu yöntemle birçok hastanın iyileştiği gözlemlenmiştir. Bu yüzden kanser hücresini vücudun bizatihi kendisine mağlup ettirme işlemine immunterapi diye tarif edilir. Şurası muhakkak vücutta ne kadar hücre varsa bütün hücrelerin hepsi lenfositlerin serbestçe dolaştığı beyaz kan hücreleriyle çevrilidir. Mesela bazı ufak tefek sıyrıklar sonucu derimizden çıkan beyazımsı renkte gördüğümüz sıvı aslında söz konusu akkan sisteminden müteşekkil bir tür sıvı kan şebeke ağıdır. Bu ak kan şebeke ağı sayesinde vücudumuz her türlü tehlikelere karşı korunmuş olur. Hatta yukarıda da belirttiğimiz üzere savunma sistemimizi oluşturan lenfositler gerektiğinde karaciğerden destek alabiliyor. Öyle ki bu iş için B-lenfositleri elçilik görevi yaparaktan karaciğerden yeni savunma silahları temin edip lenfosite teslim ederler. İşte bu noktada T- lenfositleri için savaşçı hücreler olarak, B-lenfositleri ise zehir taşıyıcı lojistik hücreler olarak mevzi olmuş olurlar. Hele bilhassa T-lenfositler kanser hücreleriyle olan mücadelesinde adından söz ettirir de. Ancak şu da var ki kanser hücreleri çoğaldıkça bu hücrelerin saldığı anti lenfositler denen toksinler lenfositleri etkisiz hale getirebiliyor. Yine de T-lenfositleri bu mücadelede erken havlu atmak istemezler, derhal vücudun immun sistemini harekete geçirip yeni toksinler sipariş ederler. Derken kanserin yayılmasını ya sınırlandırıp lokalize ederler, ya da tamamen durdururlar. Değim yerindeyse kanser hücreleri ile lenfositler arasında kıyasıya toksin savaşları cereyan eder. Zaten vücudun neresinde bir alarm varsa anlayın ki lenfosit askerleri oraya yığınak yapıp savunma hattı oluşturacak demektir. Öyle ya mademki mikropların konuşlandıkları bölgeler bilhassa bademcik ve apandis bölgeleri olmakta, o halde lenfositlerin de her an tetikte bulunması gereken yığınak noktaları buralar olması icap eder. Zira buralar kırmızı alarm bölgeleridir. Şayet bu giriş çıkış kapıları kontrol edilmezse her an mikroplara yenik düşüp bir takım hastalıkların pençesine düşmek an meselesidir diyebiliriz. Lenfositlerin yetersiz kaldığı durumlarda var elbet. Mesela verem mikrobu akciğere yerleştiğinde özel bir salgı sayesinde hemen önlemini alıp kendince zırh oluşturabiliyor. Olsun yine de lenfositler etrafında zırh oluşturmuş düşmanına karşı inatla zehrini salgılamaktan geri durmamakta. Ta ki tüm çabalar sonuçsuz kalır işte o zaman mikrobun oluşturduğu kapsülü (zırhı) bertaraf edememe durumu karşısında pes etmiş olur. Bu noktada ister istemez karaciğer durumdan haberdar edilerek alarm verilir. Alarm işe yarar da. Nitekim karaciğerin talimatı doğrultusunda kemik iliğince lökositlerin yapısına benzer yapıda langanhans denilen özel bir hücre imal edilir. Bu hücre verem mikrobundan çapça büyük olup sadece yutucu özelliği ile dikkat çekip yutar da. Fakat yutulan mikrop hazmedilemediği için bu sefer vücut tarafında kalsiyum tabakası veya kireçleşmiş noktalar oluşturularak mikrobun dışarı sızma ihtimaline binaen tedbir alınıp, mikrop orada ölüme terk edilir. Böylece akciğer filmlerinde o gördüğümüz beyaz noktaların her birisi aslında verem mikrobunun ölüme terk edildiği ölü artıklarından başkası değildir. Hakeza yine yapılan araştırmalar da kuduz vakalarının %80’ininin lenfositlerce inhibe edildiğini göstermektedir. Ne zaman ki kuduz mikrobu lenfosite görünmeden bir sinir sisteminin kılıfı içerisine girmeyi başarır, işte o zaman ancak kuduz hastalığının nüksetmesi an meseledir diyebiliriz. Hâsılı genel itibariyle lenfositlerin hakkında gelemeyeceği mikrop yoktur diyebiliriz.

Bu arada Ana lenf sistemini kategorize edecek olursak:

-Lenfatik sistem ve seröz boşluklar,

-Beyin ve omuriliği çevreleyen üç zar sistemi denen Meninksler,

-İç kulak kavitesi (boşluğu),

-Göz çevresindeki tenon kavitesi diye ana başlıklar altında toplanıp, bunlar aynı zamanda vücutta en fazla sıvı toplanan kısımlar olduğunu görürüz. Mesela bunlardan beyin ventrikülleri ve medulla spinalisin kanal bağlantıları bir bütün halinde ana lenf sistemini oluşturan önemli bir etken unsurlar olduğu görülür. Bunlar olmasalar lenf yoluyla dokulara taşınan lenf sıvı miktarının azalması durumlarında ister istemez kan ve lenf ihtiyacı karşılanamayacaktır. Dolayısıyla otonom sinir sistemine her halükarda ihtiyaç vardır. Nitekim lenf sistemi çalışmasını otonom sinir sistemince yürütülmekte olup sempatik ve parasempatik sistem olarak iki kanaldan çalışmasını devam ettirir. Bilindiği üzere sempatik sistem; lenf ve kalp miyokardın çalışmasını sağladığı gibi gerektiğinde atım sayısını da hızlandırır. Parasempatik sistem ise tam aksine yavaşlatır.

Demek oluyor ki otonom sinir sistemi kendisine bağlı gerek sempatik gerekse parasempatik alt sistemler eşliğinde kalp ve lenf düğümlerinin atım hacmi, atım gücü, atım sayısı bakımdan olması gereken düşük veya yüksek seviyelerde ki ritim sayılarının çalışmasında devreye girebiliyor.

Lenf sistemi genel itibariyle:

-Lenf damarları,

-Lenf organlarından meydana gelmektedir.

Lenf damarları

Lenf damarları kan ünitemiz olan kılcal damarlardan daha geniş çapta olup ince duvarlı tubular yapıdadırlar. Yani bunlar kan kapillerinden daha düzgün olup silindiriktirler. Fakat kan ünitemiz bazen dar, bazen genişlemiş bir şekilde, bazense serbestçe kasılıp gevşeyebilen yapıda düzensiz dağılım gösterirler.

Bilindiği üzere Venajugularis içindeki sıvı lenf olarak bilinir. Sıvının geçtiği en küçük lenf damarları ise lenf kapilleridir. Lenf kapilleri aynı zamanda kör uçlu tüp şeklinde olup kan kapillerinin birleştiği deri yüzeyine yakın yerlerde bulunurlar. Lenf kapillerin (küçük lenf damarları) birleşmesinden ise büyük lenf damarları meydana gelir. Lenf damarları üzerinde hem lenf bezi denilen karakol kuvvet kaleleri hem de karşılıklı çifter halde lenf kapakları vardır. Bu kapaklar lenf sıvısının geri tepmesinin önün geçip ters yöne akışını alıkoymaya yarar. Yani bu kapaklar lenf sıvısının belirli bir yöne doğru akmasını sağlar. Böylece lenf duvarların tek sıralı olması hasebiyle sıvı akışkanlığı çok rahatlıkla yürütülmüş olur. Ayrıca lenfin vücuda yayıldığı alanlara baktığımızda ise iki ana damar bulunup bunlar:

-Ductus lenfaticus

- Ductus thoracicus olarak dikkat çeker.

Ductus lenfaticus vücudun sağ üst kısmın lenfini taşırken, ductus thorasicus ise sindirim sistemi dâhil arta kalan tüm lenfi kalpte toplar. Her ikisi de ortak bir venle birleştikten sonra kalbin sağ kulakcığına girer. Birleştiği noktada da malum kapakçıklar bulunur. Ancak istisnada olsa bazı insanlarda doğuştan ya da bir takım nedenlerden dolayı bu kapakçıklar olmadığından ömürleri ancak 20 sene sürebiliyor. Dolayısıyla bu kişilerde erken kalp yetmezliği ve koroner damar tıkanıklıkları görülebiliyor. Belli kii dokulardan lenf sistemine lenfin geçişi özel bir kan damar uzantısıyla gerçekleşmekte olup doku sıvısı tüp şeklinde ki lenf damarın endotel hücreleri arasındaki dar aralıklardan geçerek lenfatik lümene ulaşmakta. Şu da var ki bazı iltihabı hallerde lenfatiklerin lenfe geçişi hızlanıp, böylece sistemin geçirgenliği daha da artmış olur. Hatta şu da var ki kılcal kapiller içerisindeki kan ve dokular arası sıvı akışında mütemadiyen oksijen ve su akışının yanı sıra besin alışverişi denen bir taşınma sisteminin varlığı da söz konusudur. Böylece bu sayede tüm değişim ve dönüşüm işlemlerin ardından bırakılan metabolik yıkım ürünler kılcal damar ve venüllerin (toplardamarcıkların) tıkamasına yol açmadan (konfikasyon yapmadan) atriuma aktarılmış olur. Derken kan damarlarının hemen yanında bulunan lenf sistemi doku sıvısını (lenfi) karmaşık bir yolla genel dolaşımına katkıda bulunmuş olunur da.

Lenf organları​

Lenf organları halka biçiminde lenf damarları boyunca yayılım gösterip kontrol ettiği bölgelerde su toplanmasını önlediği gibi aynı zamanda kandan dokulara sızan fazla su birikimini lenf damarlarına aktarıp motopomp görevinde de bulunurlar. Böylece bu sayede vücutta aşırı birikmiş sıvı (kan suyu), bu doğrultuda özel kolloidal solüsyonlarca eritilip lenf yoluyla taşınması sağlanmış olur. Susuzluk halinde ise ilk zarar görecek bölgeler yine buralardır.

Lenfoid dokunun en yoğun olduğu bölgeler lenf düğümleri olmakla beraber ana lenf sistemini;

-Solunum yolları,

-Kemik iliği,

-Sindirim kanalı ve genital organlar üzerinde yer alan özel lenf düğümleri,

-Bademcikler, dalak ve timus bezi gibi merkezler oluşturur.

İşte sıraladığımız bu merkezi üsler belli noktalarda konumlanmış bağışıklık sisteminin kaleleri sayıldıklarından düşman kuvvetleri buralara sindirim kanalı yoluyla sızsalar da kendilerine karşı ilk direnişi sindirim boyunca surlarla çevrili lenf dokuları gösterecektir. Şayet düşman kuvvetleri sindirim yoluyla değil de boğaz ve üst solunum yoluyla buralara sızdıklarında hiç kuşkusuz bu sefer karşılarında bademcik ve adenoidler dimdik bir şekilde kale olacaklardır. Keza kan dolaşımı yoluyla sızdıklarında ise dalak ve kemik iliği dokularını karşılarında bulacaklardır. Hem nasıl karşılarında bulmasınlar ki, bikere gerek timüs, gerek karaciğer, gerek dalak, gerek apandisit, gerek kemik iliği gerekse bu misyon doğrultusunda yüklenmiş organlar lenfatik sistemin birer parçaları olup bunlar kelimenin tam anlamıyla vücudun enfeksiyonla mücadelesinde en önemli yardımcı kuvvetlerimiz olarak nefer olurlar. Dolayısıyla lenfoid dokunun ileri karakolu hükmündeki lenf düğümlerini okuyucu nezdinde daha iyi anlaşılsın diye bu son derece öneme haiz konumlarını kale surlarına benzetmeği yeğledik. Aslında bu düğümler sur görünümünden ziyade yuvarlak böbrek biçimi şeklinde olup tıpkı kan damar ağı gibi bunlarda akkan sisteminin birer nefer üniteleri olarak işlev görüp dokuların içlerine kadar konumlanırlar. Genel itibariyle lenf düğümleri kasık, koltuk altı, dirsek ve boyunda bulunup, devamındaki lenfoid doku kalbin sırt kısmında yer alan ductus thoracicus denen bir kordonla son bulur. Söz konusu kordon tıpkı kalpte olduğu gibi kasılmalar sergilemekteler. Bu yüzden bunlara ikinci kalp de denmekte. Nitekim bu tip kasılıp gevşemeler sonucu ductusta toplanan vücut sıvısı üst ana toplardamarlarda kırmızı kana karışıp böylece her daim faal durumda lenfoid dokuya bağlı çalışan tüm unsurlar bir ömür boyunca reaksiyon merkezi işlevi görüp yabancı unsurların korkulu rüyası olurlar. Hiç kuşkusuz ömür boyu sürecek olan bu savaş daha çok bakteri, virüs, toksinler ve vücuda zarar veren diğer unsurlar için yapılacak bir savaştır bu. Ancak yine de bu kıyasıya savaş yaşlı insanlarda faal olan lenf düğümlerin azalmasıyla birlikte mukavemet gücünü yitirebiliyor. Öyle ki insanoğlu yaşlandıkça mukavemet üsleri yavaş yavaş lenfositlerin tükenmeye yüz tutmasıyla birlikte patolojik durum ortaya nüksedebildiği gibi lenf düğümlerinin normal şeklinin bozulmasıyla birlikte bir takım kan hastalıkları ortaya çıkabiliyor. Gençlerde ise lenfatik organlar ve damarlar zarar görse de bir şekilde regenerasyonla (yenilenme) bir takım arızi bozukluklar giderilebiliyor. Ancak bazı patolojik arızi durumlar vardır ki mesela tüberküloz bir hastada yenilenme hiç olmayabiliyor. Bu arada unutmayalım ki dokularda yer alan sıvılar lenf kanallarıyla kana dâhil olmadan önce lenf düğümlerince muayeneden geçtikten sonra alınmaktalar. Derken lenfositlerin dolaşıma girişi lenf sıvısının akışıyla gerçekleşir. Fakat şu da bir gerçek 24 saat içerisinde kana giren lenfosit sayısının çokta fazla olmadığı anlaşılmaktadır. Çünkü lenfositler sadece bir bölgede değil neredeyse vücudun tamamını dolaşmakta. Hayat süreleri ise 100–300 günü bulup, pekte uzun ömürlü sayılmazlar. Neyse ki sınırlı bir ömür içerisinde önemli işlere imza atmaktan geri durmuyorlar. Zira bir mikrobun saldırısı karşısında derhal mevzii alıp, karşısında ki düşman kuvvetin cinsine göre kâh savunmaya yönelik savaş yapabildikleri gibi kâh da mikroba kement atıp hareket kabiliyetini azaltabiliyorlar. Hatta bakterilerin saldığı toksinlere karşı hem zehir etkisi madde üretebiliyorlar, hem de mikrobun saldığı antijen ve yabancı proteinlere karşı özel protein hükmünde antikor imal edip dişe diş mücadelelerini devam ettirebiliyorlar.

Bu arada unutmayalım ki tüm savunma mekanizmalarının yanı sıra doğal bağışıklık denen bir gerçeklikte söz konusu olup bilhassa çocuk yaşta antijenlere karşı antikorlar kendiliğinden oluşabiliyor. Derken bu çağlarda vücut “doğal bağışıklık” kazanma kabiliyeti kazanmış olur. Ancak bazı durumlarda vardır ki bağışıklık kazanımı antijenin vücuda girişinden sonra gerçekleşir ki artık bu noktadan sonra doğal bağışıklıktan söz etmek yerine sadece “sonradan kazanılmış bağışıklık” denen hadiseden söz etmiş oluruz. Yani vücudun her türlü organizma ve toksinlere karşı direnç göstermesi Tıpta immünite (bağışıklık) diye karşılık bulur. Nitekim buna mikropların akyuvarlarca fagosite edilmesi, sindirim yoluyla yutulan zararlı maddelerin mide asitleri ve sindirim enzimlerince bertaraf edilmesi, kan içerisine sızmış ajanların lizozim enzimlerince ekarte edilmesini örnek verebiliriz. Derken immunite sayesinde sığır vebası, domuz kolerası gibi hastalıklardan korunmuş oluruz. Ancak sonradan kazanılmış bağışıklığımız sekteye uğradığında bu kez ortada bir alerjik durumun varlığından söz edeceğiz demektir. İlginçtir hayvanlarda da insanlarda görülebilen kabakulak ve kızamık gibi hastalıklar görülmediği gibi bu tür hastalıklara geçit verilmez de.

Genellikle antikoru tanımlarken hücrenin yabancı addettiği hemen her şeye karşı cevap niteliğinde karşıt reaksiyon oluşturma hadisesi olarak tarif ederiz hep. Bu tariften de anlaşıldığı üzere vücuda giren yabancı maddenin cinsi ne olursa olsun bir şekilde vücudun kendine ait savunma mekanizmasıyla bertaraf edilebiliyor. Ancak bununda bir sınırı var elbet, O sınır aşıldığında dayanma gücü kifayet etmeyebiliyor. Yine de burada önemli olan düşman kuvvetlerinin vücuda yeniden girdiklerinde yine eskisi gibi aynı tempoda ve aynı karşı koyma gücünü ortaya koyup devamlılığını sürdürebilmesidir. Dahası elden ayaktan düşüldüğü noktada vücudun yeniden karşı koyabilecek mekanizmayı devreye sokması çok mühimdir, ama nasıl? Şöyle ki; bu durumda lenf sistemi devreye girip, bu sistemin yapacaklarına ve yaptıklarına baktığımızda bir kez daha önemi ortaya çıkmış olur. Öyle ki bu sistemin yaptığı ilk iş yabancı unsurların kimliklerini tespit edip ürettiği özel timleri (antikorlar) devreye sokmasıdır. Böylece aynı tip düşman kuvvetleri müteaddit defalar vücuda girse de önceden antikorlarca fişlendiğinden artık vücutta istediği gibi cirit atamayıp imha edilmeleri çok daha kolay olacaktır.

Bilindiği üzere antikorlar protektif sistemin (koruyucu sistemin) plazma hücreleri tarafından imal edilen kendine özgü özel proteinlerdir. Plazmositlerin öncül anası ise plazmoblastlar olup bu noktada lenfositler kendi kendine antikor üretmezler. Üretebilmeleri için kırmızı pulpadan gelen plazmoblastların mutlaka antikor üreten beyaz hücrelere terfi edip plazma hücrelerine dönüşmeleri gerekir. Oldu ya antikor için özel mRNA imal etmeye yarayan bir gen, plazmoblastların DNA’sında yoktur, bu durumda ister istemez buna uygun genler uyandırılmaya çalışılıp yeniden düzenleme yapılır. Şayet bu da mümkün olmazsa antijen karşıtı antikor üretilemeyecek demektir.

Peki, vücut kendi kendini koruma adına yabancı maddelere acımasız davranırken, kendi dokusuna karşı veya kendi kendine ters tepki vermesine ne demeli? Bir şey dememek gerekir, çünkü bu istisnai bir durumdur. Dolayısıyla istisnai durumu göz ardı ettiğimizde genelde esas itibariyle bağışıklık sisteminin kendi dokularına gösterdiği bu müsamaha her daim immünolojik tolerans olarak anlam kazanır. Öyle ki daha canlı oluşumunun ilk embriyo safhasında bile yabancı protein verilse bile antikor yapımı gerçekleşmediği gözlemlenmiştir. Belli ki yolun başlangıcında sistem onu tanıdık kabul edip kendi özel proteiniymiş gibi algılamakta. İşte ister yolun başlangıcında isterse yolun sonunda olsun hiç fark etmez sonuçta bu durum vücudun kendine özgü immünolojik toleransın varlığını ortaya koyar. Zaten immünolojik toleransın olmadığı ortamlarda hastaların (otoimmun hastalıkları) tedavileri oldukça zaman almaktadır. Zira antikordan mahrumiyet zaafiyet doğurmaktadır.

Velhasıl-ı kelam vücut şehrimiz başıboş değil, belli bir plan dâhilinde kendini otomatik bir şekilde koruyacak donanıma sahiptir. Bu yüzden bizi koruyan Yüce Allah’a ne kadar şükretsek azdır.

Vesselam.
 
Üst