Laiklik Bahane

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
LAİKLİK BAHANE (Biz yönetmezsek Türkiye'yi müslümanlara yâr etmeyiz demek istiyorlar!)
Sabetayist Toplum unsurlarının AKP iktidarına bayrak açmalarının miladı, görevi sona eren Süreyya Serdengeçti yerine Merkez Bankası Başkanlığı'na yeniden bir kripto Yahudi'nin getirilmesi beklenirken Durmuş Yılmaz'ın atanmasıdır. Öncesinde de ufak tefek şeyler var ama asıl her şey onunla başladı.
Merkez Bankası içinden biri olmasına ve ayaklı kütüphane adıyla anılacak kadar konuya, mevzuata hâkim ve yeterli kariyere sahip biri olmasına rağmen Durmuş Yılmaz'ın Merkez Bankası'nın başına getirilmesine çok bozuldular, şiddetle karşı çıktılar, adeta isyan ettiler… Çünkü inançlarına bağlı, eşi de başörtülü bir Müslüman Anadolu çocuğuydu Durmuş Yılmaz.
Merkez Bankası gibi ekonomik siyasetin kalbinin attığı bir noktaya Müslüman, hele samimiyetle inancına bağlı birinin getirilmiş olması, AKP'nin kuruluşuna ve iktidara gelmesine büyük destekler sağlayan Sabetayist Topluma ve dünya siyonizmine karşı Başbakan Erdoğan'ın ihaneti olarak algılandı ve kabul edilemez bulundu.
O kadar ki kerameti kendinden menkul her şeyi bilen (!) birtakım kişiler kendilerinden gayet emin bir şekilde böyle bir atamanın asla mümkün olamayacağını ısrarla iddia ettiler. Sabetayist Toplumun övüncü, dünya siyonizminin mutemet adamı Kemal Derviş, ta Amerikalardan gelip Merkez Bankası'na bağımsızlık statüsü kazandırmak için onca emek ve mücadeleyi başına bir Müslüman getirilsin diye mi vermişti? Bu hiç olacak şey miydi?
Durmuş Yılmaz'ın Merkez Bankası Başkanı olarak göreve başlaması üzerine tüm özel hayatını, oturduğu apartman dairesinin girişine köyünden gelen misafirlerinin bıraktıkları ayakkabılara kadar her şeyini mercek altına alıp aşağılayıcı bir üslupla medya organlarında teşhir ettiler. Öz be öz Anadolu çocuğu, üstelik dinine bağlı bir Müslüman'ın, rejimin kurucu iradesini temsil eden Sabetayist Topluma mensup birinden boşalan Merkez Bankası başkanlığına getirilmesini adeta kıyametin bir büyük alameti olarak değerlendirdiler.
Ama hiç kuşkusuz ki Sabetayist Toplum yapılanmasına ve sırtını dayadığı dünya siyonizmine göre kıyametin en büyük alameti Anadolu'nun ortasından, Kayseri'den, yedi göbek Türk ve Müslüman birinin Çankaya Köşkü'ne Atatürk'ün oturduğu koltuğa aday gösterilmesi oldu. Onlara göre abdestli namazlı ve eşi başörtülü Abdullah Gül kesinlikle laik Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı olamazdı. Onca uyarı ve tehdide aldırmayıp Abdullah Gül'ü aday gösteren Başbakan Tayip Erdoğan ise çizmeyi aşmış, bu nedenle giyotine gönderilmeyi fazlasıyla hak etmişti.
Kurucu irade temsilcisi kimliği ile cumhuriyet kazanımlarını koruma ve kollama adına o zamana kadar eşi görülmemiş milyonluk Cumhuriyet Mitingleri tertiplediler. Bu mitinglerin verdiği gazla çok şey yapabilecekleri gibi bir büyük fırsat yakaladıklarına inanmaya ve uzun süredir yitirmiş oldukları özgüvenlerine yeniden kavuştular. Bu yüzden artık olan oldu her şey bitti diye umutlarını bütünüyle yitirenler bile gayrete geldiler.
Bu sayede, uzun zaman gündemde yer almasına karşın uygulanabilecek elverişli bir siyasal ortamı sağlamak mümkün olmadığı ve uygun bir konjonktür yakalanamadığı için rafa kaldırılıp umut kesilen sağda ve solda birlik siyasi mühendislik projesini pürtelaş alelacele indirerek yeniden masaya yatırdılar. Ve birtakım rötuşlarla kısa sürede devreye sokup Kasım'da yapılması beklenen genel seçime yetiştirmeye çalıştılar.
Ne var ki Abdullah Gül'ün Cumhurbaşkanı seçilmesi önüne çıkarılan engeller üzerine AKP iktidarı genel seçimi erkene alınca; proje gereği DYP ile Anavatan'ın birleştirilmesini aceleye getirip yüzlerine gözlerine bulaştırırken, CHP-DSP ise birleştirilemeyip güdük bir seçim ittifakı ancak sağlanabildi. DP'de birleşme fiyaskosu ve eğreti CHP-DSP ittifakı ile girdikleri 22 Temmuz Seçimi sonuçları sandıkların açılmasıyla tam bir hezimet olarak karşılarına çıktı.
Oysa sağda ve solda birlik projesinin hayata geçirilmesini imkânsız kılan çok köklü ve derin nedenler vardı. Bir kere 12 Eylül 1980 sonrasında uygulanan millî politikalar sonucu sağ-sol ayırımı önemini yitirip millî-gayrimillî ikilemi siyasi söylemlere hâkim olmuştu.
Gerçi uyanıklık edip millîleşme akımını yükselen milliyetçilik şeklinde çarpıtarak topluma lanse etmeye çalıştılar ama pek tutturamadılar. Dahası, bu yöndeki ısrarlı propaganda, aksine ulusalcı diye bir farklı milliyetçiliğin ortaya çıkıp arzı endam etmesine yol açtı. Bu yüzden Atatürk Milliyetçileri kendi aralarında bölündüler üstelik.
Abdullah Gül'ü Cumhurbaşkanı seçtirmeme kampanyasına dayalı sağda ve solda birlik projesi ile girdikleri 22 Temmuz 2007 Genel seçiminde, oylarını umulmadık şekilde arttırarak iktidarını pekiştiren AKP karşısında uğradıkları hezimet; çok bel bağladıkları 27 Nisan Muhtırasını da yanlış okuduklarını anlamalarına vesile oldu. Bu yüzden orduyu, son derece kritik bir seçim öncesinde toplumu manipüle etmekle suçladılar.
Açıkçası o heyecanlı, coşkulu, milyonluk büyük Cumhuriyet Mitingleri hiçbir işe yaramamıştı. Bu yüz yüze geldikleri ani dramatik gerçeklik demokratik mücadeleden umutlarını bütünüyle kesmelerine neden oldu. Kaldı ki şimdi o denli mitingleri bir daha yapmaları da mümkün değil. Nitekim türban yasağının kaldırılmasına karşı çıkmak için yaptıkları oldukça cılız mitingler nasıl toplumdan çözülüp yıkıldıklarını bizzat kendi belleklerine kazıdı.
Her şeye rağmen orduya umut bağlamak istemeleri bundandır. Nitekim 22 Temmuz'daki yenilgilerine karşın büyük bir zafer kazanıp gücünü arttıran AKP iktidarının yine de Abdullah Gül'ü aday gösterip Cumhurbaşkanı seçtirmeye cesaret edemeyeceğine olan garip inançlarını bir süre daha sürdürdüler. Bir türlü umut kesmek istemedikleri askerlerin, birtakım göstermelik olumsuz yaklaşımları da bu inançlarını korumaları için sönük de olsa bir umut ışığı oldu.
Oysa ordunun özellikle iktidar kanadı, birtakım çeteleşmiş unsurlara karşı AKP iktidarı ile ta başından beri tam bir uyum ve dayanışma içerisindedir. Bunu doğru okuyamamalarının asıl nedeni de başka hiçbir umutları kalmadığı için askeri müdahaleye olan çaresiz angajmanlarıdır.
Abdullah Gül, MHP'nin de desteği sayesinde sorunsuz bir seçim sonunda yeterli Meclis çoğunluğu tarafından seçilip Cumhurbaşkanlığı makamına oturunca; milletvekili yeter sayısının 367 olduğuna ilişkin Anayasa Mahkemesi kararı dâhil, her şeyin kendi aleyhlerine kurgulandığını düşünmeye ve bunu çeşitli unsurları aracılığıyla ihtiyatlı ifadelerle dile getirmeye başladılar.
Nitekim 22 Temmuz Genel seçiminde AKP karşıtı bir çıkışla oldukça etkili bir kampanya başlatan Erbakan da sandıklardan çıkan sonuçları değerlendirirken şunları söylüyordu:
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in başörtüsü konusundaki kamusal alan yaklaşımı, ADD tarafından başlatılan hırçın Cumhuriyet Mitingleri, Anayasa Mahkemesi'nin Cumhurbaşkanı seçimine ilişkin verdiği kabul edilemez gayri adil karar ve Genelkurmayın oldukça sert 27 Nisan Bildirisi nedeniyle oluşan darbe tehdidi… Bütün bunlarla adeta bir tsunami etkisi oluşturularak inançlarına bağlı Müslüman kitle korkutulup AKP'ye yöneltildi.
Hiç kuşkusuz ki Erbakan'ın seçim sürecindeki yaklaşımı da bu tsunami korkusu algısını toplumda olabildiğince etkin hale getirmeye ve Sabetayist Toplum oligarşisinin kendi ifadesiyle pilini bitirmeye yönelik önemli bir etki yaptı.
Saadet Partisi'ni iktidar alternatifi yapma planını da bir başka seçime erteleyen Erbakan, ülke yönetiminin Millî Devlet kontrolünde bulunan AKP iktidarı eliyle yürütülüp sağda ve solda birlik projesinin sonuçsuz bırakılmasına öncelikli önem verdi.
Böylece 22 Temmuz Seçiminde Sabetayist Toplum yapılanmasının siyaset alanından tamamen silinmesi sağlanırken; güçlenen AKP iktidarı ve Abdullah Gül'ün Cumhurbaşkanı seçilmesi de hile rejimi ve köle düzeni oligarşisinin devletten de hızla tasfiyesinin yolunu açtı.
Bu gerçeğin çok iyi farkında olan Sabetayist Toplum'un, çok yaman bir gözü kara şövalyesi Erdoğan Teziç'ten boşalan YÖK başkanlığına, öne çıkarılabilecek herhangi bir İslami yönü bulunmayan liberal görüşlü Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan'ın getirilmesi bile tepkisel azgınlıklarını azaltmaya yetmedi. Çünkü konumunu ve mevkiini bir başkasına bırakan her Sabetayist unsur AKP iktidarınca kendilerine yapılmış bir ihanet ve indirilmiş bir darbe olarak değerlendiriliyor.
Başbakan Erdoğan, içeride ve dışarıda çok etkin olan Sabetayist Toplum yapılanmasını karşısına almamak için ne kadar özen gösterse de pek bir yararı olmuyor. Erdoğan'ın bir önemli handikabı da AKP içindeki az da olsa Sabetayist unsurlar. Onlar çıkıntılık yapıp tasfiye edilmemek için şimdilik sessiz kalsalar da önemli bir kritik noktada yapabilecekleri ne varsa yapacaklarından şüphe edilemez. Elbette ki ucuza harcanmak istemezler.
AKP iktidarına, anayasa değişikliğinde türban özgürlüğüne pek sıcak bakmayan MHP ile aynı çizgide kalarak üniversite öncesi ve sonrası dönemi kapsam dışı bırakmasına rağmen, inancına bağlı Müslüman kız öğrencilerin üniversite öğrenimi yapabilecek olması nedeniyle kin ve düşmanlık kusmaya başladılar.
YÖK Başkanlığı'na getirilen Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan'ın, daha ilk günde, rektörler müsamaha gösterip fiili bir duruma yol açarak türban sorununu sessizce halletmeliler şeklindeki önerisine şiddetle karşı çıkıp yürürlükteki kuralları çiğnetmeyiz dediler.
Şimdi de TÜSİAD temsilcisi hanımefendi ortaya çıkmış bunca gürültüye ve anayasa değişikliğine ne gerek vardı; sorun daha basit ve kolay şekilde halledilebilirdi diyor. Yani çevir kazı yanmasın hesabı… Ya da suçunu başkasına atma uyanıklığı…
Bazı yargısal odaklar ise yasağın Anayasa Mahkemesi kararı ile konulduğuna dikkat çekerek yasal bir düzenleme ile de kaldırılamayacağını ileri sürdüler. Dahası bazı yüksek yargı sözcüleri, türban yasağının Anayasanın değiştirilmesi teklif dahi edilemez laiklik maddesi gereği olması nedeniyle konuya ilişkin anayasa değişikliği de yapılamayacağını iddia ettiler. Bazı emekli yüksek yargı mensupları da bu iddiayı desteklediler.
Ancak açıkça gözlemlenen ve hiçbir şekilde göz ardı edilemeyen gerçeklik şudur… Türkiye Cumhuriyeti'ni ilelebet kendileri yönetsin diye bir hile rejimi ve köle düzeni kurarak Müslümanları devletten, siyasetten, ekonomiden, toplumsal ve kültürel hayattan dışlayıp kırsal alanlara mahkûm etmek; etkisiz, fakir ve cahil bırakıp dinlerinden uzaklaştırmak ve İslam'ın kökünü kazımak için Haim Nahum Planını uygulayan Sabetayist Toplum oligarşisi tam bir panik yaşıyor.
İnancına bağlı Müslüman kızların modern, şık, albenili ve imrendiren türbanlar takarak üniversitelere devam etmeleri bu plana vurulacak bir darbe gibi algılanıyor. Başına inançlı bir Müslüman'ın geçtiği her kurum ve kuruluşu düşen kale olarak ilan edip yaygara koparmalarının nedeni de budur. Uzun bir mücadele sonunda her sahadan dışlanıp tasfiye edilen, kırsal alana ve şehir varoşlarındaki gettolara mahkûm edilen Müslümanlar şimdi geri dönüyorlar diye çığlık atıyorlar.
Başbakan Erdoğan ve hükümet sözcülerinin ABD ve Avrupa Birliği ülkeleri karşısında PKK terörü ve Kıbrıs gibi milli konularda kişilikli bir duruş sergileyip Türkiye'nin öz çıkarlarını gözeten bir yaklaşımla açıklamalar yapmaları kanlarına dokunuyor.
Çünkü Türkiye'yi çiftlik haline getirip Müslümanları paryalaştırmak için sırtlarını dayadıkları dış güçler etkinliğini yitirsin istemiyorlar.
Örneğin, Selanik'teki Sabetayistleri Anadolu Rumlarıyla takas yaparak Türkiye'ye getirme planı olan Mübadele göçmeni bir Mübadil olduğunu gizlemeyenlerden Hürriyet yazarı Cüneyt Ülsever, katıldığı bir televizyon programında Başbakan Erdoğan'ı Batı karşısında dikleniyor deyip Hugo Chavez'e benzeterek eleştirdi…
Demokratik mücadeleden umutlarını kestikleri için son günlerde yine bir ordu müdahalesine gözlerini dikmeye başlamış bulunan Sabetayist Toplum unsurları ülkeyi karıştırma istidadı gösteren her olumsuz gelişmeye körük ve benzinle seğirtiyorlar…
Oysa asıl Sabetayist Toplum oligarşisini dağıtıp hile rejimi ve köle düzenini yıkan askeri müdahaleler oldu. Bu yüzden de gerek dünya siyonizminin, gerekse Türkiye'deki uzantısı Sabetayist Toplum unsurlarının değişmeyen hedeflerinden biri hep Türk Silahlı Kuvvetleri oldu.
Nitekim ABD'deki sion-con'larla işbirliği içerisinde 22 Temmuz seçim hezimetinin hemen ardından başlattıkları yoğun bir kampanya ile Türk Silahlı Kuvvetleri'ni Kuzey Irak'a yönelik sınır ötesi kapsamlı bir harekâta paldır küldür sürükleme planını uygulamaya çalıştılar; ama başaramadılar.
Başbakan Erdoğan PKK terör örgütü konusunda daha önce açıklayıp dünyaya ilan ettiği tüm hususları Beyaz Saray'da yaptığı görüşmede Başkan Bush'a hiç eksiksiz kabul ettirip uygulamaya da koyunca tüm bu çabaları boşa çıktı.
Şimdilerde de hükümetin çetelerle mücadelesini Türk Silahlı Kuvvetleri içerisinde bir fitne fesat kumkumasına dönüştürmek amacıyla hummalı bir çaba içerisine giren aynı iç ve dış çevreler ülkeyi istikrarsızlığa sürükleme potansiyeli taşıyan her konuyu mıncıklamaya çalışıyorlar.
Bu yaklaşımla türban yasağının üniversitelerde kaldırılmasına ilişkin yapılan anayasa değişikliğini de ağızlarını eğip bükerek laikliğe yönelik bir girişim olarak lanse ederek darbe kışkırtıcılığı için bahane olarak kullanmaya çalışıyorlar.
Mademki küçük bir kesimin türban özgürlüğü için anayasa değişikliği yapıldı, o halde Kürtlerin, Alevilerin, Romanların ve eşcinsellerin de özgürlüklerine ilişkin anayasal düzenlemeler yapılsın demekten zerre kadar sıkılmıyorlar. Ortalığı birbirine katmak için her yola başvuruyorlar.
Mehmet Barlas gibi bazı ustalar ise Avrupa Birliği üyeliği için engel oluşturan Kıbrıs konusunun hallini, limanlarımızın Rum gemilerine açılmasını, Heybeliada Ruhban Okulu'nun açılmasını, türban yasağının kaldırılması konusu ile aynı kefeye koyarak hepsinin birlikte halledilmesini isteyip işi yokuşa sürmeye çalışmaktadır.
Hatta Barlas daha da ileri giderek Rumlara yönelik 6-7 Eylül olaylarını çıkartanlarla türban yasağını koyanları da aynı kefeye koyarak Müslümanları Rumlar gibi azınlık statüsüne sokmaya çalışırken, üstü kapalı orduyu da suçlamaya ve kışkırtmaya çalışmaktadır.
...
Diğer yandan da laikliğin tehdit altında olduğunu iddia ederek buna neden olanları ve tüm Müslüman kitleyi açıkça tehdit etmektedirler. Hatta açıkça kan dökmekten söz ediyorlar…
Eğer Cumhuriyet'in kurucu iradesini temsil eden, kazanımlarının koruyuculuğunu ve kollayıcılığını üstlenen Sabetayist Toplumun Türkiye'yi ilelebet yönetmesinin teminatı olan laikliği zayıflatacak düzenlemelere ve girişimlere bir son verip ülkenin dizginlerini yeniden bize teslim etmezseniz başınıza getirmedik bela ve musibet bırakmayız demeye getiriyorlar.
İnançlarının gereğini yerine getirip inandıkları gibi yaşamak isteyen Müslümanların giderek çoğalmasını, özellikle de siyasetin vitrinlerine, devletin önemli kilit noktalarına gelmelerini ve bunun yolunu daha da açacak olan yüksek öğrenim imkânlarının sağlanmasını kendilerinin Türkiye'yi ilelebet yönetmelerini tehlikeye atan korkunç tehdit unsurları olarak görüyorlar.
İmam-hatip mezunlarının katsayı engelini inançlı Müslüman erkek öğrencilerin üniversite eğitimi yapmamaları için bir önlem olarak alan Sabetayist Toplum oligarşisi; başörtüsü yasağını da inançlı Müslüman kız öğrencilerin yüksek eğitim görmelerini engellemenin bir yolu olarak görüyorlar.
İnancına bağlı Müslümanlar eğitimli olduklarında daha etkin ve şuurlu olacakları için hile rejimi ve köle düzeni ve büyük Müslüman kitleyi azınlıkçı dayanışma içerisinde keyiflerince yöneten Sabetayist Toplum unsurları için potansiyel tehdit olarak görüyorlar.
Hatırlanacağı üzere aynı çevreler 28 Şubat sürecini fırsat bilerek Anadolu'da boy atan İslami kesime ait holdingleri de irtica ile yaftalayarak, gurbetçileri dolandırmakla suçlayıp çeşitli yollardan iflas ettirip tasfiye ettiler.
Çünkü inançlarına bağlı Müslümanların ekonomik güce sahip olmaları halinde bunun siyasete ve ülke yönetimine de yansıyacağını ve Sabetayist azınlığın büyük Müslüman kitleyi ilelebet yönetmesini öngören mevcut sistemi çıkmaza sokacağından korkuyorlar.
Aslında İslami holdinglerin gurbetçileri sömürdüğü iddiasını alabildiğine abartıp büyüttükleri bir kuyruklu yalan olarak, yıllarca asıl Sabetayistlere ait büyük holdingler tarafından soyuldukları gerçeğini örten bir şal gibi kullanılarak bir taşla iki kuş vurdular.
Türban karşısında keskin kılıç durup başörtüsüne göz yumabileceklerini söylemeleri de dinine bağlı eğitimli, bilinçli Müslümanları en çok azınlıkçı Sabetayist Toplum oligarşisi için potansiyel tehlike ve tehdit olarak görmelerindendir.
Müslüman kadınlar eğer tarlada çalışıp kırda bayırda yaşayacaklarsa, şehirlerde işçi, temizlikçi, hizmetçi olarak çalışacaklarsa başlarını örtmeleri pek sorun olmaz. Ama eğitimli, kültürlü, etkin ve bilinçli dindar Müslüman kadınların siyasette, ekonomide, medyada ve kamusal alanda hak ettikleri yerleri almalarına asla tahammülleri olamaz.
Yüksek mevkilerde bulunan kişilerin hanımlarının türbanlı olmalarına alerjik yaklaşım sergilemeleri de eşlerinin şuurlu dindar Müslümanlar olmalarının bir kanıtı olarak görmelerinden kaynaklanmaktadır. Erkeklerde kılık kıyafet farklı olmadığı için inançlarına bağlı Müslüman Erkekleri eşlerinin türbanlı olmasıyla belirleyebiliyorlar.
Yoksa erkek ya da kadın fark etmez... Eğitimli, şuurlu, dindar Müslümanların hangi sahada olursa olsun önemli mevkilerde bulunmalarını; ülke yönetimini ve stratejik öneme sahip sahaları münhasıran Sabetayist Toplum mensuplarına tahsis eden hile rejimi ve köle düzeni oligarşisi için potansiyel bir tehdit ve tehlike unsuru olarak görüyorlar.
Sabetayist Toplum unsurları Müslümanların dinlerinin gereğini yerine getirmelerinden endişeleniyorlar… Dininin gereklerini yerine getiren Müslümanların çoğalmasından korkuyorlar… İnançlı, dindar Müslümanların resmi kurumlarda önemli mevkilerde, özel sektörlerde etkin konumlarda bulunmalarından tedirginlik duyuyorlar… Müslümanların siyasette etkin olmalarından adeta dehşete kapılıyorlar… Müslümanların eğitim, kültür ve sosyal hayatta faaliyet yapmaları kendilerine hafakanlar başmış gibi sıkıntı veriyor… Müslüman kimliğinin her nerede, ne şekilde olursa olsun imrendirici şekilde öne çıkmasından rahatsız oluyorlar… İslami bir sembol gördüklerinde fena halde bozuluyorlar…
Peki, nedir bu? Niye bütün bunlar?
Çünkü Sabetayist Toplum unsurları Müslüman Türk Milletine karşı suçludurlar, o yüzden korkuları, endişeleri… Bir hırsız malını çaldığı kimseden elbette ki korkar!
Sabetayistler Müslüman Türk Milletinden devletini çaldılar, ülkesini çaldılar; yönetimden dışladılar… Özgürlüğünü çaldılar, bağımsızlığını çaldılar; paryalaştırdılar… Ekonomisini çaldılar, her türlü maddi varlığını çaldılar; fakirleştirdiler. Kültürünü, medeniyetini çaldılar; yabanileştirdiler, ilkelleştirdiler… Dinini, imanını, ahlakını çaldılar; paganlaştırdılar… Kimliğini çaldılar, kendine yabancılaştırdılar…
Şimdi artık Müslüman Türk Milleti bu uğradığı büyük tarihi ihanetin farkına varıyor… Şefkatle beslediği karganın gözünü oyduğunu görüyor… Asimile edilmek, paryalaştırılmak, yok edilmek istendiğinin ayırdına varıyor… Açıkçası hırsızı tanımaya başlıyor… Her şeyinin elinden alınmaya çalışıldığının bilincine varıyor…
Tarihin bu en şerefli büyük milleti uyanıyor, yeniden silkiniyor, kendine geliyor… Açılan ve ışığa kavuşan gözleri ile düşmanının yanı başında olduğunu görüyor, başına gelenleri kavramaya başlıyor…
Sabetayist Toplum unsurlarının korkuları bundan… Endişeleri bundan… Panikleri bundan…
Çünkü hırsız suçüstü edilmek üzere… Yaygara koparması, bir kaşık suda fırtına koparması ondan…
Ama bütün bunların ecele hiçbir faydası yok!
Kızılderili filmindeki şefin beyaz adama söylediklerini tekrarlayalım:
Boşuna çabalama gebereceksin!
http://www.el-aziz.com/modules.php?name=News&file=article&sid=2771
 

agbi

Yasaklı
Katılım
2 Kas 2006
Mesajlar
25
Tepkime puanı
382
Puanları
0
Konum
İzmir
Konuyu açan arkadaşım kopyaladıyıp buraya getirdiğiniz konuyu okuyunca.

Sizde ne düşünceler belirdiki bizlerinde düşünmesini istediniz??? Bu konuyu getirdiğinize göre.

Alıntı yaptığınız konunun altına lütfen kendi görüşlerinizide yazın.Herkesin anlama ve düşünme çapı aynı değildir. (Siz demiştiniz)
 
Üst