Kur’ân’ın İnsan Modeli

eylül

Veled-i kalbî
Katılım
15 Ara 2006
Mesajlar
5,223
Tepkime puanı
1,026
Puanları
0
Konum
mavera...
2010 Yılının Kur’ân Yılı Olarak İlan Edilmesi Münasebetiyle Altınoluk dergisinin Prof. Dr. Sadık Kılıç ile "Kur’ân’ın İnsan Modeli" üzerine yapmış olduğu röportajı.

Diyanet’in 2010’u özel olarak “Kur’an Yılı” ilan etmesi nasıl bir ihtiyacın karşılanmasını sağlar? Burada Kur’an’a yönelik ilgiyi zaman ile sınırlama gibi bir risk görüyor musunuz?

Dr. Sadık Kılıç: Amacı ve hedefi bakımından değerlendirildiğinde Kur’ân, ‘bütün zamanların, bütün mevsim ve tarih kesitlerinin iman, amel, ibadet, hidayet, kurtuluş, ebedi mutluluk ‘Ana Referansı’dır. Bütün varlık alemini anlamlandırma ve insanlığa, gerçeğe ve mutluluğa gidecek olan yolunu göstermek üzere inzal olunmuş olan Kur’ân’a odaklanma, bütün yılların ve çağların; varoluşun anlamını süren bütün arayışların borcudur..

Fakat 2010 yılının ‘Kur’ân Yılı’ olarak ilan edilmiş olması, bilhassa tarihsel atfı itibariyle daha bir anlamlıdır… Bir yandan bize O’nun dünyayı teşrif anını ve zamanını hatırlatırken, bunun yanı sıra, geçen bunca zamana karşın, O’nun hala ter ü taze olduğunu, ebedi bir rehber olarak bütün çağları irşad ettiğini, etmeye de liyakatli olduğunu, zaman kıdemine mukabil, O’nun ebedî gençlik ve hayat kaynağı olmayı sürdürdüğünü görmemize, bir bakıma bu Muhammedî Mu’cizenin tarih içinde yaşanılır bir vakıa haline dönüş serüvenini daha sıkı ve hususi bir biçimde tefekkür etmemize imkan hazırlamaktadır.. Düşüncem odur ki, 1400 yılı deviren Kur’ân Mucizesi, nice binli yılları da arkada bırakacak; zamanın bu ilerleyişine rağmen o, hep genç, taze, dinamik, kuşatıcı, yol gösterici olmayı sürdürecektir.. Bir asrın daha bitişine tanık olan biz müminlerin, alim ve mütefekkirlerin bu özel anı, çok daha kalıcı etkinliklerle anıtlaştırmamız, bir bakıma tarihe çok görkemli ve anlamlı bir çentik atmamız gerekir idi.. Ümit ediyorum ki, bu boyutta derin, etkin ve sarsıcı faaliyetler yapılır; Kur’ân’ın dünyasına yepyeni kapılar aralanır..

1400. yılın derin boyutu ve tarihî anlamı ile Ramazan ayının kendine özgü mana ve atmosferinin bu hususta kesişeceğini sanmıyorum. Bir kere Ramazan ayı, bir sıyam/oruç ve varlığı arındırma ayı olup, en büyük meziyetlerinden bir tanesi de Kur’ân’ın kendisinde tenzil olunmaya başladığı ‘Kadir Gecesi’ni ihtiva ediyor olmasıdır. İşte bu karineyle biz Ramazan ayına “Kur’ân ayı” diyoruz; 1400. Yılın zamansal ve beşeri döngü içindeki manası ise daha farklıdır.. Biz bu 1400. Yılda, Kur’ân mesajının nice bin yılları geride bıraktığını, zamanın yaşlanmasına mukabil giderek daha da gençleştiğini, O’nun gelecek bin yıllarla da iç içe ve yan yana yürüyeceğini; Kur’ân ıtırlarının beşeriyet göğünü, bu ana kadar olduğu gibi hiçbir asır ve tarih kesitinde yoksun bırakmayacağını, böyle bir kabiliyet ve ayrıcalığın ise bizzat Kur’ân’ın özünden, O’nun metninin özelliği ve seçkinliğinden ileri geldiğini, derinden algılıyoruz.

Bu özel anma vesilesiyle, Kur’ân’a dair, onun hem tarihî akışını, hem de anlam katmanlarına dair bize gizli kalmış olan bazı hususlarını öğrenme; O’nun ufkundan, varoluşun ta başlangıcından bu güne ve gelecek nice bin yıllara doğru, kainat ufkunu bir kez daha tarama, anlama ve Yüce Allah’ı minnet, tazim, ubudiyet, inkıyat, teslimiyet, rücu ve iltica hisleriyle zikretme coşkusuna nail oluyoruz..

Bu sebeple, Kur’ân’ı tanıma, onunla ünsiyet kurma, okuma, kavrama, bilinçlenme; O’ndaki namütenahi Rubûbiyet vurgusu karşısında, aynı yoğunlukla bilinçlenme ve ilahi paradigma şemasında ‘özgür mümin’ modelini oluşturma çabamızı ne kutsal günlerle, ne kutsal hafta ve aylarla, ne de sayılı yıllarla sınırlama yanılgısına düşmemeliyiz.. Çünkü Kur’ân, beşeri algı ve olguların arabasına koşulmak istenen biz insanoğlu için, hep yanımızdadır, önümüzdedir ve bizimle yan yana, geleceğe doğru ilerlemektedir..

Kur’an zaman zaman insana hitap ediyor. Zaman zaman “Mümin”e. “Müslümün”a hitap ediyor. Neler var bu farklı farklı çağrılarda?

Dr. Sadık Kılıç: Bu soruya Kur’ân ilimleri açısından yaklaşırsak, diyebiliriz ki, henüz İslam’a girmemiş, bu sebeple de şirk ve inkâr yaklaşımlarını sürdüren Mekke müşriklerinin söz konusu olduğu ayetlerde çoğunlukla ‘insana, insanlara’ hitap edilmiştir.. Bir başka ifadeyle, Mekke periyodunda inmiş olan ayetlerde… Ayın şekilde, muhatabının kahir çoğunluğunu müminlerin oluşturduğu ayetlerde ise, ‘mümine, iman etmiş olan kimseler’e hitap edilmiştir; yani, Medine döneminde nazil olmuş olan ayetlerde.. Fakat bu durum, tam olarak bir kesinlik de arz etmemektedir; şöyle ki, Medine döneminde inmiş olan ayetlerde de biz, ‘insan’ a; Mekke döneminde inmiş olan ayetlerde de ‘mümin’e hitap edildiğine şahit olmaktayız.. Mesela Medine’de inmiş olan Nisa suresi, ‘Ey insanlar…’ diye başlar; Bakara Suresinin içinde, ‘Ey insanlar…’ (Bakara 21) hitabı yer alır.. Bunun gibi Mekke döneminde inmiş olan Hac suresinde, ‘Ey iman edenler…’ (Hac, 77) nidası yer almaktadır.. Bir başka ifadeyle belirtmek gerekirse, ‘mümin’ ve ‘iman etme’ sıfatının konu edildiği hitaplar, bir teşrif ve övgü; buna mukabil, sadece ‘insan oluş’ sıfatının yer aldığı hitaplar da, yergi manası ihtiva etmektedirler.

Konuya şöyle de bakabiliriz: ‘İnsan’ oluş merhalesinde bulunmak, geleceğe doğu büyük ve kutlu bir imkanın, yani ‘imana erme’ oluşumunun varlığını müjdeler, muhatapların ufkunda büyük bir hedef ortaya koyarken, ‘iman ve mümin oluş’ merhalesini ihraz etmiş olan kimseler için de, zımnen bir ikaz, tenbih; diğer yandan içinde bulunulan nimetin hakkını eda etme çağrısı gibi, aynı şekilde zımni bir vaîd yer alır.. Bu demektir ki, bu iki hitap tarzı arasında kesin ve kategorik bir ayırım yapılamaz; ya da şöyle diyebiliriz: Yeryüzündeki bütün insanlar –iman etsin ya da etmesin- ‘ey insanlar’ [yâ eyyühennas..] hitabının muhatabı iken, imana erme ve mümin olma vasfını haiz olan kutlu kimseler ise, hem ‘ey iman edenler, imana erenler’ hitabıyla muhataptırlar, hem de ‘ey insanlar’ hitabıyla muhataptırlar.. İçerik olarak söylersek, bir yandan evrensel insanlığa yöneltilen mesaj ve bilgilendirmelerle yükümlüdür, diğer yandan da, daha hususi çerçevede ‘mümin’ olmanın, imana ahit vermenin getirdiği özel yükümlülüklerle.. Zira onlar, salt bir ‘beşer’ ve ‘insan’ olma mertebesinden ‘mümin’ olma seçkinliğine ve derecesine yükselmişler; bu irtifa noktasında ise, iman öncesi hali düşünerek, Rablerine olan şükür ve itaat vecibelerini daha bir kuvvetle ifa etmeye yönelmişlerdir.

Bu iki hitap şekli, diyalektik bir biçimde bizi, iman nuru ile, bu nurun kaçırılması halinde karşılaşılacak olumsuz haller ve insani durumlar arasında götürüp getirmekte; bir anlamda kulluk bilincimizin daha kaliteli, nitelikli ve deruni olmasına vasıta oluşturmaktadır.

Bu noktada Ebu’d-Derdâ Hazretlerinden gelen şu habere dikkatle kulak vermemiz gerekir:

“Dedi ki Ebu’d-Derdâ: ‘Abdullah ibn Ravâha benimle karşılaştığında, bana, ‘Otur da ey Uveymir, bir saat îman edelim!’ der, bunun üzerine biz oturur, O’nun dilediği hal üzere, Yüce Allah’ı zikreder/anardık. Sonra da o bana derdi ki; “Ey Uveymir, bunlar îman meclisleridir; zira iman ile senin durumun, tıpkı gömleğinin hali gibidir! Şöyle ki; onu sen üzerinden çıkarmış isen, bir de bakmışsın ki, onu giymişsin; onu giymiş bulunuyor isen, bir de bakmışsın ki, onu üzerinden çıkarmışsın! Ey Uveymir, kalb, fokur fokur kaynayan bir tencereden bile daha hızlı değişir/dalgalanır/döner..”.

Ey Mümİn - Ey İnsan!

Kur’an’ın bugünün Müslümanına, insanına çağrısında siz neleri özel olarak görüyorsunuz? İnsana “Kur’an Çağrısı” başlığı altına neleri koyardınız? Müslümana-Mümine Kur’an çağrısının altına neleri koyardınız?

Dr. Sadık Kılıç: Bu çok özel bir soru… Yaşanılmış bin dört yüz yıldan sonra, insan, varlık, hayat, ölüm ve sonrası, vb. konularda pek çok algının zuhur ettiği; bırakınız dünya ölçeğini, muayyen bir medeniyet ölçeğinde bile tek merkezliliğin tarihin çöp sepetine atılıp, çok merkezliliğin; tekçi anlayış ve algı biçimleri yerine çoğulcu ve kaotik algı tarzlarının egemen olduğu; varlık algılamasında kozmik eksen kaymalarının yaşandığı, kainatın manevi bir perspektiften idraki ve kavranılışı yerine, salt maddi bir kainat algısının başat olduğu, sebep ve gaye düzleminde, insanın büyük bir dönüşüme (metamorfoz) uğrayarak, ‘aracı amaç haline’ getirdiği, yani ‘üretim-tüketim ve cinsellik üçgeni içine sıkıştığı … bir tarih kesitinde biz, bir bakıma, bir ‘Kur’ân’ın Ebedi Manifestosu’nu dizayn etmeye çağrılıyoruz..

Evet, böyle bir çağrıda, bize göre şu hususlara yer verilmelidir diye düşünüyorum..

1) Sebep ve amaçsız değilsin, ey insanoğlu; sen de ey mümin… Her ne kadar bir ‘düzen’ ve ‘sistem’ kılıfına büründürülmüş bile olsa, kozmik nedensizlik ve gayesizlik, ‘boşluğa’ tekabül eder.. Boşluk ise, bir hafakandır, bir bunalım kaynağıdır.. Bu ise, mutsuzluk! Ebedi mutluluğa gel; benim kefaletimde ve yol göstericiliğimde, tutun ellerime; tutun emir ve hükümlerime, açık bir evren, nezih bir hayat, dost ve alçakgönüllü bir paylaşım anlayışına.. Ve, seni bürüyen yanılgılara vur neşteri de, gir Yüce Allah’ın sonsuz hükümranlığına; gir O’nun rahmet ve re’fet göğünün altına..

2) Ey mümin, nüzul akışı, bilgiye vurgu yaparak, ‘Oku’ cümleciğiyle başlayan bir Kitabın; bilgiyi ve bilgi üzerine kurulmayı en büyük erdem sayan bir Peygamberin bağlısı olarak, bilgi ve bilgelikçe yükselt kendini! Kır yüzyılların boynuna astığı o cahillik, geri kalmışlık, pısırıklık ve korkaklık zincirini… “Eğer mümin iseniz en üstünü sizsiniz!” tanımlamasının bilgisini aş, bilginin âşığı, hem dahi talibi ve pazarı ol; aydınlat evreni…

3) Ey mümin! Sen ‘iman’ metaını satın aldın, artık kovanın yağma olsun, sezadır!.. Nebinin, mahfiyet ve alçakgönüllülük gibi şemaili ile sıfatlan da, gönlünü ser insanların yoluna.. Bilgin ve imanın, sertlik ve azamet tecellisini değil, tam aksine incelik, nezaket, tebessüm, içtenlik, îsar, vb. hasletlerini arttırsın.. Sen de, o Yüce Peygamber gibi, titre ve ürper, yere basarken, kulluk bilincin sebebiyle..

4) Ey insan! Hiçbir şey yoktur ki, bir ‘varoluş’ silsilesi içinde tecelli etmesin.. Bir silsile içinde gözüken, böylece de ‘yok iken var kılınan’ her bir şey de, yalın bir sözcükle yaratılmıştır!.. Kozmostan biz insanlara değin; yaratılan her şey de, kaçınılmaz olarak sonludur ve fanidir.. Evren fanidir, bir durağı olmalı; insan fanidir, bir mercii bulunmalı; tüm nimetler bitimlidir, âkıbet tükenmek olmalı… Öyleyse, tanı dünyayı, ta dipten tepeye kadar.. Ve uyan o ‘oyalayıcı bilgiler’den.. Dünya gerçeğini tanıdığında ise, işte o zaman sen kendini de tam olarak tanımış ve tanımlamış olacaksın!

5) Ey insan! Senin ‘insan olarak gerçekliğin’, aynı zamanda diğer insanların da gerçekliğidir.. Ortak yeryüzü yaşamına ve serüvenine yazgılı kılınmışsınız! Ortak bir dünya, ortak bir ata, ortak bir yazgı, ortak bir gelecek: ölüm ve ölüm sonrası geleceği, siz insanların ortak vadisi.. An ân tükettiğiniz ya da kendilerine doğru akıp gittiğiniz.. Bu yadsınamaz ve sarsıcı hakikat karşısında, tutun birbirinizin ellerini, silin birbirinizin göz yaşını, doyurun aç kardeşlerinizi ve yok edin, içinizdeki o tamah ve açgözlülük ejderhasını ki, dünyanız cennetiniz olsun; ahretiniz de ebedi ve kutlu otağınız..

6) Ey müminler, ey bütün diğer inanç mensupları!.. Gerçeğin ve doğrunun belgesi benim; bana çıkan yollar doğru, bana yönelen niyet ve arzular yerinde, bana yönelen gözler gerçeği görmüş, benim direktiflerime göre hayatlarını şekillendirenler, sahih bir hayatı tahakkuk ettirmiş, geçmişini ve geleceğini benim işaret taşlarıma göre oluşturanlar ümitli olmayı hak etmiştir… Ve ‘hakikat’e ermek bir yandan isteme, diğer yandan da seçilme, yani ilahi lütuf konusudur.. Ve ilahi lütuflar da, bizim niyet ve iradelerimizi gözetir.. Şimdi, buna mukabil, yine de farklı inanç ve yol sahipleri hep olacaktır ve olmalıdır da; bu, hakikat diyalektiğinin beslendiği bir damardır çünkü.. Hem hukuken hem de fiilen böyle iken, yeryüzü ‘tevhid inancının dışında’ pek çok yol üzere bulunuyorken, Kendisini Rahman olarak niteleyen Cenâb-ı Hak, engin müsamahası, sınırsız ve şartsız lütfu ile her görüşten, her inanç ve inanıştan, her kült ve tapınıştan, her yol ve her yönden insanı beslemeye devam ediyor; uluhiyetin özü mesabesindeki celal tecellilerine mukabil, rubûbiyetin cemal ıtırlarıyla, inanmayana, eş koşana, savaş açana, hakkında yalanlar dolanlar düzene ölümlerle, şimşek ve yıldırımlarla mukabelede bulunmayıp, hayat nefhasını üflemeyi, onu –hikmetinden sual olunmaz- yaşatmayı sürdürüyor, hoşgörülü davranıyor ona!.. Şimdi, ey mümin, ey değişik inanç ve inanış mensupları olan insanlar, Allah’a bakın, başka hakikat anlayışlarından da alacağımız hisseler olabilir yaklaşımıyla, Allah’ta, Yüce Hakikat şahsında sevin birbirinizi..

7) Ey mümin! İmana ermişlik, aynı zamanda bir adayışı da gerektirir; bir iman ve kurtulmuş narsisizmini ise asla.. İman kıvamı, bir zıya topağıdır ki, onu erdemlerle, ibadetlerle, güzel tefekkür ve deruni bakışlarla, nefsini ve milkini paylaşımlarla bu imanı harlamadıkça, o sönmeye, cılızlaşmaya, giderek de -Allah korusun!- aksine ınkılap etmeye başlayabilir… İman bir taçtır, onun kıymetli taşları ve yaldızı ise, ‘ünsiyyet kökünden gelen ve bir ruh-madde karışımında özgünleşen, insanlaşmaktır.. Allah’a ünsiyet, insanlara ünsiyet, kurda kuşa ünsiyet, cansız nesnelere dahi bir ünsiyet aksiyonu içinde bulunup, iman tevazuu ve ağırbaşlılığına ermektir.. Bu yüce yükün ve emsalsiz halin kadrini bilmek, bizden farklı inanan, belki farklı düşünce ve anlayışlara sahip olan kimselere bile Rahmani bir ünsiyet ve ülfet nazarıyla bakıp onlara gönülden el tutmaktır.. Tam da Yunusumuzun kelimeleriyle, “Yaratılanı hoş görmektir, Yaratan ötürü!..”.

8) Ey insan ve ey mümin! Senin benim için mümkün müdür, beşeriyet ufuklarını aşıp da, Müteâl varlık mertebesinden, Yüce Allah’tan aşkın gerçeklikler dermek, ilahi irade ve irşadlardan haberdar olabilmek, neliğimin ve ne olacağımın özüne dair yüksek bakıştan bilgilere ulaşmak, sınırlı benimin gerçekleriyle “gerçek gerçeklikleri” arasını ayırt edecek hak ölçüleri öğrenmek, varlık alanının sonsuz yelpazelerinde pervazlar vurmak, görünen bu siluetin görünmeyen hakikatin sadece bir hayali olduğunu, esas varlık direğinin hayalin ve vehimlerin ta ötelerinde, hatta ötelerin de ötesinde bulunduğunu?!.. İşte bu noktada Peygamberler, fizik üstü ufuktan bize kutlu ve muştulu, bazen sızılı haberler getiren, kanatları rahmet bulutlarıyla yüklü, o nahif gövdelerine kurşundan mesajlar bindirilmiş aşkınlık Ankalarıdırlar; bize doğru kanat çırpan, üstümüze kanatlarını geren.. Onlarsız zihin şaşkın, gönül hayrette, adımlar tedirgin ve kararsız, yeryüzü de bîmisâl bir zulmette.. Belki onlar, biz insanlar için en büyük lütuf ve en büyük minnet.. Bu nedenle sev bütün peygamberleri, hakikat rehberliklerine tabi ol, hele de Hz. Muhammedi…

Onsuz ben Kur’ân suskun, hükümler kapalı ve mahzun, ahlâk ilkeleri bir sır ve düğüm, fakirler, yetimler, kimsesizler üzgün ve mahzun… Hem mübeyyin, hem uygulayıcı, hem örnek ve model: bir bakıma en güzel üsve, bir seciye ve bir ahlak ki, ne denli araştırıp zorlasan da, bulamazsın bir iğne ucu kadar bir nakısa, bütün davranışlarında.. Onsuz kandil yağsız, hatta kandil bir karanlık ve madûm; onsuz güzellik yetim, estetik ve nezaket güdük, adalet ve lütuf özsüz, şefkat ve rahmet sıfatları kaba… Sarıl Peygamber’e, tanı ve içselleştir onun hayatını hayatında, bir gör iç ve dışın nasıl tek bir bütün olduğunu, onun şahsında...
 

eylül

Veled-i kalbî
Katılım
15 Ara 2006
Mesajlar
5,223
Tepkime puanı
1,026
Puanları
0
Konum
mavera...
Kur’ân’la İlişkide Sahabe ile Farkımız

Kur’anla ilişkide genelde tüm Müslümanlar olarak nasıl bir sorun yaşıyoruz?

Dr. Sadık Kılıç: Her şeyden önce, Kur’ân’ın muhtevasının bilinmesi bu noktada önem arz etmektedir. Zira, Kur’ân ile O’na inanan, O’nu dünya ve varoluş algısının tam da merkezine oturtan ya da oturtmak isteyen kitleler arasında bir ilişkiden söz edebilmek için, özellikle Kitabın kendisini insanlara açmasını, onlar tarafından daimi olarak güncelleniyor olmasını beklemek gerekir.. Bu biz müminler için, sadece duygusal ve coşkusal bağlanmaların, ritüel derecesinde saygı sunumlarının ötesinde, Kur’ân mesajı ile bilgilenme, özümseme ve bilgili yaşanılır kılma tarzında özden bir münasebet içinde bulunmak demektir.. Kur’ân’ın ‘Kitab’ olarak tanıtılması bilhassa onun bu okunma, üzerinde düşünülme, ondan ilkeler ve hükümler elde etme etkinliklerine göndermede bulunurken, hiç kuşkusuz, ‘okumak, okunan şey, metin’ gibi anlamları gösteren ‘Kur’ân’ şeklindeki ifade edilişi de, hem ibadetlerde, hem de ibadet dışı zaman kesitlerinde, hatta her mekân ve zaman diliminde okunması gerekliliğine kuvvetli bir atıfta bulunur.. İşte tam da bu noktada denilebilir ki, salt fonetik bir etkinlik olmayan kıraat esnasında, bilginin, bilincin, coşkunun ve manevi temaşanın da bu kıraate eşlik etmesini sağlamak; böylece onu yalın bir ses olgusundan, bütün benliğimizi ve dünya ufkumuzu etkileyen bilgi ve bilinç yüklü kul etkinliğine yükseltmek gerekir.. Harflerin ve kelimelerin doğru seslendirilmesinden tutunuz da, okunulan Kur’ân parçalarının manaları, hatta tefsirleri üzerinde tefekkürde bulunulması; kıraat öncesinde ve sonrasında ciddi ve ağırbaşlı bir hazırlık evresinin bulunması, işte bu ‘ilişki’nin sağlıklı olabilmesinin önemli ayağı olarak gözükmektedir.

Bir de şu vurgunun yapılması elzem: Kur’ân ne salt bir dua, bir ilmi keşifler, lengüistik fragmanlar, bir muska, bir mali, siyasi, içtimai ilkeler vb. kitabıdır!.. Onun, her ne kadar pek çok konuları içeriyor ise de, bütün muhtevasıyla birlikte en kuşatıcı vasfı, bir ‘Hidayet rehberi’ oluşudur.. Öncelikle varoluş dünyasını aydınlatır, ruhları manevi ışığa ve kurtuluşa yöneltir, adalet ve nizam ilkesini ortaya koyar, bizim varlık alanındaki bulunuşumuzu temellendirir ve ayaklarımızı boşluktan kurtarır, bütüncül olarak varlığımıza gerçek ve ebedi bir zemin oluşturur.. Onun içindir ki, Kur’ân, ne sadece hüzünlü günlerimizde ya da mezarlıklarda kabir başlarında okunmalı, ne de cami mihraplarına hapsedilmeli.. Yüce Allah’ın son mesajı ve iman bestesi olarak, gerek ses dünyamız üzerinden, gerekse telsiz gönül nağmelerinde daima terennüm edilmeli, mırıldanmalı; O’nun ilahilik göğüyle bağıntımız hiç koparılmamalıdır.. Akıl ve gönül yoğunlaşmasının kendisine eşlik edeceği bu tınılar bizi böylece varlığımızın, mebde ve meâdımızın kaynağına kesintisiz bir atıf olacak, bizi gerçek biçimde mutlu ve huzurlu kılacaktır!..

Sahabenin Kur’an’la ilişkisiyle günümüz Müslümanlarının Kur’an’la ilişkisi arasında nasıl bir fark gözlemliyorsunuz?


Dr. Sadık Kılıç: Önce şu tespiti yapmalıyız: Sahabe, üzerinden geçen uzun cahiliye döneminden sonra, yakıcı bir çöl ortasında bulduğu bir pınar, sığındığı bir vaha gibi karşılamıştı Kur’ân’ı; kelimenin gerçek anlamında, Kur’ân hem dirilişinin, hem de hayatını sürdürmenin biricik kaynağı mesabesindeydi.. Bu nedenle de Kur’ân hayatının ta kendisine tekabül ediyordu; Kur’ân’a bir yandan varoluşunun anlam kaynağı ve pınarı olarak bakıyor, O’nunla var oluşun coşkusunu ve kulluk duygusunun hazzını tadıyor, bir yandan da pratik hayatının bir yol haritası olarak daima ona müracaat ediyor; onu hem hıfzetmek ve anlamak, hem de O’ndan devşireceği yol işaretleriyle hayatını şekillendirmek için hiç pörsümeyen bir çaba içinde yer alıyordu.. Bir bakıma Kur’ân eksiksiz bir işlev ile Sahabenin tüm hayatına tekabül etmekteydi; onun günlük yaşantısına, düşünme biçimine, kainata bakışına, ailevi ilişkilerine, başkalarıyla olan münasebetlerine, hayat ve ölüm algısına, dünyadan yararlanma tarzına, barış ve savaş kavrayışına..

Hz. Peygamber’in aralarında bulunuyor olması avantajından da faydalanarak, Kur’ân’ı, yüksek bir tutku ile öğrenmek; hükümlerini hayatlarına aksettirmek; problemlerine Kur’ân’dan çözümler bulmak ve Kur’âni bir ömür ve tarih kesiti oluşturmak için destansı bir çaba içinde bulunmuşlardır.. Bir başka şekilde belirtirsek, Kur’ân, bu günün algı biçiminin hilafına, tarihten ve zamandan kopuk, soyut ve sessiz bir metin olarak görülmemiş; tam aksine, her çağrıya cevap verebilecek doluluk ve yetkinlikte, Allah’ın Hay: ‘Ebedî Diri’ ismiyle de uyumlu bir biçimde, daima dinamik ve hayat saçan bir merci, bir hakem olarak yerini almıştır.. Bütün insanları Kur’ân’a odaklayıcı olması bakımından, yine Ebu’d-Derdâ’ya ait olan şu vurguyu bir daha tekrarlamak çok uygun olacaktır.. Diyor ki Ebu’d-derdâ: “Kişi, Kur’ân için pek çok mana boyutları bulup ortaya koymadıkça, ince bir anlayışa (fıkh) sahip olamaz!..”. Yine, “Öncekilerin ve sonrakilerin ilmini elde etmek isteyen kimse, Kur’ân’ı harmanlasın/O’nu evirip çevirsin, tedebbür etsin!..” ifadesi de sahabe nesline ait bir vurgudur.

Günümüz bakımından ise, Kur’ân, ya bilgisiz bir hamasetin, ya O’nu hiç duymazdan gelen bir duyarsızlığın, ya da O’nu sadece bir ‘bilgi’ nesnesi olarak ele alan ilmi tedkik ve araştırma çabalarının konusunu oluşturmaktadır.. Kur’ân’a olan sevgi ve tutkumuzu bilgi ve bilinçle; O’na reva görülen duyarsızlığı derin bir ilgi ve tecessüsle, nihayet O’na olan salt epistemolojik yaklaşım biçimini de bütüncül bir bakış ile değiştirmedikçe, evet Kur’ân ‘mehcûr: terk edilmiş’ kalacaktır. Bu bütüncül bakış ise, Kur’ân’ın, bilgi ve kulluk bilinci ile, her durumda daha derinden tanınması; O’nunla, O’nda kendini ifşa eden ilahî irade ve maksatlarla daimi bir iletişim içinde bulunmakla tesis edilebilecektir.. Böylece Kur’ân, basit araçsallık konumundan kurtulup, yüce gayeler için yüce bir vasıta ve kaynak haline avdet edecektir.

Çağmıza “Kur’an insanı” diye bir profil sunacak olsak onun belli başlı özellikleri neler olurdu?

Dr. Sadık Kılıç: Çağımıza sunacağımız bir “Kur’ân insanı” profilinin başlıca hususiyetleri, tabi ki bana göre, şunlar olabilir:

a) Her bir şeyin anlamının kendisinden kaynaklandığı biricik hakikat olan Allah’a iman ettiğinden, sonsuz bir güven ile dolu; sakin, dingin ve bakışları, bu dünyanın üzerinden hep ötelere doğru uzanmış..

b) İman etmiş olan bu kimse, aynı zamanda da iç ve dış gerçekliklerini O’na teslim etmiş; tedirginliklerden uzak, derin bir özsaygısına sahip; O’na teslimiyetle, buradaki varoluşuna ait ontolojik bütün kaygılardan sıyrılmış; eşya ve hadiselere derin ve gizemli bir tebessüm içinde nazar eden, barışçıl bir figür..

c) Varoluşunun kaynağına büyük bir vefa hissiyle, kendi benliğini de kemale erdiren, bilinç yüklü bir ibadet halesiyle çevrili.. Metafizik bir başkaldırı duruşunun çok ötelerinde, tam bir itaat kıvamıyla, bütün evrene de barış çağrısında bulunan, ünsiyet yüklü, enîs bir kimlik.. İbadeti, Yüce Allah’a bir kölelik merbutiyeti olarak değil, bilakis kendini geliştirir ve erdirirken, ‘ilahî özgürlük’ ufkunun nispi beşeri bir deneyimi olarak idrak eden; ibadetleri, özgürlüklerin de sahibi En Yüce Özgür’e abd: kul olurken, Allah’tan başka her şeyden özgürleşme serüveni olarak içselleştirmiş bir portre..

d) Kendisi ‘bura’ya ait ve buradan köklenmiş ise de, dünya ve onun akıl ve gönül çelici hazlarına karşı ‘gerçek bir mesafe’ oluşturmuş; dünyayı Ahretin kutlu bir aracı olarak imar eder ondan yararlanırken, onun tarafından massedilmek ve tüketilmek riskine karşı daima uyanık kalmış; gerçek anlamda ‘olmayı’ sahip olarak değil, tersine sahip olunan her şeyi ‘olma ve erme’nin ham ve geçici, ya da fani bir vasıtası olarak görebilen bir portre.. Bizzat Kur’ân’ın sözcükleriyle, meta imparatorluğunu, uhrevi ontolojik hakikat perspektifinden, geçici ve sona erici bir geçimlik derekesinde algılayan, hatta bunu ilkeleştiren bir profil..

e) Bunun bir devamı olmak üzere, kemmiyet ve keyfiyet kışkırtıcılığına sahip dünya nimetleri karşısında, kendi insan mahiyetinin olduğu kadar diğer insan kardeşlerinin hakikat ve özlerine de ancak paylaşım ile, hatta onları kendisine daima tercih ve üstün tutma ahlakı ile ulaşılabileceğini kendi zatına yedirmiş, bununla özdeşleşmiş bir profil.. Öylesine asil bir kıvam ve duruş ki, etnik ya da dini hiçbir faktörün ön yargı oluşturmasına izin vermeyerek, sırf Allah’tan ötürü her inanç ve inanış ile paylaşımı gerçekleştirebilen; kendisini belki en sona koyan rabbani: Rab ve Allah için, O’nun Rıdvan’ına göre davranan bir portre..

f) Kimi zaman insandaki en büyük yıkıcı güç haline gelen ‘benlik’ idrakini frenleyip, kendi benlik bilincinin farkına varabilmek için, ‘öteki’ olarak adlandırılanları ‘kendi öz beni’nin yerine ikame edebilen; böylece, kendisinden ötekilere değil, tam aksine ötekilerden kendisine varan, bir başka ifadeyle öteki karşısında kendisini merkeze alan değil, aksine kendisi karşısında ötekini merkeze alan, ötekini önceleyen, böylece de sırf bedenler arası barışı değil, gerçek manada ruhlar arası barış ve birliktelik ruhunu da gerçekleştirmeyi hedefleyen bir portre.

Altınoluk: Meal mi tefsir mi? Bir insan Kur’an’ın dünyasına nereden girmeli? Nasıl yol almalı? Kur’an-ı Kerimi okumanın metot ve biçimine dair nasıl bir yol izlenmesi gerektiğini düşünüyorsunuz?

Dr. Sadık Kılıç: Her şeyden önce şunu söylemek gerekir: ‘Kur’ân’ olarak isimlendirdiğimiz; şu elimizdeki Apaçık Arapça ile indirilmiş, Hz. Peygamber zamanında ayet ayet ve sure sure kayıt altına alınmış, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Osman zamanlarında kitaplaşma süreci tamamlanmış, kendine özgü bir sıralanış tertibi olan yazılı metindir.. Kur’ân’ın dünyasına da, bizzat bu Arapça lafız üzerinden; onun nazmı, edası, kelimelerinin, terkiplerinin tefekkür ve tedebbürü, orijinal dizaynının tahlil ve tefsiri veya tevili üzerinden ulaşılabilecektir.. Bir başka ifadeyle, Kur’ân Arapçasına tam anlamıyla vakıf olunarak, ilahi bir nazm ve terkip olan bu özgün kelam ile bire bir ilişkiye girilerek.. Ne var ki, böyle bir gereklilik herkes için kolay ve gerçekleştirilebilecek bir şey değil.. İşte tam bu noktada, karşımıza meal olgusu çıkmaktadır.. Meal ya da Kur’ân lafızlarından anlaşılan mananın bir çeviri dilinde (Türkçe, İngilizce, Fransızca, vb) ifade edilişi.. Bire bir lafzi tercümenin Kur’ân için imkansız olduğunu belirten Kur’ân ve dil alimlerimizin bu söylediklerinden de esinlenerek diyebiliriz ki, meal, Kur’ân’ı anlamanın ilk basamağını teşkil eder; buradaki çeviri dili olan Türkçe, orijinal dilde ifadesine kavuşmuş olan Kur’ân dünyasını Türkçe bilen ve konuşanlara açan bir iletişim aracı işlevini görür.. Bu yolla meal okuyarak, Kur’ân’ı anlamının, O’nun evrenine nüfuz edebilmenin ilk aşaması gerçekleşmiş olur; fakat bu aşama, bir içtenliğin göstergesi de olan naif bir aşamadır, yani meal ile belki ancak Kur’ân aysberginin su üstünde kalan kısmına muttali olunabilir.. Bu tespitin şöyle bir önemi vardır: Din ve ibadet, mealler üzerine bina edilemez; meallerden yola çıkarak dini görüş ve hükümler (fetva) oluşturulamaz; mealler, nihayetinde şahsi bir çabanın ürünü olup, biricik doğru değillerdir; yani, her bir meal, onu yazanın bilgisini, sezgisini, dil düzeyini, üslup özelliğini, ifade ve terkipteki hususi tercihlerini, … yansıtır. Bundandır ki, Kur’ân bir tanedir, mealler çok..

Mealleri bir dış zar olarak simgeleştirirsek, Kur’ân dünyasının daha iç ve mikro noktalarına nüfuz edebilmek, özgün Kur’ân dünyasına bir seyahate çıkabilmek için, tefsir dediğimiz; pek çok beceri ve birikimi gerektiren ilmi etkinliğe veya bu etkinliğin ürünü olan eserlere ihtiyaç duyarız.. Öyleyse, mealde birebir çevrilmiş Kur’ân kelimelerinin dini, hukuki, ahlaki, uhrevi, beşeri, tarihi, mali, ibadi vb. boyutlardaki delaletlerini öğrenebilmek için, şartlarını taşıyan, pek tabi ki pek çok çeşidi bulunan tefsirlere baş vurmak elzemdir!.. Genel kabule göre tabi ki tefsirlerden yola çıkarak da dini bir görüş oluşturulamaz; hele de bu alanın bilgini olmayan kimselerce.. Fakat tefsir ve tevil ilmi bize, Kur’ân evreninin tabir caizse galaksilerini, galaksi kümelerini, her kümedeki yıldızları ve onların uydularını, uydulardaki diğer ecrâm-ı semâviyyeyi ve bunların özelliklerini bildirir, bizi ‘Kur’ân Evreni’ne daha çok yaklaştırır..

Meal okumak son derece faydalı, tefsirlerden istifade etmek çok bereketli ve takdire şayan bir etkinlik; fakat, hakikatı üzere Kur’ân dünyasına dolaysız ve birebir nüfuz edebilmek, bir parça nasiplenmek için, olmazsa olmaz şart, “Kur’ân’ın özgün dili olan Arapçayı, onun dil ve kavram dünyasını, Kur’ân’da zirveye çıkmış olan belağat/retorik ilmini, hatta klasik Arap şiiri ve hitabelerini tahkik etmek; incelemek, daha doğrusu bunları temellük etmek gerekmektedir.. İşte o zaman size kendisini açan, bir meal ya da tefsir, daha doğrusu meal yazarı ve müfessir aracılığıyla Kur’ân değil, doğrudan apaçık bir Arapça ile indirilmiş ilahi bir nazım olarak Kur’ân olacaktır.. Bu üç merhaleyi biz, ardı ardına birbirine açılan üç kapı olarak örnekleyebiliriz.. Üçüncü kapıdan sonra ise, çok çeşitli yollar, vadiler, zirveler vardır ki, bunların her birini kat etmek için çok özel hazırlıklar ve istidatlar gerekir..

Günümüzde, özellikle meal ve tefsir kapılarını kendinde birleştirmiş olan üçünçü bir yaklaşım tarzı vardır ki, biz bunu ‘Meâl Tefsir’ olarak adlandırabiliriz.. Burada gözlemlediğimiz şey, Kur’ân’ın baştan sona tefsiri yerine, meali verilmiş -ki mealler hep farklı ve özgündür- olan ayetlerden, meal yazarınca gerek görülenlerin kısa bir tefsiri ile yetinilmekte; ya metin içinde, ya da dipnotlar şeklinde okuyucuya sunulmaktadır.. Günlük hayat meşgaleleri karşısında zamanın kısalığı ve -bırakınız tefsir yapmayı- herkesin doğrudan tefsirlere yönelemeyeceği göz önünde bulundurulursa, özenle ve dirayetle yapılmış olan bu ‘Meal Tefsirler’in hem işlevsel, hem de pratik olduğunu söylemek mümkündür..

Kur’an’a yönelik ilgiyi “Hadisi dışlama” şeklinde anlayan bir eğilim de var. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Dr. Sadık Kılıç: Belki tarihte ve günümüzde, değer kaynağı olarak sadece Kur’ân’ı benimseyen, bir bakımdan Kur’ân’da buldukları helalleri helal, haramları da haram olarak kabul edip, hadislere/sünnetlere değer atfetmeyen anlayışlar, akımlar bulunmuş olabilir.. Hatta bu akımların, kendilerince delil ve gerekçeleri de bulunmuş olabilir.. Nitekim biz, bu yöndeki tercihlerinin bir göstergesi olarak, kendilerine Ehlü’l-Kur’ân veya el-Kur’âniyyûn (Kur’âncılar) adını vermiş anlayışların gelip geçmiş olduğunu da bilmekteyiz.. Fakat burada hakkı sahibine vermek ve salt gerçekten yana tavır koymak zorundayız! Buna göre bir kere Kur’ân ile hadis/sünnet yarıştırması Kur’ân’ın onaylayacağı bir yol değildir; çünkü Kur’ân, bizzat Hz. Peygamber’i beyan edici, açıklayıcı, uygulayıcı, yorumlayıcı olarak nasbetmiş, belirlemiştir… Yani Kur’ân karşısında Hz. Peygamber salt bir ulak/mübelliğ olmamış, tam aksine, mikdarı konusunda farklı değerlendirmeler olsa da, Kur’ân ayetlerini açıklamıştır.. Bilinen ifadelerle söylemek gerekirse, Kur’ân’ın mücmelini tafsil, mutlakını takyit, ‘âmmını tahsis etmiş; kimi müphem ifadelere açıklık getirmiş; helallerin alanını ve haramların sınırını, bizzat kendisi örnekleyerek çizmiş, ortaya koymuştur.. Öyleyse, Kur’ân’a vurgu yapmak, aslında Kur’ân’ın ilk ve kurucu yorumu, açıklaması, tefsiri olan hadis ve sünnetlerin önemine de vurgu yapmak anlamına gelmektedir; bir şartla ki, bu hadisler ‘sahih’ olsun, başkasına ait olmayıp doğrudan Hz. Peygamber’e nispet edilmiş olsun… Bunu tespit etmek için de, bilindiği üzere, muhteşem bir ilim olan ‘Ilmu Usûli’l-Hadis’ dediğimiz bir ilim teessüs etmiştir..

Öyleyse, Kur’ân’a vurgu yapmak, O’nun dinin temel ve birincil kaynağı olduğunu söylemek, nasıl onun yorumu mesabesindeki sahih hadis ve fiili sünneti dışlamayı, ondan yararlanmayı reddetmeyi gerektirmiyorsa, aynı şekilde hadis ve fiili sünnetin vazgeçilemezliğini söylemek de, Kur’ân ayetlerinin birebir bu hadislerle sınırlanmasını, onlarla dondurulmasını da gerektirmemektedir… Bir başka ifadeyle, hadis ve fiili sünnetler, ilk ve kurucu yorum örnekleri olarak, Kur’ân tefsirinin ilk müracaat edeceği müktesebattır; onlarsız olmaz… Özellikle de, ibadet, ahiret ahvali, zekât miktarları, kıyas konusu olmayan bazı alanlar, vb. konularla ilgili ayetlerde, hadis ve sünnet ‘olmazsa olmaz’ bir şart ve melcedir.. Bu kayıtla birlikte şu da asla unutulmamalıdır ki, Kur’ân tefsiri aynı zamanda tarihsel bir fenomendir de; değişen toplum özellikleri ve ihtiyaçları göz önünde bulundurularak, temel ölçütler içinde Kur’ân’ın yorumlanması, bir bakıma varoluşa dair bütüncül bir Kur’ân perspektifinin sunulması yadsınamaz bir olgu ve ödevdir.. Bu süreçte de, pek tabi ki, diğer disiplinlerden yararlanılacağı gibi, öncelikli olarak hadislerden de yararlanılacak, kurucu ilk tefsir ve açıklamalar yorum faaliyetinin temelindeki yerlerini alacaklardır.. Hadislerin Kur’ân tefsirindeki önemini göstermesi bakımından burada, Muhterem Prof. Dr. Suat yıldırım Hocamızın, “Peygamberimizin Kur’ân Tefsiri” (2 cilt) adlı eserini zikretmek yararlı olacaktır diye düşünüyorum..

Teşekkür ediyor, Cenab-ı Hak’tan, gelecek binli yılları da Kur’ân aydınlığıyla ihyasını niyaz ediyorum.
 
Üst