Türkay
Doçent
- Katılım
- 2 Ocak 2007
- Mesajlar
- 542
- Tepkime puanı
- 2
- Puanları
- 0
Niçin, Kurân’ı Kerîm’deki ve tasavvuf dünyasındaki mecaz ve işaretleri tekrarlamakla avunup, onların işaret ettiği gerçekleri fark edemiyoruz?
Niçin, beş duyu sınırları içinde düşünmekten kendimizi kurtarıp, kozamızın içinden çıkamıyoruz?
“TEK kare resim” olan stringler boyutunun algılanışının tasavvufta “esmâ mertebesi” olarak tanımlanıp, “ilmî sûretler”i meydana getirdiğini; bunun ötesinin mutlak “yok”luktan ibaret olduğunu, algılayamıyoruz?
Niçin Kurân’a göre “necis” (pis) olan “şirk” düşüncesinden temizlenip “tâhir” olmayıp; kendimizi duş altına atarak “necis”likten (“şirk”ten) temizlendiğimizi sanıyoruz?
Sorular, yazsak uzayıp gidecek ama, cevaplar?..
Gelin, önce iki âyeti hatırlayalım Kurân’ı Kerîm’den…
“Müşrikler necîstir”!.
“Tahir olmayanlar temas etmesinler Kurân’a”!
Halk arasına bu iki âyetin birarada anlamı, “Abdestli değilsen kirlisin, bu sebeple Kurân’ı eline alma!” diye yayılmış…
Oysa…
“Bir algıladığın âlemler var, bir de gökte ötelerde bir yerde bir ilâh-tanrı var” anlayışında isen, varlığın mutlak tekilliğini vurgulayan ve sistemini anlatan bu muhteşem “Bilgi”ye (Kurân’a) yaklaşma; çünkü böyle bir anlayış içindeyken, burada anlatılan verileri değerlendirmen mümkün olmaz; anlamınadır bu iki âyetin mânâsı birarada.
Bir an konuya ara verip, bir misâl ile yaklaşayım ana konumuza… Böylece, Kurân, hadis ve tasavvufta olayın neden mecazlar ve işaretlerle anlatıldığı hususuna cevap vereyim.
Sizi alıp 500 yıl öncesine ışınlasalar ve o devirde yaşayanlara, “internetteki bilgilerin nerede nasıl saklandığını, bilgisayar ve televizyon sistemlerinin nasıl çalıştığını anlatmak zorundasın”, deseler; bunu nasıl anlatırsınız o insanlara? Vereceğiniz misaller ne kadarıyla gerçeği aksettirir?
1400 küsur yıl evvel yeryüzünde yaşamış ama “sünnetullah” adıyla işaret edilmiş sistem ve düzenin tüm mekanizmalarını kendine açıldığı kadarıyla müşahede etmiş; sonra da bunun bir kısmını çağının şartlarını yaşayan insanları da hesaba katarak anlatmak zorunda kalmış en muhteşem insan Allah Rasûlü ve son Nebîsi, acaba daha başka ne diyebilirdi bize intikâl edenler ötesinde?
Ne yazık ki, her dalda, çağı aşmaya çalışan insanlar, Allah Rasûlü’nü ve bildirdiklerini değerlendirme konusunda, hâlâ yüzlerce yıllar öncesinin şartlarını yaşayan insanlar gibi düşünüp yorumlamaktan gocunmuyorlar!.
Oysa, o devirlerdekiler mâzurdu! Çünkü, bugünün veri tabanına ve imkânlarına sahip değillerdi. Ama bugünküler?!.
Niçin Kurân’ı Kerîm, akıl sahiplerinin, misâllerle, benzetmeler ile anlattıklarını tefekkür ederek deşifre etmelerini istiyordu?
Evet, gelin artık biz düşünme ve değerlendirme sistemimizi yenileyelim… Onların zorunlu olduğu yüzeysel bakış yerine, Allah nimeti olan bilimler eşliğinde, konuyu sistemli bir şekilde sorgulayarak, Allah Rasûlü ve son Nebî’sinin bildirdiği şifreleri çözmeye çalışalım…
Risâlet Nurunu değerlendirelim… “NUR” ilimdir!.
Böylece de şükredenlerden olalım; nankörlük edenlerden olmaktan sakınarak.
Daha önce hatırlarsanız, “Allah Rasûlü ve son Nebî’si sistemi “OKU”du (ikra); ve bunu mecazlarla, işaretlerle, sembollerle dillendirdi”, demiştik.
“OKU”nan “Hakikat” neydi; ve dahi mecazlarla, işaretlerle, misâllerle anlatılmaya çalışılanlar nelerdi acaba?
Gerçekte, “görülenler” mi vardı, yoksa “OKU”nanlar mı?
Niçin, beş duyu sınırları içinde düşünmekten kendimizi kurtarıp, kozamızın içinden çıkamıyoruz?
“TEK kare resim” olan stringler boyutunun algılanışının tasavvufta “esmâ mertebesi” olarak tanımlanıp, “ilmî sûretler”i meydana getirdiğini; bunun ötesinin mutlak “yok”luktan ibaret olduğunu, algılayamıyoruz?
Niçin Kurân’a göre “necis” (pis) olan “şirk” düşüncesinden temizlenip “tâhir” olmayıp; kendimizi duş altına atarak “necis”likten (“şirk”ten) temizlendiğimizi sanıyoruz?
Sorular, yazsak uzayıp gidecek ama, cevaplar?..
Gelin, önce iki âyeti hatırlayalım Kurân’ı Kerîm’den…
“Müşrikler necîstir”!.
“Tahir olmayanlar temas etmesinler Kurân’a”!
Halk arasına bu iki âyetin birarada anlamı, “Abdestli değilsen kirlisin, bu sebeple Kurân’ı eline alma!” diye yayılmış…
Oysa…
“Bir algıladığın âlemler var, bir de gökte ötelerde bir yerde bir ilâh-tanrı var” anlayışında isen, varlığın mutlak tekilliğini vurgulayan ve sistemini anlatan bu muhteşem “Bilgi”ye (Kurân’a) yaklaşma; çünkü böyle bir anlayış içindeyken, burada anlatılan verileri değerlendirmen mümkün olmaz; anlamınadır bu iki âyetin mânâsı birarada.
Bir an konuya ara verip, bir misâl ile yaklaşayım ana konumuza… Böylece, Kurân, hadis ve tasavvufta olayın neden mecazlar ve işaretlerle anlatıldığı hususuna cevap vereyim.
Sizi alıp 500 yıl öncesine ışınlasalar ve o devirde yaşayanlara, “internetteki bilgilerin nerede nasıl saklandığını, bilgisayar ve televizyon sistemlerinin nasıl çalıştığını anlatmak zorundasın”, deseler; bunu nasıl anlatırsınız o insanlara? Vereceğiniz misaller ne kadarıyla gerçeği aksettirir?
1400 küsur yıl evvel yeryüzünde yaşamış ama “sünnetullah” adıyla işaret edilmiş sistem ve düzenin tüm mekanizmalarını kendine açıldığı kadarıyla müşahede etmiş; sonra da bunun bir kısmını çağının şartlarını yaşayan insanları da hesaba katarak anlatmak zorunda kalmış en muhteşem insan Allah Rasûlü ve son Nebîsi, acaba daha başka ne diyebilirdi bize intikâl edenler ötesinde?
Ne yazık ki, her dalda, çağı aşmaya çalışan insanlar, Allah Rasûlü’nü ve bildirdiklerini değerlendirme konusunda, hâlâ yüzlerce yıllar öncesinin şartlarını yaşayan insanlar gibi düşünüp yorumlamaktan gocunmuyorlar!.
Oysa, o devirlerdekiler mâzurdu! Çünkü, bugünün veri tabanına ve imkânlarına sahip değillerdi. Ama bugünküler?!.
Niçin Kurân’ı Kerîm, akıl sahiplerinin, misâllerle, benzetmeler ile anlattıklarını tefekkür ederek deşifre etmelerini istiyordu?
Evet, gelin artık biz düşünme ve değerlendirme sistemimizi yenileyelim… Onların zorunlu olduğu yüzeysel bakış yerine, Allah nimeti olan bilimler eşliğinde, konuyu sistemli bir şekilde sorgulayarak, Allah Rasûlü ve son Nebî’sinin bildirdiği şifreleri çözmeye çalışalım…
Risâlet Nurunu değerlendirelim… “NUR” ilimdir!.
Böylece de şükredenlerden olalım; nankörlük edenlerden olmaktan sakınarak.
Daha önce hatırlarsanız, “Allah Rasûlü ve son Nebî’si sistemi “OKU”du (ikra); ve bunu mecazlarla, işaretlerle, sembollerle dillendirdi”, demiştik.
“OKU”nan “Hakikat” neydi; ve dahi mecazlarla, işaretlerle, misâllerle anlatılmaya çalışılanlar nelerdi acaba?
Gerçekte, “görülenler” mi vardı, yoksa “OKU”nanlar mı?
Ahmed Hulûsi