KUR’AN’DAN İLHAM ALIP ASRIN İDRAKİNİ AYDINLATMAK

dedekorkut1

Doçent
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
1,148
Tepkime puanı
18
Puanları
38
Konum
Ankara
KUR’AN’DAN İLHAM ALIP ASRIN İDRAKİNİ AYDINLATMAK
SELİM GÜRBÜZER
Kur’an insanlığa en son nüzul olmuş kelam-ı kadimdir. Üstelik kendinden önceki vahy olunmuş suhuf ve kitapları da bünyesinde toplayan ve aynı zamanda har asrın idrakini aydınlatan tek ışık kaynağıdır. Yeter ki insanlar bu ışığa idrakini yöneltsin ruhunun susuzluğunu gidereceği muhakkak. Her ne kadar İbni Sebe’den Salman Rüşti'ye ve Peygamberimizi aşağılayan Danimarka karikatür krizine uzanan halkada bir takım şer odaklarının insanlığa ışığa yönelmelerinin engelleme girişimleri hız kesmese de Kur’an’ın ışığı kıyamet kadar tüm insanlığın idrakini aydınlatmaya devam edeceğine inancımız tamdır. Kur’an sadece insan idrakini mi aydınlatır, hiç kuşkusuz kapkaranlık gönülleri de aydınlatıp ışığı gök kubbede yankı bulur da. Bu öyle bir ışıktır ki, nüzul olduğundan bugüne durduramadıkları gibi kıyamete kadarda bu ışığı asla söndürmeye güç yetiremeyeceklerdir. Zira Allah’ın (c.c) Kur’an’da “Nurumu tamamlayacağım” diye beyan buyurduğu vaadi bunun teyididir.

Düşünsenize Yahudiler geçmişte Hıristiyanlara yaptıklarını şimdilerde Müslümanlara yapmaktalar. Onlar yapadursunlar, bize tüm insanlığa Kuran’ımızla buluşturup soluk olmak düşer. Nitekim bir zamanlar gayrimüslimler, bizimle birlikte bir arada huzur içerisinde yaşayıp asla ve kat’a Müslümanların baskısına maruz kalmadıkları gibi mal ve can güvenlikleri de kanunnamelerimizle himaye altına alınmıştır. Tarihe şöyle bir göz attığımızda savaşlarda esir düşenler ve eman dileyenler bir takım hukuki haklarla desteklenmenin yanı sıra yaşamaları da güvence altına alındığını görürüz hep. Hatta kurtuluş akçesi denen cizye ve fidye vs. türünden bir takım vergileri ödeme imkânı olmayanların ise bir bakıyorsun devlet bütçesinden karşılanan ödeneklerle temel haklardan mahrum edilmediklerini müşahede etmekteyiz. Anlaşılan o ki, bu topraklarda bizimle beraber yaşayan her kim olursa olsun yediden yetmişe hemen her insana dokunuşumuzla birlikte abad olurlardı. Şefkat elimiz değil diriye ölü insana bile uzanıp medeniyet nedir tüm insanlık bizden öğrenmiş oluyordu. Öyle ki, fethettiğimiz topraklarda, yani İslam mührünün damga vurduğu her coğrafi alanda birlikte bir arada yaşadığımız gayrimüslimler memur olabildikleri gibi ticaret yapıp mal mülkte edinebiliyorlardı. Hatta oldu ya, azınlıklardan her hangi biri ölmüş olsa mali hakları asla zayi olmayıp hakkı baki kalırdı. Nasıl ki, varisi olmayan bir Müslüman’ın malı Beytü’l Mal’a (hazineye) aktarılıyorsa, aynen öyle de bir zimmînin malı da kendi dindaşlarına aktarılıyordu. Böylece Kur’an ışığında hüküm süren ulu’l-emirlerimiz yeryüzüne İslam’ın adalet kılıcını hâkim kılmanın huzuruyla devletini ve ülkesini yaşanılır bir iklim ve güvenilir bir liman haline getirmiş oluyorlardı.
 

Ekli dosyalar

  • MEHMET AKİF.jpg
    MEHMET AKİF.jpg
    9.4 KB · Görüntüleme: 0

dedekorkut1

Doçent
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
1,148
Tepkime puanı
18
Puanları
38
Konum
Ankara
KUR’AN’DAN İLHAM ALIP ASRIN İDRAKİNİ AYDINLATMAK-2
SELİM GÜRBÜZER

Peki, Müslümanlarla gayrimüslimler arasındaki gerek ticari, gerek sosyal, gerek siyasi, gerekse kültürel alanlarda yürütülen ilişkiler iyi hoşta, bu arada İsrailiyat kaynaklı haberlerin tefsirlerimize sızmasına ne demeli. İşte tarih boyunca Müslümanlarla ehl-i kitab arasında bir arada yaşamışlığımızdan olsa gerek bu tür haberler tefsirlerimize sızabiliyor. Öyle ki, Ömer Nasuhi Bilmenin tefsirinde bile bir bakıyorsun bugünkü ilmi gerçeklerle bağdaşmayacak Yunan’lı Batlamyus’un yürürlükten kalkmış teorilerine pekâlâ denk gelebiliyoruz. Bu tür teoriler tefsirlerde nasıl yer edinmiş doğrusu bizde şaşkınız. Kaldı ki, değil Batlamyus teorisini bizim kabul etmemiz, batı dünyasından Nicolaus Copernicus bedel ödeme pahasına Batlamyus’un tam aksine dünya ve diğer gezegenlerin güneş etrafında döndüğünü ortaya koymasıyla birlikte batı dünyası da uyanmış durumda. Evet! Bir kez daha söylemekte fayda var; Batlamyus deney ve gözlemden uzak teorileriyle, yani dünyanın sabit olduğunu, dört mevsimin güneşin hareketinden kaynaklandığı şeklinde ileri sürdüğü tezleriyle dünyayı yeterince oyalayacağı kadar oyaladı zaten, dolayısıyla modası geçmiş ve çürütülmüş tezlerin sil baştan yer edinmesine fırsat vermemek gerekir. Ama gel gör ki; bu ve bunun gibi yürürlükten kalkmış teoriler bilimsel gerçek verilermişçesine bir şekilde tefsirlerde yer almış gözüküyor. Hatta Tibyan tefsirinde bir bakıyorsun “Zuhre adlı bir fahişeye Allah gazab etmiş, onu taşlatmıştı (Zühre yıldızı yıldıza tahvil edilen bir kadındı) ifadeleri sanki Kur’an ayetinin bir açıklaması haberiymiş gibi yer almıştır. Oysa anlatılan hadise İsrailliyat ve Yunaniyet kaynaklı bir haberdir” (Bkz. Haricilik ve Şia Taha Akyol s.231).

Neyse ki, başta Beydavi olmak üzere Elmalı Hamdi Yazır gibi daha birçok müfessirin yazdığı tefsir kitaplarına baktığımızda arzın yuvarlaklığına dair ifadeleri gördüğümüzde yüreklerimize su serpip “oh be hele şükür” diyebiliyoruz. Mesela bu minvalde yazılan Gazi Ahmed Muhtar Paşa’ya ait ‘Serair ül-Kur’an Fi Tekvin ve ifna İbadet il-Ekvan’ adlı eser de yine yüreklerimize su serpen cinsten diyebileceğimiz kaynak bir eserdir. Nitekim bu kaynak eserde Zumer Suresi ayet-5’te geçen gece ve gündüzün birbirini örtmesiyle ifadelendirilen ‘yukevvirul’ ibaresi dünyanın bir sarık misali devri âlem eylediği manasına gelebileceği vurgulanarak dünyanın yuvarlak (küremsi) oluşuna dikkatlerimiz çekilir de. Hakeza Muslihuddin Mustafa bin Şemseddin el Karahisari’ye ait ‘Ahterî Kebir’ adlı eserde “Ardından yeri yayıp döşedi” (Nazirat, 30) diye zikredilen ayette geçen 'deha' ibaresinin deve kuşu yumurtasının (dahv-dahy) küremsi benzetimi manasında bir izahatla dikkatimiz çekilir. Ve kitabın 301. Sayfasında şöyle denilir: “Dahy, bir nesneyi yayıp döşemek. Cenâb-ı Hakk’ın; ‘Ve’l-arda ba’de zâlike dehâhâ’ kavl-i şerifi de bundandır ki, döşeyip yayıldı demektir. Deve kuşunun yumurtladığı yer de ‘Medha’n-neâme’dir.”

İşte yukarıda belirtilen kaynak eserlerden hareketle dünyanın elips şeklinde olduğu kanaatine varırız da. Yetmedi bu hususlarda Sabit bin Kurra, Benû Musa Kardeşler ve daha nice İslam âlimlerinin eserlerine bakıldığında da dünyanın yuvarlak olduğuna dair daha nice kayda değer bilgilerin varlığını görmek pekâlâ mümkün. Şu bir gerçek; Peygamberimiz (s.a.v) ehl-i kitabla ilgili haberler hususunda ümmetini çok önceden bilgilendirmiş kutlu bir elçidir. Amma velâkin, ümmet olarak dile getirilen uyarılardan pekte ders almış gözükmüyoruz. Besbelli ki, Ehl-i kitab bildiğimiz Yahudi ve Hıristiyanlarla karşılıklı beşeri münasebetlerimizi sürdürürken o arada bir şeyleri gözden kaçırmışız ki, birtakım asılsız uydurma haberler, görüş ve düşünceler tefsirlere sirayet edebilmiştir. Düşünsenize Ahmet İbn-i Hanbel’den rivayet edilen bir hadiste Resulullah (s.a.v)’in ümmetine yönelik söylediği “Ehl-i kitaba hiçbir şey sormayın. Kendileri sapkın olan bu adamlar sizi asla doğru yolu iletmezler. Sizler de (ehli kitaba sorduğunuz ve cevap aldığınız takdirde onları tasdik veya tekzipten dolayı) ya hak olan bir şeyi yalanlamış veya batıl olan bir şeyi doğrulamış olursunuz. Allah’a yemin ederim ki eğer Musa sağ olsaydı bana iman edip yoluma uymaktan başka çare bulamazdı” uyarılarına rağmen ümmet olarak bu gün olmuş halen gaflet uykusundan uyanamıyoruz. Oysa rivayet edilen bu hadis-i şerifler ümmetin kulağına küpe olmalıydı. Hadi varsayalım ki küpemizi kaybedip gaflete dalsak bile ortada asıl başvuracağımız Kur’an’ımız ve hadis külliyatlarımız varken İsrailiyat haberlere merak salıp balıklamasına dalmakta neyin nesidir. Hem kaldı ki bu tür haberlere yer verilecekse de bari hiç olmazsa Kur’an ve hadislerin mana ve ruhuna uygun bir şekilde kaynağının da İsrailiyat olduğu belirtilerekten alınsaydı en azından bu denli zarar görmezdik. Maalesef ince eleyip sık dokuyamamanın ceremesini sonunda tüm ümmet-i Muhammed çekmekte.

Peki, iyi hoşta yukarıda anlatılanlar Peygamberimiz (s.a.v)’in “Onlar tarafından anlatılanları ne tasdik ve ne de tekzip ediniz” ve “Ben-i İsrail’den haber nakletmenizde beis yoktur” diye beyan buyurduğu hadisleriyle çelişmiyor mu? Elbette çelişmez, bikere hadis-i şerifte geçen 'beis yoktur' ibaresi mutlak emir manasına bir ifade değildir. Şayet emir içeren bir ifade olsaydı tüm İsrailiyat haberlerin tefsirlerimizde kaynak olarak gösterilmesi icab ederdi. Oysa Kur’an ve hadis hiçbir kaynağa ihtiyaç duymayacak derecede iki güçlü başucu kaynağımızdır. Yeter ki, Kur’an ve hadis kaynağı içerisinden tıpkı okyanusun derinliklerinde ince çıkarırcasına bilgi çıkarmasını bilelim, bak o zaman Kur’an ve hadis dışı hiçbir haber kaynağına merak salmayız da. O halde doğru haber kaynağımız Kur’an ve hadis üzerine yol kat etmemiz için bir bilenle de yol almak gerekir. Dahası Edille-i şer’iyye çerçevesinde kendimize istikamet tayin etmemiz icab eder. Buna mecburuz da.

Bu arada şunu belirtmekte yarar var: İsrailiyat haberlerin tefsir kitaplarında yer almasında sırf gaflete dalışımızla sınırlandırmak doğru bir tutum olmaz. Hiç kuşkusuz bunda kassaslarında (cami vb. yerlerde halka hikâye anlatan kişiler) dahli vardır. Nitekim aslı astarı olmayan hikâyelerin bir kısım kassaslar tarafından Edile-i şer’iyye ölçüsünün dışına taşaraktan halka ballandıra ballandıra anlatılmasından bunu anlamak mümkün. Üstelik kıssa anlatırken de tamda tıpkı bir zamanlar adından Hoca Efendi diye söz ettiren FETÖ elabaşısı gibi duygu sömürüsü bir üslupla ve gözyaşı dökerekten Müminler galeyana getirilmek suretiyle anlatılmakta. Sadece anlatımla kalınsa belki gam yemeyiz, icabında bir bakıyorsun yazar, çizer, hatta ilim erbabının da gözünden kaçıp kitaplara bu tür haber ve kıssalar sızabiliyor. Elbette ki, hatasız kul olmaz, her türlü kusurdan, noksanlıktan münezzeh olan sadece Yüce Allah’tır. Burada önemli olan ilmi çalışmalara kaynak teşkil edebilecek nitelikte alınacak olan haber ve verilerin edille-i şeriyye mihenk taşından (testinden) geçirme noktasında azami derecede hassasiyet göstermek çok önem arz etmekte. Yeter ki, bu azami gayret ve hassasiyet esirgenmesin gayri ihtiyari oluşan ufak tefek hatalar göz ardı edilir de. İşte bu bilinç doğrultusunda İsrailiyat meselesini de:

-İslam’a uygun olan İsrailiyat,

-İslam’a uygun olmayan İsrailiyat

-Tasdik ve tekzip edilmemiş İsrailiyat şeklinde üç ana başlık altında incelemekte fayda vardır. Derken bu tasniflemeyle birlikte ilim adamları tarafından İsrailiyat kaynaklı haberler kılı kırk yararcasına ince eleyip sık dokunup öyle hüküm vermeleri gerekir.

Bizim açımızdan ise dikkat etmemiz gerektiren husus; Kur’an ve sünnet ışığında mihenk taşına vurulacak haberin doğruluğundan emin olmak çok mühimdir. Aksi halde Kur’an ve sünnete dayandırılmaksızın ortaya atılan her haberi doğruymuşcasına tasdik edip Allah muhafaza istikametten sapmamıza yol açabilecek bir çıkmaz bataklığa sürüklenebiliriz. En iyisi mi biz, yol yakınken her türlü haber karşısında ihtiyatı elden bırakmayaraktan kendimizi korumaya alalım ki, bataklığa düşmekten kurtulabilelim. Kaldı ki bizi bataklığa düşmekten koruyacak hali hazırda kaynakta önümüzde duruyor zaten. Malumunuz bu koruyucu kaynak Ümmet-i Muhammed’in tümünü her türlü fitne ve bilgi kirliliğine karşı uyanık tutabilecek donanımına haiz, aynı zamanda Edille-i şeriyyenin ana gövdesini oluşturan Kur’an ve hadisten başkası bir kaynak değil elbet. Madem öyle, tüm Ümmeti Muhammed fert fert herhangi birimizin kılına bir zarar gelmemesi için pusulamız edille-i şeriyye kaynaklarımızın dışında her türlü bilgi ve haber kırıntısına balıklamasına dalmamak gerekir. Dahası hakkında ne tekzip ne de tasdik edilmiş İsrailiyat haberlerin tefsirlere sızmaması için uyanık ve dikkatli olmamız icab eder. Hatta ve hatta sadece hassas olmak yetmez, bu tür haberlerin ulu orta mevzu edilmesine de fırsat vermemek lazım gelir. Zira Peygamberimiz (s.a.v) bu hususta şöyle beyan buyurmaktalar: “Ehli Kitaptan bir şey nakletmediğinizde üzerinize bir günah terettüp etmez.”

Malumunuz Kur'an ayetleri ayrıntılardan uzak, daha çok mesaj yüklü ayetler içerir. Bu yüzden, Kur’an’da pek çok husus uzun uzadıya tafsilatlı anlatılmaz, özü verilir. Bu noktada sadece istisna kabilden ancak İncil ve Tevrat’a göre kıssaların biraz daha kapsamlı olarak zikredildiğinden söz edilebiliriz. İşte tam da bu noktada şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki; madem Kur’an’da zikredilen kıssalar ehl-i kitaba nisbeten daha ayrıntılı verilmiş, o halde İsrailiyat kaynaklı kıssa ve haberleri hiç gereği yokken durduk yere kendi öz kitaplarımızda yer vermeye ne gerek vardı ki. Kaldı ki Müberra Dinimiz ehl-i kitabın tahrif ve bozulduğunu bildirmekte de. İşte bu gerçeğe rağmen yine de bir bakıyorsun Kuran ve sünnetle taban tabana zıt İsrailiyat haberleri bir şekilde destursuz bir şekilde tefsirlerimize girebiliyor. Neyse ki ilmiyle amil olmuş rabbani âlimler Kuran ve sünnete bağlılıklarından taviz vermeksizin dinde olmayan ne kadar dogma bilgi kirlilikleri ne kadar sonradan eklemeye çalışılan değişiklikler varsa tüm bunlara bidat olarak baktıklarından son derece titiz davranıp medreselerin ve dergâhların kapısından içeri girmesine geçit vermemişlerdir. Hele tek bir bidatte olsa hak kapılarından içeri girmeye görsün surda bir gedik açacağı muhakkak. İşte Rabbani âlimler bu gerçeğin farkında oldukları içindir günün moda rüzgârlarına kapılmak yerine İslam’ın ana caddesinde yürüyerekten sırat-ı müstakim üzere yaşamayı yeğlemişlerdir hep. Buna mecburlar da. Çünkü İslam’da ana caddeden sapmak ve aynı zamanda Kur’an ve hadiste olmayıp da sonradan eklenmeye çalışılan her türlü değişiklikler bidat olarak telakki edilir. Nitekim Şahı Nakşibend Hz.lerine takip ettiği tarikatın yol ve yordamından sual edildiğinde verdiği cevap çok manidardır. Ve şöyle demişlerdir: “Bizim yolumuz sünnetleri ihya etmek bidatlerden kaçınmaktır.” Öyle ki, İmam-ı Rabbani Hz.leri bu husustaki hassasiyetini mealen şöyle dile getirmiş de: “Bütün dünyanın bizim yolumuza bir bidat karşılığında geleceğini teklif etseler, tarikimize tek bir bidat almayız.”
 

Ekli dosyalar

  • MEHMET AKİF.jpg
    MEHMET AKİF.jpg
    9.4 KB · Görüntüleme: 0

dedekorkut1

Doçent
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
1,148
Tepkime puanı
18
Puanları
38
Konum
Ankara
KUR’AN’DAN İLHAM ALIP ASRIN İDRAKİNİ AYDINLATMAK-3
SELİM GÜRBÜZER

Evet, gerçektende bu müthiş sözler aynı zamanda kararlı bir duruşun göstergesi de. Hani büyüklerimiz etrafına öğüt verirken hep derler ya; kemmiyet (nicelik) önemli değil keyfiyet (nitelik) önemlidir diye, aynen öyle de bizlerde büyüklerimizin izin iz bilip kuru gürültü kalabalık yığınlar olmaktansa sayıca azda olsa hayırhah kitlelerden olmayı tercih etmemiz gerekir. Zira Sultan Alparslan yıllar öncesinden “Biz bidat nedir bilmeyen temiz Müslümanlarız” demek suretiyle bizim bu dileğimizi yerine getirmiş bile. Sakın ola ki; bizim bu dileğimizden hareketle günümüz teknolojisine kapalı olduğumuz anlamı çıkarılmasın. Bikere teknolojide bidatlik söz konusu olamaz, bidat ancak ameli konularda olmakta. Nasıl mı? Teknolojik bidatin olamayacağı şundan belli, bir kere Peygamberimiz (s.a.v) döneminde otomobilin yerine deve vardı. Yani o dönemin en üst seviyedeki teknolojik binek deveydi. Dolayısıyla o günün şartlarında Allah Resulü deveye bindi diye bugünde deveye binilecek diye bir temel kural olamaz. Bu yüzden teknolojik gelişmeler asla bidatin konusu olamaz diyoruz. Kaldı ki, teknoloji de Yüce Allah’ın Sanî sıfatının tecelli dairesinin tezahürü bir gelişim hamlesidir. Zaten Sanî ismin lügat anlamı yaratan demek, yani ortaya şahika sanat ve eser koyan demektir. Dolayısıyla insanoğlu bu sıfatın tezahürü olarak teknolojik hamlelerde bulunması gayet tabi bir durumdur. İnsanın kendi kendine ibadet değişiklikleri ihdas etmesi ise İslam’da bunun adı bidat olarak karşılık bulur. Ki, istenmeyen bir durumdur bu.

Hiç kuşku yoktur ki; dünyada eşi ve benzeri olmayan tek kutsal kitab Kur’an-ı Kerim’dir. Düşünsenize sahasında eşi ve benzeri olmayan mukaddes kitabın beyanlarına muhatab olmakla şereflenmişiz ama gel gör ki İsrailiyat kaynaklı haberlere merak salabiliyoruz. Oysa Kur’an her daim başucumuzda nur olarak parlayan tek esenlik kaynağı yıldızımızdır. Yeter ki o parlayan esenlik kaynağı ışıktan istifade etmesini bilelim, bak o zaman bir daha İsrailiyat kaynaklı haberlere ve kıssalara merak sarar mıyız? Şayet Kur’an’dan istifade edemiyorsak yine biliniz ki o bize ait bir meseledir, bu problemimizi ve meselemizi asla Kur’an’a mal edemeyiz. Zira Kur'an-ı Mu’ciz-ül Beyan bir nur, bir ışık, bir sırdır. Olur ya, belki kendi kendimize, madem Kur’an bir nur, bir ışık, bir sır o halde vücut iklimimizde nuraniyet niye oluşamıyor diye de düşünüyor olabiliriz. Hatta yetmedi kendi kendimize (hâşâ) ayetlerin nuraniyeti mi ortadan kalktı da uyanışa geçemiyoruz şeklinde kuşkuya da kapılmış olabiliriz. Dedik ya, maalesef tamamen bizimle alakalı problemdir bu. Elbette ki, ayetler her zaman başımızın ucunda bir nur olarak ışıldamakta, ışıldaması kıyamete dek devam edecekte, ancak gönül penceremizi ve ilahi idrak kapımızı sürekli olarak kapalı tutmamız, Kur’an ayetleriyle uyanışa geçmemize mani olmakta. Hatta Kur'an'ı tilavet kurallarına göre çok güzel okusak bile bir bakıyorsun okuduğumuz ayetler tüm vücut iklimimizde sadece bir ses ya da bir tılsım olarak yankılanmakta. Bu demektir ki alıcılarımız zayıf olduğundan vericilerden gelen sinyallere kapalı kalabiliyoruz. Duyarsızlığımıza ve kapalılığımıza son vermek için mutlaka gönül dünyamızı ve ilahi idrak kapımızı iri ve diri tutmamıza vesile olacak Kur’an ahlakıyla boyanmış Rabbani âlimlerin rahle-i tedrisatından geçmemiz gerekmektedir. Malum olduğu üzere irşad olmadan gönül penceresi ve ilahi idrak kapısı asla açılamıyor. İlla ki irşad olmamız icab eder. Neydik edip başımızı gömdüğümüz kumdan çıkarıp bir Yunus misali mutlaka uyanışımıza vesile olacak kapılara yönelmemiz gerekir.

Evet, uyanışa ve dirilişe geçemeyişimizin arka planında gönül penceremizi ve ilahi idrak kapımızı sürekli olaraktan kapalı tutma handikabımızdan kaynaklanan bir durumdur. Şayet dünyanın neresinde bir Müslüman zeril ve sefil bir haldeyse biliniz ki; başucumuzda nur olarak parlayan ışığa duyarsız oluşumuzun neticesinin doğurduğu sancıdır bu. Tabii ki Kur’an’ı Kerimi duvarda sürekli süs olarak asılı tutaraktan ışığından faydalanılmazsa olacağı buydu, başka ne bekleyebilirdik ki. Oysa Kur’an süs olarak duvara asılsın diye nüzul olmadı, bilakis Kur’an yaşansın diye nüzul olmuştur. Nitekim Kur’an ahlakıyla boyananların yaşayışına baktığımızda, ayetlerin nurani tecellilerinin ışıldamasını onların üzerlerinde pekâlâ görebiliyoruz. Gerçektende o’nlar göründüklerinde Allah’ı hatırlatırız da. Öyle ki, ayeti celilerin nurani tecellileri alınlarında nur halinde parıldayıp görenleri kendilerine bend ederler de. Az gittik uz gittik derken bu arada Mehmet Akif’ İslam dünyasının bir an evvel üzerindeki kara bulutları atıp dirilişe geçmesi için şu mısralarla dile getirmekten kendini alamaz da:

“Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı,

Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı

İnmemiştir hele Kur’an,

Bunu hakkiyle bilin,

Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için.”

Velhasıl-ı kelam, gafletten uyanamayışımızın (intibaha gelemeyişimizin) sebebi hem gönül penceremizi hem de ilahi diriliş kapımızı kapalı tutmamızdan ötürüdür. Unutmayalım ki, Yüce Allah’ın beyan buyurduğu veçhiyle; Kalpler ancak Allah’ın zikriyle huzura ermekte.

Vesselam.
 

Ekli dosyalar

  • MEHMET AKİF.jpg
    MEHMET AKİF.jpg
    9.4 KB · Görüntüleme: 0
Üst