KUR'AN MEALI MESELESI - Onemli Lutfen Okuyunuz

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
MEAL MESELESİ

Ebû Dâvud, Tirmizî ve Neseî'nin tahric ettikleri, Cündüb radıyallahu anh'tan gelen bir rivayette Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

"Kim Kur'an'da görüşüyle söylerse ve bunun üzerine isabetli olsa dahi, hakikaten o hata etmiştir."

Usul ve alet ilimlerine vakıf olanların gayet yakinen bileceği gibi, Kur'an-ı Kerimin Ayetlerindeki kelimeleri kendi has mefhum manası ile değerlendirmek için iniş sebebine, Rasulu Muhterem aleyhisselamın o ayet hakkındaki beyanına (izahatına) ve fiiliyatta uygulanış şekline baş vurulur... Bu o ayetin anlaşılması için kaçınılmazdır. Bu tarz bir yola başvurmadan indî ve kaprisli fikirlerini sanki Kur'an'ın ulu mesajı gibi! sunmaya çalışanlar sadece zihni ve anlayışı donuk avam tabakasını aldatabilirler; onların da aldanması kısa sürer; zira, aldatanların ilme muhalefet etme imkanları elhamdülillah yoktur. Bu babda meal ile dini hükümleri ortaya çıkarmak imkanının kısa bir mantık muhakemesine ihtiyacı vardır.

NEDİR MEAL?

Meal, kişinin konuştuğu dilin dilbilgisi kurallarına hakimiyeti kadarıyla, sözcük manalarına vukufiyeti ve zeka, kavrama yeteneğinin el verdiği miktarda Kur'an'dan, beyin hacmince anladığını kendi öz diline çevirmesine gayret etmesi hadisesidir. Hal böyle ise ve meal kesinlikle bu anlamda Kur'an değil sadece zihni ve dili Kur'an'a yaklaştırmada bir araç ise, ne oluyor ki bazıları okuduğu meali "Kur'an"mışcasına öne çıkarır ve ardından da hiç akletmeden Bu ayetten benim anladığım kadarıyla diyebilir??

Ne oluyor ki bazıları, nasıl bir mantıkla bu açıklama ışığında meal ile yaşama tarzını ayarlamaya çalışır? Bilmez mi ki o, aslında yorumuna tabi olduğu kişinin veya heyetin Kur'an'dan anladığını ve aktardığını yaşamaya çalıştığını? Zaten onlarca yirmilerce mealin yazılmasının sebebi aslında her bir sonra yazanın, öncekinin yazdığını yetersiz görmesi ve Kur'an'ı ifadede çaresizliğin bir nişanesi değil midir bu anlamda?

Bakarsınız bazı meallerde çok mühim itikadi hükümleri ilgilendiren ayetlerde bile okuyucunun zihnini bunaltan nice kelime tezatları, anlama terslikleri vardır... Bu kadar dar bir kalıpla iki üç çeviri denemesi ile mi koskoca dinimizi hayatımıza uyarlayacağız ve bir de bunun adına Yüce Kur'an'a uydum, Allah'ın ipine sarıldım mı diyeceğiz?

Muhakkak ki istisnalar hariç meal yazanların ekseri sadece dili ve zihni Kur'an'ın muhteşem yüceliğine yaklaştırmayı ve okuyanlarına bir şekilde faydalı olmayı gaye edinmiştir. Ama yine istisnalar hariç hiç bir meal yazarı, yazmış olduğu meale "Kur'an" ismini vermemiştir ve Kur'an işte budur dememiştir.

Bir takım insanların yaptığı gibi, bu güzide dinin Peygamberinin sözlerini, Onun her biri birer sağlam kulp noktasında mihenk sahabesinin ifadelerini, tatbikatlarını, bu dine canını feda etmiş milyon milyon alimin bunca ilmi çalışmalarını top yekun inkar eden ve hepsini yekunuyla lâyecûz damgasıyla damgalayanın fikrine ve kavramasına kaldı ise Kur'an! vay halimize!

Bu his psikolojide ne isimle adlandırılır bunu o ilmin alimleri bilir ama eğer biz böylesi bir güruha kendimizi kör bir teslimiyetle teslim edersek şahsiyetli insanların bize ne diyebileceğini az çok tahmin edebiliyoruz....

Bu hususta sözü uzatmaya gerek yoktur. Adı geçen mefhumlar bu günün meselesi değildir ve gereken cevaplar sağlam kitaplardan aşağıda ifade edilmiştir.

Herhalde bize bunca sözden sonra çıkıp ta bakın Kur'an ne diyor demeyeceklerdir; zira biz bildik ki bu ifadeler Kur'an'ın değil, kişinin anlamak ve inanmak istediği; kafasında oluşturduğu dinin! yetkin ağzı, beynine özel anlayışın ürünüdür ve asla Kur'an değildir...

Kupkuru ayet mealini alıp, yontmak biçmek cedelleşmek ve fikr-i sâbitini başkasına din diye sunmak için insanın öncelikle kendine olan saygısını kaybetmesi ve çevresindeki herkesi zeka özürlü görmesi icab eder. Dikkate şayandır ki özellikle nedense kendine has özel inanış biçiminin haricindeki herkesi külliyen kafir, müşrik gören dar bir grubun haricinde de mealden hüküm çıkarmaya çalışan elhamdülillah zaten yoktur.

Özellikle Arabî bilmeyenlerin nedense hiç akletmiyorlar mı diye ifade ettikleri ve akılsızlıkla suçladıkları insanları bu anlamda kendi akıllarına davette bu kadar cüretli olması da ayrıca bir ibret vesikasıdır. Bir takım insanların mantığını ve maksadını kendilerinin dahi kuramadıkları özel kinlerine ve Evliyaya duyulan hayret verici tiksintinin dili olmuş olmaktan başka; meali bu şekilde kullanmaları, itikadını paylaştığı eski inkarcıların yeni versiyonu olmaktan öte hiç bir farklı özgün teknik bir yenilik getirmediğine göre bu insanların ifadelerini bal küpünün sızan damlaları gibi leziz ve mükemmel idrak! safsatası ile sunmanın da gayet tabi akla ve iz'ana yakışır hiçbir yönü yoktur.

Demoğoji ve polemikle hakkı isbat edemezsiniz ancak hakkı tül bir perde ile örtebilirsiniz; ama hak haktır ve tülden de olsa ışığını saçacaktır...

KUR'AN VE HADİS'TEN BAŞKA BİR ŞEYE İHTİYAC VAR MIDIR?

Dördüncü asırdan sonra İslam düşmanları her ne kadar dört taraftan hücum ettilerse de, Cenâb-ı Rabb-ul-İzzet, Rasulü'nün vârislerini hıfz-u himaye etmiştir. Sonradan, ilmi fıkıhtan ilm-i usûl-i fıkıh ve ondan da ilm-i hilâf ve ondan da ilm-i cedel çıktı. İlm-i fıkıhta, ilm-i ferâiz dahildir. Ferâiz, fıkıhtan bir parça olması hasebiyle, onun bilinmesi için ilm-i hesab, ilm-i cebir ve ilm-i mukâbele ve sâire ilimler çıkarıldı. Böylece bu din-i mübîn = şeriat-ı Mustafaviyye esaslaştı. Bu ilimlerle iştigal edenlere Ehli Sünnet velCemaat denilir. Gayeleri, illetsiz, fiilen Kur'an ve Sünnet emriyle yaşamak ve yaşatmak idi.

"Kişi, bilmediği ve yapamadığı noktanın düşmanıdır." kaidesi ne kadar doğrudur. Gerek ehli küfür, gerekse ehli hevâ ve heves, Ehli Sünneti yaşatmamak için acaib bir şekilde gayretlerini sarf ederler. Lakin hak gelince bâtıl mukavemet edemez. Ehli Sünnet âlimlerinin kalbleri, Rasûlullah'ın deniz ilminden isabeti kadar coşmuştur. Sâde ve saf ilimleri ve madenleri, ilelebet bâkîdir.

"Kur'an ve hadisten başka bir şeye ihtiyac yoktur." diyenlerin sözü doğrudur, fakat altında hile ve tezvir vardır; bu kelimeyi tuzak etmişlerdir. Filhakika Kur'an ve hadisleri bilmek için tek çare dört mezheb âlimlerinin arkasından gitmektir. Doğrusu, Kur'an ve hadisi kendi hevâ ve hevesimizle, kısır akıl, örümcek beynimizle anlamaya kalkışmamalıyız. Ayet ve hadisleri, haklarında hadisle müsbet şahitlik yapılmış, ilk üç asırda yaşayan ulemânın anlayışıyla anlamaya çalışmalıyız. "Fukahanın görüşleri de beşerî sistem ve tâğuttur" diyenlerin sözleri, köksüzdür. Hakikaten kendileri tağuttur. Çünkü hevâ ve heveslerine davet ederler. Mezheb imamlarımız ise, Allah ve O'nun Rasûlü'ne davet ederler.

Her zamanda, hevâ ve hevesini terk etmeyenler, Müslümanlara zamana ayak uydurmalarını telkin etmişlerdir. Sebebi, Ehli Sünnet velCemaat gibi İslam'ı yaşamak ve yaşatmaktan aciz kalmalarıdır.. "Zaman sana uymazsa sen zamana uy" sözleri âcizliklerinin ifadesidir. İşte bunun içindir ki, ağızlarında ayet ve hadis mealleri bol bol..

Şahsen benim görüşüm diye her bir köşede bir mevlithan, her bir kahvede bir cambaz.. Vaiz olmayan kimse yok. Vaazı ile amel eden de enderdir. Benim görüşüm demek ictihadım demektir; öyleyse herkes müctehid olmuştur!

Dinden anladığımız kadarıyla bize düşen vazife, ilk üç asrın içinde yaşayan ulemânın sözlerini, görüşlerini zabdetmektir. Usul ve kaidelerini öğrenmektir çare.. Nitekim Müslim ve Buhârî'nin tahric ettikleri, Abîdet-us-Selmâni ve başka sahabeden gelen rivayette Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurur:

"Ümmetimin en hayırlısı Benden sonra gelen asırdır. Sonra onların peşinden gelenler. Daha sonra onların peşinden gelenlerdir. Sonra öyle bir kavim gelecektir ki, onlardan birinin şahadeti yeminini, yemini de şahadetini geçecektir. "

Binaenaleyh haddimizi bilmeliyiz.. Ebû Hanîfe, İmam Mâlik, İmam Şafiî, İmam Ahmed bin Hanbel ve emsalleri, yukarıdaki hadisin müsbet şahadetine dahildirler. Kitabları zamanlarından asrımıza kadar tevâtür ve senedle naklolunmuştur. Ayaa!.. Onlardan birini bırakıp da, şimdiki bir profesörün kurmuş olduğu mezhebe girmeyi vicdan kabul eder mi?!.

Hele hele, yeni bir kavim bu son yüz yıl içerisinde türedi. Hadisleri dahi devreden çıkarıyorlar. kimisi de "şu hadis zayıftır, şu hadis mevdu'dur" der . Ve bunu diyenden kısm-i a'zamîsi, Kur'ân'ı yüzünden okumaktan dahi aciz... Allah intibahlar versin...

Bize Vâsıl bin Abdil'a'la söyledi.... (hadisin tahric bölümü şahıs isimleri uzunca kim kimden aldı kısmı şahısların ismi uzunca geçiyor) Dedi ki:

Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem'den işittim, şöyle dedi:

"İnsanların (içinde yaşanılan zamanın) en hayırlısı benim karn'ımdır (asrım, devrim, zamanımdır). Sonra onların peşinde gelenlerdir. Sonra onların peşinde gelenlerdir. Sonra bunların akabinde gelen bir kavm olur ki, semizlenirler; semizlenmeyi severler. Onlardan şahidlik taleb edilmediği halde şahitlik yaparlar."

Başka bir hadis i şerifte:

"Ashabıma iyilik ve ihsanda bulunun. Sonradan gelenlere, sonradan gelenlere de" İmam Ahmed bin Hanbel Cabir tahrici

Başka bir Hadis-i Şerif'te Rasulu Muhterem sallallahu aleyhi ve sellem:

"Ben, Ashabımın haklarını korumanızı tavsiye ederim. Sonra onların peşinde gelenlerin haklarını. Sonra onların peşinde gelenlerin haklarını. Sonra onların peşinde gelenlerin haklarını (tavsiye ederim) Sonra yalanlar belirir, yayılır. Hatta bir adamdan yemin istenmediği halde yemin eder; şahitlik ondan istenmediği halde şahidlik eder..." (Hadis devam ediyor) Tirmizi Hazreti Ömer tahrici

İbnu Mes'ud radıyallahu anhu diyor ki:

"Kim bir adeti yol edinmek isterse, vefat edenin yolunu yol edinsin. Çünkü muhakkak diri üzerindeki fitneden emin olunmaz. Onlar (önce gelenler) Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'in Ashabıdırlar. Bu ümmetin en üstünlerdirler. Kalb olarak en doğrudurlar. İlim olarak en derindirler. Zorluğa en az katlananlardır.(ibadetleri yemek içmek gibi tabii ve başkalarının vebali altına çok az girenlerdir.) Allah onları Nebisi sallallahu aleyhi ve sellem'in sohbetine ve dinini ayakta tutturmaya seçmiştir. Öyle ise onların şereflerini biliniz. İzlerine tabi olunuz. Gücünüz yettiği kadar ahlak ve siretlerine tutunun. Şüphesiz onlar dosdoğru hidayet üzerindedirler."

Tirmizi müstesna Kütüb ü sittenin beşinin rivayet ettiği bir Hadis-i Şerifi'nde Rasulu Muhterem aleyhisselam buyurur ki :

"Son zamanlarda bir kavm çıkar. Onlar akılsız ve tecrübesiz birtakım gençlerdir. Dinde cahildirler. Mahlukların en hayırlı sözünden söz söylerler. Kur'an'ı okurlar, fakat imanları gırtlaklarından geçmez (inmez). Okun ava girip çıktığı gibi, onlar da dine girip çıkarlar. Her nerde onlara rastlarsanız, onları öldürün. Şüphesiz ki onları öldürmekte kıyamet günü Allah nezdinde mükafat vardır."

"Ümmetimden bir taife hiçbir an haktan ayrılmayıp galip olacaklardır. Ta ki onlar galib oldukları halde Allah'ın emri (kıyamet) onlara gelinceye kadar" Müslim, Buhari.


İmam Buhari diyor ki: "Bu taifeden murad dini ilimlere ehliyetli olanlardır."

İndî görüşlerle Kur'an-ı Hakîm'i mana etmek, bazen küfür olur, bazen da küfre yakın haram olur. Binaenaleyh mücerred mealden hüküm çıkarmak, yorum yapmak, ilmî büyük âfattır ve haramdır. Nitekim Ebû Dâvud, Tirmizî ve Neseî'nin tahric ettikleri, Cündüb radıyallahu anh'tan gelen bir rivayette Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

"Kim Kur'an'da görüşüyle söylerse ve bunun üzerine isabetli olsa dahi, hakikaten o hata etmiştir."

Buradaki hatadan iki mana murad olunmaktadır. Birincisi isabetsiz mana etmektir; bu küfürdür. İkincisi, isabetli olarak mana etmektir; bu ise büyük ma'siyettir, haramdır. Her halükarda Hadis-i Şerif, şahsın, Kur'ân'ın lafzından GÖRÜŞÜYLE hükmü çıkarmasını yasaklamıştır.

Bundan anlaşıldı ki bizim zamanımızda, özellikle Türkiye'de, ulemanın görüşlerine, tefsirlere müracaat etmeksizin mücerred meal okunması, ya küfürdür ya büyük bir ma'siyettir. Hele hele bunun üzerinde bir de münakaşalar olursa; mesela "Şu ayet bunu demek ister.. Bu ayet bunu demek ister.. " gibi çekişmeye sirayet ederse, küfür olur. Nitekim Hâkim, Ebû Dâvûd ve İmam Ahmed'in tahric ettikleri Ebî Hureyre radıyallahu anh'tan gelen bir rivayette Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

"Kur'an'da cedel küfürdür "


Mutlaka Müslümanların böyle büyük hatalardan sakınmaları farzdır. Farzı terk etmek haramdır. Öyleyse bu haramı işlemekten kurtuluşun iki çaresi vardır.

Birincisi üstad Bedîuzzaman'ın kendi eserlerinde tatbik ettiği gibi, ayetleri okuyarak mealini söylemeksizin, hükümlerini müctehidlerden ve muteber eserlerden nakletmektir.

İkincisi, mealde fikir ve düşünceyi yürütmeksizin tefsirden, mesela "Elmalı yahud Vehbi Efendi yahud Ömer Nasûhî şöyle şöyle yazmışlardır" diye nakletmektir. Bu nakilde dahi titiz bulunmak farzdır. Aksi takdirde hatadan korunulmaz. Şu halde Kur'an ve Hadisi, anlayışımızla değil, müctehidlerimizin, bid'atten sakınan ulemâmızın anlayışıyla anlamalıyız. Bu bir düsturdur.

MEAL HUSUSUNDA NETİCE

Bunca mülahazanın özü, dini beynimizde kurguladığımız biçiminden özgürlüğe kavuşturup, kendi öz niteliğine büründürmenin çaresi 1400 küsur yıllık birikimi, bir kaç saatlik düşünce kırıntısına tercih etmelikten vaz geçmektir Ulamanın görüşlerine değer vermek, onların sözlerini ve fiillerini anlamaya çalışmak; bu anlamada samimi olmak: Bize Kur'an'ın mesajını anlatmada ilk adım olacaktır...

Bir kısım çalışmaların özü şudur:

- Önce Alimlere itibarı ortadan kaldıralım!
- Sonra Hadisleri devreden çıkaralım!
- Bunları halledersek Kur'an'ı niyetimize göre yorumlamayı başarırız!
- Bunu da kabul ettirirsek kendi hakimiyet ve kıymetimiz adına yeni bir din oluşumunun tohumlarını atmak kolaylaşır!
- Ve artık o eskide kalmış paçavra fikirler diye nitelendirdiğimiz Alimlerinin Sahabenin, Peygamberin, Kur'an'ın mesajını bize hizmet etmeye çevirmeyi başarabilirsek; değme keyfime... "


Hiçbir aklı başında Müslüman bu hileye düşmemeli ve aldanmamalıdır..

Uyanık olmak ve dinimizi en sağlam nakillerle ulemamızın eserlerinden öğrenmeye çalışmamız elzemdir. Bu tezgaha kananlar, muhakkak ki dinini öğrenmede kifayetsiz kalmış, kafası Avrupa, kalbi Müslüman, din adına ama en samimi gençler olacaktır; zaten hedef bellidir. Gençlerdir...

Ey gençler! Materyalizmin bu ihtiyar, tecrübeli ve ciddi tehlikesine düşmeyelim. Dinimizi mutemet zevatın eserlerinden öğrenmeye çalışalım. Öncelikle tashîh-i itikad tashîh-i amel edelim. Bırakalım meallerden dinimizi öğrenme telaşesini; ilm-i tefsir, ilm-i hadis, ilm-i fıkıh, ilm-i kelam ve bilumum alet ilimleriyle dinimize yardımcı olacak, bizi inançsızlık hafakanlarından kurtarmaya vesile ilimleri okuyalım, ilim... Cahilin cehlinden daha korkunç olan şey ilme ve alime olan inkarıdır...

Meal okumayalım demiyoruz; okuyalım ama sadece mealden dinimizi öğrenmeye çalışmayalım; meali hüküm çıkarmak ve islami tatbikte esas kılmayalım diyoruz.

Biz eğer bunca birikimi, bunca alimleri elimizin tersiyle bir kenara atarsak, hangi yürekle yarın Rûz-u mahşerde Allah Teala'ya hesab vereceğiz?

"Biz en samimi Müslümanlar olarak bunca Senin dostunun hepsinin hatasını düzeltmek için hiçbir alet ilmine ihtiyaç duymadan Ey Rabbim! Hak ve hakikat için beynimize vahyettiğine tabi olduk; iyi ettik, değil mi Ey Rabbim!" mi diyeceğiz!...

Boğaz köprüsü varken, boğazın derin sularına ve dalgalı akıntısına rağmen, "ben karşıya geçmek için bu yolu tercih ederim, yüzeceğim; beni köprü ilgilendirmiyor, ya köprü harabe ise, ya ben üzerindeyken yıkılırsa, hernekadar dakikada 1000 insan o köprüden karşıya geçiyor ama, yanlış yapıyorlar, karşıya geçmeleri için, suya dalması lazım her birinin!!!" deyicinin zihni boyutunu nasıl değerlendiriyorsanız; öylece "ben bu dini kendi fikrimle temelinden bi daha kendi üslubunca kuracağım" diyenin fikrini de öyle değerlendiriniz...

Asansör varken 99 katlı binaya "hayır ben yürüyerek çıkacağım; asansöre inanmıyorum" diyenin mantığına güleriz; O halde dininizin asansörü mesabesindeki çalışmalarıyla bize ışık ve kolaylık olan ulamanın inkarı cihetine girene ne demeli? Unutulmaya ki yüzünü gökyüzüne doğru çevirip tükürenin tükürüğü fizik kaidesi olarak yine kendi suratına gelecektir!...

Elektrik varken mum yakmayalım...

Otobüs, uçak gibi ulaşım araçları varken yayan 1430 millik mesafeyi yürümeyi tercih etmeyelim... Bu dinin otobüs ve uçağı mesabesindeki ulemanın nakil ve gayretlerini terk etmenin hangi mantık muvazenesi ile değerlendirilmesi gerektiğini her insan yine kendi öz aklına sorsa cevabı rahatlıkla verecektir.

İlme talib olalım; ama Hocasız ilim sevdalısı değil.. Ene'mizi kendimize rehber seçersek farkında olmadan şeytanı hayat arkadaşımız tayin etmiş oluruz.

Muhyiddîn Arabî diyor ki:

"Erbaatün muhliketun lil abdi. Ene Nahnü lî ve indî.."

Mefhumlar çöplüğü felsefeden önce, dinimizi milyon milyon alimin engin ve basiretli ferasetinin aydınlığında net bir görüşle görmeye çalışalım. Bunun yolu ilme talib olmaktır, ilme ve alime olan sevgi ve hürmettir.

Hasılı kelam; öz varken sözü bi kenara bırakalım; dinimizi ehadisle öğrenmeye çalışalım, havadisle değil...

İtikadımızı bir Hızır Bey'den , İbrahim Hakkı Erzûrumî'den , Ahmed Ziyâeddîn Gümüşhânevî, Bediuzzaman'dan ve iktibaslarını kullandığımız bu yazıyı şereflendiren zevattan; ilmihal bilgilerimizi bir İbni Abidin'den Mehmet Zihnî Efendi'den, Ömer Nasûhi Bilmen'den tashih etmedikçe kurulan tuzakları anlamak ve bu tuzaklara düşmemek elde değildir....

Kur'an-ı hakim'i tefsir babında yazılan aşağıdaki şunca eseri bertaraf edip kafasındaki oluşumu din diye sunmaya çalışan ve bana sadece kupkuru meal yeter diyebilen bu boş heveslilerin tuzaklarına düşmeyiniz:

1- H.310'da vefat eden fakih, muhaddis ve müfessir İmam Muhammed bin Cerîr bin Yezîd bin Kesîr Ebû Câfer et-Taberî'nin Câmiu-l-Beyan fî Tefsîr-il-Kur'an = Tefsîr-i Taberî

2- H.583'te vefat eden müfessir Cârullah = Zemahşerî'nin el-Keşşâfu an Hakâik-i Ğavâmid-it-Tenzîli ve Uyun-il-Ekâvîli fî Vucûh-it-Te'vîl

3- H.606'da vefat eden imam, müfessir Ebû Abdullah Muhammed bin Ömer bin Hasen bin Hüseyn et-Teyimî el-Bekrî = Fahreddîn-ur-Râzî eş-Şâfî'nin Mefâtîh-ul-Gayb = Tefsîr-i Kebîr

4- H.616'da vefat eden, nahuv, fıkıh, hendese, ferâiz ve tefsir ilimlerinde büyük payeye ulaşan, muhaddis Abdullah bin Hüseyn bin Abdullah bin Hüseyn = el-Ukberî el-Bağdadî el-Hanbelî = Muhibbuddîn Ebu-l-Bekâ'nın İmlâu mâ Menne Bih-ir-Rahmânu min Vucûh-il-İ'râbi vel'Kirââti fî Cemîl-i-Kur'ân.

5- H.682'de veyahud 685'de vefat eden müfessir, imam Nasîruddîn Ebû Saîd Abdullah bin Ömer el-Beydâvî eş-Şâfiî'nin Envâr-ut-Tenzîl ve Esrâr-ut-Te'vîl

6- H.725'te vefat eden tefsir, fıkıh, tasavvuf ve daha birçok ilimlerde büyük payeye ulaşan imam Muhyissünne Şeyh Alâuddîn Ali bin Muhammed bin İbrâhim el-Bağdâdî eş-Şâfiî'nin Lubâb-ut-Te'vîl fî Meâni-t-Tenzîl = Tefsîr-i Hâzın

7- H.710'da vefat eden, kelam ilmi= Ehli Sünnet velCemaat’in akaidinde, tefsir, fıkıh ve daha birçok ilimlerde büyük payeye ulaşan Ebû-l-Berakat Hafizuddîn Abdullah bin Ahmed bin Mahmûd en-Nesefî el-Hanbelî = İmam Nesefî'nin Medârik-ut-Tenzîl ve Hakâik-ut-Te'vîli fit'Tefsîr

8- H.817'de vefat eden Ebû Tâhir Muhammed bin Ya'kûb bin Muhammed bin İbrahim el-Feyruzeâbâdî = Feyruzâbâd = Mecduddîn-i Şirâzî'nin Tevîr-ul-Mikyâs fî Tefsîr-ibni Abbâs

9- H.510'da vefat eden, tefsir, hadis, fıkıh ve daha birçok ilimlerde büyük payeye ulaşan Ebû Muhammed el-Hüseyn bin Mes'ûd bin muhammed el-Ferrâ el-Beğavî = Muhyissünne'nin Meâlîm-ut-Tenzîl fit'Tefsîri vet'Te'vîl

10- H.542'de vefat eden müfessir, fakih, kâdî Ebû muhammed Abdulhakk bin Ğâlib bin Abdurrahmân bin Atiyye el-Muhârîbî'nin el-Muharrar-ul-Vecîz fî Tefsîr-il-Kitâb-il-Azîz

11- H.5877de vefat eden allâme, müfessir ve muhaddis Ebu-l-Ferec Cemâleddîn Abdurrahmân bin Muhammed el-Cevzî el-Kureşî el-Bağdâdî = İbnu Cevzî'nin Zâd-ul-Mesîr fî İlm-it-Tefsîr

12- H.774'te vefat eden Ebu-l Fedâ İsmail İmâduddîn bin Ömer = Hafız İbnu Kesîr'in Tefsîr-ul-Kur'ân-il-Azîm= Tefsîr-i İbni Kesîr

13- H.465'te vefat eden, fıkıh, hikmet ve tasavvuf ilimlerinde büyük payeye ulaşan İmam Ebu-l-Kâsım Zeyneddîn Abdulkerîm bin Hevâzın bin Abdulmelik İbnu Talhâ en-Nisâbûrî el-Kuşeyrî'nin Latâif-ul-İşârât

14- H.683'te vefat eden imam, kâdı Ebu-l-Abbas Nâsiruddîn Ahmed bin Muhammed bin Mansûr bin Ebi-l-Kâsım el-Mâliki = İbn-ul-Münîr'in el-İntisâfu min Sâhib-il-Keşşâf

15- H.745'te vefat eden müfessir, fakih ve şair, terâcum, tefsir ve nahuv ilimlerinde büyük payeye ulaşan allâme Muhammed bin Yûsuf bin Ali bin Yûsuf bin Hayyan = Esîruddîn Ebû Hayyan el-Endülüsî'nin Tefsîr-u Bahr-il-Muhît

16- Yine Ebû Hayyan'ın Tefsîr-u Nehr-il-Mâddi min-el-Bahr-il-Muhît

17- H.749'da vefat eden, terâcum, nahuv, lügat, tefsir ve fıkıh ilimlerinde büyük payeye ulaşan Ahmed bin Abdulkâdir bin Ahmed bin Mektûm el-Kaysî el-Hanefî = Tâcuddîn İbnu Mektûm'un ed-Durr-ul-Lakît min-el-Bahr-il-Muhît

18- H.850'de vefat eden müfessir, hakîm el-Hasen bin Muhammed bin Hüseyn el-Kummî en-Nîsâbûrî = en-Nizâm-un-Nisâbûrî'nin Ğarâib-ul-Kur'ân ve Reğâib-ul-Furkân = Tefsîr-i Nîsâbûrî

19- İmam Suyûtî'nin ed-Durr-ul-Mensûr fit'Tefsîr-il-Me'sûr

20- Yine İmam Suyûtî'nin el-İtkân fî Ulûm-il-Kur'ân

21- Yine İmam Suyûtî'nin et-Tahbîr fî Ulûm-it-Tefsîr

22- H.920'de Akşehir'de vefat eden allâme, büyük mutasavvıf, Şeyh Bâbâ Ni'metullah bin Mahmud en-Nahcuvânî'nin el-Fevâtih-ul-İlâhiyyetu vel'Mefâtîh-ul-Ğaybiyyet-ul-Muvaddihatu lil'Kelim-il-Kur'âniyyeti vel'Hikem-il-Furkâniyye = Nahcuvânî

23- H.951'de vefat eden allâme, müfessir Muhyeddîn Muhammed bin Şeyh Muslihuddîn Mustafa el-Kocevî'nin el-Havâşî-i-Muteallikatu bi Halli Muğlakâti Envâr-it-Tenzîli ve Esrâr-it-Te'vîl = Şeyhzâde

24- H.977'de vefat eden, fıkıh, tefsir, kelam, sarf ve nahuv ilimlerinde büyük payeye ulaşan, allâme şeyh Şemseddîn Muhammed bin Muhammed el-Hatîb eş-Şirbinî eş-Şafiî'nin es-Sirâc-ul-Münîr fil'İâneti alâ Ma'rifet-i Ba'dı Meânî Kelâm-i Rabbinâ-i-Hakîm-il-Habîri fit'Tefsîr =Sirâc-ul-Münir

25- H.982'de vefat eden imam, müfessir ve şair Muhammed bin Muhammed bin Mustafa el-İmâdî el-Hanefî'nin İrşâd-ul-Akl-is-Selîm ilâ Mezâye-i-Kitâb-il-Kerîm = Tefsîr-i Ebû Suûd

26- H.1067'de vefat eden allâme Abdulhakîm bin Şemseddîn el-Hindî es-Seyâlikûtî = el-Bençâbî'nin Hâşiyet-us-Seyâlikûtî ale-l-Kâdî

27- H. 1069'da vefat eden allâme, edib ve muhaddis Ahmed bin Muhammed bin Ömer el-Hafâcî = Şihâb Ebu-l-Abbas'ın İnâyet-ul-Kâdî ve Kifâyet-ur-Râdî alâ Tefsîr-il-Kâdî = Tefsîr-i Şihâb

28- H.1127'de vefat eden mutasavvıf, allâme Şeyh İsmail Hakkı bin Mustafa İslambolî = Bursevî el-Hanefî = el-Halvetî'nin Ruh-ul-Beyân fî Tefsîr-il-Kur'ân

29- H.1195'te vefat eden Müfessir Usâmeddîn Ebu-l-Fedâ Hâfız İsmail bin Muhammed bin Mustafa el-Konevî'nin Hâşiyetun alâ Envâr-it-Tenzîl = Tefsîr-i Konevî

30- H.880 civarında vefat eden allâme ve müfessir, Sultan Muhammed Fatih'in Hocası Muslihuddîn Mustafa bin İbrahim= İbnu Temcîd'in Hâşiyet-ubn-it-Temcîd ale-l-Kâdî

31- H.1204'te vefat eden allâme, müfessir Süleyman bin Ömer el-Uceylî eş-Şafiî'nin el-Futûhât-ul-İlâhiyye bi Tavdîh-i Tefsîr-il-Celâleyni lid'Dakâik-il-Hafiyye = Tefsîr-i Cemel

32- H.1241'de vefat eden allâme, mutasavvıf Ahmed bin Muhammed es-Sâvî el-Halvetî el-Mâlikî'nin Hâşiyet-us-Sâvî alâ Tefsîr-il-Celâleyn

33- H.1270'de vefat eden hâtimet-ul-muhakkikîn Ebu-l-Fedâ, müfessir, muhaddis Şihâbuddîn Mahmud bin Abdullah el-Hüseynî el-Alûsî'nin Rûh-ul-Meânî fî Tefsîr-il-Kur'ân-il-Azîmi ves'Seb'i-l-Mesânî = Tefsîr-i Alûsî

34- H.1230'da vefat eden el-Müftî Halil bin Ahmed el-Hanefî'nin Hâşiyet-ul-Konevî

Sadece birkaçını yazabildiğimiz bunca tefsir çalışması varken ve bunca alim Kur'an-ı Kerim'in muhteşem yüceliğine ifadeye kelimeler yetiremeyip ciltlerce eserde tefsir çalışması yapıp, hala "biz Kur'an'ın muhteşem ifadelerini aktarmada yetersiz kaldık" derken, herhalde artık bir iki kelime ile koskoca dini beyninde kurup, aslında kısır zekasıyla oluşturduğu fikrini dinmişçesine insanlara pazarlamaya çalışan ve bunu yaparken de "Ulu Yüce Kur'an buyurdu ki" diyenin sözüne teslim olmamızı beklemeyeceklerdir.

Her şey dine feda, eğer zekada birini Pir tutmamız icab etseydi haliyle zekasına bütün insanlığın hayran kaldığı bir İmam A'zam rahimehullahı kendimize pir tayin etmemiz icab ederdi; ama bakınız o ne yapmıştır:

İbnu Mubârek anlatıyor:

Ebû Hanîfe ile hacca gitmek üzere Medîne'ye vardık. İmam Muhammed bin Ali bin Hüseyn bin Ali radıyallahu anhum, Ebû Hanîfe'ye rastladı. Ve:

- " Ebû Hânîfe sen misin? Dedem Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in sözlerini bir kenara bırakıp görüş ve kıyasla hükmediyorsun öyle mi?"

- "Maâzallah, bunu yapmaktan Allah'a sığınırım."

- " Bilakis yapıyorsun. "

- " Zât-ı âlinizin lâyık olduğu bir mekanda oturmaya buyurun, tâ ki ben de huzurunuzda oturayım. Zira Allah'a andederim, Ceddin'in hayatında ashabın kendisine gösterdikleri hürmetin aynısını sana gösteririm. Zira gözümde sen çok muhteremsin."

Bunun üzerine İmam Bâkır oturmuş; Ebû Hanîfe huzurunda diz çökerek şöyle demiştir:

- " Bakınız efendim. Ben size üç soru sorayım, bana cevap veriniz.

- "Evet."

- (1) "Erkek kardeş mi, kız kardeş mi zaiftir?"

- "Evet, kadın zaiftir."

- "Erkeğin payı ne kadar, kadının payı ne kadar?"

- Erkeğe iki pay, kadına bir pay vardır.

- "İşte bu senin Ceddin'in sözüdür. Eğer kıyasla dinini değiştirseydim; kadın zaif olduğu için kadına iki pay, erkeğe bir pay verilir, diyecektim... (2) Namaz mı efdal, oruç mu? "

- "Namaz efdaldir."

- "Bu Ceddin'in sözüdür. Eğer kıyasla Ceddin'in dinini değiştirmiş olsaydım, diyecektim ki, kadın hayzdan temizlendiği zaman namazını kaza etsin, orucu kaza etmesin.. (3) Bevl mi , meni mi daha necistir?

- "Bevl daha necistir "

- "Eğer ben ceddin'in dinini kıyasla değiştirmiş olsaydım, bevl daha necis olduğu için bevlde gusül etmek, menide abdest almakla hükmederdim. Amma tekrarlayayım ki, Ceddin'in dinini değiştirmekten Allah'a sığınırım.

Bunun üzerine İmam Bâkır onu kucaklayarak alnını öpmüş ve kendisine lütufta bulunmuştur.


İmam A'zam Bahsi için kaynak: Menâkıb-u Ebî Hanîfe s.143

(alıntıdır)
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
Sevgili arkadaşlarım, sevgili anneler ve anne adayları ve değerli gençler..

Lütfen uzun görünmesine aldırmayınız.. Tamamını okuyunuz.. Hem de satır satır, kelime kelime.. İnanınız bir Bilgisayar Oyununun 10'da biri dahi zamanınızı almayacaktır..

Yönetimdeki arkadaşlarım, bu konuyu sabitler ise memnun olur dualar ederiz efendim..
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
Bu Kur'an'da Var mı? Onemlidir

Bir mesele soruldugunda 'Bu Kur'an'da var mı?' diyenler ya cahildir; ya da haindir. Bir mesele soruldugunda 'bu Kur'an'da var mi?' diye sorulmaz, 'bu İslam'da var mi?' diye sorulur.

Zira İslam, hem Kur'an'dir, hem Hadistir, hem İcma-i ummettir, hem de Kiyas-i fukahadir.
Hak mezhebler ise dinin uygulama sahalaridir. Mezheb ne soyluyorsa tamamen ayet, hadis, icma ve kiyas-i fukahadir.

Mezheblerden hakkinda icma olusmus dort ana yol meshurdur. Hanefi, Maliki, Şafi ve Hanbeli... Mezheb denilirken bunlar kastedildi. Bu hak mezheblere uymayanlar, kafalarindaki İslam sandiklari ama İslam ile alakasi olmayan sakat bir anlayisina uyarlar demektir. Her birinin kafasinda birbirine benzemez ve alakasiz her mezhebsiz kadar mezheb!... O sayisiz mezheblerin tek ortak ozelligi ise, onlarda ya Kur'an eksiktir, ya Hadis, Ya İcma ya da Kiyas-i fukaha... İlla biri eksiktir ve eksikligi nefisleri ile doldururlar.

Hep derler ya: 'ALLAH'in ayetleri yetmez mi bize?' Bu haddizatinda cok dogru bir sozdur; ama o apacik ayetlerin uzerine bizim daha iyi anlamamiz icin bir mezheb tanimazin edecegi bir gram soz ile dahi aslinda o da mezhebini kurmus demektir. Bize izin verilsin Ayetleri Hadisleri onlarin algisi uzere degil de 'Bana uyanlarin yoluna uyun!' ( Lokman/15) ayetini onlardan daha dogru anladigini dusundugumuz daha baska tanidigimiz/dinlerine sahitlik edebilecegimiz Zatlarin algisi uzere anlamaya calisalim. Buna hakkimiz yok mu acaba?

Yoksa mecbur muyuz Kur'an'ı ozellikle tanimadigimiz olanlarin anladigi gibi anlamaya?

Ayrica sadece Kur'an diyenler, Kur'an ile kifayet etmiyorlar maalesef, anlayislarini Kur'an ayetlerini siper edinerek dayatmaya calistiklari inkar edilmez bir gercekliktir. Bunun tek ve yeterli delili ise: Ayetleri ifadeden hemen sonraki yaptiklari yorumlardir. Eger bir yerde yorum varsa, mezheb de var demektir.

Dinini diyanetini tanimadiklarimizin yorumuna tabi olmak zorunda olmadigimizi deklare etmek isterim. Zira ALLAH Teala bize apacik Kur'an ayeti ile emretmistir mezheb imamlarimiza uymamiz gerektigini: 'Bana uyanlarin yoluna uyun!' (Lokman/15)

Bu dahi Kur'an'dan
mezheb kabul etmeyenden farkli olarak bizim anlamamiz gerekendir:

"Kim, kendisine hidayet (doğru yol) besbelli olduktan sonra Peygambere karşı çıkar, mü'minlerin yolundan başkasına uyarsa, onu yöneldiği yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir varış yeridir. (Nisa/115)

(Altına rahatlıkla imzamı attığım bir deklare, duyurudur.. olduğu gibi alıntılanmıştır)
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
Başlığı küçük büyük diye bir türlü ayarlayamadım.. Sevgili mod dostlarım, size zahmet ayarlar mısınız?
 
B

.BeYzA.

Guest
s.a

ilk satırları okurken ne diyor böyle dedim ama meseleyi anladım yazının devamında. evet maalesef günümüzde bu tip meal çalışmalarıyla gençliğin kafasını karıştırmaya çalışanlar var... "vay o namaz kılanların haline" (maun 4) ayetini açıklayanların(!) durumuna düşmemek için, Rabbim bizleri Kur'ani ilimlerin(fıkıh hadis tefsir akaid kelam...vb. ilimlerden), muvahhidlerin yolundan ve izinden ayırmasın...
hakkı anlayanlardan eylesin
selametle!
 

Sabr-el-Hayat

Profesör
Katılım
19 Eyl 2006
Mesajlar
3,776
Tepkime puanı
6
Puanları
0
Güzel bir paylasim, elinize saglik...

selam ve dua ile insallah...
 

Murat Yazıcı

Ordinaryus
Katılım
10 Nis 2007
Mesajlar
2,230
Tepkime puanı
40
Puanları
0
Ben de iki iktibasla Hirahos kardeşin açtığı bu konuya katkıda bulunmaya çalışayım:

İmam-ı Beyheki Delail kitabında şöyle rivayet eder:

"Eshab-ı kiramdan İmran bin Husayn (Radıyallahü anh), şefaatle ilgili bazı hadisler nakleder. Oradakilerden biri der ki:

- Siz hadisler bildiriyorsunuz, fakat biz bunlarla ilgili Kur’anda bir şey bulamıyoruz.

İmran bin Husayn hazretleri buyurur ki:

- Sen Kur’anı okudun mu?

- Evet.

- Kur’anda sabah namazının farzının iki, akşamınkinin üç, öğle, ikindi ve yatsının farzının ise dört rekat olduğuna rastladın mı?

- Hayır.

- Peki bunları kimden öğrendiniz? Bizden [Eshab-ı kiramdan] öğrenmediniz mi? Biz de Resulullahtan öğrenmedik mi? Peki Kur’anda kırk koyunda bir koyun, şu kadar devede şu kadar, şu kadar paraya şu kadar dirhem zekat düştüğüne rastladın mı?

- Hayır.

- Öyleyse bunları kimden öğrendiniz? Bizden öğrenmediniz mi? Biz de Resulullahtan öğrenmedik mi? Hac suresinde (Eski evi [Kabe’yi] tavaf etsinler) âyetini okumadınız mı? Peki orada Kabe’yi yedi defa tavaf edin diye bir ifadeye rastladınız mı?

- Hayır.

- Allahü teâlânın Kur’anda şöyle buyurduğunu duymadınız mı?

(Peygamber size neyi verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa da ondan kaçının.) [Haşr 7]

Hz. İmran daha sonra buyurur ki:

Sizin bilmediğiniz bizim Resulullahtan öğrendiğimiz daha çok şey vardır."

Bir âyet-i kerime meali:

(Size, âyetlerimizi okuyacak, sizi her kötülükten arıtacak, size kitabı ve hikmeti öğretecek ve bilmediklerinizi bildirecek aranızdan, bir resul gönderdik.) [Bekara 151]

İmam-ı Şafii hazretleri, (Bu âyetteki hikmetten maksat, Resulullahın sünnetidir. Önce Kur’an zikredilmiş, peşinden hikmet bildirilmiştir) buyuruyor.

Kur’an-ı kerim açıklamasız öğrenilseydi, Peygamber efendimize, (tebliğ et yeter) denilirdi, ayrıca (açıkla) denmezdi. Halbuki, açıklanması da emredilmiştir. İki ayet meali şöyledir:

(Kur’anı insanlara açıklayasın diye sana indirdik.) [Nahl 44]

(Biz bu Kitabı, hakkında ihtilafa düştükleri şeyi insanlara açıklayasın ve iman eden bir kavme de hidayet ve rahmet olsun diye sana indirdik.) [Nahl 64]

Bu âyet-i kerimeler, açıklamayı gerektiren âyetlerin bulunduğunu gösterdiği gibi, bunu açıklamaya Resulullah efendimizin yetkisi olduğunu da göstermektedir. Kur’an-ı kerimde her bilgi açık değildir. Peygamber efendimiz bunları vahiy ile öğrenmiş ve ümmetine bildirmiştir. İki hadis-i şerif meali de şöyledir:

(Bana Kur’anın misli kadar daha hüküm verildi.) [İ. Ahmed]

(Cebrail aleyhisselam, Kur’an ile beraber açıklaması olan sünneti de getirdi.) [Darimi]

İktibastır.

Not: Bu yazıdaki bilgiler ve daha fazlası için bkz.

İmam-ı Süyuti, Miftahu'l-cenne fi'l-ihticac bi's-sunne (Sünnetin İslamdaki Yeri adıyla Doç Dr. Enbiya Yıldırım tarafından Türkçeye çevrildi, Rağbet Yayınları).

Konuyla ilginenler bu kitapda doyurucu malumat bulacaklardır. Bir pasaj nakledeyim:

"Şunu bilesiniz ki, usül ilminde maruf olan şartları taşıyan -kavlî olsun fiilî olsun- hadisler hüccetdir. Resulullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) bu hadislerini inkar eden kimse küfre girer ve İslam dairesinden çıkar, yahudilerle, hıristiyanlarla veya Allahü teâlânın murad ettiği diğer kâfir fırkalarla beraber haşrolunur."( s.18 )
 

zebih

Kıdemli Üye
Katılım
22 Ara 2006
Mesajlar
4,033
Tepkime puanı
100
Puanları
63
Konum
kayseri
Bir mesele soruldugunda 'Bu Kur'an'da var mı?' diyenler ya cahildir; ya da haindir. Bir mesele soruldugunda 'bu Kur'an'da var mi?' diye sorulmaz, 'bu İslam'da var mi?' diye sorulur.

Zira İslam, hem Kur'an'dir, hem Hadistir, hem İcma-i ummettir, hem de Kiyas-i fukahadir. Hak mezhebler ise dinin uygulama sahalaridir. Mezheb ne soyluyorsa tamamen ayet, hadis, icma ve kiyas-i fukahadir.

Mezheblerden hakkinda icma olusmus dort ana yol meshurdur. Hanefi, Maliki, Şafi ve Hanbeli... Mezheb denilirken bunlar kastedildi. Bu hak mezheblere uymayanlar, kafalarindaki İslam sandiklari ama İslam ile alakasi olmayan sakat bir anlayisina uyarlar demektir. Her birinin kafasinda birbirine benzemez ve alakasiz her mezhebsiz kadar mezheb!... O sayisiz mezheblerin tek ortak ozelligi ise, onlarda ya Kur'an eksiktir, ya Hadis, Ya İcma ya da Kiyas-i fukaha... İlla biri eksiktir ve eksikligi nefisleri ile doldururlar.

Hep derler ya: 'ALLAH'in ayetleri yetmez mi bize?' Bu haddizatinda cok dogru bir sozdur; ama o apacik ayetlerin uzerine bizim daha iyi anlamamiz icin bir mezheb tanimazin edecegi bir gram soz ile dahi aslinda o da mezhebini kurmus demektir. Bize izin verilsin Ayetleri Hadisleri onlarin algisi uzere degil de 'Bana uyanlarin yoluna uyun!' ( Lokman/15) ayetini onlardan daha dogru anladigini dusundugumuz daha baska tanidigimiz/dinlerine sahitlik edebilecegimiz Zatlarin algisi uzere anlamaya calisalim. Buna hakkimiz yok mu acaba?

Yoksa mecbur muyuz Kur'an'ı ozellikle tanimadigimiz olanlarin anladigi gibi anlamaya?

Ayrica sadece Kur'an diyenler, Kur'an ile kifayet etmiyorlar maalesef, anlayislarini Kur'an ayetlerini siper edinerek dayatmaya calistiklari inkar edilmez bir gercekliktir. Bunun tek ve yeterli delili ise: Ayetleri ifadeden hemen sonraki yaptiklari yorumlardir. Eger bir yerde yorum varsa, mezheb de var demektir.

Dinini diyanetini tanimadiklarimizin yorumuna tabi olmak zorunda olmadigimizi deklare etmek isterim. Zira ALLAH Teala bize apacik Kur'an ayeti ile emretmistir mezheb imamlarimiza uymamiz gerektigini: 'Bana uyanlarin yoluna uyun!' (Lokman/15)

Bu dahi Kur'an'dan mezheb kabul etmeyenden farkli olarak bizim anlamamiz gerekendir:

"Kim, kendisine hidayet (doğru yol) besbelli olduktan sonra Peygambere karşı çıkar, mü'minlerin yolundan başkasına uyarsa, onu yöneldiği yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir varış yeridir. (Nisa/115)

(Altına rahatlıkla imzamı attığım bir deklare, duyurudur.. olduğu gibi alıntılanmıştır)

http://www.ihvan-forum.com/showthread.php?t=12906

sevgiler hirahos :)
 

Murat Yazıcı

Ordinaryus
Katılım
10 Nis 2007
Mesajlar
2,230
Tepkime puanı
40
Puanları
0
İmam-ı Süyuti, Miftahu'l-cenne fi'l-ihticac bi's-sunne (Sünnetin İslamdaki Yeri adıyla Doç Dr. Enbiya Yıldırım tarafından Türkçeye çevrildi, Rağbet Yayınları).

Bu kitaba ilaveten, şu kitap da çok istifadelidir:

İmam-ı Şarani, Mizan-ül Kübra (Dört Hak Mezhebin Büyük Fıkıh Kitabı), Berekat Yayınevi (Tercüme: A. Faruk Meyan).

Bu kitabevi artık mevcut değil; kitabın bir kopyasını İstanbul'da Sahaflarda ve başka kitapevlerinde aradığımda bulamamıştım. Ancak web'de chm dosyası olarak mevcut!

İki pasaj nakledelim:


Ma'lûmdur ki, Sünnet Kitâb üzere kaziyedir. Aksi değildir. Zira sünnet, Kur'ân-ı kerîmdeki icmallerin açıklanmasıdır. Müctehid imamlar, sünnetteki icmalleri bize açıklıyan âlimler olduğu gibi, onlara uyan âlimler de, onların sözlerindeki icmalleri bize açıklarlar ve bu kıyamete kadar böyle devam eder.

Üstadım Aliyyülhavas'dan (rahimehullah) duydum. Buyurdu: Sünnet bize Kur'ândaki icmalleri bildirmeseydi, âlimlerden hiçbiri, fıkıhdaki sular ve abdest bahislerindeki hükümleri çıkaramaz, sabah namazının farzının iki, öğle, ikindi ve yatsının farzlarının dört, akşam namazının farzının üç olduğunu, bilemezdi. Aynı şekilde hiçbir kimse kıbleye dönüldükte yapılan düâda, iftitahda ne söyleneceğini bilemezdi. Tekbîrin nasıl olduğunu, rükû' ve sücûd teşbihlerini, ta'dili erkânı, teşehhüde oturdukta ne okunacağını bilemezdi. Aynı şekilde bayram namazlarının nasıl kılınacağını, ay ve güneş tutulması namazlarını, cenaze, yağmur duası namazları gibi daha çok şeyleri kimse bilemezdi. Bunun gibi, zekâtın nisabını, orucun ve haccın şartlarını, alış veriş, nikâh, yaralama, kadılık ve fıkhın diğer bâblarının hüküm ve esaslarını bilen olmazdı. İmrân bin Husayn'e bir kimse, bizimle yalnız Kur'ânla konuş dedikte, İmrân ona: (Sen tam ahmaksın. Kur'ân-ı kerîmde farzların rek'atlarının sayısı açık olarak var mı? Yahud bunda sesli okuyun, diğerinde sessiz deniyor mu?) buyurdu. O kimse hayır dedi. İmrân bu sözü ile onu susturdu.

Yine Beyhakî Sünen'inde Müsâfir namazı bölümünde, hazreti Ömerden (radıyallahü anh) bildirir: Hazret-i Ömere yolculukta namazın kasr edilmesi, ya'nî dört rek'atlı farzları iki rek'ât olarak kılmaktan soruldu ve: «Biz, azîz kitabda korku namazını buluyoruz, fakat seferî namazı bulamıyoruz» denildi. Sorana: «Ey kardeşimin oğlu [yeğenim], Allahü teâlâ bize Muhammed aleyhisselâmı gönderdi. Biz bir şey bilmeyiz. Ancak biz, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) yaptığını gördüğümüz şeyi yaparız. O, seferde, 4 rekatlı farzları iki kılardı. Onu teşrî' eden Resûlullahdır (sallallahü aleyhi ve sellem)» buyurdu. Bu sözü iyi düşün. Çünkü çok güzeldir.
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
Gök_Han abi ellerine sağlık, gayet güzel oldu, iki konuyu birleştirmemiz... Güncelleme.
 

dostluk

Kıdemli Üye
Katılım
18 Haz 2007
Mesajlar
5,663
Tepkime puanı
304
Puanları
0
Yaş
50
Konum
istanbul
Semerkand Dergisi - Aylık Tasavvufî Dergi

Kur’an’dan Hüküm Çıkarılır mı?

İslâm’ın ilk sıradaki delili şüphesiz Kur’an-ı Kerim’dir. Müslüman anlayışının ve yaşantısının ana kaynağı odur.

ALLAH’ın kitabıyla irtibat noktasında günümüz müslümanı kendi seviyesini ve yerini bilmelidir. Saadet Asrı’ndan 14 asır sonra yaşadığını, ahir zamanın sınır tanımaz fitnelerinin tam ortasında bulunduğunu, bu dönemde imanı korumanın bile avuçta kor ateş tutmak gibi olduğunu unutmamalıdır.

Bu sebeple herhangi bir müslüman, Kur’an’ı anlama konusunda şu noktalara dikkat etmelidir.

Kur’an’ı en iyi anlayan, yaşayan ve anlatan ALLAH Rasulü s.a.v.’dir. O’ndan sonra sahabe, tabiîn ve diğer takva sahibi alimler gelir. Herhangi bir ayeti bir konuda delil olarak kullanmak istediğinde kendi görüşünü değil, onların anlayışını esas almalıdır.

Eğer ayet-i kerimenin işaret ettiği manalar, hüküm çıkarma yani içtihat sahasına giriyorsa, doğrudan fıkıh kaynaklarına başvurulmalıdır. Okuyucu müçtehit olmadığına göre o konudaki mevcut içtihada tabi olmalıdır.

Bir ayetin hangi manalara işaret ettiğini güvenilir kaynaklarından tamı tamına öğrenmeden şahsi kanaatine göre konuşmamalıdır.

Bu konuda Merhum Elmalılı Hamdi Yazır Hocaefendi şunları söyler:

Doğrusu Kur’an’ı cidden anlamak, tetkik etmek isteyenlerin onu usulüyle Arapçasından ve tefsirlerden anlamaya çalışmaları zaruridir. Kur’an’ın falan tercümesinde şöyle demiş diyerek hükümler çıkarmaya çalışmamalıdır. Bunu imanı olanlar yapmaz. Kendini bilen insaflı insan da yapmaz.


Kur’an’dan bahsetmek isteyenler onu hiç olmazsa harekesiz olarak yüzünden okuyabilmelidir. Mamafih öyle kimseler görüyoruz ki Kur’an’ı harekesiz olarak okumak şöyle dursun, harekesiyle bile düzgün okuyamadığı halde onun hükümlerinden ve manalarından içtihada kalkışıyor. Öylelerini görüyoruz ki Kur’an’ı anlamıyor ve ‘tefsirlere müfessirlerin yorumları karışmıştır’ diye onları da kaale almak istemiyor da, eline geçirdiği tercümeleri okumakla Kur’an’ı tetkik etmiş olacağını iddia ediyor.

Düşünmüyor ki okuduğu tercümeye, alim müfessirlerin tevili (yorumu) değil de cahil mütercimin görüşü ve yorumu, hatası ve noksanı karışmıştır.”

(Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili)


___________________________

İlahiyat Profesörü Hayri Kırbaşoğlu,


“meallerdeki zorlama çeviriler, gereksiz-uygunsuz ifadeler, yanlış hükümler ve yetersizlikler saymakla bitmez” diyor. “Kendi anladığı şeyi Kur’an’a söyletmek” düşüncesiyle hareket eden bazı kişilerin meşhur olmak ve para kazanmak amacıyla en kolay yol olarak meal yazdıklarını savunan Kırbaşoğlu, dini kalitenin yükseltilmesi gerektiği görüşünde.

________________________


İlahiyatçı yazar Ahmet Tekin,


“Takva eğer korku manasında ele alınırsa İslam eşittir korku dini olur” diyor. Tekin’e göre, Diyanet’in mealinde bile 380 grup hata var.

__________________________


Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Dr. Ebubekir Sifil..


“Operasyonel Meal Yazıcılığı” başlıklı makalesinde, “Günümüzde özellikle meal üzerinde yeni bir din anlayışının inşası söz konusu” diyor.

Sadece ve münhasıran meal okuyarak bu hedefe ulaşmak mümkün değildir. Çünkü İslam, herhangi bir meal yazarının Kur'an'dan anladığı şeye indirgenemez.

Meal okuyan kimse bunu, "din tasavvuru" inşa etmek için yapmamalı, okuduğu metnin, bütün İslamî ilimlere kaynaklık eden ilahî kelamın, "meal" imkânlarıyla çerçevelenmiş boyutu olduğunu hatırdan çıkarmamalıdır.

Ebubekir SİFİL


________________________


İlahiyatçı yazar Ali Eren..


Türkiye’de mealcilik yapanların vahim hataları nedeniyle İslam’ın en temel esaslarının bile tartışmalı hale geldiğini savunuyor..


_______________


Mealden din öğrenmek..
Aslında bu fikir ve cereyan şu meşhur farmason ve takiyyeci Cemaleddin Efgani’nin çıkarttığı bir şeydir. Adam, Ehl-i Sünnet disiplinini yıkmak, dinin safiyetini bulandırmak için “İşte Kur’an, işte hadisler! Herkes dinini bu ana kaynaklardan öğrensin” diye bir “İctihad çığırı” açtı. Mühendis, doktor, hukukçu, işadamı, terzi, üniversite öğrencisi velhasıl dinî tahsili olmayan her Müslüman eline Kur’an tercümeleri, mealleri, tefsirleri alacak, bunlara ilaveten hadîs kitapları, külliyatları… Bunlara bakarak, bunlardan hüküm çıkartarak dinini öğrenecek. Ne kadar yaldızlı bir hayal. Niceleri böyle kendi kafalarınca hüküm çıkartırken, dinden çıktılar da haberleri olmadı.

Öyle kimseler görüyorum ki, Arapça bilmiyor, elifi görse mertek zannediyor. Bir meal almış içtihada yelteniyor. Ya Rabbi! Ne günlere kaldık!


Mezhebsizlerin, telfikcilerin, Efganicilerin, şucuların bucuların tuzaklarına düşmeyelim.

Mehmet Şevket Eygi
Milli Gazete
04.10.2007



Tekrar ediyorum: Asıl Kur’ân Müslümanlığı muteber ilmihal kitaplarında yazılı olandır.

Biz Müslümanlar, dinimizi ilmihal kitaplarından öğreneceğiz, itikadımızı akaid imamlarımızdan öğreneceğiz. Kur’ân-ı Kerim’i, mânalarını, hükümlerini, inceliklerini ehliyetli gerçek müfessirlerden öğreneceğiz.

Mehmet Şevket Eygi


____________________________

Tam İlmihal'de "Kırâet-i şâzze" ile ilgili yazı..



Kur’ân-ı kerîmin başka dillere yapılan çevirmelerine Kur’ân denmez. Bunlara, Kur’ân-ı kerîmin meâli, ya’nî açıklaması denir.


Bunlar, mütehassıs olan ve iyi niyyetli, hâlis müslimânlar tarafından hâzırlanmış ise, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını anlamak için okunabilir. Buna birşey denmez.


Bunlar, Kur’ân diye okunamaz. Bunları, Kur’ân diye okumak, sevâb olmaz. Günâh olur. Müslimânlar, Kur’ân-ı kerîmi, ALLAHü teâlânın indirdiği gibi okumalıdır. Ma’nâsını bilmeden okumak da sevâbdır.

Ma’nâsını anlıyarak okumak, elbette dahâ çok sevâb ve dahâ iyidir.

SEADETİ EBEDİYYE-HÜSEYİN HİLMİ IŞIK

____________________________________________

Bizim Türkiye’de son zamanda, hadisleri dahî devreden çıkararak sadece ayet meallerini okuyup hüküm çıkaran bir taife türemektedir. Bunlar, hak sûretinde gelen bâtıl yayıcılarıdır. (s.438)


Ulemânın görüşüne, tefsirlere müracaat etmeksizin mücerred meâl okunması ya küfürdür, ya da büyük bir ma’siyettir.


Hele hele bunun üzerinde bir de münakaşalar olursa; meselâ “Şu ayet bunu demek ister... Bu ayet bunu demek ister...” gibi çekişmeye sirayet ederse, küfür olur. (s.57)



“ÖLÇÜLER”LE BAŞBAŞA -İsmail Çetin EFENDİ..

____________________________


Soru: Yalnız Kur'an-ı Kerim'in mealini esas alarak hüküm vermek, ne derece doğrudur?

Cevap: Son derece yanlıştır. Kur'an-ı Kerim'in mealinden hüküm çıkmaz. Çünkü, Kur'an-ı Kerim'den hüküm çıkartacak babayiğit yoktur. Kur'an-ı Kerim'in açıklaması mahiyetinde hadis-i şerifler vardır; alimlerin, fakihlerin beyanları vardır. Kur'an-ı Kerim'in mânâları incedir. Kur'an-ı Kerim'in esrârı çoktur. Kur'an-ı Kerim'in ifadesi vecizdir. Oradan ahkâm çıkartmak için, İmam-ı Azam gibi olmak lâzım, İmâm-ı Şâfiî gibi olmak lâzım!..


Mealden ahkâm çıkartan kimse, çıkartırsa da yanlış olur. Çünkü, o konudaki hadis-i şerifleri de bilmesi lâzım gelir. Çok yanlış bir şey yapar. "Kur'an-ı Kerim'i kendi re'yiyle te'vile, tefsire kalkan, cehennemdeki yerini hazırlasın!" diye hadis-i şerif vardır.

Kur'an-ı Kerim oyuncak değildir. Kur'an-ı Kerim'deki hatâ başka şeye benzemez. Elektrik şebekesi yapan insan, yüksek voltajla çalışan usta, elektriği bağlarken yanlış bir şey yapsa, iki tarafı tutsa, elektrik hatâyı affeder mi?.. Affetmez; çarpılır, kömür olur. Kartal bile uçarken, bir kanadı oraya değiyor, bir kanadı öbür tarafa değiyor; çarpılıp aşağıya düşüyor. Neden?.. Elektriğin şakası yoktur, oyuncak değildir.

Kur'an-ı Kerim'in hiç şakası yoktur!.. Kur'an-ı Kerim çocuk oyuncağı değildir. Zibidilerin oyuncağı da değildir. Kur'an-ı Kerim, çok büyük alimlerin üzerinde konuşabileceği bir şeydir. Öyle mealcilikle, yarım yamalak bilgi ile bu iş olmaz; müctehid olmak lâzım!..

Müctehid olmadan, öyle Kur'an-ı Kerim'i okuyacak da, anlayacak... Sen gel bakalım, ben sana Kur'an-ı Kerim'i harekesiz yazayım, harekesiz doğru okuyabilecekmisin bakalım?.. Kur'an-ı Kerim'i harekesi olmadan doğru okuyamayan bir insan, Kur'an-ı Kerim üzerinde hiç konuşmağa kalkmasın, haddini bilsin!.. Okuyabilecek misin doğru düzgün?..

Ben nice insanlar gördüm, üniversitede doçentlik imtihanına girdiler tefsir kürsüsünde; önünde yazılı Kur'an-ı Kerim ayetlerini, harekesiz doğru düzgün okuyamıyorlar. Öyle profesörlükle, doçentlikle de olacak değil, bayağı büyüktür bu iş... Ateşle oynuyorlar. Yanlış bir hüküm verirsin, kendini de mahvedersin, başkasını da...

"ALLAH-u Teâlâ Hazretleri insanlara ilmi verdikten sonra, çekip almaz; alimleri alır, geriye cahiller kalır." buyuruyor Peygamber Efendimiz... İmam Buhârî'nin Sahih-i Buhârî'sinde vardır bu hadis-i şerif... "Millet de onları adam sanar, mesele sorar. Onlar da kafalarından cevap verirler. Hem kendileri dalâlete düşerler, hem de kendilerine soru soranları dalâlete düşürürler." diyor.

Onun için, din ahkâmı şakaya gelmez! Bu işin şakası yoktur. Meal ile iş olmaz!.. Meal ile iş olmadığı gibi, derin Arapça bilgisi olacak, tefsirleri okuyacak, hadisleri okuyacak... O da yetmez; o konudaki bütün ahkâmı inceleyecek. Yine de edeple, hürmetle konuşacak, "Allahu a'lem bis savab" diyecek.

(Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan, Güncel Meseleler - 2)
 

dostluk

Kıdemli Üye
Katılım
18 Haz 2007
Mesajlar
5,663
Tepkime puanı
304
Puanları
0
Yaş
50
Konum
istanbul
KUR'ÂN-I KERİM VE DİN EĞİTİMİ



Malum zihniyetin parlementer kesimine mensup birisi katıldığı bir TV tartışmasında kesintisiz sekiz yıllık zorunlu eğitimi savunuyor, tek diplomalı sekiz yıllık zorunlu eğitimin son üç yılında, öğrencinin eğilim ve kabiliyeti ile velisinin isteğine bağlı olarak seçmeli dersler ile yönlendirme yapılmasına bile karşı çıkıyordu. Asıl amacı İmam-hatip Liselerinin orta kısımlarının ve Kur'ân kurslarının kapatılması olmakla beraber bu amacı sağlayan fakat zorunlu eğitimin ikinci kademesine seçmeli dersler koymayı öngören bir formüle/çözüme de itirazı vardı; çünkü bu takdirde seçmeli olarak Kur'ân'ı yüzünden okuma ve Arapça dersleri de konabilirdi. Bu iki ders ise öğrencilerin çocukluk ve ilk gençlik yıllarında dinle tanışmalarına ve ona yönelmelerine yol açabilirdi.


Parlementer gerekçesini böyle açık olarak ortaya koymuyor, bunun yerine iki bahane/gerekçe ileri sürüyordu:


a) Arapça ve Kur'ân'ı yüzünden okumanın din eğitimi ve öğretimi ile ilgisi yoktur.


b) Çocuklara verilecek dersler, eğitim ve öğretim onların bağımsız düşünmelerini sağlamalıdır. Din ile uzaktan-yakından ilgisi olan dersler bu amaca aykırı düşer.




Biz daha önce yayımlanan bir yazımızda din dersi ve eğitimi ile bağımsız düşünme eğitimi arasındaki ilişkiyi ortaya koymaya çalışmış, özet olarak "toplum içinde yaşayan her ferdin, yaşı ne olursa olsun, toplum tarafından yönlendirilmekte olduğu, insanları bundan uzak tutmanın mümkün olmadığı, zorunlu öğretim yıllarında din eğitim ve öğretimine karşı çıkanların aslında 'dinsiz yönlendirme' istedikleri"ni ifade etmiştik. Bu yazıda ise Arapça ve Kur'ân okumanın din eğitimi ve öğretimi ile ilişkisini açıklamaya çalışacağız.



Bizim geleneğimizde ilimler ikiye ayrılırdı; "âlet ilimleri" ve "âli (yüksek) ilimler". Burada âlet ilminden maksat, dini anlamada âlet ve araç olarak kullanılan ilimler, demekti ve bunların başında da Arapça gelirdi. Çünkü Kur'ân-ı Kerim Arapça olarak vahyedilmişti, İslâmî ilimler büyük ölçüde Arapça ile yazılmıştı, Arapçasız din âlimi olmak, Kur'ân'ı hakkıyle anlamak imkânsız gibiydi. Bu ilişki bugün için de geçerlidir.




Kur'ân-ı Kerim'i vahyedildiği asıl dili ile ezberlemek ve okumak Müslümanlara farzdır.


Çünkü farz olan namaz ibadetini yapabilmek için buna ihtiyaç vardır. Her Müslüman namazda okuyacak kadar Kur'ân âyet ve suresini asıl dili ile okumak ve ezberlemek mecburiyetindedir.



Başka harflerle yazılmış Arapça âyet ve sûreleri aslına uygun telaffuz etmek mümkün değildir. Okuduğunun mânasını bilmek farz olmamakla beraber faydalıdır.




Bunu elde etmek için de namazda okuyacağı ayetlerin mânalarını -meallerden ve tefsirlerden okuyarak- öğrenmesi, asıl dili ile okuduğu sûrelerin neden bahsettiklerini bu şekilde zihninden geçirmesi mümkündür.



Yüzlerce yıldan beri müslümanlar Kur'ân-ı Kerim'in bütününü ezberlemişler, hâfız olmuşlar, hâfızlar başüstünde tutulmuş, hâfızlık cemaat içinde itibar vesilesi olmuş, bütün bunlar İslâmî geleneğin bir parçasını teşkil etmiştir.



Kur'ân-ı Kerim'in hiçbir meali ve tercümesi aslının yerini tutamaz.



Bugün bazı akademisyenler "ondört asırdır Kur'ân'ın anlaşılmadığını, onu ilk defa kendilerinin doğru anladıklarını" ileri sürüyorlar. Bu demektir ki, bugüne kadar yapılan mealler ve tefsirler Kur'ân'ın yerini tutmamıştır.



Yarın başka iddiacılar çıkacak, ilk defa kendi anlayışlarının doğru olduğunu ifade edecek ve -bugünküler dahil- geçmişteki anlayışların Kur'ân'ın mâna ve maksadına uymadığını iddia edeceklerdir.


Şairin deyişiyle:


"Bikr-i fikri kâinatın çâk çâk oldu fakat
Perde-i ısmette kaldı ma'nî-i Kur'ân henüz"


"Kainatta çok şey anlaşıldı, bu mânada kainatın bekâreti kalmadı, ancak Kur'ân -kâmilen anlaşılma yönünden- hâlâ bakire bir kız gibidir."



Sözün özü mealler ve tefsirler, uçsuz bucaksız Kur'ân deryasından bize tankerlerle su taşırlar, fakat bunların hiçbiri denizi taşıyamaz ve hiçbiri Kur'ân'ın yerine konamaz.



Mânasını anlama şartı olmaksızın Kur'ân-ı Kerim'i vahyedildiği dilde okumanın sevabı olduğuna dair hadisler vardır.



Sayın parlementer ve benzerleri şartlanmışlık arızasına tutulmamışlar ise yazdıklarımızdan şunu anlamış olmalıdırlar:


Arapça din ilimleri için vazgeçilmez bir âlet/araç dildir.


Kur'ân-ı Kerim'i yüzünden ve ezbere asıl dili ile okumanın din ile -bu demektir ki din eğitimi ve öğretimi ile- yakından ilgisi vardır.


İmam-hatip lisesine gidecek olan zorunlu eğitim mezunlarının daha önce Arapça ve Kur'ân dersleri almış olmalarının, bu liselerde alacakları eğitim ve öğretime önemli/vazgeçilemez katkısı vardır.


Kur'ân-ı Kerim'i yüzünden okumayı öğrenmenin ve zaman zaman okumanın dinî duygu, şuur ve tatmin bakımlarından yeri doldurulamaz müsbet etkileri vardır.



Bunlara ek olarak bir de "insanların bilmedikleri konularda konuşmamaları gerekir" diye bir edep kuralı vardır.



İlgililere, milyonlarca Müslümanın ısrarlı taleplerini bir defa daha duyuralım: a) Zorunlu eğitim 8 yıl olsun (imkânımız varsa daha fazla da olabilir); b) 5+3 şeklinde iki kademeli olsun; ikinci kademesinde, ortak dersler yanında farklı ve seçmeli derslerle yönlendirme yapılsın; c) 8 yılın aynı mekânda geçmesi şart koşulmasın, meslek liselerinin bünyesinde açılacak ikinci kademelere imkân tanınsın; d) Böylece İmam-hatiplerin ve diğer meslek liselerinin orta kısımları -zorunlu eğitimin ikinci kademesi adıyla- yaşatılsın veya hayata geçirilsin. Bu millet bu taleplere kulak verenleri de karşı çıkanları da unutmayacaktır.


KUR'ÂN-I KERİM VE DİN EĞİTİMİ


HAYRETTİN kARAMAN DAN

(KARAMAN BİLE BÖYYLE YAZARSA SADECE KURAN DİYENLERİN HEZAYANLARINA KİM DESTEK OLACAK ACEP )
 

dostluk

Kıdemli Üye
Katılım
18 Haz 2007
Mesajlar
5,663
Tepkime puanı
304
Puanları
0
Yaş
50
Konum
istanbul
Necip Fazıl’ın Türkçe Kur'an-a tepkisi
“1943 yılında, Ankara’ya gitmiştim. Ankara’da beklenmedik bir haberle karşılaştım:

-‘Diyanet İşleri Başkanı, Kur’anı türkçeye çevirip, hakiki Kur’anı ortadan kaldırmak için bir kanun çıkartmak istemektedir.’

Diyanet Reisi’yle bir iki kez görüşmüşlüğümüz vardı, fakat, ALLAH’ın kitabını türkçeye çevirip onu Kur’an ismiyle resmi ibadete sokmak gayreti derecesinde açık ve muazzam bir küfründen haberim yoktu.

Bu haberi duyduktan birkaç gün sonra, bir toplantıda, Diyanet Reisiyle karşılaştık, kendisine:

--‘Duyduğuma göre, Kur’anı türkçeye çevirmek ve bunu resmen ibadet dili haline getirmek şeklinde bir düşünceniz varmış...Sapıklık ve hüsranların en büyüğü olan böyle bir hadiseyi, bizzat sizin ağzınızdan duymadan inanılır şey telakki edemiyorum. Lütfen hakikati bildirir misiniz?..’

Uçuk benzi bir kat daha uçarak ve soluk dudakları bir kat daha solarak bana şu cevabı verdi:

--‘Evet Necip Fazıl Beyefendi!..Sizin dini bakımdan imkansız gördüğünüz bu işi, Mezhep İmamlarının kabul ettiğini bilmiyor musunuz?..Mezhep İmamları Kur’anın başka bir dille okunabileceği ve bununla ibadet edilebileceği hakkında görüş belirtmişlerdir...’

Bu cevabı alır almaz, bütün kanımın, beynime dolduğunu hissettim. Bu adam, sade ALLAH kelamının yok edilmesinden doğan küfürle iktifa etmiyor, dinin büyük şahsiyetlerine, mezhep sahiplerine, resmen ve açıkça iftira atıyordu.

Kendisine şu cevabı verdim:

--‘Sadece küfürle kalmıyor, bir de küfrünüze ortak arıyorsunuz!..


Kur’anın ALLAH kelamı olduğuna inanan her fert, ALLAH kelamının, nazil olduğu lisan kalıbından ayrılmayacağını, ayrılacak olursa, artık onun ALLAH kelamı olmayacağını bir hamlede kavrayacak bir anlayışa sahiptir.

Bakın, Diyanet İşleri Reisi Efendi, Ben, Necip Fazıl, sizin elinizdeki icra vasıtalarına karşı, bir kamyonu durdurtmak isteyen bir piliç kadar zayıf bir ferdim; fakat size açıkça haber veriyorum, eğer sapıklığınızın büyüsü altında şuurunu körletip sizi destekleyecek bazı fertler bulacak ve bu niyetinizi tatbik mevkiine çıkaracak olursanız, bir piliçten hiç farkı olmayan bu zayıf cüssemi, kamyonun tekerlekleri altına atmakta tereddüt göstermeyeceğim!..’

Evet bütün İslam düşmanlarına parmak ısırtacak bu imansıza bunları söyledim ve çıkıp gittim...” (Hücüm ve Polemik)



______________


1960 ihtilâlinden sonra Diyanet İşleri'nin durumu, binbir çelişki panayırı Demokrat Parti devrinde bulur gibi olduğu, fakat asla kullanamadığı iş ve söz hakkını birdenbire kısıtlayıcı bir kasatura ucunda oturmak gibi birşey oldu.

Bu vaziyet, ihtilâlciler tarafından zorlanmamış olsa bile, ihtilâlin mânâsına göre, Diyanet İşleri, kendisini bu hâle zorlanmış hissetti, olduğu yerde büzülüp kaldı ve 37 yıllık muvazaacılığını daha da cömertleştirdi ve hâki üniforma karşısında belini daha da büktü.


Bu arada, makamı kabul edip de dine bağlılığını göstermek ve o ezici yük altında daha fazla kötülüklere mâni olmaya çalışmak gibi kahramanca bir tavır bakımından değil de, gerçek bir din bağlısının bu makamı kabul edemeyeceği noktasından takdir ettiğim tek adam Ömer Nasuhi bilmen oldu.

Teklifi aldığı gün (Türkçe k-Kuran-meal yazma teklifini )otomobilde yanyana gidiyorduk. Ona "Kabul edecek misiniz; edemezsiniz! İçeriden bir fetih yapamayacağınıza, buna kendi öz şartlarınız ve dış şartlar müsait olmadığına göre, kendinizi ancak ayakta kalarak koruyabilirsiniz!" dedim.

Cevap vermedi: koltuğuna oturduktan pek kısa bir zaman sonra sanki yaylardan tam 6 tane ok fırlamış da ciğerlerine kadar ulaşmış gibi istifasını bastı. Arada yine biri, bağlı olduğu Bakan'ın kendisini hükümete tâbilik bakımından bir kadostro memuru derecesinde gösterilmesine rağmen gerekli tavrı takınamadı.

Diyanet Ve Süleyman Ateş Hakkında Röportaj -Necip Fazıl-1977


_______________

Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi ve onun gibi niceleri, Kuran'ın Türkçeye çevrilmesine şiddetle karşı çıkmıştır..


Mısır'da Arapça olarak yazdığı "Kuran'ın Tercüme Meselesi'' adlı kitabında bu görüşlerini savunmuştur.

 

dostluk

Kıdemli Üye
Katılım
18 Haz 2007
Mesajlar
5,663
Tepkime puanı
304
Puanları
0
Yaş
50
Konum
istanbul
Diyanet İşleri Başkanlığı, 2001'de yeni ve daha anlaşılır bir Kur'an meal ve tefsiri hazırlatmaya karar verdi. Hazırlama işi 4 ilahiyat profesörüne havale edildi. Hayrettin Karaman, Mustafa Çağrıcı, İbrahim Kâfi Dönmez, Sadrettin Gümüş.

Tefsir, Allah kelâmı olan Kur'an âyetlerinin açıklamasıdır.


Tefsirler, Rabbimizin, biz kullarına neleri emredip neleri yasakladığının izahını yapar. Onun için tefsir çok mühim, mühim olduğu kadar da mes'ûliyetlidir.


Dolayısıyla böyle hassas bir iş ancak müfessirlerle/tefsirden anlayan kimselere havale edilmeli, böyle bir işi yüklenenler de ancak tefsir yapabilecek ilme sahip olmalıdırlar.



Bu çerçeve içinde Diyanet İşleri Başkanlığı'nın ismi geçen kişilere hazırlattığı 5 ciltlik KUR'AN YOLU Türkçe Meal ve Tefsir isimli eserine baktığımızda şunu görüyoruz:

Eseri kaleme alan dört zattan hiçbiri tefsir profesörü değil. Yani ihtisası tefsir olmayanlara tefsir hazırlama vazifesi verilmiş, onlar da bu eseri 300.000 dolara hazırlamak üzere kabul etmişler.

Bu tıpkı, nasıl olsa o da doktordur diye bir cildiye doktoruna göz ameliyatı vazifesi vermek gibi. Ona böyle bir vazife veriliyor, o da bu benim işim değil demiyor. "Eh neyse..." kabilinden kabul ediveriyor.

Netice ne olur? Aşağıda okuyacağınız gibi "Yarım doktor candan, yarım hoca dinden eder" olur.

İlk cildi elimize alıyoruz. Tefsir niyetiyle okumaya başlıyoruz. Aman Allah'ım! Tefsir değil sanki Kitab-ı Mukaddes'i, İncil ve Tevrat'ı tanıtma kitabı. "Kitab-ı Mukaddes'te şöyle deniyor, Kitab-ı Mukaddes'te böyle deniyor" diye, sadece Bakara suresinde tam 50 yerde Kitab-ı Mukaddes'e atıf yapılmış.

Eğer adına açıklama diyeceksek, bunu da şöyle açıklıyorlar:

"İslâmi inançlarla ve ilkelerle çelişmeyen ek bilgiler vermek maksadıyla Kitab-ı Mukaddes'ten de bilgiler aktardık." (Cild 1, XLIII)

Tahrif edilip Allah'ın gönderdiği orijinal halini kaybetmiş olan bir kitabın verdiği bilgiye ne kadar güvenilir ki, okuyuculara ek bilgi vermek için Kitab-ı Mukaddes'ten yığınla bilgiler aktarıyorsunuz?

Allah kelamı olmaktan çıkan bir kitabın, insanlar tarafından yazılan kitaplarla ne farkı kalır? Eğer, maksadınız söylediğiniz gibi "İslâmî inançlarla ve ilkelerle çelişmeyen ek bilgiler vermek" idiyse niçin sadece Kitab-ı Mukaddes'ten bilgiler aktardınız da -meselâ- doğu dinlerine ait bilgiler aktarmadınız? Muharref Tevrat ve İncillerin rüchaniyeti ne? Niçin sadece İncil ve Tevrat? Bunun bir sebebi olmalı. Ve ne?

Yazarlar heyeti aktardıkları bu bilgilerle yetinmeyip ayrıca "daha geniş bilgi için Tevrat'ın falan falan yerine bakın" diyerek okuyucuyu bir de Tevrat'a yönlendiriyor.


Neyse, Kitab-ı Mukaddes'ten aktardıkları bilgilerin, söyledikleri gibi İslâmi inançlarla çelişip çelişmediğine bakalım. Aktardıkları bilgilerden biri şöyle:

"Tevrat'ta, Yakub peygamberin Tanrı ile güreşip O'nu yendiği, bu sebeple Tanrı'nın ona İsrail adını verdiği bildirilir." (Birinci baskı, Cild 1, s: 50)

Eeee?.. Hani İslâmî inançlarla çelişmeyen bilgiler verecektiniz? Yakub peygamberin -hâşâ- tanrı ile güreşip O'nu yendiği İslâmi inançla bağdaşıyor mu? Bu inanç, İslâm'a göre insanı gömgök gâvur yapmaz mı?

Hadi bu bilgiyi verdiniz, peki sözümona tefsirinizde niçin buna dair gerekli bir izahta bulunmadınız?

Değerli okuyucular, yazarlar heyeti tarafından kaleme alınan Önsöz'de şu bilgiler veriliyor:

"Bildiğimiz kadarıyla İslâm dünyasında bir heyet tarafından yazılmış ve tamamlanmış Kur'an-ı Kerim tefsiri bulunmamaktadır. Bu açıdan bizim çalışmamızda bir ilkin gerçekleştiği söylenebilir. Ayrıca, Kur'an Yolu'nun, Din İşleri Yüksek Kurulu tarafından okunup tenkit süzgecinden geçirilmesi de esere yararlı katkılar sağlamıştır."

Aman Allah'ım! Demek bu eser bir de Din İşleri Yüksek Kurulu tarafından okunup tenkit süzgecinden geçirilmiş. İyi ki Kurul tarafından okunmuş. Ya okunmasaydı kimbilir nasıl olacaktı?

Değerli okuyucular! Bu 5 ciltlik eserde öyle veballer işlenmiş ki, yazmakla bitecek gibi değil. Bunlardan bir misal: Şiilerde ve tabii ki İran'da, Mut'a nikahı diye bir nikâh var. Bu nikâh şöyle oluyor:

Bir kadınla bir erkek, şahit falan da olmadan belli bir para karşılığında belli bir süre için anlaşıp karı-koca hayatı yaşıyorlar. Anlaşılan süre bitince nikâh da sona eriyor...

Mut'a nikâhı işte böyle bir şey. Bu nikâh, ehl-i sünnete göre geçersiz olup yapanlar zina yapmış olurlar. 14 asırdır, hiçbir ehl-i sünnet âlimi de bunun câiz olduğunu söylememiş/yazmamıştır. Gelin görün ki, KUR'AN YOLU tefsiri bunun câiz olduğunu yazıyor. (1. baskı, Nisâ, 24. âyetin tefsirinin son paragrafı.)

Türkiye'de Türkçe olarak yayınlanmaya başlayan Newsweek dergisi, bu haftaki sayısında bu tefsirin Mut'a meselesi hakkındaki tavrını ele alıyor. Dergide, tefsir yazarlarının Mut'a konusunda birbirini tutmayan ibretlik sözleri mevcut. Ne deyip ne demeyeceklerine bile hâlâ karar verebilmiş değiller. Acı, çok acı...
 

dostluk

Kıdemli Üye
Katılım
18 Haz 2007
Mesajlar
5,663
Tepkime puanı
304
Puanları
0
Yaş
50
Konum
istanbul
MEVLÜT ÖZCAN



Kur'ân-ı Kerîm'in anlamadan okunmasının boşuna emek olduğunu iddia eden budalalar var. Hiç öyle şey olur mu? Herkes okuduğunu anlayabilir mi? Bu anlama işi ilim ister, âlim olmak, bu yolda bütün mesaisini kullanmak ister.


Çeşitli meslek mensupları çok özel gayretlerle anlayış kapasitesine göre Kur'ân'ın bazı bölümlerini anlayabilir. Ancak, bütün Müslümanlar böyledir, böyle olacaktır diye iddia edilemez. Her Müslüman nasihatsız, vaazsız, sohbetsiz kalmamalı, hiç olmazsa ileri derecede malumat sahibi olmalıdır. Bu, hiçbir Müslümana zor gelmez.



Birileri "Kur'ân'ın mânâsını anlamayanın onu okuması beyhude (boşuna) bir emektir" derse böyle bir kişi ya cahil bir budaladır ya da şeytanî mantıklı bir haindir. Her ikisinin şerrinden de ALLAH (CC)'a sığınırız.




Kur'ân-ı Kerîm öyle bir kitabtır ki:

a)Hem okunması,

b) Hem dinlenmesi,

c) Hem ilminin anlaşılmaya çalışılması,

d) Bilmeyenlere okunmasının öğretilmesi,

e) Bilmeyenin öğrenme cehdi göstermesi,

f) Öğretmek ve öğrenmek için zeminler hazırlanması... ibâdet olan, sevabına paha biçilmez, eşsiz feyiz ve bereket kaynağıdır.


Kur'ân-ı Kerîm'i sadece okuyan ve dinleyen değil, okunduğu zaman ve mekân hangi zaman ve her neresi olursa olsun bu feyiz ve bereket kaynağından nasibini alır.

Bundan dolayı Peygamberimiz Efendimiz (SAV):

"İçinde Kur'ân okunmayan evin mezarlıklardaki bir mezardan farksız olduğu"nu beyan buyurmuşlardır (Müslim, Misafir: 212, Tirmizi, Fezailü'l-Kur'ân: 2)



Âlimlerimiz, âriflerimiz, gönül ehli zât-ı kiramlarımız çeşitli vesilelerle evlerimizin Kur'ân sesinden mahrum kalmaması gerektiğini hep ikaz ve irşad etmişlerdir.


Kur'ân okunduğu zaman da ömür bereketlenir.
Kur'ân'ın okunduğu mekân da:

* İlâhi nûr tecelli eder.

* Melekler hazır bulunur.

* Atmosferin uhrevileşmesine vesile olur.

* Okunan her bir harf için on sevap (Ramazan ayında bu sevap derecesi 700'den başlar) kazandırır.

* Okunduğu yere huzur, mutluluk ve bereket getirir.

* Okuyan da, dinleyen de târifsiz huzur bulur, rahata erer.

* İnsanın tasa ve kederini dağıtır.

* Ümitsizi ümitvar eder.

* Mânen canlılık kazandırır.

* Aktiviteyi artırır.

* Vesveseyi giderir.

* Cinni ve insi (insan cinsinden olan) şeytanlara karşı orada okunan Kur'ân okuyanı ve dinleyenleri korur.Okunan mekânı korur.



Hz. Enes (RA) naklediyor: Peygamberimiz Efendimiz (SAV)'i şöyle derken dinledim:

" Kur'ân-ı Kerîm okunan evin hayrı artar. Böyle evlere melekler toplanır."

Bu hadisi biraz daha açıklar mahiyette olan bir başka hadisi de Ebu Hureyre (RA) şöyle nakleder:

Efendimiz (SAV) buyurdu ki:

"Kur'ân okunan evin hayrı artar.
Böyle bir ev, içinde oturanları sıkmaz.
Bu evlere melekler toplanır.

Bu evlerden şeytanlar uzaklaşır.
İçinde Kur'ân okunan, anlam ve yorumlarıyla meşgul olunan ev, yıldızların yeryüzünü aydınlattığı gibi sema ehli için aydınlatılır..." (Dârimi, Sünen: 2/429, 430)



Bu konuda Peygamber (SAV) Efendimizin bir hayli uyarı ve tavsiyeleri vardır.

O halde ey Müslümanlar!

Kur'ân-ı Kerîm'i okumakta ve okutmakta ihmâlkârlık etmeyelim. Sahifelerine bile bakmanın sevap olduğu Kelâmullah'ı bakarak okumanın sevabını, fırsatlar elimize verilmişken kaçırmayalım.

Çatlak seslere de takılıp kalmayalım.
 

dostluk

Kıdemli Üye
Katılım
18 Haz 2007
Mesajlar
5,663
Tepkime puanı
304
Puanları
0
Yaş
50
Konum
istanbul


37 - Tefsîr, beyân etmek ve keşf etmek demekdir. Bildirmek ve açıklamakdır. (Te’vîl), rücû’ etmekdir.


Tefsîr, bir ma’nâ vermekdir.
Te’vîl, çeşidli ma’nâlar arasından birisini seçmekdir.


Kendi re’yi, görüşü ile tefsîr, câiz değildir.


Tefsîr, rivâyet ile yapılır.
Te’vîl, dirâyet ile yapılır.


Hadîs-i şerîfde, (Kur’ân-ı kerîmi, kendi görüşü ile açıklayan, doğru olsa dahî, hatâ etmişdir) buyuruldu.

Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” ve Eshâb-ı kirâmdan “radıyallahü anhüm” gelen haberlere ve âlimlerin tefsîrlerine ve tefsîr ilminin üsûlüne bakmadan

ve

Kureyş lügatini bilmeden

ve

hakîkat ile mecâzı düşünmeden,

mücmel, mufassal ve umûmî ve husûsî olanları birbirinden ayırmadan

ve

âyet-i kerîmelerin indirilme sebeblerini ve nâsih, mensûh olduklarını araşdırmadan verilen ma’nâyı, Allahü teâlânın kelâmı olarak söylemek doğru değildir.


(Tefsîr), kelâm-ı ilâhîden murâd-ı ilâhîyi anlamak demekdir.

Kendiliğinden verdiği ma’nâ doğru olsa bile, meşrû’ yoldan çıkarmadığı için, hatâ olur.


Verdiği ma’nâ yanlış ise, kâfir olur.

Hadîs-i şerîfleri de, sahîh veyâ bozuk olduğunu bilmeden söylemek, sahîh olsa bile, günâh olur.

Böyle kimsenin hadîs-i şerîf okuması câiz olmaz.


Hadîs kitâblarından, hadîs nakl etmek için, hadîs âlimlerinden icâzet almış olmak lâzımdır.


Hadîs-i şerîfde, (Uydurduğu bir sözü, hadîs olarak söyliyen kimse, Cehennemde azâb görecekdir) buyuruldu.


Kur’ân-ı kerîmi, tefsîr âlimlerinden, icâzeti olmıyanın da, tefsîr kitâblarından alarak söylemesi ve yazması, câizdir.


Yukarıda bildirilen, tefsîr etmek şartlarını hâiz olan kimse, yazılı icâzeti olmadan tefsîr ve hadîs nakl edebilir.


İcâzet vermek için para almak câiz değildir.

Ehliyyeti olana icâzet vermek vâcibdir. Ehliyyeti olmıyana icâzet vermek harâmdır.


Hadîs-i şerîfde,

(Kur’ân-ı kerîme, ehliyyeti olmadan ma’nâ veren, Cehennemde azâb görecekdir)

ve

(Bilmediğini hadîs olarak söyleyen, Cehennemde azâb görecekdir)

ve

(Kur’ân-ı kerîme kendi görüşüne göre ma’nâ veren Cehennemde azâb görecekdir) buyuruldu.



Bid’at sâhiblerinin, kendi bozuk i’tikâdlarını isbât etmek için, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf okumaları, böyledir.


Tefsîri, nakl sûretiyle yapmak lâzımdır. Tefsîr yapabilmek için, şu onbeş ilmi bilmek lâzımdır:


Lügat,
nahv,
sarf,
iştikak,
me’ânî,
beyân,
bedî’,
kırâ’et,
üsûl-i din,
fıkh,
esbâb-ı nüzûl,
nâsih ve mensûh,
üsûl-i fıkh,
hadîs, ilm-i kalb.


Bu ilmleri bilmiyen kimsenin tefsîr yapması câiz değildir.

İslâm ahkâmına uyan, râsih ilmli âlimlere Allahü teâlânın vâsıtasız olarak ihsân etdiği ilme (Mevhibe) veyâ (Kalb ilmi) denir.


Hadîs-i şerîfde, (İlmi ile amel edene, Allahü teâlâ bilmediklerini bildirir) buyuruldu.


Yukarıdaki on beş ilme mâlik olmıyan kimsenin, tefsîr yapması câiz değildir. Yaparsa, kendi görüşü ile yapmış olur. Cehennemde yanmaya müstehak olur.


Hadîs-i şerîfde, (Kırk gün ihlâs ile islâmiyyete uyan kimsenin kalbini, Allahü teâlâ hikmet ile doldurur. Bunları söyler) buyuruldu. Müteşâbih âyetlere ma’nâ veren, kendi görüşü ile tefsîr yapmış olur. Bid’at sâhiblerinin tefsîri böyledir.
 

dostluk

Kıdemli Üye
Katılım
18 Haz 2007
Mesajlar
5,663
Tepkime puanı
304
Puanları
0
Yaş
50
Konum
istanbul
Kur’ân-ı kerîmde bulunan bilgiler üç kısmdır:

Bir kısmını, hiç bir kuluna bildirmemişdir. Zâtının ve sıfatlarının hakîkati ve gaybdan haber vermek böyledir.


İkinci kısm, yalnız Peygamberine bildirdiği esrârdır. Bunları, Peygamberi “aleyhisselâm”, yalnız Allahü teâlânın izn verdiği kimselere bildirir.



Üçüncü kısm bilgileri, Peygamberine “aleyhissalâtü vesselâm” bildirmiş ve bütün ümmetine bildirmesini emr etmişdir.


Bu üçüncü kısm da, ikiye ayrılır:


Birincisi, ancak işitmekle öğrenilir. Kıyâmet hâlleri böyledir.


İkincisi, görüp incelemekle ve okuyup ma’nâsını anlamakla öğrenilir. Îmân ve islâm bilgileri böyledir.


Müctehid imâmlar bile, Nasslarda açık bildirilmemiş olan islâmiyyet bilgilerini kesin olarak anlıyamamışlar, ihtilâfa düşmüşlerdir.


Böylece amelde çeşidli mezhebler meydâna gelmişdir. Yukarıda bildirilen onbeş ilme sâhib olanın çıkaracağı ma’nâlara tefsîr denmez, (te’vîl) denir.


Çünki, bu ma’nâlarda kendi re’yi bulunur. Ya’nî anladığı çeşidli ma’nâlardan birini seçmekde kendi re’yini kullanır.

Seçdiği ma’nâ, âyet-i kerîmelerin ve hadîs-i şerîflerin açık ma’nâlarına yâhud icmâ’a uygun olmazsa, fâsid olur.


(Berîka) sonunda, raksın harâm olduğunu anlatırken diyor ki, (Bize, tefsîr kitâblarına göre amel etmek emr olunmadı. Fıkh kitâblarına tâbi’ olmamız emr edildi.)
 

dostluk

Kıdemli Üye
Katılım
18 Haz 2007
Mesajlar
5,663
Tepkime puanı
304
Puanları
0
Yaş
50
Konum
istanbul
Sünnet’i, Ashâb’ın icmâını ve ictihâdını ve müctehidlerin ictihadlarını reddediyorlar, Efendim; “Allah’dan başka kimse hüküm koyamaz” gibi afili sözlerle?

Bazı serserilerin “Allah Teâlâ’dan başkası, şu haramdır bu helâldir diyemez.” demeleri, Ehli Sünnet velCemaat’in bütün mezheblerine muhaliftir. Müctehid, şer’î delillerden istinbât ederek, “Şu haramdır, bu helâldir.” diyebilir. Müctehid’in böyle hükmetmesi, yine şer’î delildir. Kıyasdan maksad, aklî kıyas değil, şer’î kıyasdır. (s.11)

Nass ve icmâ’ ile bilinmeyen ve müctehid tarafından hükmü açıklanan; helâl dedilerse helâl, haram dedilerse haram olur. Harama benzeyen şeylere Hanefîlerden, başta İmam Muhammed olmak üzere ulemâ, mekruh demişlerdir. Hanefînin dışında olanlar, buna haram ismini vermişlerdir.(s.26)


Haber-i ahad, Kur’an’da mücmel olan hükmün tefsiri olursa, o zannî delil olmaz, kat’î delil olur. Bazı muasır serserilerin: “Şu hüküm haber-i ahadla sabittir, zannı ifade eder; zanna tâbi’ olunmaz.” Şeklindeki sözleri çirkin bid’attir; ve böylelerinin küfründen korkulur. (s.11)


“Hadisler içerisinde zayıf, mevdû’ vardır, dolayısıyla Kur’an’dan hükmü almalıyız.” diyen fikir, müsteşriklerin, müslümanları Peygamber’e inanmaktan uzaklaştırmak için açtıkları tuzaktır.

Hadisleri devreden çıkarıp Kur’an meâlleri okuyarak yorum yapanlar, İslâm şeriatinden uzaklaşmış, hevâ-i nefslerinin çirkâplarına girmiş; ve aldanmaktadırlar. (s.441)


Arabî nazm-ı şerîfi bilene göre dahî, Kur’an-ı Hakîm’in lâfızlarından ahkâm çıkarmaya kalkışmak serserilik, iman zaafiyetinden başka bir şeyle ifade edilemez.


Hadisleri devreden çıkarmak yahud ashabın eserlerini devreden çıkarmak korkunç bir tehlike ve müsteşriklere ittibâ’dan başka hiçbir şeyle ifade edilemez. (s.442)


Kur’an’a sarılmakta ve onu hakem tayin etmekte, sünnet ihmâl edilmez. Çünkü Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in haram kıldığı şeylerin hükmü de Kur’an’ın hükmü gibidir. (s.443)


Peygamber’in hakemliği Kur’an’la sabittir; ve iman buna bağlanmıştır. Yani Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in sünnetini hakem olarak inanmayan kâfir, inandığı hâlde tatbik etmeyen fâsık, âsi ve zalimdir. (s.444)


Kur’an ve hadisleri anlayışımızla değil, müctehidlerin anlayışıyla anlamak farzdır. Onda görüş beyan etmek haramdır.

Gücümüz yettiği nisbette, hükümleri onların sözlerinden anlamaya çalışmalıdır.


İşte en büyük âfat, ayet ve hadis meâllerinde, bu işte yetkili olanlara müracaat etmeksizin yorum yapmaktır. Bu yorum isabetli olsa dahî yine hatadır, ma’siyettir, haramdır. Ayette bu olduğu gibi, hadiste de aynıdır.

Namazın farziyetini ayet ve hadisten öğrenip inandığımız gibi, müctehidlerden de namaz kılmasını, rükünlerini, şartlarını, vaciblerini, mekruhlarını, müfsidlerini öğrenmeliyiz. (s.59)


Bizim Türkiye’de son zamanda, hadisleri dahî devreden çıkararak sadece ayet meallerini okuyup hüküm çıkaran bir taife türemektedir. Bunlar, hak sûretinde gelen bâtıl yayıcılarıdır. (s.438)


Ulemânın görüşüne, tefsirlere müracaat etmeksizin mücerred meâl okunması ya küfürdür, ya da büyük bir ma’siyettir.

Hele hele bunun üzerinde bir de münakaşalar olursa; meselâ “Şu ayet bunu demek ister... Bu ayet bunu demek ister...” gibi çekişmeye sirayet ederse, küfür olur. (s.57)


Garib olan şu ki, bunlar en büyük müctehidleri ve hatta Sünnet’i güya Allah adına diskalifiye etmeye çalışıyorlar, ama pek meraklılar ictihad kapısını da açmaya.

Allâme Şeyh İsmail (Çetin) bin Mahfuz Hazretleri-“ÖLÇÜLER”LE BAŞBAŞA“
 
Üst