Kitap Tahlili

eylül

Veled-i kalbî
Katılım
15 Ara 2006
Mesajlar
5,223
Tepkime puanı
1,026
Puanları
0
Konum
mavera...
Virginia Woolf'la yaratıcı yazı

'Virginia Woolf'tan Yazarlık Dersleri', Woolf'un doğrudan konuştuğu bir kitap. Virginia Woolf'un düşüncelerini bugünün gerçekliği içinde söylenmiş gibi kurgulayarak yazar adaylarıyla paylaşıyor Danell Jones. Yaratıcı yazının dolambaçlarında yalnız kalmak çıkışı bulmayı geciktirebilir. Bu durumda yapılacak en doğru seçim, eski ustalardan yol arkadaşları bulmaktır. Ne ve nasıl yazacağınızı görmek için bazı yazarlara ve kitaplara gereksinim duyuyorsanız, hiç kuşkunuz olmasın ki doğru bir karar veriyorsunuz. Kendi anlayışınıza, beğenilerinize, yazdıklarınızın adım adım ortaya çıkardığı dünyaya yakın bulduğunuz yazarları ve kitapları yanı başınızda tutmak; her sıkıştığınız anda onlardan birkaç paragraf okuyup yazmaya başlamak; bu arada yazdıklarınızın nasıl olduğunu anlamak için onlarla kendinizinkileri yan yana koyup karşılaştırmalı okumalar yaparak yazmayı sürdürmek, sonunda başkalarına duyduğunuz gereksinimi ortadan kaldırırken yazdıklarınız hakkında kendi kararlarınızı vermenizi sağlar.


Ara sıra Virginia Woolf okurum ben. Okuduğum kitaplarından birkaç sayfa. Mrs Dalloway’i açıp birkaç paragraf okuduktan sonra, roman nedir, nasıl yazılmalıdır sorularını o günkü düşünme biçimime göre yeniden düşünür, sonra yazmaya başlarım. Bir araya topladığım, yeri geldiğinde satır aralarını okuyarak düşünme biçimimi bilediğim bir grup yazarım var böyle. Dahası, bunun bir yazma yöntemi olarak içselleştirilebileceğini sanıyorum. Nasıl yazmalıyım, sorusuyla karşılaştığım herkese de bu yöntemi, önce kendi yazarlarını ve kitaplarını seçerek başlamayı öneriyorum.

Seçtiğim yazarlar da, benim büyük yazarlarım. Onlar çoğu kez yalnızca yazdıklarıyla durur yanımda, bazen de kişilikleriyle. Virginia Woolf söz konusu olduğunda, onun kişiliğinden ve yazar kimliğinden etkilenmemek, neredeyse onunla birlikte yaşamamak mümkün mü? O, insanın bireylik savaşını yücelttiği, bizimkinden bambaşka zamanları yaşadı elbette, ama seçtiğimiz yazarlarımızın hayatlarını okumak, belki bu arada onlara özenmek, yazmayı daha düzenli ve sıkı denetimli bir uğraşa dönüştürmek için de gerekir.


Shakespeare okuyup kasları gevşetin
Virginia Woolf da, “Her gün yazın, özgürce yazın,” diyor, “ama daima büyük yazarların büyük yazılarıyla mukayese edin yazdıklarınızı.” Kendi yazdıklarını seçtiği büyük yazarlarınkilerle karşılaştırmanın kimilerini yolun başında ümitsizliğe düşürebildiğini görüyorum. Ulaşılmaz örnekler varsa önümüzde, biz ne yazacağız! Gelgelelim, iyi eleştiri nasıl iyi kitaplardan çıkarsa, yazarın kendi iç eleştiri gücünü kazanabilmesi de her zaman iyi edebiyatla kendi yazdıklarını karşılaştırarak oluşur. Demek ki ıssız adaya giderken hangi kitapları yanınıza almayı düşünürseniz, yazarken her takıldığınızda rasgele açıp küçük bir bölümünü okuyacaklarınızı o kitaplardan seçmenin ne büyük yararı olduğunu görebilirsiniz.


Virginia Woolf, yazar adaylarına, “kendiniz olmak,” diyor, “diğer her şeyden daha mühimdir.” Yazmaya başlarken, yolunu yaratıcı yazının dolambaçlı yolları seçenlerin tek çıkar yolu. Yoksa yazdıklarınızdan hoşnut olmanız da zor. Birçok kez yinelediğim gibi, elbette kendi yazarlarımızı seçmek de var bunun yanında. Virginia Woolf bir yerde, “Bir süre Shakespeare okuyup kasları rahatlatmak lazım,” diye not düşmüş günlüğüne. Bir süre Virginia Woolf okuyup yaratıcı düşünce yetilerimizi hatırlamak, çalıştırmak gibi. Ya da Çehov, Julio Cort·zar, Raymond Carver, Juan Rulfo, John Fowles ve ötekiler, kimi kendi dünyanızın yoldaşı görüyorsanız onları. Yeter ki farkında olmaksızın da olsa, öykünmeden. Bunun da ilacı yok, iç eleştiri ve iç disiplin koruyucu bir kalkan olabilirse, ne âlâ, her koyunun kendi bacağından asıldığı bir uğraş alanı bu.


Danell Jones’un Virginia Woolf’tan Yazarlık Dersleri, Virginia Woolf’un doğrudan konuştuğu bir kitap. “Yedi Derste Yazma Sanatı” altbaşlığıyla hazırlanmış kitapta, Virginia Woolf’un düşüncelerini bugünün gerçekliği içinde söylenmiş gibi kurgulayarak yazar adaylarıyla paylaşıyor Danell Jones. Ve derslerin başında: çalışmakla başlar her şey.
Yazmaya karar verdiğiniz anda kişisel hazırlık da başlar. Yazar adaylarına önce kendi bilinçlerinin dışına çıkmayı öneriyor Virginia Woolf. Sonra da hayallerin, bilinçaltı dünyasının boşluklarını ve çatlaklarını doldurmasına izin verecek bir esneklik kazanmayı. Yazdığımız metnin yazınsal, yani kurmaca, yani gerçek olmayan, ama yazınsal bir gerçek yaratmayı amaçlayan, dolayısıyla hayallerin ve düşlerin tasarımıyla birleşen bir yapıntı olduğunu bildikten sonra, yaratıcılığın önündeki engeller bütün bütüne kalkmış sayılır.
Virginia Woolf, başlangıç aşamasında yazmayı çok ciddiye almaktan söz ediyor elbette, ama bu arada, “Her kelimenin mükemmel olması inancı, yazdıklarınızı güzel yapmaz, Onları felce uğratır,” diyor. Yazılanların olabildiğince serbest bırakılmasını, kendi sınırlarını kendilerinin çizmesini, onlara asla ket vurulmaması gerektiğini belirtiyor. Gelgelelim, belki bugün, yazılana karşı onunkinden biraz daha katı davranılması gerekebilir. Yazının özgürlüğüne yersiz müdahalenin sonucu herhalde olumsuz olur, ama bu arada yaratıcı yazının öykü ve roman dolaylarındaki verimi de artık baştan sıkı denetimi gerektiriyor. Bir edebiyat dergisine gönderilen ürünlerin ya da bir yayınevine gönderilen kitap dosyalarının çokluğu, yazılanlara son biçimlerini verirken kusursuzluk arayışını zorunlu tutuyor.

Danell Jones’un kitabında, “Yaşanmış olanın önemli olduğu yerde hayali olanı yazmayı tercih ederim,” diye konuşuyor Virginia Woolf. Yaşanmış olanı yazarken yazarın kendini herkesçe yazılabilecek olanın yanında bulduğunu söyleyebilir miyiz? Değil mi ki gündüz rüyaları ortaktır, yaşananın karşısındaki duruş biçimi, yazarların sayısınca da olsa, farklılıkların değil, aynılıkların daha belirgin olduğunu gösterir. Üstelik yazınsal metinlerin çokça gündüz rüyası olması, onların gerçekliğini bozmaya da başlayabilir. Sonunda gerçek hayat, doğal haliyle özgün değildir. Ona özgünlüğünü veren, yazarın bakış açısının özgünlüğüdür ki, gerçeği başkalaştırıp yazınsal bir gerçeğe dönüştüren sürecin katalizörü, kurmacanın çağırdığı hayallerin gücü ve yazıya kattıklarıdır.


Tümcelerin akortu

Truman Capote de, “Virginia Woolf kulağa hoş gelmeyecek hiçbir kötü cümle yazmamıştır,” diyor. Bir yazar için söylenecek en güzel sözlerden biri. Yazdıklarımızı sesli okuduğumuz zaman sözcüklerin anlamı kulağımızı daha iyi doldurmakla kalmaz, sesler, sözdiziminin ritmi de kendini hemen belli eder. Bu sesli okumadan sonra tümcelerin akortları yapılır ve yazdığı tümceleri Virginia Woolf’unkilerle karşılaştırmaktan korkmayan kazanır.



Hemingway deYazarın Odası’nda, yazma güçlüğünden söz eden yazar adaylarına, gidip kendilerini tavana asmalarını öneriyor, sonra da kendi elleriyle ipi kesmelerini. Böylece hiç değilse yazılacak bir ipe çekilme hikâyesi olur ellerinde, diyor. Gerçekten de edebiyat ancak böyle yaşanırsa istenene ulaşılır, bunu biliyoruz belki, ama sonunda geç başlamışsak eğer yitirilen yıllara hayıflanmakla, genç yaşlarda da önümüzdeki anıtsal örnekler karşısındaki yılgınlığımızla geçebilir zamanlar.



Yazmaya geç başlayanların sayısı pek çoktur. Günlük hayatın çetin koşulları geç kalanların moralini de olumsuz yüklüyor. Ama bunun da iyiye yorulabilecek bir yanı var: gecikme boyunca biriktirilenler erken yaşlardakilerden her zaman daha çoktur. Dolayısıyla edebiyat zamanı, edinilen birikimin katsayısınca gerçek zamandan eksiltir. Doğru okumalar ve seçimlerle bu süre kısalabilir. Orada kendine ait bir oda, yazarın gerçekleşmesini beklediği düşü olduğu kadar, yaratıcı yazının özünü anlatan bir metafor gibidir. Yalnızca masasında yazılan değil, kendine ait yazının dünyası da olan o oda, yazara kendinden başka hiç kimseye gereksinimi olmadığını hatırlatır. Yaratıcı yazının asıl dostunun kitaplar olduğunu...


SEMİH GÜMÜŞ / Radikal Kitap
 

eylül

Veled-i kalbî
Katılım
15 Ara 2006
Mesajlar
5,223
Tepkime puanı
1,026
Puanları
0
Konum
mavera...
Entelektüelin yükselişi ve çöküşü

Samuraylar, daha çok psikanaliz, göstergebilim, dilbilim, cinsiyet araştırmaları ve edebiyat üzerine yaptığı çalışmalarıyla tanıdığımız Julia Kristeva’nın ilk romanı. 1941 yılında Bulgaristan’da doğan, Sofya Üniversitesi’nde dilbilim okuyan Kristeva, 1965 yılında Fransız Hükümeti’nin bursuyla Paris’e gitmiş. 68 arifesinin hareketli, sıcak günleri... Marksizmle bağını sürdüren Kristeva, Paris’in saygın radikal dergisi Tel Quel topluluğuna katılmış. Aralarında Roland Barthes, Michel Foucault, Jacques Derrida gibi önemli düşünürlerin bulunduğu derginin editörü Philippe Sollers’le evlilikle sonuçlanacak tutkulu bir ilişki yaşayan Kristeva, 68 Mayıs’ında eylemlere katılmış. Bir yandan akademik kariyerini de sürdüren yazar halen Paris VII Üniversitesi’nde profesörlük görevini sürdürüyor.


Samuraylar’da, Olga karakteri üzerinden işte bu hayat hikâyesinden yirmi yıllık bir kesit okuyacaksınız. Kitap, 68 dönemi solcu entelektüellerinin önce hareketli sonra teslimiyetçi ama her daim duygusal hayatlarının sergilendiği bir roman. Otobiyografik metinlerde sık rastlanmayacak bir tarzla, bir dilbilimci, metin çözümleyicisi olarak Kristeva yoğun bir dille anlatmış hikâyesini.

Merkezine kendisinden yola çıkarak kurgulanmış bir karakter (Olga) koyduğu halde, olup bitenleri başka bir karakterin bakış açısından izliyoruz. Kazandığı bursla Doğu blokuna dahil ülkesinden Paris’e edebiyat dalında çalışma yapmak için gelen gencecik, sevimli ve cana yakın bir kızdır Olga. Paris’i ve dünyayı tanımaya, yeni düşüncelere yeni hayat tarzlarına açılmaya heveslidir. Çalıştığı alan sayesinde tanıştığı edebiyat dergisi çevresindeki insanlarsa dünyayı değiştirmenin heyecanı içersindeler. Derginin (Tel Quel’in) ve hareketin lideri Herve Sinteuil (Philippe Sollers) karizmatik kişiliği ve tutkulu karakteriyle kısa zamanda Olga’nın kalbini kazanacak ve aralarında inişli çıkışlı bir aşk başlayacaktır. Yeni bir kültürel iklime girilen, kadın haklarının cinsel özgürlüklerin savunulduğu bu yıllarda diğerlerinin ilişkileri de benzer iniş çıkışlarla sürüyor aslında; belki de bu yeni yaşam tarzlarına henüz hazır olmadıklarından her biri duygusal anlamda kâh haz dolu ve çoşkulu kâh kırık dökük günler yaşıyorlar. Diğerleri deyip geçmeyelim; Fransız kültür hayatına aşina olanlar romandaki kurgusal kişi ve karakterlerin Barthes, Derrida, Foucault, son yıllarındaki Althusser gibi gerçek şahsiyetlerin yansıması olduklarını kolaylıkla fark edebilirler...


Fransa’nın hatta Avrupa’nın düşünce hayatına tesir etmiş bunca önemli şahsiyeti barındıran bir hikâye doğallıkla düşüncenin, sanat ve edebiyat sohbetlerinin, toplumsal hareketlenmenin etkisiyle siyasetin öne çıktığı diyaloglarla ilerliyor. Yeni bir dünya, düzen ve kültür talebiyle isyan eden kitlelerle roman kahramanı entelektüellerin organik ilişkisi hepsini önce sokağa, eylemcilerin arasına dökecektir. Aradıkları özgürlüktür...
Eski kıtada bulamadıkları özgürlük ve mutluluğu bir süre Çin’de arayacaklar ne var ki bu sahte mutluluk rüyasından uyandıklarında dönüp dolaşıp kapağı atacakları yer yine Paris’in güvenli ve konforlu mekanları olacaktır. Hareket dağılmış, herkes kendi dünyasına çekilmiş, idealizmin yerini pargmatizm kaplamış, bir zamanın o ateşli entelektüellerinden geriye meslek erbabı akademisyenler kalmıştır. Bu durum anlatıcının günlüklerine şu cümlelerle yansıyacaktır; “arkadaşlarda kesinlikle heyecan kalmamış olduğundan sadece gerçek ve tercihan mesleki tutkuları olanlar ayakta kalabiliyorlardı: matematiğin, dilbilimin, biyolojinin âşıkları; liste sonsuza kadar uzayabilirdi ve kalın kafalıları da alabilirdi içine. Ya da her şeye rağmen insan kendisinde bir inanç bulmalıydı, yakınlarımızın hatta kimi zaman dünkü düşmanlarımızın inancı... o kadar önemli değildir bu, bir an önce bir inanç gerekiyordu. Hervé bile, özellikle Hervé, Mao’nun yerini Kutsal Kitap’la doldurmuştu ve Aleph Maintenant’ın materyalist okuyucusunu keşiş Duns Scot’un bireysel özgürlüğün en büyük savunucusu olduğuna inandırıyordu.”


Mandarinlerden samuraylara

Herve’yi medyatik bir düşünüre, Olga’yı -bir arkadaşının ifadesiyle- gerçek bir burjuva kadını, pardon, hatta ‘soylusu’na dönüştüren 80’li yıllar, artık her birinin kendi başına kaldığı kendi mutluluğunu aradığı, geçmişin bir mahcup bir suç ortaklığı gibi hatırlandığı yeni bir dönemin başlangıcıdır; “yaşam gitgide daha sık biçimde televizyona benzemeye başlıyor: bilimsel buluşlar ve kazalar (yani ölüm) dışında olay olmuyor artık. Siyaset yönetim sıkıntısı yolunda gidiyor ve ancak savaş, suikast, ayaklanma, rehin alma durumlarında ön plana çıkıyor. Ya da özgürlükler, demokratikleşmeler, telafi durumları -savaşlar, suikastler, ayaklanmalar rehin almalar sırasında. Gerisi uzmanlar için ve halk siyasetle sigortayla ilgilendiği kadar ilgileniyor... kimi zaman ciddi olarak kimi zaman hiç ciddi olmadan.”


Entelektüelin toplumsal muhalefetle ve kitlelerle ilişkisinin kesildiği anda düştüğü bu duruma 80’lerden, hele ki 90’lardan sonra biz de yabancı değiliz. Kristeva, hayat hikâyesini biraz da günah çıkartıyormuşçasına anlatırken başlangıç ve son arasındaki uçurumu çok iyi yakalamış. Aslında romanına Samuraylar ismini vermesi de boşuna değil. “Samurayın yolunun ölüm olduğunu anladım” diyen bir Samuray’ın hayatıyla hikâyesini anlattığı -düşünce ve duyguların sınırlarında yaşanan maceralarıyla- bu entelektüeller arasında bir ilişki kuran Kristeva, düşülen durumu da şöyle özetliyor; “sonuç olarak (en azından Olga’nın çıkardığı sonuç) içimizde, bizi harekete geçiren ama koşullar bizi engelleyince, bize karşı dönen ve bizi güçsüz, kırılgan, dekadan duruma dü∫üren meçhul bir enerji var. Dolayısıyla eylem içinde olanlar bütünüyle bu yola girmek zorundadırlar, ya∫amlarının yararına hesaplar yapmamalıdırlar, ya∫amlarını ölüme varıncaya kadar harcamalıdırlar.”


Kristeva’nın 1992 yılında yazdığı Samuraylar, Simone de Beauvoir’ın 1954 yılında yayımlanan Mandarinler romanıyla karşılaştırılıyor. Gerçekten bir benzerlik var. Simone de Beauvoir da romanında eski Çin’de okumuş yazmış kesim için kullanılan ‘mandarin’ sözcüğüne gönderme yaparak Fransa ve dünya solunun soğuk savaş yıllarındaki ilişkilerini anlatmış ve karakter olarak Camus, Algren, Sartre ve daha birçok gerçek şahsiyeti kullanmıştı. Mandarinler, roman niteliği tartışmalı bir dönem anlatısıydı ve özel hayatlarının ortaray döküldüğü gerekçesiyle sözünü ettiğim şahsiyetlerin kimisinin tepkisini de çekmişti. Samuraylar’da yer alan insanların tepkisi hakkında herhangi bir malumatım olmamakla birlikte, roman etiği açısından bu tarz anlatılara yakınlık duymadığımı söyleyebilirim. Ancak Kristeva’ya ve romanına karşı hakkaniyetli olmak için anlatısının otobiyografik niteliğini dili ve kurgusuyla gizleyebildiğini de eklemek gerekiyor. 68’den 89’a kadar uzanan bir zana aralığında roman kişileri kadar düşüncelerinin de macarasını hikâye ederken kullandığı dil kimi zaman çok yoğun kimi zaman lirik ama her zaman çok akıcı. Erotik sahnelerden psikanaliz seanslarına, edebiyat kuramlarından siyasete kadar geniş bir alanda rahatlıkla dolaşmakla kalmıyor, bütün anlattıklarını roman kişilerinin iç ve dış davranışlarını ortaya koymak için çok iyi kullanıyor. Böylelikle gerçek şahsiyetleri kurmacanın karakterlerine çevirmesini bilmiş. Geçip giden zaman içinde siyasi mücadeleleri, akademik ilgileri, arzuları, aşkları, cinsellikleri, kıskançlıkları, delirmeye kadar varan depresyonları ve hayatın kenarından merkezine doğru yürüyüşleri ile izlediğimiz roman kişileri magazinel duyguları gıdıklamıyor ama sergilenen hayatlar entelektüellerin yakın tarihi hakkında bir fikir verebiliyor.



Samuraylar, okuyucudan katılım bekleyen, belki de bilinçli bir tercihle entelektüel bir okuyucu tipine seslenen bir roman.


A. ÖMER TÜRKEŞ / Radikal Kitap
 

eylül

Veled-i kalbî
Katılım
15 Ara 2006
Mesajlar
5,223
Tepkime puanı
1,026
Puanları
0
Konum
mavera...
Bir 'kervan yolda düzülür' romanı daha

Biri size sürekli aynı şeyi söylese ne yaparsınız? Yapılacak iki şey vardır; ya artık ona inanırsınız ya da kulağınızı tıkarsınız. Brezilyalı yazar Paulo Coelho’nun durumu da bu. Türkçede on romanı bulunan yazar, burada yayımlanan ve 200 bine yakın satan ilk kitabı Simyacı’dan bu yana okurlarının dörtte üçünü kaybetmiş görünüyor. Ama neticede hâlâ ortalama elli bin kişi onun kitaplarını ısrarla, inançla, bağlılıkla takip etmekte ve sadece almakla da kalmayıp, okumaktalar. Bu da neresinden bakarsanız bakın, Türkiye koşullarında büyük başarıdır. Dünyada ise 150 ülkede 120 milyon kitabı sattı Coelho’nun, ki bu daha da büyük başarıdır.


Brida, Türkçedeki on birinci kitabı yazarın ve şöyle bir toparlarsak, on bir kitaptır farklı kahramanlar, ülkeler ve deneyimlerle aynı şeyi anlatıyor: Önemli olan kendi yazgınızı keşfetmek için iç yolculuğuna çıkmaktır, buna cesaretiniz varsa Tanrı mutlaka size yardımcı olur. Diğer bütün cümleleri, bu noktaya varmak için bir araç olarak kullanıyor Coelho ama biz yine de Brida’ya biraz yakından bakalım.

Hemen baştan söylemek gerekirse, kitabın tanıtım yazısında belirtildiği üzere “Güzel bir İrlandalı kızın ve onun bilgiye erişme çabasının öyküsü” gibi gelmedi bana bu roman. Doğru, kız güzel, yirmi bir yaşında, İrlandalı ama erişmeye çalıştığı ve eriştiği şey bilgi değil, bilgi dışı ne varsa o. Kitap, Brida adlı kızımızın ‘büyüyü öğrenmek amacıyla’ ormandaki bir büyücünün kapısını çalmasıyla açılıyor. Büyücü, bir soruya dürüstçe cevap vermesi kaydıyla kabul ediyor bu isteği. Soru şu: “Hayatının aşkıyla birlikte olabilmek için, o ana kadar bütün öğrendiklerinden sihir âleminin sana sunacağı bütün olanaklardan -ve gizemlerden- vazgeçer miydin?” Brida önce “ruhsal arayışımla kişisel mutluluğum arasında hiçbir çelişki görmüyorum” diyor, bu kaçamak cevap büyücüyü tatmin etmeyince aşkın rolü kitaba giriyor: “Her şeyden vazgeçerdim.” Bu doğru cevap bizi, Ağustos 1983, Mart 1984 arasında İrlanda Dublin’de geçen ve Coelho’nun kitabın daha başında gerçek bir hikâye süsü verdiği cidden gizemli bir romana doğru sürüklüyor.

Kahramanlarımız bundan sonra erkek Büyücü; bir başka büyücü kadın, Wicca; Brida; fizikçi sevgilisi Lorens’tir. Ama bunlar cisimden başka bir şey değildir. Gerçek kahramanlarımız birtakım soyut ve gizemli kavramlardır: Brida’nın arayışında rehber olacak Güneş Töresi ve Ay Töresi; İnancın Karanlık Gecesi; Yüce gizemler; reenkarnasyon; Ruh-eşi; Tanrı vergisi yetenek ve elbette aşk... İlerleyen bölümlerde, bir şirkette sekreter olan Brida yüzyıllar öncesinden kalma gizemli bir sıfatı (okuma keyfinizi bozmamak için söylemiyorum) kazanabilmek için iki büyücünün devreye girmesiyle yola koyulur. Ruh-eşini, aşkı, kendini ve Tanrı’yı arar. Bu arada inanç, mutluluk, cesaret ve hatta seks ona yardımcı olur (“Unutma, Tanrı’ya giden birinci yol dua, ikinci yol da hazdır”).

Konuyu pek açmadığımız için Brida’nın başarılı olup olmadığını söylemekte de beis görmüyorum. Şöyle diyor sonunda Büyücü ona: “Sen yolunu buldun. Çok az insan bunu yapacak kadar cesurdur. Onlar kendilerinin olmayan bir yolu izlemeyi yeğlerler. Herkes yetenek sahibidir, ama bunu görmemeyi seçerler. Sen kendi yeteneğini kabul ettin; Yeteneğinle yüzleşmen dünyayla yüzleşmen demektir.”

Her kitabında farklı bir kültüre el atan (Simyacı’da Endülüs, Zahir’de Orta Asya vb.) Paulo Coelho, bu kez de kitabının ruhuna uygun olarak esrarengiz toplulukları devreye sokuyor. 12-13. yüzyıllarda Fransa’nın güneybatısında yaşayan, tüm beden istekleri için perhizi öneren, Tanrı’yla insan arasında aracı kabul etmeyen, reenkarnasyona inanan, Agnostik ve Düalist oldukları için Katolik Klisesi’nin gadrine uğrayan Hıristiyan tarikatı Katarlar ile, Alpler’in kuzeyinde ve Britanya Adaları’nda yaşayan, rahiplik, şifacılık, âlimlik ve büyü görevlerini üstlenen, doğanın farklı unsurlarını kutsal kabul eden, Kelt topluluklarındaki rahip sınıfı Druidler. Elbette Coelho’nun pek çok kitabında olduğu gibi yine yoğun bir Katolik bakış hakim Brida’ya da. Avrupa ya da ABD kökenli korku ve gerilim filmlerinin sonunda mutlaka olduğu gibi, birileri hep kiliseye sığınıyor, karşımıza mutlaka bir katedral çıkıyor. Kitapta, bu uhrevi unsurları dengelemeye çalışan, Brida’nın sevgilisi Lorens’in fizikçi oluşu ama o da nihayetinde aşka ve imana mağlup oluyor. Kitabın entelektüel yüzünde ise “Şimdi gerçek olan bir zamanlar yalnızca hayalimizdi” diyen İngiliz şair William Blake var.


Satmanın altın kurallarından biri

Gelelim bu romanda da tekrar eden bir başka Coelho romanları püf noktasına. Brezilyalı yazarın başkahramanları çoğunlukla kadındır ve bu da daha çok satmanın altın kurallarından biridir (Kadınların da erkeklerin de kadınları merak ettiklerini düşünüyorum). Piedra Irmağının Kıyısında Oturdum Ağladım’da tutkulu âşık Pilar; Veronika Ölmek İstiyor’da sefih bir hayat sürerken ölümle tanışan Veronika; Şeytan ve Genç Kadın’da sıkıcı köyünden kurtulmaya çalışan Chantal; On Bir Dakika’da bedenini, ruhunu, cinselliğini keşif yolculuğuna çıkan Maria; Portobello Cadısı’nda ruhsal ve duygusal yolculuğa çıkan gizemli kadın Athena ve nihayet Brida... Diğer kitaplarında da mutlaka kadınların baskın bir rolü vardır. Aslında bu durumun sadece çok satma kaygısından kaynaklandığını düşünmüyorum. Konuşmalarımızdan edindiğim izlenim, Coelho’nun insandaki dişil unsurların, feminenliğin dünyayı daha güzel kılacağına yürekten inandığıdır. Brida’da dişil enerjinin önemini bir kez daha tekrar ediyor: “Wicca’ya göre kadınlar her şeyi erkeklerden daha kolay öğrenebilirlerdi; çünkü kadınlar doğanın tam döngüsünü, yani Wicca’nın ‘Ay Döngüsü’ dediği doğum, yaşam, ölüm döngüsünü her ay kendi bedenlerinde yaşarlardı.” Ya da, “Erkeğin bilgisi, kadının dönüştürme yetisiyle birleşince, büyük, sihirli birlik oluşur, onun adı da Bilgeliktir. Bilgelik hem bilmeyi hem dönüştürmeyi kapsar...”

Coelho’nun romanlarını daha çok kadınların satın aldığına dair bir bilgi yok elimde ama onun satırlarının pek çok kadın için etkileyici olduğundan eminim. Birkaç tane sıralayım: “Brida ömrü boyunca inandığı şeyin peşinden koşmuştu. Tek sorun, her gün farklı bir şeye inanmasıydı.” “Kadınlar genellikle ruh eşlerini ararlar, erkekler de Güç peşindedir. İki taraf da öğrenmekle ilgilenmez. Sadece hedefledikleri şeye varmak isterler.” “İki erkek aynı kadına aşık olursa, dost olmak yerine düşman olmaları daha iyiydi. Çünkü onlar arkadaş olursa, sonunda Brida ikisini birden kaybedebilirdi.” Ayrıca, romanda Brida’nın belli kriterlere göre dolabında yaptığı kıyafet temizliğini de mutlaka uygulayanlar çıkacaktır.

Peki yeni hiçbir şey mi söylemiyor Coelho? Herkes kendine göre bir yenilik bulacaktır kitapta ama benim gözüme çarpan ve üzerinde düşünülmesi iyi olur dediğim iki nokta var. Birincisi, yüz yıl kadar önce görmek ve konuşmanın birbirinden ayrılmasının (telefonun icadı) hayatımızda nelere yol açtığı. İkincisi ise toplu eğlencelerin ve toplu mutluluğun hükmedenler için taşıdığı risk: “...Mutluluğun Yasa’ya meydan okumak sayıldığı bir çağda, ilkbaharı ve umudu coşkuyla kutlamak için büyük bir halk şenliği yapılırdı. Karanlık şatolarına kapanmış derebeyleri, ormanlarda yakılan ateşlere bakar ve her şeyleri ellerinden alınmış gibi bir duyguya kapılırlardı ormandaki köylüler mutlu olmaya can atıyorlardı ve mutluluğu bir kez tatmış olanlar bir daha sıkıntıya, acıya katlanamazlardı. O zaman köylüler bütün bir yıl boyunca mutlu olmak isterler, bu da bütün siyasal ve dinsel düzeni tehdit ederdi.”

Hakkını yemeyelim; bu çağda görüntüyle değil, yazarak 120 milyon insana ulaşmak pek kolay değil. Ama geçen hafta Paulo Coelho’nun yeni romanında Türk kızı Elif’i anlatacağını duyunca pek şaşırmadım. Yine yeni bir kültür, yine yeni bir kadın ve muhtemelen Borges’in şahane El Aleph (Elif) öyküsünden esinlenmiş bir kişisel arayış romanı...
Bütün yazı boyunca aynı şeyi söylemişim hissine kapıldım şimdi. İster inanın ister kulaklarınızı tıkayın.



KÜRŞAD OĞUZ / Radikal Kitap
 

eylül

Veled-i kalbî
Katılım
15 Ara 2006
Mesajlar
5,223
Tepkime puanı
1,026
Puanları
0
Konum
mavera...
Ahmet Haşim bir köşe yazarı mıydı?

T Ahmet Haşim, uygarlık birikimimizi mirasyedi savurganlığıyla harcadığımızı çok önce fark etmiş. Sözlerine kimse kulak vermemiş olmalı ki, bugünün, tarih bilincinden yoksun hayatımıza sürüklenip gelmişiz. Dünün gazeteleri, edebiyat adamının güne yönelik görüşlerine büsbütün kapalı değilmiş. Onların günlük verimleri, aradan geçen bunca zamana rağmen, bugün de tat alınarak okunabiliyor. Ahmet Haşim’in gazete yazılarını sık sık okurum. İnci Enginün’le Zeynep Kerman iyi ki derlediler.
Çünkü “Merdiven” şairi yazılarının tümünü Bize Göre’de devşirmemiştir. Seçmelerle yetinmiş; beğendiği, önemsediği yazıları seçmiş besbelli. O yazıların zamana meydan okuyacağını sezinlemiş olmalı. Oysa, arta kalan yazılar da zamana meydan okuyor...

Ahmet Haşim’in havadan sudan söz açtığı sanısı uyandıran öyle görkemli yazıları var ki, geleceğe ses yönelttikleri o günlerde belki kavranamamış. Şair, mimarimizin kişiliksizleştiğinden, kentlerimizin özelliksiz kentler olup çıktığından konuşuyor.
Oysa o günlerde mimarimiz de, kentlerimiz de ayakta; tökezledikleri pek anlaşılmıyor. İstanbul, şimdi artık anı yazılarında kalan yitik İstanbul’a enikonu benziyor.
Ankara, modern şehircilik anlayışının simgesi, gözbebeği olma yolunda. Yeni bir Ankara kuruluyor.
Anadolu’nun özgün evleri henüz yıkıl-mamış. Sanatkâr eli değmiş o evler yerine ucube apartmanlar, siteler, sözüm ona beş yıldızlı oteller inşa edilmemiş. Tokat gerçekten bir bağ içinde. Türkiye, yeryüzü uygarlık mozayiğinde kendi taşlarıyla yerli yerinde.

Ahmet Haşim yine de hayıflanıyor.
Öngörüşlülük Ahmet Haşim’in cevheri olmalı. Uygarlık, kültür birikimimizi mirasyedi savurganlığıyla harcamaya yeltendiğimizi çok kişiden önce fark etmiş.
Sözlerine kimse kulak vermemiş olmalı ki, bugünün, tarih bilincinden yoksun hayatımıza sürüklenip gelmişiz. Haşim, tehlike çanlarının çalışını, ta İttihat ve Terakki’nin yarım yamalak milliyetçi mimari anlayışına kadar geri götürüyor. Bu ‘heveskâr’ milliyetçiliğin başımıza işler açtığına işaret ediyor.
Mimari gibi özgül bir konudan yola çıkar görünen şair, meğer, ne başka şeyler, vahim sorunlar yazıyormuş...
Eski ressamlarımızın eserlerini Ahmet Haşim’in şehir yazılarıyla akraba sayarım. Sebebini anlatacağım. Mesela, 1900 doğumlu Hamit Görele, bir zamanların İstanbul’unu, sanki o görünümler, peyzajlar uçup gidecekmiş gibi, sanki kaygıyla geçirmiş tuvaline. Ahmet Haşim’in endişesini andırıyor.
Etkileyici, duygun resimlerinde, İstanbul’un semtleri, işte Ayaspaşa’dan -bugün hemen herkes, nedense, Ayazpaşa diye yazıyor- denizin birdenbire görünmesi, Heybeliada’da dingin bir köşe, Büyükada’nın çamlık yolları, işte, inanması zor ama, Kurtuluş'ta ağaçlar, handiyse koruluk ortasında bir ev, bütün hepsi, ‘çevreyi koruma’ konusundaki dehşet verici kayıtsızlığımızı belgeliyor.
Hamit Görele yaşadığı, hissettiği, alımladığı kenti gelecek zamana mı bırakmak istemiş, o kentin güzelliklerinin birtakım yıkımlarla yüz yüze geleceğini mi sezinlemiş, yanıtlamak isterdim. Çok açık olan: O peyzajları öncesiz sonrasız kaybettiğimiz.
Ahmet Haşim de kaybolacak olanları kaleme getirmiş. Bir yaşam biçiminin değiştiğini görüyor. Üzüntüsünün sebebi bağnazlıktan kaynaklanmıyor. Eskinin şusu busu diye tutturmamış. Ama şehir hayatında, yeninin yaman bir görgüsüzlük olup çıkışına tanıklık ediyor, irkiliyor. Yeniye kucak açışlarımızın içtenliğine inanmıyor. Bugüne çığ gibi büyüyerek gelen hazımsızlığın ilk ve çok erken tespitleri...
Şairin son zamanlarını eşsiz anılarında yazan Abdülhak Şinasi Hisar (Ahmet Haşim/ Şiiri ve Hayatı), Kadıköyü’ndeki evinde yorgun, bezgin, çöküp gitmiş bir adamın portresini çizer. Haşim ellisine varmadan ölmüş. Yalnızca hastalık mıydı onu ‘tüketen’?
Belki usanç...
Bir türlü çözemedim.
1926 tarihli bir yazısında, şairlerin ve muharrirlerin bu dünyadan çekildikten sonra anlaşılabileceklerine inandığını belirtiyor. Anlaşılmış mı?
Haşim’in eşsiz düzyazılarını bugün kaç kişi okuyor?


SELİM İLERİ / Radikal Kitap
 
Üst