Kitap okumakla "Derviş" olacağını sananlara nasihat...

sufi7007

Profesör
Katılım
24 Nis 2007
Mesajlar
1,161
Tepkime puanı
15
Puanları
0
Bir tasavvuf büyüğünden kitap okumakla "Derviş" olacağını sananlara nasihat...

Son devrin tasavvuf alimlerinden M. İhsan Oğuz bir dostuna yazdığı üç uzun mektup ile eski kitapları okumak ile tasavvuf yolunda mertebe kazanılamayacağını; ilerlemenin mürşid elinden biat alarak verilen zikir dersinin yapılması ile olacağını söylüyor.

Daha da önemli olarak farzları ifa etmenin ve sünnet-i Rasulullah'ı ihya etmenin nafile ibadet hükmündeki tarikat amellerinden çok daha önemli olduğunu da vurgulamaktadır.

Forumun genç üyelerinden tasavvufla ilgilenip derviş olma hevesi taşıyanlara yararlı olacağı umuduyla...
 

sufi7007

Profesör
Katılım
24 Nis 2007
Mesajlar
1,161
Tepkime puanı
15
Puanları
0
GERÇEK TASAVVUF

Tasavvuf, dördüncü hicrî asrın başlarında ortaya çıkmaya ve gelişmeye başlamış; yedinci asır içinde düzenli bir hâle gelmiştir. Düzenleyenlerin başında Muhyiddîn-i Arabî gelmektedir. Ruhunu, Vahdet-i Vücud (Varlığı Bir Bilme) ve bu görüşü ifâde eden terimler oluşturmaktadır. Artık sonraki mutasavvıfların ilim ve anlayışı, maksad ve amacı, yükseliş ve ilerlemesi Vahdet-i Vücud'dan ve ona ermekten ibaret olmuştur. Sonraki mutasavvıflar, iki veya üç grup teşkil etmektedir.

Birinci Grup: Manevî seyr ve zevk bakımından Vahdet-i Vücud erbabından olanlardır. Bunlar, Vilâyet-i Suğrâ ehlidirler. Bunlardaki manevî seyr ve ilerlemeye ilişkin Vahdet-i Vücud anlayışı, manevî sarhoşluk sebebiyle Hakk'ın varlığından başka bir şey görmemelerinden dolayıdır, içteki bir zevk veya keşiften ibaret manevî bir hâlin sarhoşluğu içinde olduklarından, Vahdet-i Vücûd'a inanmaları sebebiyle özürlü sayılırlar. Başka türlü bir şey söyleyemez ve başka bir inanç besleyemezler. Vilâyet-i Suğrâ'dan Vilâyet-i Kübrâ'ya yükselirlerse, o zaman iş değişir. Bu takdirde Vahdet-i Vücud'dan vazgeçerler. Onun, manevî sarhoşluktan kaynaklanan zevk veya keşfe ilişkin içteki bir hâl olup bir gerçekliği bulunmadığını anlarlar. Önceki söz ve hallerinden dolayı bağışlanmalarını dilerler. Vilâyet-i Suğrâ'da kaldıkları sürece, Vahdet-i Vücud'dan söz etmekte devam ve ısrar ederler.

İkinci Grup: Vilâyet-i Suğrâ'ya yükselemeyen, manevî seyr ve ilerlemesini bu makama erdiremeyenlerdir. Bunlar da Vahdet-i Vücud'dan söz ederler. Fakat; bu halleri hayâl, vehim ve taklid yoluyladır. Kendilerini öncekilerin aynı bilirler ve böyle geçinip giderler. Bu hususu ayıramayanlar, onları da birinci gruptan sanarak sözlerine kulak asar ve aldanırlar. Bunların birinci grupla ilgisi yoktur. Onlar manevî sarhoşluk ve cezbe sahibidirler. Bunlarda o nitelikler bulunmaz.

Üçüncü Grup: Birinci ve ikinci grubun sözlerini ve hallerini dillerine dolayıp Kitâb ve Sünnet hükümlerine uymaktan yüzçeviren, bu bahanelerle nefsinin boş arzularını tatmin eden zındıklar ve inançsızlardır. İşte; sonrakilerin tasavvufu buralara kadar düşmüş, meydanda dînî ve felsefî tasavvuftan bir eser kalmamıştır. Bununla birlikte; her taraf, gerçek tasavvuf ehli olduğunu söyleyenlerle doludur.

70 yaşımı geçtim. 50 yıldır okumakla, araştırmakla, incelemekle hayat geçirdim. İstediğimi bulamadım. Okumaktan bıktım. Merasime, söz ve düşünceye, taklide dayanan eskimiş tasavvuftan bezdim. Hak Teâlâ'ya ve Rasûlü'ne sığınarak kurtarılmamı istedim. Allah'a hamdolsun ki, kurtarıldım. Şimdi her gürültüden kurtulmuş olarak ilk nesil müslümanlarının yolunu izlemeye çalışıyorum. Ashabın, onlara yetişenlerin ve yetişenlere yetişmiş olanların ilimleri, amelleri, ahlâkları ve ihlâslarıyla tutmuş oldukları gerçek kurtuluş yolu üzerinde gitmeye uğraşıyorum. Kitâb ve Sünnet hükümleriyle onlar gibi amel etmek için nefsimle, şeytanımla, dünyâmla savaş ve mücâdele halindeyim. İlk üç neslin faziletli insanlarının Kitâb ve Sünnet hükümleriyle en saf ve doğru olarak amel ettikleri, İslâm Dîni'ni bütün gerçeklik ve sadeliğiyle uyguladıkları ve ortaya koydukları bilinmektedir. Peygamber Efendimiz de: (Hayru'l-kurûni karnî) "Zamanların hayırlısı, benim zamânımdır" buyurmuşlardır.

İlk nesil müslümanlarının tasavvufu, Allah'ın Kitabında ve Peygamberin Sünnetinde yer alan hükümlere tam bağlılıktır. Bu bağlılık: "Yoruma kaçmamak; îman, ilim, amel ve ahlâkta dosdoğru ve ihlâslı olmak; yemede, içmede, insanlarla görüşme ve muamelede ölçüyü korumak; keşif ve olağanüstü hallerin vesîlesi olan yalnızlık, çile, nefsini dünyâ nîmet-lerinden alıkoyma ve benzeri şeylerle uğraşmamak; her hâl ve işinde Kitâb ve Sünnetin gerektirdiği üzere hareket edip hiçbir şekilde aşırılığa düşmemek" gibi hususlardır. Kulu Allah Teâlâ'ya ulaştıran da ancak bunlardır.

Bu hususların önem ve doğruluğuna: (Kul in küntüm tuhibbûnallâhe fettebiûnî yuhbibkümullâh) "Ey Habîbim! De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin" (1), (Elâ Lillâhi'd-dînü'l-hâlis) "Haberiniz olsun, iyi bilin ki; Allah için olan ve kabule lâyık bulunan din, bir karşılık beklenmeyen, başka niyet ve maksad karıştırılmayan hâlis ve karışıksız dindir.” (2)
(Vellezîne câhedû fînâ lenehdiyennehüm sübülenâ) "O kimseler ki, bize manen yaklaşmak ve rızâmızı kazanmak uğrunda nefisleriyle, şeytanlarıyla, şeytanlaşmış insanlarla uğraşır ve savaşırlar. Biz de onları o yola yöneltir, dilek ve amaçlarına erdiririz. (3)
(Men yutıı'r-rasûle fekad etâallâh) "Peygamber'e itaat eden, muhakkak Allah'a itaat etmiştir. (4) (Muhlisîne lehü'd-dîn) "Allah Teâlâ'ya, dinde ihlâsla ibâdet edin" (5) ve (Velâ yüşrik bi-ibâdeti Rabbihî ehadâ) "Hiçbir kimse, Rabb'ine ibâdette hiçbir şeyi ortak koşmasın, bir karşılık beklemesin, başka bir niyet ve maksad karıştırmasın.” (6) âyet-i kerîmeleri delil ve şâhiddir. İslâm Dîni'nin temeli; Allah'a, Meleklerine, Kitaplarına, Peygamberlerine, Âhiret Gününe, Kaza ve Kadere kesin olarak inanmaktır. Bu temeller üzerine kurulan binalar da; Namaz, Zekât, Oruç, Hac'dır. Bunlar, îman ve amel esaslarıdır. İnsanların bu esasları yerine getirmesi, farklı derecelerde olur. Bu farklılık; ilme'l-yakîn (öğrenerek bilme), ayne'l-yakîn (görerek bilme), hakka'l-yakîn (yaşayarak bilme) bakımındandır. Has kullar için de, diğer insanlar için de başlangıç ve sonuç olarak bu temellerin ve binaların dışında hiçbir kemâl yoktur. Bütün gayret ve çalışmaların hedefi ve sonucu, bunları kemâl üzere gerçekleştirmekten ibarettir. Tasavvuf ehlinin hâl ve anlayışları, bu esaslarda bir değişiklik meydana getirmez. Ancak onların kemâlini elde etmeye yöneltir ve sebep olur. Bu da, gerçek tasavvuf ehlinin ilim ve anlayışına mahsustur. Merasime, söz ve düşünceye, taklîde ilişkin tasavvuf ehlinin değil...

Gerçek tasavvufa ve tasavvuf ehline diyecek bir şey yoktur. Çünkü; ben de bir mutasavvıfım. Amacıma, ancak gerçek ve amelî tasavvufla ulaştım. ...

İnsanın yaratılış sırrı, ibâdet edilmeye hakkı olan Allah Teâlâ'ya ibâdettir. Buna delil,
(Vemâ halaktü'l-cinne ve'l-inse illâ liya'büdûn) "Ben, cinleri ve insanları ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım" (7) âyet-i kerîmesidir. Ancak; ibâdet, bilmeye bağlıdır. Fakat; bu bilmeden amaç, tasavvuf ehlinin bilgi ve anlayışı değildir. Kitâb ve Sünnet'ten alınan, gerçek anlamda ibâdet ve kulluğu gerektiren bilgi ve anlayıştır. Onun için; yüksek din âlimleri, (sahabe ve tâbiînin tuttuğu yolu tutarak)

Liya'büdûn (İbâdet etsinler) emrine Liya'rifûn (Bilsinler) mânâsı vermemişlerdir. Bunun gibi; (Va'büd Rabbeke hattâ ye'tiyekel-yakîn) Sana yakîn gelinceye kadar Rabbine ibâdet et.” (8) âyet-i kerîmesindeki yakînden amaç da bilgi değil, ölümdür" demişlerdir. Tersine bir mânâ ve açıklama, birçok tehlikeler doğurabilir.

Gerçek tasavvufun hedefi ve amacı; Allah'ın manevî yakınlığı, ma'rifet ve rızâsıdır. Buna ermenin yolu, Kitâb ve Sünnet'e tam anlamıyla uymaktır. Fakat; bu uyma, zor ve güç bir işdir.

Herkes, Kitâb ve Sünnet'e uyuyorum dâvâsındadır. Bu dâvada doğru ve gerçekçi olanlar azdır. Çünkü; halkın Kitâb ve Sünnet'e uyması, genellikle nefsine ve arzularına, şeytânına ve dünyâsına uymaktan ibarettir de, bundan haberi olmaz. İnsanın kendini, Kitâb ve Sünnet'in hükmü altına sokması kolay değildir. Nefis, şeytan ve dünyâ; Kitâb ve Sünnet'in hükmüne kolay kolay boyun eğmezler. Onları kendi hükümleri altına almak isterler. İşin ruhunu bu konu teşkil eder. Bu hususta söylenecek söz çoktur. Vakit ve hâl ona uygun ve elverişli değildir.

Çalışmalarınızdan dolayı ecir ve sevaba ermenizi Hak Teâlâ'dan dilerim. Aynı zamanda; artık yazmak ve okumaktan vazgeçerek has kulluk ve ibâdet ile arınma ve temizlenmeye girişmenizin daha faydalı olacağını tavsiye ederim. Okumadığım eser, bilmediğim yol kalmadı. Bunlar beni amacıma ulaştıramadı. Bu amaç; Allah'a has kulluk, Peygamber'e has ümmetliktir. Bunların gereklerini ilim, amel, ahlâk, ihlâs olarak yerine getirmek ve o niteliğe bürünmektir. Ancak öğrendiklerimle amelden fayda gördüm.

Yüksek tahsiliniz sebebiyle bir şey okumadan duramayacağınız için, bu hususlarda size faydalı olan şeyler: Taberî ve Medârik Tefsirleri; "Buhârî, Müslim, Tirmizî" gibi güvenilir hadîs kitapları; "İmâm-ı A'zam'ın Fıkh-ı Ekber'i ve Şerhleri”; “Kudûrî" gibi önceki âlimlerin en doğru ilmihalleri; "İmâm-ı Rabbânî'nin Kudsî Mektupları" gibi ilim, amel, ihlâs kaynaklarıdır. Bunlarla meşgul olur ve gücünüz yettiğince amel ederseniz; hem dünyânızı, hem âhiretinizi kazanırsınız. Büyük kurtuluşa erersiniz. Fazla da yorulmazsınız.


(l) Âli İmran Sûresi: 31
(2) Zümer Sûresi: 3
(3) Ankebut Sûresi: 69
(4) Nisâ Sûresi: 80
(5) Mü'min Sûresi: 65
(6) Kehf Sûresi: 110
(7) Zâriyat Sûresi: 56
(8) Hicr Sûresi: 99

M. İhsan Oğuz, Mektuplar, 2. Cild, (208. Mektup) , s. 324-331.
 

türkü

Kıdemli Üye
Katılım
18 Tem 2007
Mesajlar
4,973
Tepkime puanı
975
Puanları
0
açıkça; "kitap okumayla bir yola varılmaz!" demek istenmiyor, yanıltmayınız.. okuduklarınızı, edindiginiz bilgileri, birikimlerinizi, uygulayıcı olarak yaşamınıza aktarmıyorsanız, bildiginizle amel etmiyorsanız yani, kitaplar size faydasızdır demek isteniyor...bir de kitap ve okuma düşmanlıgı kazandırmayın millete :D
 

sufi7007

Profesör
Katılım
24 Nis 2007
Mesajlar
1,161
Tepkime puanı
15
Puanları
0
KALB VE KALEM hakkındaki 209. Mektuptan

"Kalemi bırakmalı, o görevi kalbe terk etmeli" demek, ne demektir?...

Yüce Kur'an, kalblerden satırlara kalem ile geçirilmedi mi?...
Hadîs-i şerîfler kalem ile tesbit edilmedi mi?...
Kalblerde saklı olan Kitâb ve Sünnet, bu iki asıl ve esastan alınan ilim ve ma'rifet; kalblerden satırlara nakledilmedi mi?...
Peygamber Sallallâhü Aleyhi Vesellem Efendimiz, ashâb ve ümmetini sohbetleriyle irşâd buyurmayarak peygamberliği ve insanlara hak yolunu bildirme görevini yalnız kalbi ile mi yaptı?... "Kalemi bırakın, kalb ile muamele yapın" mı buyurdu?...

Bir hâl budalalığıdır gidiyor. Bize Allah Teâlâ ve Rasûlü, kemâl olarak "Hâl elde edin" mi diyorlar?... Yoksa, "İlim öğrenin" mi buyuruyorlar?...

Kitâb ve Sünnet ilmi karşısında; evham ve hayâl ürünü olan, dinde delil olarak kabul edilmeyip değer verilmeyen, onların ibâdetleriyle Ma'bûd'ları arasına giren, Allah'a ortak koşmaktan başka bir şey olmayan câhil mutasavvıfların önem verdikleri tek kıymetli şeyi teşkil eden, hallerin, surete ilişkin keşif ve kerametlerin ne kıymeti, ne önemi vardır?...

Gerçek, has ve tam bir müslümana bunlar gerekli değildir. Büyükler, "El-istikâme fevka'l-kerâme (Hak yolunda dosdoğru yürümek, kerametten üstündür)" demişlerdir. Kur'an'da da Yüce Allah, (Festekım kemi ümirte) "Emrolunduğun gibi doğru ol"(2) buyurmuştur.

Yaratıkların suretlerinin ve dünyâ âlemine ilişkin hallerin açılmasına "Sûrî ve Kevnî Keramet" denildiği bilinmektedir. Düşük kabiliyetli kimselere mahsus olan bu hâl, Allah Teâlâ'ya perdedir; Hakk'a ermeye engeldir... İlmî ve amelî keramete, Hakk'ın has ma'rifetine, ihlâsın hakîkatine ermeye, Kur'an ve Peygamber ahlâkı ile ahlâklanmaya; bunların şaşmaz ve sürekli bir hâle gelmesine "Manevî Keramet" denildiği de, ilim ve irfan ehline gizli değildir...

O tür adamlar, bize muhâtab olamazlar. Arada; cins ve yaratılış, eğitim ve öğrenim, manevî seyr ve irşad farkı vardır. Herkes kendi cinsi ile düşüp kalkar.

(M. İhsan Oğuz'un KALB VE KALEM hakkındaki 209. Mektubundan )
 

talib

Kıdemli Üye
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
21,906
Tepkime puanı
1,076
Puanları
0
Konum
İstanbul
Şu anda bildiklerini hayatına yansıttın mı da, daha fazla bilgi edinmek istiyorsun derler adama..

Allah Dostlarının hayatını okumak, onların eserlerinden istifade etmek, gayrete gelmek adına önemlidir diye düşünüyorum.
 

sufi7007

Profesör
Katılım
24 Nis 2007
Mesajlar
1,161
Tepkime puanı
15
Puanları
0
210. Mektuptan Bazı Vurgulamalar

Hâl ehli velîlerin şiir veya nesir tarzındaki eserlerine düşkün olup onları Kitâb ve Sünnetten daha zevkli bulmak, nefis ve şeytandan gelir.

Bunların meşrebleri çeşitlidir. Herbiri, yenik düştüğü hallerin etkisi altında bulunur. Ona göre yazar, söyler, içinde bulunduğu hâli dile getirir. Çünkü; her makamın sözü, her sözün makamı vardır. Hâl ehli olanların sözleri, fiilleri ve ahlâkları Kitâb ve Sünnet’in bildirdiklerine aykırı olursa, onlara kesinlikle uyulamaz. Onların hâle mağlûb, gönülleri muztarip olduğu dönemlere ilişkin söz ve görüşlerinde, Kitâb ve Sünnete mutlaka aykırılıklar bulunur. Çünkü; hâlin mağlûbudurlar...

Bu aykırılıkların Hak yolunda muhabbetten ve manevî sarhoşluktan kaynaklanması nedeniyle, bir bakıma özürlü sayılırlar. Fakat; bu özür onlara, yâni hâlin mağlûbu olanlara mahsustur. Kitaplarını okuyanlar ve o halde olmayanlar, özürlü sayılamazlar.

Bundan dolayı; nihâî kemâle ermemiş tasavvuf ehlinin eserlerini okuyanlar, onlardaki sözleri kendilerine mâl ederek varlık ve benliğe düşerler. Bir ilim ve ma'rifet sahibi oluyoruz sanarak haberleri olmadan sapıklık çukuruna yuvarlanırlar. Yüksek din tahsilleri de yoksa, tamâmiyle nefsin ve şeytanın kuklası ve oyuncağı olarak manen helak olurlar.

Hâl ehlinin eserlerinde yer alan çeşitli görüşler ve farklı meşrebler, insanı şaşkın eder. Hepsine uysa, mümkün olmaz. Bâzısını alsa, diğerleri kalır. Özetle; bunların uyuşmazlık ve çekiştirmesi arasında perîşân olur, ne yapacağını bilemez bir hâle gelir. Nefis ve şeytan da, doğru gibi görünen bu en uygun vesileyi süsler, körükler, sapıklıktan sapıklığa, varlıktan varlığa, gösterişten gösterişe sürükleyerek sahibini sonunda mahvedip helak eyler... İşte; hâl ehli olanların ve manevî sarhoşların kitaplarını okumanın sonucu!...

(M. İhsan Oğuz, Mektuplar, 210. Mektuptan Bazı Vurgulamalar)
 
Üst