Kissa Dan Hisse

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
Biz mi?

Günün birinde yolu bir dergâha düsen kendi halinde bir adam, dergâhta, bir Mevle…vi ile bir Bektaşi”nin sohbet ettiklerini görünce yanlarına yaklaşır. Kendini tanıtır ve dergâhı merak ettiğini, nasıl zikir edildiğini izlemek için geldiğini söyler.

Erenler başlar adama çeşitli nasihatlerde bulunmaya, her biri kendi yolunu mümkün olan en tatlı dille anlatmaya çalışır.
Adam bir yandan onları dinlerken, bir yandan da gözleri onların giysilerine takılır.

Mevlevi’nin giydiği kıyafette kollar o kadar geniş ve uzundur ki hem içine üç kişinin birden kolu sığabilir, hem de uzun olduğu için yalnızca kolları değil, elleri de kapatmaktadır.

Bektaşi’nin kıyafetinde ise tam tersi bir durum vardır.

Elbisenin kolu daracıktır, neredeyse tene yapışmıştır; üstelik kısa olduğu için, eller ta bileklere kadar açıktır.
Bu duruma hayret eden adam, sebebini öğrenmek ister.

Büyük merakla, önce Mevlevi’ye sorar:

“Pirim, kıyafetinizin kolları neden o kadar geniş ve uzun; bunun özel bir sebebi var mı?”

Mevlevi hiç beklemediği bu soru karşısında oldukça şaşırır.
İki kolunu da biraz yukarıya kaldırır, sonra ellerini birleştirerek kollarını daire sekline getirir ve şöyle der:

“Evet, özel bir sebebi vardır. Çünkü biz insanların günahlarını, ayıplarını, kusurlarını örteriz. Başkaları görmesin diye üzerini kapatırız.”
Yanıttan oldukça hoşnut olan adam ayni merakla bu kez Bektaşi”ye döner:

“Peki ya siz, pirim? Sizin kıyafetinizin kolları neden bu kadar dar ve kısa?
Siz insanların günahları ve ayıplarını örtmez misiniz?”

Bektaşi kendi kollarına bakar, birkaç saniyelik bir dalgınlıktan sonra gülümser ve adama bakarak şöyle der:

“Biz mi? Bizim geniş kıyafetlere ihtiyacımız yoktur.
Çünkü biz insanların günahlarını ve kusurlarını görmeyiz.”
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
Bir Kalpte Iki Sevgi Olmaz

14620.jpg


İbrahim Ethem Hazretleri’ne ait bir menkıbe anlatılır. O, Belh’de bir hükümdar iken tacını-tahtını terk eden, makam ve mansıpta zirveyi yakalamışken her şeyi ayaklarının altına alan ve velilik makamına yükselen bir şahıstır. Kendisinin Ebu Hanife ile muasır olduğu söylenir. Hadis imamları, İbrahim Ethem Hazretleri geldiğinde, Ebu Hanife’nin ayağa kalktığını naklederler. Bir gün: ‘Ya imam, ne diye bu zata ayağa kalkıyorsunuz? Haddizatında o, sizin talebeniz bile olamaz!’ dediklerinde, ‘biz işin zahiriyle meşgul olurken, onlar özüyle meşgul oluyorlar; bundan dolayı da ona sonsuz saygı duyuyorum’ demiştir.
İşte böyle bir insan bir gün her şeyini arkada bırakıp Mekke’ye gider. Aradan yıllar geçtikten sonra da, bir hac esnasında oğlu ile metafta karşılaşır.. karşılaşır ve bir baba şefkatiyle onu bağrına basıverir. Zatında bu hal fıtrîdir ve bir baba için de önüne geçilmez bir duygudur. Bu itibarla da insan, bundan dolayı kat’iyen muaheze edilmez. Ancak kalbini tamamen Cenâb-ı Hakk’ın tecellilerine tahtgâh yapmış bir mukarrebîn için bu hâl, hem de Kâbe’nin yanında uygun düşmemektedir. İşte bu esnada İbrahim Ethem Hazretleri, ‘Yâ İbrâhîm! Bir kalpte iki sevgi olmaz’ diye hâtiften bir sesle ikaz edilir. Bunun üzerine Hazret: ‘Birini al yâ Rab!‘ der.. der ve çocuk dizlerinin dibine yığılıverir.

alıntı...
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
Pencereden Görünenler

14720.jpg



Bir hastanede ölümü bekleyen hastaların koğuşu, koğuşta bir oda, odada iki yatak, iki hasta. Birisi pencerenin önünde, öteki duvar dibinde. Yaşamlarının şu son döneminde pencere kenarındaki, sabahtan akşama pencereden bakıp, tüm gördüklerini duvar dibinde hiçbirşey görmeyen arkadaşına aktarır.
“Bugün deniz dünden daha durgun. Rüzgar hafif olmalı. Beyaz yelkenliler belli belirsiz ilerliyor… Park mı ? Park henüz tenha. Salıncakların ikisi dolu, ikisi boş” ya da “Geçen haftaki sevgililer yine geldiler. Eleleler, bir sıraya oturdular. Hep erkek anlatıyor kız dinliyor. Şimdi erkek kızın saçlarını okşuyor… Ne kadar da güzeller.”
“Erguvanlar bugün çıldırmış, öyle bir çiçek açtı ki; etraf mordan geçilmiyor. Erikler desen gelinden farksız…”
“Eyvah miniklerden biri düştü. Annesi yetişti bağrına basıyor çocuğu.
Neyse çocuk sustu.
Gülüyor şimdi”…
“Öğrenciler mi ? Onlar yine kitaplarına dalmışlar… dur bakayım haa… simitçi geldi. İki simit alıp beşe paylaştırıp yiyorlar. Şimdi de çocuklara katıldılar uçurtma uçurtmaya… Uçurtma yükseliyor yükseliyor”…
“Hayır yelkenliler henüz görünmedi, ama martıların keyfi yerinde. Baloncu da erkenci. Mavi, mor, yeşil, kırmızı, turuncu kocaman balonları var…”
Hergün böyle sürüp giderken, her gördüğünü anlatırken ansızın, müthiş bir kriz geçirir pencere yanındaki..! Duvar dibindeki düğmeye bassa, doktor çağırabilir. Ve belki de yanındaki arkadaşını kurtarabilir. Ama… ama… arkadaşı ölürse, pencerenin yanı boşalacaktır. Ve duvar dibindeki düğmeye basmaz, doktor cağırmaz. Arkadaşı ölür. Ertesi sabah duvar dibindekinin yatağını pencerenin yanına taşırlar. Beklediği an gelmiştir. Yattığı yerden pencereden dışarı bakar. Pencerenin dibinde kapkara duvardan başka hiçbirşey yoktur!!!

alıntı...
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com

Yaşlı Kadın Ve Fincan

14926.jpg


Yaşlı kadın, bir antika dükkânından aldığı yüzyıllık fincanı özenle salon vitrinine yerleştirdi. Fincanın biçimi, üzerindeki işlemeler, renkler onun bir sanat eseri olduğunu söylüyordu.
Ödediği fiyatı hatırladı; hayır, hiç de pahalıya almamıştı.
Hayranlıkla fincanı seyretmeye devam etti. Derken, birden fincan dile geldi ve kadına şöyle dedi;
“Bana hayranlıkla baktığının farkındayım. Ama bilmelisin ki, ben hep böyle değildim. Yaşadığım sıkıntılar beni bu hale getirdi.”
Kadın şimdi hayret içindeydi. Önündeki kahve fincanı konuşuyordu!
Kekeleyerek: “Nasıl? Anlayamadım?” diyebildi yaşlı kadın.
“Demek istiyorum ki, ben bir zamanlar çamurdan ibarettim ve bir sanatkâr geldi.
Beni eline aldı, ezdi, dövdü, yoğurdu. Çektiğim sıkıntılara dayanamayıp:
“Yeter! Lütfen dur artık!” diye bağırmak zorunda kaldım.
Ama usta sadece gülümsedi ve “Daha değil!” diye cevapladı beni.
“Sonra beni alıp bir tahtanın üzerine koydu. Burada döndüm, döndüm, döndüm. Döndükçe başım da döndü. Sonunda yine haykırdım:
“Lütfen beni bu şeyin üzerinden kurtar. Artık dönmek istemiyorum!”
Ama usta bana bakıp gülümsüyordu:
“Henüz değil!”
“Derken beni aldı ve fırına koydu. Kapıyı kapayıp ısıyı arttırdı. Onu şimdi fırının penceresinden görebiliyordum. Fırın gitgide ısınıyordu. Aklımdan şöyle geçiyordu: Beni yakarak öldürecek”
Fırının duvarlarına vurmaya başladım. Bir taraftan da bağırıyordum:
“Usta usta! Lütfen izin ver buradan çıkayım!”
“Pencereden onun yüzünü görebiliyordum. Hala gülümsüyor ve “Daha değil!” diyordu.
“Bir saat kadar sonra, fırını açtı ve beni çıkardı. Şimdi rahat nefes alabiliyordum, fırının yakıcı sıcaklığından kurtulmuştum. Beni masanın üstüne koydu ve biraz boyayla bir fırça getirdi.
“Boyalı fırçayla bana hafif hafif dokunmaya başladı. Fırça her tarafımda geziniyor ve bu arada ben gıdıklanıyordum.
“Lütfen usta! Yapma, gıdıklanıyorum!” dedim. Onun cevabı ise aynıydı: “Henüz değil!”
“Sonra beni nazikçe tutup yine fırına doğru yürümeye başladı. Korkudan ölecektim. “Hayır! Beni yine fırına sokma, lütfeeen!” diye bağırdım.
Fırını açıp beni içeri iteleyip kapağı kapattı. Isıyı bir öncekinin iki katına çıkardı. “Bu sefer beni gerçekten yakıp kavuracak!” diye düşündüm. Pencereden bakıp ona yine yalvardım, ama o yine “Daha değil!” diyordu. Ancak bu defa ustanın yanaklarından bir damla gözyaşının yuvarlandığını gördüm.
“Tam son nefesimi vermek üzere olduğumu düşünüyordum ki, kapak açıldı ve ustanın nazik eli beni çekip dışarı çıkardı. Derin bir nefes aldım, hasret kaldığım serinliğe kavuşmuştum. Beni yüksekçe bir rafa koydu ve usta şöyle dedi:
“Şimdi tam istediğim gibi oldun. Kendine bir bakmak ister misin?”
Ona “Evet” dedim.
Bir ayna getirip önüme koydu. Gördüğüme inanamıyordum. Aynaya tekrar tekrar baktım ve “Bu ben değilim. Ben sadece bir çamur parçasıydım.”
“Evet bu sensin!” dedi usta. Senin acı ve sıkıntı diye gördüğün şeyler sayesinde böyle mükemmel bir fincan haline geldin.
Eğer seni bir çamur parçası iken üzerinde çalışmasaydım, kuruyup gidecektin.
Döner tezgahın üstüne koymasaydım, ufalanıp toz olacaktın.
Sıcak fırına sokmasaydım, çatlayacaktın.
Boyamasaydım, hayatında renk olmayacaktı.
Ama sana asıl güç ve kuvveti veren ikinci fırın oldu.
Şimdi arzu ettiğim her şey var üzerinde.”

Ve ben kahve fincanı, şu sözlerin ağzımdan çıktığını hayretle fark ettim:
“Ustam! Sana güvenmediğim için beni affet!
Bana zarar vereceğini düşündüm.
Beni benden fazla sevip iyilik yapacağını fark edemedim.
Bakışım kısaydı, ama şimdi beni harika bir sanat eseri yaptığını görüyorum.
Benim sıkıntı ve acı diye gördüğüm şeyleri bana verdiğin için teşekkür ederim…

alıntı...
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
Aslolan ayna

3426.jpg


İmam Gazalî Rh.A. Hazretleri şöyle bir menkıbe anlatır:

Padişahın biri kendisine bir saray yaptrır. Sarayların en önemli yeri, bilindiği üzere, devlet adamlarının ağırlandığı kabul salonlarıdır. Bu yüzden padişah da kabul salonuna ayrı bir önem verir. Salonun tefrişi ve süslemeleri için ülkenin en iyi ustalarını davet eder. İki usta daveti kabul edip gelirler. Biri doğudan biri batıdan olan bu ustalardan doğulu olan, “padişahım” der, “herşey tamam, fakat benim bir artım var, salonun ortasını bir perdeyle ikiye ayracağız, benim sanatımı iş bitince göreceksiniz”.
Padişah bu teklifi kabul eder ve ortaya bir perde çekilir. Batılı usta çok güzel altın yaldızlı süslemeler yapmakta, bütün maharetini ortaya koymaktadır. Araya perde çektiren doğulu usta ise, kar duvara habire zımpara vurmakta, arkasından da cila çekmektedir. Bu ustanın ne yaptığına başta pek anlam veremez padişah.
Nihayet iş biter, padişah ve saray erkânı salonu görmeye gelirler. Batılı ustanın yaptığı o nefis süslemeler herkesi hayran bırakır. Diğer tarafa dönerler. Aradan perde kaldırılır. Ortaya çıkan görüntü büyüleyicidir. Karşı duvardaki altın süslemeler, cila ile ayna gibi parlatılmış olan beriki duvara yansımakta, daha etkileyici bir görüntü oluşturmaktadır. Batılı ustanın sanatına denecek bir şey yoktur ama bu ustanın sanatı bambaşkadır. Padişah en çok bu ustanın zekâsına hayran kalır. Sonunda ikisini de ödüllendirir.

İmam Gazalî bu menkbeyi şunun için anlatır:

Evet, ilimler tıpkı o altın yaldızlı, güzelim süslemeler gibidir. Ancak insanın kalbi karşı duvar gibi zımparalanıp cilalanmazsa, kişinin iç aleminde o güzelliğin yansımasını görmeniz imkansızdır. Ve aslolan da işte o aynadır. Hak katında oraya bakılır, notunuz ona göre verilir.


Semerkand
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
Nur Gelen Tarafa Pencere Açmak

15632.jpg


Sokaktan geçerken Yusuf’un yüzünün nuru o civarda bulunan köşklerin, evlerin pencerelerinden, kafeslerinden içeriye vurur, düşerdi.
Köşklerde bulunanlar: “-Belli ki Yusuf gezmeye çıktı, şimdi buradan geçiyor!” derlerdi.
Köşede bucakta oturanlar da duvarlarda ışıklar, parıltılar görünce, Yusuf’un oradan geçtiğini anlarlardı.
Yusuf’un geçtiği sokağa penceresi bulunan ev, onun oradan geçişinden şereflenir, nurlanırdı.
(Ey kardeş!) Aklını başına al da evinin penceresini Yusuf’un geçtiği sokağa aç; ve pencerenin önüne oturup onu seyret!
Âşık olmak demek, nur gelen tarafa pencere açmaktır. Çünki gönül, gerçek dostun yüzü ile aydınlanır, nurlanır.


(Mevlana, Mesnevi, c. IV. 3091-3096)
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
Kelebek

15696.jpg


Bir gün, kırlarda gezintiye çıkan bir adam, kenarına oturduğu otlardan birinin dalında, küçük bir kozanın varlığını farketti. Koza ha açıldı ha açılacak gibiydi. Adam, bunun bir kelebek kozası olduğunu tahmin ediyordu. Böyle bir fırsat kolay ele geçmez diye düşündü; ve bir kelebeğin dünya yüzü gördüğü ilk dakikalara şahit olmak istedi.
Dakikalar dakikaları kovaladı, saatler geçmeye başladı, ama henüz kelebeğin küçük bedeni o delikten çıkmadı.
Sanki, kelebeğin dışarı çıkmak için çaba harcamaktan vazgeçmiş gibi geldi adama. Kelebeğin elinden gelen herşeyi yaptığını ama kozadan dışarı çıkmayı başaramadığını düşündü. Bu yüzden, kelebeğe yardımcı olmaya karar verdi. Cebindeki küçük çakıyı çıkarıp, kozadaki deliği bir cerrah titizliğiyle büyütmeye başladı.
Böylece, bir-iki dakika içinde kelebek kolayca dışarı çıkıverdi.
Fakat bedeni kuru ve küçücük, kanatları buruş buruştu.
Adam kozadan çıkmış kelebeği izlemeye devam etti. Çünkü kelebeğin kanatlarının az sonra açılıp genişleyeceğini, böylece narin bedenini havada taşıyabileceğini umuyordu.
Ama bunlardan hiçbiri olmadı. Kelebek, hayatının geri kalanını kurumuş bir beden ve buruşmuş kanatlarla yerde sürünerek geçirdi. Ne kadar çabalarsa çabalasın, asla uçamadı.
Adamın bütün iyiniyetine ve yardımseverliğine rağmen anlayamadığı şey şuydu: Kozanın kısıtlayıcılığı ve buna karşılık kelebeğin daracık bir delikten dışarı çıkmak için göstermesi gereken çaba, kelebeğin uçuşu için lâzım olan şeylerdi. Allah’ın bedenindeki sıvıyı kanatlarına göndermek ve bu sayede kozanın kısıtlayıcılığından kurtulduğu anda kelebeğin uçmasını sağlamak için seçtiği yol, buydu.
Bu gerçeği öğrendiğinde, hayat boyu unutamayacağı birşey de öğrenmişti iyiniyetli adam: Bazan, hayatta tam olarak ihtiyaç duyduğumuz şey, çabalardır. Eğer Allah hayatta herhangi bir çaba olmadan ilerlememize izin verseydi, bir anlamda sakat kalırdık. Olabileceğimiz kadar güçlenemezdik o zaman. Ve asla uçamazdık…
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
Edebiyatın İnceliği

15741.jpg


Yavuz Sultan Selim Han, Şair Vehbi’yi yanlışlıkla üzüp, yanından uzaklaştırır. Şair de epey yer aradıktan sonra, nihayet Van Müftüsü’nün kâtipliğini yapmaya başlar. Bir müddet sonra Yavuz şairi bulmak ister. Fakat nasıl bulacaktır? Sonra şöyle düşünür: “Ben bir mısra yazayım ve bir yarışma düzenlensin. Benim mısramı beyte tamamlayan en güzel mısra yazana mükâfat vereceğimi ilan edeyim. Şüphesiz ki Şair Vehbi de dayanamayıp katılacaktır. O vakit, onu üslubundan tanırım. Ve şu mısraı yazar:
Bütün dünya benim olsa, gâmım gitmez nedendir bu?
Sultanın başlattığı yarışma ilan edilir. Yarışmaya katılan çok olur. Fakat padişah aradığını bulamaz. Van müftüsü; Bir de ben deneyeyim, nasib ise olur deyip, bir mısra yazmaya çalışır. Kendince bir şeyler yazdıktan sonra, bir de kâtibine gösterir. Şair Vehbi de, Şurası şöyle olsa. Şurası da böyle olsa.. derken ortaya aşağıdaki mısra çıkar:
Ezelden gam türabıyla yoğrulmuş bir bedendir bu.
Yavuz, Van müftüsün den gelen beyti okuyunca Hemen haber salın bu mısraın şairine, saraya gelsin! Diye emir verir. Müftü, büyük bir heyecanla gelir saraya. Padişah aradığını bulmuş olmanın rahatlığıyla sorar: Bu mısra ile mükâfatı hak ettin. Lakin benim anladığıma göre, bu mısraın hakiki şairi sen değilsin! Müftü efendi, hemen doğruyu söyler. Padişah şairine kavuşur. Edebiyatımıza da aşağıdaki beyit, hatıra kalır:
Bütün dünya benim olsa gamım gitmez nedendir bu?
Ezelden gam türabıyla yoğrulmuş bir bedendir bu.
 

MECZUP

Profesör
Katılım
5 Ağu 2010
Mesajlar
887
Tepkime puanı
178
Puanları
0
Konum
Bî mekân..
Bütün dünya benim olsa gamım gitmez nedendir bu?
Ezelden gam türabıyla yoğrulmuş bir bedendir bu.

Allah cc razı olsun çok güzel..

 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com

Günaha Düştükten Sonra

1268.jpg


Âriflerden biri, çamurlu kaygan bir yolda, eteklerini toplayarak, dikkatli adımlarla yürüyordu. Fakat bütün çabasına rağmen düştü. Her tarafı çamur olduğu için, artık serbestçe yürümeye başladı. Bir taraftan ağlıyor ve:
İşte, günaha düşmeden önce günahlardan sakınan adamın hali budur. Bir defa, iki defa… Günaha düştükten sonra, artık aldırış etmeden onun ortasında yürümeye başlar!” diyordu…
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
Karınca

1303.jpg


Kanûnî Sultan Süleyman merhum, Topkapı Sarayı’ nın bahçesindeki ağaçlarda mebzûl miktarda karınca görülmesi üzerine, kurtulmak için çare araştırır ve ağaçların gövdelerine ve diplerine kireç tatbik edilirse meselenin çözüleceğini öğrenir.
Fakat ilim ehlinden izin almadan yapmak istemez ve Zenbilli Ali Efendi’ ye meseleyi sorar. Çok iyi bir şair olan –o kadar ki, bütün Osmanlı Şairleri içinde biri hariç (o biri Zâtî merhûmdur) hepsinden fazla miktarda gazel sahibidir Kanûnî ve şiirlerinde kullandığı mahlâs Muhibbî’ dir- Sultan suali de vezne koyar:

Dırahtı ger sarmış olsa karınca
Zarar var mı karıncayı kırınca

Dıraht : Ağaç
Ger : Eğer
Cevap benzer şekilde gelir Zenbilli’ den:

Yarın Hakkın divanına varınca
Süleyman’dan hakkın alır karınca


[[“Karıncaları kireç uygulayarak bertaraf edemezsin, buna izin yoktur” tarzında anlamamalı cevabı. Soran da cevap veren de pekâlâ bilirler ki, bunu yapmak caizdir, izin vardır. Ancak bu vesileyle Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi, Padişaha demektedir ki, evet helaldir ammâ, hesâba da çekilirsin; zâten malûm değil midir ki, helâle hesap var, harama azap!]
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com

Bir Fincan Kahve…


1319.jpg



Bir gün bir profesör, felsefe dersindedir. Masasının üzerinde birkaç kutu vardır. Ders başladığında, hiçbir şey söylemeden, önüne büyükçe bir kavanoz alır ve içerisini tenis topları ile doldurur.Ve öğrencilere kavanozun dolup dolmadığını sorar,
Öğrenciler ittifakla kavanozun dolduğunu ifade ederler.
Bu sefer profesör önündeki kutulardan bir tanesinden aldığı çakıl taşlarını,çalkalayarak kavanoza döker, böylece çakıl taşları kayarak, tenis toplarının aralarındaki boşlukları doldurur.
Ve öğrencilere tekrar kavanozun dolup dolmadığını sorar;
Onlar da ‘evet’ doldu derler.Tekrar profesör masanın üzerindeki diğer kutuyu eline alır ve içindeki kumu yavaşça kavanoza döker. Tabii ki kumlar da çakıl taslarının aralarındaki boşlukları doldurur. Ve tekrar öğrencilere kavanozun dolup dolmadığını sorar. Öğrenciler de koro halinde ‘evet’ derler.
Bu sefer, profesör masanın altında hazır bekleyen iki fincan kahveden birini alır ve kavanoza boşaltır, kahve de kumların arasında kalan boşlukları doldurur. Öğrenciler gülerler! Profesör öğrencilerin gülüşünü destekler ‘evet‘ diyerek;
‘Ben bu kavanozun sizin hayatınızı simgelediğini ifade etmeye çalıştım’ der. Şöyle ki;
Bu tenis topları hayatınızdaki önemli şeylerdir; dininiz, ibadetleriniz, aileniz, çocuklarınız, sıhhatiniz, arkadaşlarınız ve sizin için önemli olan şeylerdir.
Şayet diğer şeyleri kaybetseniz de, bu önemli şeyler kalır ve hayatınızı doldurur.
O çakıl tasları ise daha az önemli olan diğer şeylerdir;işiniz, eviniz, arabanız vs.
Kum ise diğer ufak tefek şeylerdir.
‘Şayet kavanoza önce kum doldurursanız…’ Diye, anlatmaya devam eder,
‘çakıl taslarına ve özellikle de tenis toplarına (yeterli) yer kalmaz.
Aynı şey hayatımız için de geçerlidir. Vaktinizi ve enerjinizi ufak tefek şeylere harcar, israf ederseniz, önemli şeyler için vakit kalmayacaktır.
Dikkatinizi mutluluğunuz için önem arzeden şeylere çevirin.
Çocuklarınızla oynayın.
Sıhhatinize dikkat edin.
Eşinizle yemeğe çıkın.
Evinizin ihtiyaçlarını karşılayın.
Öncelikle tenis toplarını kavanoza yerleştirin. Öncelikleri, sıralamayı iyi bilin. Gerisi zaten hep kumdur…
.
Bu ara bir öğrenci parmağını kaldırır ve sorar;
‘Pekiyi, o bir fincan kahve nedir?
Profesör gülerek: ‘ bu soruyu sorduğuna sevindim.’
Hayatınız ne kadar dolu olursa olsun, her zaman dostlarınız ve sevdiklerinize bir fincan kahve içecek kadar vakit ayırın!’
=)

 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
Vazife Ağır Ve Mesuliyet Büyüktür

288.jpg


Avcılar, zavallı kuşu yaralamışlar, o da can havliyle kaçmaya başlamıştı. Yaralı kuş uçuyor, avcılar aman vermeden kovalıyordu. Nereye saklandı ise buldu, hangi dala kondu ise gördüler.
Kuşun küçük kalbi pır pır çarpıyor, birazcık nefeslenmek istese üzerine bir namlu doğruluyordu. Avcılar, onu ellerinden kaçırmak istemiyor, bu koşuşturma hırslarını tahrik ediyordu. Merhamet kalkmıştı yüreklerinden… Kuşun zayıflığı, acizliği, çaresizliği, medet ister hali hiç umurlarında değildi. Acımayacak, öldürene kadar saldıracaklardı. Zemin ölüm kusuyor, kurşunlar patlıyor, barut kokusu etrafa yayılıyordu.
Zavallı kuşun uçacak hali kalmamıştı. Son bir kez havalandı ve uzaktaki bir topluluğu gördü. Şeyh Efendi, ortaya oturmuş, müridleri etrafında halelenmiş, zikrediyorlardı. Onların meclisine kadar zorla uçtu. Bir anda, korkunun tesiriyle İçinden geleni yaptı ve yaydan boşanmış ok gibi Şeyh Efendinin kaftanının altına saklandı. Güvenmiş, kendince emin bir yer bulmuştu.
Şeyh Efendi, göğsünün altındaki ani kıpırdanmadan irkildi, ne olduğunu anlayamadı ve elini oraya attı. Zaten, cam dudağına gelen kuş, bu darbeyle öldü.
Ötede, mahkeme-i kübra kurulduğunda kuş, Şeyh Efendi’den davacı oldu. Şeyh, bilerek ve isteyerek yapmamış olduğu için mesul tutulmadı. Zaten o da kuşun öldüğünü görünce çok üzülmüştü. Kuşa, son sözünü sordular.

– Bir arzum var, dedi. Ben, o kaftana, o sarığa güvendiğim için altına sığındım. Bundan sonra o güveni boşa çıkaracak hiç kimsenin o kaftanı giymemesini İstiyorum. Ki başıma gelenler başkalarının başına gelmesin.


Neslimiz, kendisine insafsızca kasdeden avcıların tuzaklarından sığınacak bir yer arıyor. Koca bir insanlık günah batağına düşmüş, çırpınıyor, ağlıyor. El uzatılamadığı için eroin komasında ölen her bir gençten, iffetini kaybeden her bir çocuktan insanlık mesuldür. Nerede, hangi ülkede, hangi milletten ve renkten olursa olsun…
Hapishaneler, hastaneler, sokaklar, mezarlıklar feryad ediyor.
Vazife ağır ve mesuliyet büyüktür. Ve bu ateşten kaçanların, güvenip gelenlerin, elini uzatanların itimadını sarsmaya kimsenin hakkı yoktur. İman urbası çıkarılamayacağına göre, kaftanın hakkını vermeye azamî gayret gösterilmelidir.


(Adanmışların Vasıfları – syf. 48)
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com

Rahatsız mı Ettim?...

19002.jpg


Evin telefonu sabaha karşı üç buçukta çaldı. Uyku sersemi adam telefonu açtı.
Telefondaki ses annesine aitti.
Telaşlandı , Korktu başlarına bir şey mi gelmişti acaba diye endişelendi..
Annesi “nasılsın oğlum iyi misin” diye sordu.
Oğlu şaşkın bir ifadeyle “iyiyim anne hayırdır bir şey mi oldu siz iyi misiniz?” dedi.
Annesi “biz iyiyiz bir şeyimiz yok sadece sesini duymak istedim” dedi.
Oğlu da “anne bunun için mi aradın saat sabahın üç buçuğu yarın da konuşabilirdik” diyince annesi de:

“Rahatsız mi ettim oğlum?” dedi.
Oğlu “evet anne rahatsız ettin” diyerek hiddetli bir şekilde cevap verdi. Bunun üzerine annesi;
“30 sene önce sen de beni bu saatte rahatsiz etmiştin oğlum, doğum günün kutlu olsun” diyerek telefonu kapattı.


alıntı...
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
Neme Gerek...

392.jpg



Büyük İslam alimlerinden Yahya Efendi ile, Kanunî Sultan Süleyman süt kardeşidirler. Yahya Efendi, duası makbul, keramet ehli bir zattır.
Bir gün Kanunî, Osmanlı’nın sonunun nasıl olacağını merak eder ve Yahya Efendi’ye şunları yazar:
– Ağabey, sen ilahî sırlara vakıfsın. Kerem eyle de, biz Osmanoğullarının akıbetinin ne olacağını haber ver.
Soruyu okuyan Yahya Efendi, bir kâğıda:
– Kardeşim, “neme gerek” yazar ve padişaha gönderir.
Cevabı okuyan Kanunî hayretler içerisinde kalır. Hemen kayığa biner ve Yahya Efendi’nin, bugünkü Yıldız Parkı’nın yanında bulunan dergâhına gider. Soru sorup da cevap alamamış olmanın üzüntüsüyle:
– Ağabey, bu ne iştir? Sualimize cevap vermediniz. Yoksa bir kusur mu işledik? der.
– Biz cevap verdik, der Yahya Efendi, ancak bunu sizin anlayamamanıza şaşarız.
– Nasıl cevap verdiniz?
– Kardeşim! Bir devlette haksızlık ve zulüm yayılır, bunu işitip, görenler de “neme gerek!” derlerse, mani olmazlarsa; bir koyunu kurt değil de çoban yerse, bunu bilenler de hakikati söylemezse; fakirlerin, muhtaçların, gariplerin feryadı göklere çıkıp bunları taşlardan başkası işitmezse, işte o zaman neslinin yok olmasını bekle! Hazineler boşalır, asker itaat etmez, işte o zaman yok olmak zamanıdır.

Kanunî, Yahya Efendi’den hayır dualarını İster ve işittiklerinin hüznü ile oradan ayrılır.


alıntı...
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
Küçük Bir Kız

y5m.jpg


Küçük bir kız öğretmeni ile balinalar hakkında konuşuyordu.
Öğretmen bir balinanın insanı yutmasının fiziksel olarak imkânsız olduğunu söyledi, çünkü balinaların boğazı çok küçüktür.
Küçük kız “Yunus peygamberi” bir balinanın yuttuğunu söyledi, sinirlenen öğretmen balinanın insanı yutamayacağını tekrarladı, bu imkânsızdı.
Küçük kız şöyle dedi:“Cennete gittiğim zaman Hz. Yunus’a soracağım.”
Öğretmen “Ya Hz. Yunus cehenneme gittiyse?” diye yanıtladı.
Küçük kız ” O zaman sen sorarsın” dedi.


…Alıntı…
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
Kral ve Dilenci...

6l1d.jpg


Bir kral sabah gezintisi sırasında bir dilenciye rastlar. "Dile benden ne dilersen" der. Dilenci güler ve "Sanki dileğimi gerçekleştirebilecekmiş gibi soruyorsunuz." diye yanıtlar. Kral alınır ve söyleşi koyulaşır.
...- Pek tabii her dediğini yerine getirebilirim. Sen söyle hele, ne istiyorsun?
- Söz vermeden önce iki kez düşünün kralım.
Kral bastırır:
-Ne istersen verebilirim. Ben güçlü bir Kralım. Yerine getiremeyeceğim hiçbir dileğin olamaz.
Bunun üzerine dilenci, çanağını uzatır:
- Şu çanağı herhangi bir şeyle doldurabilir misiniz? diye sorar. Kral kahkaha atar ve vezirine çanağı altınla doldurmasını emreder.
Çanak dolup taşmakta ama anında boşalmaktadır. Paralar buhar olup uçmaktadır sanki. Kralın onuru kırılır. Bir dilenci çanağını dolduramadığı kulaktan kulağa yayılır. Giderek pırlantalar, elmaslar, yakutlar akıtılır çanağa. Ne var ki çanağın dibi yoktur sanki. Yer yutar ama boş kalır.
Kral yenik düşmüştür. Dilenciye yakarır:
- Tamam, sen kazandın. Dileğini yerine getiremedim ama ne olur bana çanağın neden yapılmış olduğunu itiraf et
- Çok basit, diye yanıtlar dilenci. İnsan dimağından yapılmıştır. Yani insanın arzu ve isteklerinden. Doymak bilmez oluşu bundandır. Bu gerçeği bir kez kavrarsan yaşantın değişir. İstek nedir ki! İstek ulaşılana kadar, belli bir süre heyecan veren bir duygudur. Örneğin; bir araba istersin. Bir yat. Ev. Eş! Tek tek her birini elde ettiğinde, tümü eski heyecanını yitirir. Neden?
Çünkü beynin, aklın onları dışlar. Araba garajdadır ve artık istek uyandırmamaktadır. Heyecan, onu elde ettiğinde sönüp gitmiştir. Eş yanında, para cebindeyse, onlara erişmek için katlandığın yoğun istek yok oluverir. Yine boşluğa düşer, yeni bir istek bulmak zorunda kalırsın. İstek doyumsuzluk uyandırır ve giderek gerçek bir dilenci olursun. Bir istekten bir diğerine çırpınıp durursun. Amacına ulaşır ulaşmaz bir yenisini bulursun. İsteğin bu yönünü kavradığında hayatının dönüm noktasındasın demektir. Sürekli yolculuk hali iyi sonuç vermez.
Geri dön...
Evine dön...
Seni mutlu edecek öğeleri dışında değil, kendi içinde ara!

alıntı...
 

ıtri

Üye
Katılım
30 Ağu 2009
Mesajlar
1,235
Tepkime puanı
153
Puanları
0
Yaş
37
Konum
Ankara
Kral ve Dilenci...

6l1d.jpg


Bir kral sabah gezintisi sırasında bir dilenciye rastlar. "Dile benden ne dilersen" der. Dilenci güler ve "Sanki dileğimi gerçekleştirebilecekmiş gibi soruyorsunuz." diye yanıtlar. Kral alınır ve söyleşi koyulaşır.
...- Pek tabii her dediğini yerine getirebilirim. Sen söyle hele, ne istiyorsun?
- Söz vermeden önce iki kez düşünün kralım.
Kral bastırır:
-Ne istersen verebilirim. Ben güçlü bir Kralım. Yerine getiremeyeceğim hiçbir dileğin olamaz.
Bunun üzerine dilenci, çanağını uzatır:
- Şu çanağı herhangi bir şeyle doldurabilir misiniz? diye sorar. Kral kahkaha atar ve vezirine çanağı altınla doldurmasını emreder.
Çanak dolup taşmakta ama anında boşalmaktadır. Paralar buhar olup uçmaktadır sanki. Kralın onuru kırılır. Bir dilenci çanağını dolduramadığı kulaktan kulağa yayılır. Giderek pırlantalar, elmaslar, yakutlar akıtılır çanağa. Ne var ki çanağın dibi yoktur sanki. Yer yutar ama boş kalır.
Kral yenik düşmüştür. Dilenciye yakarır:
- Tamam, sen kazandın. Dileğini yerine getiremedim ama ne olur bana çanağın neden yapılmış olduğunu itiraf et
- Çok basit, diye yanıtlar dilenci. İnsan dimağından yapılmıştır. Yani insanın arzu ve isteklerinden. Doymak bilmez oluşu bundandır. Bu gerçeği bir kez kavrarsan yaşantın değişir. İstek nedir ki! İstek ulaşılana kadar, belli bir süre heyecan veren bir duygudur. Örneğin; bir araba istersin. Bir yat. Ev. Eş! Tek tek her birini elde ettiğinde, tümü eski heyecanını yitirir. Neden?
Çünkü beynin, aklın onları dışlar. Araba garajdadır ve artık istek uyandırmamaktadır. Heyecan, onu elde ettiğinde sönüp gitmiştir. Eş yanında, para cebindeyse, onlara erişmek için katlandığın yoğun istek yok oluverir. Yine boşluğa düşer, yeni bir istek bulmak zorunda kalırsın. İstek doyumsuzluk uyandırır ve giderek gerçek bir dilenci olursun. Bir istekten bir diğerine çırpınıp durursun. Amacına ulaşır ulaşmaz bir yenisini bulursun. İsteğin bu yönünü kavradığında hayatının dönüm noktasındasın demektir. Sürekli yolculuk hali iyi sonuç vermez.
Geri dön...
Evine dön...
Seni mutlu edecek öğeleri dışında değil, kendi içinde ara!

alıntı...


Ben bu hikayeyi başka bir yerde okudum.
Orada da "o çanağın" "hırs" olduğu söyleniyordu. "Hırs dibi delik çanak gibidir, neyi içine atarsan at çanağı dolduramazsın."
Hadiste de "İnsanoğlunun bir vadi dolusu serveti olsa gözünü diğer vadiye çevirir". manasında bir söz var.
Bunu paylaşayım dedim bende..
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
Ben bu hikayeyi başka bir yerde okudum.
Orada da "o çanağın" "hırs" olduğu söyleniyordu. "Hırs dibi delik çanak gibidir, neyi içine atarsan at çanağı dolduramazsın."
Hadiste de "İnsanoğlunun bir vadi dolusu serveti olsa gözünü diğer vadiye çevirir". manasında bir söz var.
Bunu paylaşayım dedim bende..

evet bir başka mailimdede hırs olarak geçiyordu, ben farklı bir mailimi paylaşıtım...
teşekkürler Itri...:gul
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
Ateşten Ayrılan Kor Çabuk Söner

9t3u.jpg


Bir bilgenin ders halkasının müdavimlerinden biri, nice seneler sonra, halkayı terk etmişti. Haftalar aylar geçip adam ortalarda gözükmeyince, bilge kişi kendisini ziyarete karar verdi. Mevsim kıştı, adam evde yalnızdı ve evin salonundaki büyük ocakta gürül gürül odun yanıyordu. Bilgenin kendisini niye ziyaret ettiğini tahmin eden adam, üşümüş olan bilgeyi ocağın başına davet etti, kendisi de bir şeyler ikram etmek için mutfağa yöneldi.
.
Ocağın yanıbaşına oturan bilge, gelen ikramı kabul etti; fakat adama hiçbir şey demedi. Sanki adam evde yokmuş, sanki kendi evinde tek başına oturuyormuş gibiydi. Bütün dikkatini ocağa vermiş gözüküyordu. Bilge birkaç dakika sonra maşayı eline aldı, iyice köz haline gelmiş odunlardan birini ocağın bir kenarına koydu. Sonra minderine oturdu. Hala birşey söylemiyordu. Kenara konmuş olan közün ateşi yavaş yavaş azaldı, sonra söndü. Odada çıt çıkmıyordu. İlk baştaki selamlama hariç, bir kelime bile konuşulmuş değildi. Bilge gitmeye hazırlanırken, sönmüş közü aldı ve yeniden ateşin ortasına koydu. Köz, ateşle ve yanan odunların ısısıyla çabucak parladı. Bilge ayrılmak için kapıya yöneldiğinde, ev sahibi:
“Sebeb-i ziyaretinizi anlıyorum.” dedi. “Ateş dersiniz için de teşekkür ederim. Bundan sonra sohbetlerinizi hiç aksatmayacağım.”


alıntı...
 
Üst