Kissa Dan Hisse

kızılkasırga

Profesör
Katılım
8 Eyl 2006
Mesajlar
1,708
Tepkime puanı
4
Puanları
0
Konum
istanbul
şeytanin Mülküne Bile Göz Koymak


*Tamahkarlıgın kaynağı insanın kendi arzularıdır.
*Sahip oldukları ile başkalarına karşı gururlanması, kendini güclü hissetmesidir.
*Dünyaya karşı sonu gelmeyen hırsımızın sebebini sadece şeytana yükleye bilirmiyiz.
*Hasan-ı basri hz. talebeleri şeytanın vesveselerinden şikayet ederek:
*ya şeyh! şeytandan gayet incindik.Hep bizi yaramaz işlere teşvik ediyor; elinize gecen dünyayı sıkı tutun size lazım olacak diyor ve bizi hayırdan alıkoyuyor dediler.
*Hasan-ı basri hz. gülümseyerek buyurdu ki:
*Şimdi burdaydı. O da sizden şikayet etti. dediki. Şu adem ogullarına nasihat eylede benım hakkıma tamah etmesinler. Kendi haklarına razı olsunlar. Ne zamanki hak teala beni huzurundan kovdu dünyayı ve cehennemi bana mülk kıldı. Cenneti ve kainatı ise onlara verdi. Şimdi bunlar kendi haklarını bıraktılar, benim mülküme tamah ediyorlar. Ben de onların imanlarını almayınca dünyayı kendilerine vermiyorum dedi. Eğer şeytanın vesvesesinden emin olmak isterseniz, dünya endişesini gönlünüzden çıkarın.
*bunasihatleri dinleyen talebeleri başlarını öne eğerek huzurdan ayrıldılar.​
 

ummuhan

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eyl 2007
Mesajlar
12,943
Tepkime puanı
1,042
Puanları
0
Konum
Arz
"Hayat üçbuçuk ile dört arası bir yerdir; Ya üçbuçuk atarsın, ya da dörtdörtlük yaşarsın" :O
 

irsadnur

Paylaşımcı
Katılım
6 May 2008
Mesajlar
123
Tepkime puanı
4
Puanları
0
Yaş
36
Konum
belde-i tayyibe
Habib Baba

HABİB BABA

Habib Baba, 4.Murad devrinin gizli, kimsenin bilmediği Allah dostlarındandır. Yaşlıdır,fakirdir,gariptir.Fakat Rabbinin katında da alemlere denk bir değerin sahibidir.
Yaşlı Habib Baba, uzun bir kervan yolculuğunun sonunda İstanbul'a gelmiştir.Yolculuğunun tozunu, yorgunluğunu atmak için bir hamama gider... Niyeti, şöyle iyice bir keselenip, paklanmak... Bedenini de ruhuna denk kılmaktır.
Fakat hamamcı Habib babayı içeri sokmak istemez.
'Bugün' der, 'Sultan Murad'ın vezirleri hamamı kapattılar, dışarıdan müşteri alamıyoruz.'
Habib baba üzülür... Rica, minnet eder, yalvarır...
'Ne olursun' der, 'kimseye varlığımı belli etmem, aceleyle yıkanır çıkarım.Bu tozlu bedenle Rabbime ibadet ederken utanıyorum.Binbir dil döker.Hamamcı ehl-i insaftır... Dayanamaz... Kabul eder... Hamamın en sonundaki odayı göstererek ...
'Baba şu odada hızla yıkanıp çık, parada istemem. Yeter ki vezirler, senin farkına varmasınlar.'
Habib baba sevinerek kendine gösterilen yere girer. Yıkanmaya başlar... Ve bu arada hamamcının karşısında yeni bir müşteri belirir. Boylu, poslu, genç, yakışıklı biridir bu gelen. Onunda görünümü fakirdir... Ama sadece görünümü... İkinci müşteri kılık değiştirmiş, 4.Murad'dır. O gün vezirlerinin topluca hamam alemi yapacaklarından haberdar olan padişah merak etmiştir.
'Hele bir bakalım' demiştir, 'bizim vezirler, hamamda benden uzakta, kendi başlarına ne yaparlar, nasıl eğlenirler?'
Ve bu merak padişahı, tebdil-i kıyafet ettirerek, hamama getirmiştir.
Az önce yaşananlar bir kez daha tekrarlanır...
Hamamcı vezirler der almak istemez... Padişah ise, ne olursun der, bastırır ve padişah galip gelir... Habib babanın yıkanmakta olduğu odayı göstererek, genç padişahın kulağına fısıldar:
'Şu odada bir ihtiyar yıkanıyor. Sende sar peştemali beline gir yanına... Beraber sessizce yıkanın, bir an evvel çıkın... Ve ekler: 'Aman ha! Vezirler varlığınızı bilmesinler.'
Sonra 4.Murad da Habib babanın yanına süzülür. Beraber sessizce yıkanmaya başlarlar. Bu arada, hamamın büyük salonundan gelen tef, dümbelek, şarkı, türkü sesleri ortalığı çınlatmaktadır...
Habib babanın gözü, genç hamam arkadaşının sırtına takılır. Biraz kirlenmiş gibi gelir ona... Allah hikmeti gereği dostuna, o yanındakinin tedbil-i kıyafet etmiş padişah olduğunu ilham etmemiştir...
Ve yanındakini, görüntüsüne uygun, kendi gibi fakir bir delikanlı zanneden Habib baba yumuşak bir sesle konuşur:
'Evladım' der, 'Sırtın fazlaca kirlenmiş, müsade edersen bir keseleyivereyim.'
Padişah aldığı bu teklif karşısında şaşkınlaşır ve bü yük bir haz duyar... Haz duyar, çünkü ömründe ilk defa biri ona, padişah olduğunu bilmeden, sırf bir insan olarak, karşılık beklemeksizin bir iyilik yapmayı teklif etmektedir.
Memnuniyetle Habib babanın önünde diz çökerken: 'Buyur baba' der, 'ellerin dert görmesin'
Bu arada içerideki alemin sesleri hamamı çınlatmaya devam etmektedir. Habib baba, 4.Murad'ın sırtını bir güzel keseler... Fakat padişah kuru bir teşekkürle yetinmek istemez.. Ne de olsa insandır ve o da her insan gibi kendine yapılan iyiliklerin kölesidir.
'Baba' der, 'gel bende senin sırtını keseliyeyim de ödeşmiş olalım.' Habib baba, teklifin kimden geldiğinden habersiz, tebessümle;
'Olur evlad' deyip, sultanın önünde diz çöker. Bu arada, Sultan Murad kese yaparken bir yandan da Habib babayı yoklar, ağzını arar...
'Baba' der, 'görüyormusun şu dünyayı... Sultan Murad'a vezir olmak varmış... Bak adamlar içerde tef,dümbelek hamamı inletiyorlar, sen ve ben ise burada iki hırsız gibi...'
Habib baba Sultan Murad'ın cümlesini tamamlamasına fırsat bile bırakmaz, kendi hükmünü söyler... Sultan Murad'ın Habib babadan duydukları, ağzı açık bırakıp, keseyi elden düşürten cinstendir:
'Be evladım' der, Habib baba, 'Sultan Murad dediğin kimdir? Sen asıl Alemlerin Sultanına kendini sevdirmeye bak ki, O seni sevince sırtını bile Sultan Murad'a keselettirir.
 

okur

Doçent
Katılım
6 Ocak 2007
Mesajlar
603
Tepkime puanı
13
Puanları
0
Sevgi sınavı

a46cb1aa8b924cd6a1c48845730d4314.gif


BİR GÜN, ermişlerden birine sormuşlar:
“Sevginin sözünü edenler ile sevgiyi gerçekten yaşayanlar arasında ne fark vardır?”
“Bakın, göstereyim” demiş ermiş.
Bir sofra hazırlamış. Sevgiyi dilinden düşürmeyen, ama dilden gönüle de indirmeyen kişileri çağırmış bu sofraya.
Hepsi yerlerine oturmuşlar.
Derken, tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasından da ‘derviş kaşığı’ denilen bir metre boyunda kaşıklar.
Ermiş:
“Bu kaşıkların sapının ucundan tutup öyle yiyeceksiniz” diye bir şart da koşmuş. “Öyle kaşığın çukur kısmına yakın yerden tutmak yok.”
“Peki” demişler ve çorbayı içmeye girişmişler.
Fakat o da ne?
Kaşıklar uzun geldiğinden, sofradaki hiç kimse bir türlü döküp saçmadan götüremiyormuş çorbayı ağzına. En sonunda, bakmışlar bu iş olmuyor, vazgeçmişler çorbadan. Öylece, aç aç kalkmışlar sofradan.
Onlar sofradan kalktıktan sonra, ermiş:
“Şimdi de sevgiyi gerçekten bilip yaşayanları çağıralım yemeğe” demiş.
Yüzleri aydınlık, gözleri sevgiyle gülümseyen ışıklı insanlar gelmiş oturmuş sofraya. Ermiş:
“Buyrun bakalım” deyince de, her biri uzun boylu kaşığını çorbaya daldırıp karşısındaki ihvanına uzatıp içmişler çorbalarını.
Böylece her biri diğerini doyurmuş ve kendisi de doymuş olarak şükür içinde kalkmış sofradan.
“İşte” demiş ermiş. “Kim ki hayat sofrasında yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse, o aç kalacaktır. Ve kim ki, kardeşini düşünür de doyurursa, o da kardeşi tarafından doyurulacaktır şüphesiz. Şunu da unutmayın ki, hayat pazarında alan değil, veren kazançlıdır her zaman.”




red.gif
(yazarı bilinmiyor)


23/03/2007
© 2008 karakalem.net, İsmail Örgen
 

nekwa

Kalbim seninle =)
Katılım
24 Şub 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
224
Puanları
0
Yaş
36
Konum
Fatihin Fatihi
Web sitesi
sayendesairoldumben.azbuz.com
Şerinden korktum!

Allah(celle celalüh)'ın gazabına müstahak olmuş şeytan insan suretine girip yeryüzünde gezinmeye başlar... Bu sırada günahkâr bir adama rastlar. Günahkâr adam, yavaşça yanına sokulup kendisi ile tatlı tatlı muhabbet edenin şeytan olduğunu anlayamaz. Sonra aralarındaki samimiyet artar ve beraberce gezinmeye başlarlar. Gece yarısına kadar devam eden bu arkadaşlıkta yapılanların hepsi, Allah(celle celalüh)'ın yasakladığı şeylerdir. Saat gece yarısını biraz geçerken, iki arkadaş ayakta duramayacak kadar sarhoş bir vaziyette sokak ortasında yürümeye çalışırken, birden şeytan doğrulur ve hızlı adımlarla arkadaşından uzaklaşmaya başlar. Olanlardan bir şey anlamayan günahkar adam, arkasından bağırarak neden kendisini terk ettiğini sorar, şeytan da ona "Ben Allah(celle celalüh)'ın rahmetinin uzak olduğu şeytanım ve buna sebep de Adem'e secde etme konusundaki itaatsizliğimdir. Ben, bir itaatsizlikle rahmetten men edildim. Sen, bir günde beş defa ezan okundu namaz kılmadın ve Allah(celle celalüh)'ın istemediği birçok şeyi yaptın. Ben senin şerrinden korktum; onun için kaçıyorum." der ve uzaklaşır. Sarhoş adam bu sözler karşısında şeytanın arkasından bakakalır...

Ali Budak
 

Sofuoglu

Ordinaryus
Katılım
29 Tem 2006
Mesajlar
4,603
Tepkime puanı
254
Puanları
83
kıssadan Hisse...!

Hz. Nuh aleyhiselam tam dokuz yüz yıl kavmini davet edip durdu. Her an da kavminin inkârı arttı.

Fakat söylemeden vazgeçti mi? Hiç sükût mağarasına çekilmeye kalkıştı mı?

Köpeklerin havlaması ile kervan, hiç yolundan kalır mı?

Ay ışığı olan gecede dolunay, köpeklerin havlaması ile yürüyüşünü ağırlaştırır mı, dedi.

Ay, ışığını saçar, köpek de havlar durur.
Herkes, yaradılışına göre bir hizmette bulunur.
 

ummuhan

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eyl 2007
Mesajlar
12,943
Tepkime puanı
1,042
Puanları
0
Konum
Arz
Aziz Mahmut Efendi,
Eskici Baba'yı dükkanında buldu:
-Bana bak eskici! Diye başladı. "Fetvayı aldın. Şahitlerin seni kurtardı Şimdi söyle bakalım bu işin iç yüzünde ne var?"
Eskici saflık kapısından girdi, hangi işti, ne olabilirdi? iç yüzü filan yoktu... diye kem küm etti , kadıyı kandıramadı. İnkar kapısından girdi: gittim işte geldim işte... diye kem küm etti. kadıyı kandıramadı.Yalanı, dolanı beceremezde... Oturdu, o sabah ezanı başına gelenleri bir bir anlattı. Lakırdısının sonu yarım kalmıştı. Kadı Üftade'nin adını duyunca yerinden fırladı. Aradığı oydu işte! Daha adını duyar duymaz gönlüne bir aydınlık gelmiş,kalbinin üstündeki ağır yük kalkmıştı.
Şeyh üftade , Aziz Mahmut Hüdai'yi dinledi, dinledi, dinledi. sonra nazlı nazlı boynunu büktü: "Yazık Kadı Efendi!" dedi "Yalış kapı çaldın. Burası yokluk kapısıdır, biz yokluk kapısının kuluyuz. Sen ise varlık kapısının adamısın, ikimiz bağdaşamayız. Senin ilmin var bilgin var şanın, şerefin, malın, mülkün... kısaca Allah'tan başka her şeyin, yani dünyan varç Bizim hiç, hiç bir şeyimiz yok! Allah'tan başka!
Aziz Mahmut'un gözlerinden iki sira yaş iniyordu. "Her şeyimi, bu kapının önünde bırakıyorum. Şanımı şerefimi, malımı, mülkümü... her şeyimi. Yeter ki sen elini üzerimden çekme!" dedi.
Ertesi gün ve daha sonraki günler Bursa Şer'iye mahkemesi'nin en ünlü kadısı , görevi başına gelmedi, makamı boş kaldı. İşini gücünü, kitabını defterini, adını şanını birakmışbir aba bir asâ, Üftadenin kapısına kul olmuştu.
Halkın nazarında velî ile deli arasında büyük fark yoktur. Aziz Mahmut Hüdai'nin adı tez vakitte Bursa'da Deli Kadı oluverdi. Şehir çelkalandı, çalkalandı, günlerce bu olayı konuştu. Sonra her zaman olduğu gibi usandı, peşini bırakıverdi. Mürşid ve mürid baş başa, can cana kaldılar.
Aziz Mahmut Hüdai mürsidini aştan üstün bir duyguyla seviyordu. Develer yükü kitabın ona öğretemediğini Üftade'nin bir bakışı öğretiyor, gönlünden geçen bir sualine bin cevap birden geliyor, müşküller müşkülden çözülüyor, imkânsızlar mümkün oluyordu.
Üftade mürüdine "Hakkı sevmek ancak Khalkı sevmekle mümkün olur" diye öğretiyordu. "Her zerrede Hakkı göreceksin, Her zerreye Hak muamelesi yapacaksın, başka yolu yoki bu böyledir." Aziz Mahmut , Hak tecellisiyle içi nur kesilmiş, mürşidinin yüzüne baktıkça gerçekten Hakkı görüyor ve "Ne doğru söylüyor" diyordu.
Bir kış sabahıydı, gözlerini açtı ki mürşidin abdest alma vakti gelmiş , ama o abdest suyunu ısıtmaya geç kalmıştı. Bu gafletini affedemedi, ateş yakmaya vakit yoktu, bakır ibriği kalbinin üstüne koydu cübbesiyle sardı, içten zikre başladı"Allah! Allah!" diye inliyor, suyu ateşiyle ısıtmaya çalışıyordu.
Üftade abdest alırken başını kaldırıp eline su döken ünlü Kadı'ya baktı. " Aziz'im!" dedi, "Bu su odun ateşiyle ısınmış suya benzemiyor, aşkının ateşiyle kaynamış bu su... Bizide yaktı."
 

eylül

Veled-i kalbî
Katılım
15 Ara 2006
Mesajlar
5,223
Tepkime puanı
1,026
Puanları
0
Konum
mavera...
Emevi halifesi Süleyman bin Abdülmelik, İslam büyüklerinden olan Ebu Hazim'e;

- "Biz neden ölümü sevmiyoruz?" diye sormuş.

Ebu Hazim cevap vermiş:

- "Çünkü Siz bütün yatırımlarınızı bu dünyaya yapıp, ahiretinizi harap ettiniz. İnsan, elbette yatırım yaptığı bir yerden, harap ettiği bir yere gitmek istemez"
 

Gülzar-ı İrfan

..............
Katılım
24 Eki 2006
Mesajlar
6,736
Tepkime puanı
436
Puanları
0
Vaktiyle zeki, çalışkan bir medrese (üniversite) talebesi, rüyasında çok sevdiği, feyz aldığı, bağlandığı hocasının cehennemlik olduğunu gördü Rüyayı ilk gördüğünde sıradan bir rüya diye aldırmadı Ama aynı rüyayı birkaç defa üst üste görünce gerçekçi bir rüya olarak yorumladı ve bundan dolayı üzüntüye kapıldı Üzüntüsü dışardan da farkedilecek haldeydi Herkes gibi hocası da bunu gördü ve sordu:
- Oğlum senin neyin var, son günlerde yüzün hiç gülmüyor?
Delikanlı başlangıçta söylemek istemeyip geçiştirmeye çalıştıysa da ısrar karşısında açıklamak zorunda kaldı:
- Hocam, ben kaç defadır rüyamda sizin cehennemlik olduğunuzu görüyorum ve buna çok üzülüyorum
Hoca öğrencisine ve onun şahsında herkese ibret olacak şu açıklamada bulundu:
- Oğlum, ben senin gördüğün rüyayı (kendimin cehennemlik olduğunu) kırk yıldır görüyorum Ama yine de ümitsiz ve isyankâr değilim Doğru bildiğim yolda yürüyor, Allah'a kulluğumu eksiksiz yerine getirmeye çalışıyorum Bana düşen de budur Gerisi Allah'ın bileceği iştir..

ALLAHA EMANET OLUN

 

Sofuoglu

Ordinaryus
Katılım
29 Tem 2006
Mesajlar
4,603
Tepkime puanı
254
Puanları
83
imam-ı Rabbani Hazretleri’nin kitabından alınan bir kıssadan hisseyi arzediyoruz:

“Mesruk dedi ki: Çölde oturan bir kişinin bir köpeği, bir merkebi ve bir de horozu vardı. Horoz onları namaza kaldırır, merkebin sırtında su taşır ve eşyalarını yüklerdi. Köpek ise onları korurdu.

Bir gün bir tilki gelip horozu yedi. Aile efradı bunun için üzüldüler. Sâlih bir kimse dedi ki: “Üzülmeyiniz, umulur ki bu daha hayırlıdır.”

Sonra kurt gelip merkebin karnını deşip öldürdü. Çocuklar bunun için üzüldüler, sâlih kişi: “Bu daha hayırlıdır.” dedi.
Sonra köpek felâkete uğradı, sâlih kişi: “Bu bilâkis daha hayırlıdır.” dedi.

Sonra bir sabah uyanıp, baktılar ki etraflarında yerleşmiş bulunan bütün insanlar esir edilmiş, sadece kendileri kalmışlar.
Bunun üzerine o sâlih kişi: “Etrafınızda insanların esir edilmeleri, onların yanında köpek, horoz ve merkep sesleri olduğundan dolayıdır. Bu bakımdan Allah-u Teâlâ’nın takdir buyurduğu gibi bizim için hayır, bu üç hayvanın helâk olmasında idi.” dedi.”

hisse:
Hikâyede olduğu gibi hoşumuza gitmeyen, bizi üzen işler içinde nice faydalar vardır. Allah-u Teâlâ kuluna uygun olanı verir de biz zavallı, isyankâr, şükrü az olan kullar olarak işlerin iç yüzünü bilemeyiz.

Allah’ın bize (hâşâ) zulmettiğini sanırız, halbuki O, kulları hakkında en iyisini tercih eder. Eğer hakkında servet hayırlı ise servet, fakirlik hayırlı ise fakirlik, kız çocuk ise kız çocuk, erkek çocuk ise erkek çocuk verebilir veya dilerse kısır olmasını murad eder.
 

Ümmî Ebiha

KuzeyiN Kızı
Katılım
8 Kas 2007
Mesajlar
1,125
Tepkime puanı
276
Puanları
0
İbrahim Hakkı Hazretleri yedi yaşında annesini kaybeder. Dokuz yaşına geldiğinde iyi bir eğitim alması için Tillo’ya götürürler, ilim ve mâna büyüğü İsmail Fakîrullah Hazretlerine teslim ederler.
Hocası genç İbrahim Hakkı’nın eline bir testi vererek çeşmeye gönderir. Testiye suyu doldururken bir atlı yanaşır:

- “Çekil bakayım önümden be çocuk!” diye İbrahim Hakkı’yı azarlayarak bir tarafa iter ve atını çeşmeye sürer.

İbrahim Hakkı testisini alıp bir kenara çekilmeye uğraşırken atını mahmuzlayan adam, onu bir köşeye sıkıştırır. İbrahim Hakkı testisini yere bırakır, canını kurtarmak zorunda kalır. Bu esnada at da üzerine basıp testiyi kırar.

Ağlayarak hocasının huzuruna gelir. Hocası:

- “Ne oldu evladım, neden ağlıyorsun?” diye sorar.
- “Efendim, çeşmede su alırken bir atlı geldi, atını üzerime sürdü. Can havliyle kendimi kurtarmaya çalışırken testimi de atına tepeletip kırdı.”
- “Testini kıran atlıya sen bir şey söyledin mi?
- “Hayır” der, “hiçbir şey söylemedim.”

Hocası, “Çabuk git ve o adama bir-iki laf söyle” der.

İbrahim Hakkı gider, çeşmenin başında atını tımar etmeye çalışan adamın yanına varır bekler. Fakat bir türlü ağzını açıp da,
“Testimi niye kırdın be zâlim adam?” diyemez.

Az sonra döner, hocasının huzuruna gelir.

Fakîrullah Hazretleri sorar:

- “Atlıya bir şey söyleyebildin mi?”

İbrahim Hakkı boynunu büker, yere bakarak, “Söyleyemedim efendim. Bir şeyler demeye niyet ettim, ama bir türlü ağzımı açıp da ağır bir söz sarf edemedim.”

Hocası sinirlenir:

- “Sana diyorum, çabuk git ve o adama bir şeyler söyle, karşılık ver, yoksa sonu felâket olur.”
İbrahim Hakkı kesin emir almıştır, bu sefer kararlıdır. Çar çabuk çeşmenin başına varır. Bir de ne görsün, testisini kıran adamı, kendi atı attığı çiftelerle çeşmenin havuzuna yuvarlamış. Oracıkta cansız yatmaktadır.
Büyük bir korku ve heyecan içinde koşarak gelir, vahim durumu hocasına haber verir.

Hocası bu duruma çok üzülür ve şöyle der:

- “Vah vah! Bir testiye bir adam ha! Üzüldüm buna doğrusu!”

Huzurda olanlar söylenenlerden bir şey anlamadıklarını söyleyince, Fakîrullah Hazretleri durumu şöyle açıklar:

- “O atlı adam, İbrahim Hakkı’ya zulmetti. Zulme uğrayan kişi de tek kelimeyle olsun karşılık vermedi ve zâlimi Allah’a havale etti. Yapılan bu zulüm de Allah’ın gayretine dokundu ve zalimi cezalandırdı. Şâyet İbrahim Hakkı da onun zulmüne karşılık verip, ona bir şeyler söyleyecek olsaydı, ödeşeceklerdi. Fakat İbrahim, büsbütün mazlum durumuna düştü. Ben ise ödeştirmek için uğraştım, maalesef muvaffak olamadım.”
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
Arzuhal'im...

5023447422a01ddd506.jpg


"Birkaç yıl önce, bağlı bulunduğumuz Genel Müdürlük; Dört arkadaşımla
birlikte, beni bir ilimizde, memur statüsünde işçi almak üzere
görevlendirmişti. Sözünü ettiğim ilde on personel alacaktık ve bunlar il
müdürlüğü bünyesinde görevlendirilecekti.
Biz beş arkadaş birleşerek, sözünü ettiğim ile gittik.

Önceden ayrılan bir misafirhaneye indik. İle gelişimizi kimsenin duymasını
istemiyorduk. Beşimizin de kanaati oydu ki, hak edeni kazandıralım, siyasi
ve diğer baskılara boyun eğmeyelim.

Biliyorduk ki, katılım yoğun olacak ve herkes bir referansla bizi rahatsız
edecekti, çünkü Türkiye'nin gerçeği buydu.
Bunun için çok dikkatli davranıyorduk.

İle ikindi vakti gittik. İkindi namazını kılmak için tarihi bir cami olup
olmadığını sorduk. Biliyorduk ki bu ilimiz cami bakımından biraz fakirdi.
Tarihi bir cami olduğunu söylediler. Beş arkadaş, arabamıza atlayarak
oraya gittik.

Kimse bizi tanımıyor, zaten cami de şehrin biraz dışında. İkindi namazı
kılınmış, caminin avlusu boş. Beşimiz de şadırvana oturarak abdest almaya
başladık. Ayakkabılarımı çıkarıp çoraplarımı da sıyırmaya başlamıştım ki,
ayaklarımın önüne bir takunya kondu.Bu takunyaları önüme kim bıraktı diye
başımı kaldırınca, yüzüme tebessümle bakan, yirmibeş yaşlarında bir gençle
karşılaştım:

'Ben buraları bilirim, siz yabancıya benziyorsunuz; namaz kılana hizmet,
Allah?ın rızasını kazandırır. Allah kabul etsin!'
dedi.

Gencin tebessümü, davranışı bizi çok etkiledi.

Sordum: 'Sen kimsin? Adın nedir?'

'Adım Bilâl. Bu mahallede oturuyorum.'

Bir an abdest almayı bırakarak, gençle ilgilenmeye başladım.

'Ne işle meşgulsün Bilâl?'

'Şimdilik işim yok. Ama inşallah yakında işe gireceğim.'

'Nasıl olacak o?' dedim.

Yüzüne huzurun ve mutluluğun tebessümünü kuşanarak:

'Üç gün sonra ......... Müdürlüğünde sınavla adam alınacak. Rabbim, oraya
girmeyi nasip edecek inşallah' dedi.

Arkadaşlarım da abdest alırlarken, Bilâl'le aramızda geçen bu diyaloğa
kulak vermişlerdi.

'Peki Bilâl, bu zamanda işe girmek zor, senin torpilin var mı?
Referansın kim? İşe nasıl gireceksin?'

Bilâl'in o mütevekkil halini hiç unutamıyorum!
Hepimizin üzerinde bomba tesiri oluşturacak sözü söyleyiverdi:

'Benim referansım Allah (cc)'tır; ne güzel vekildir O. Dün gece O'na
dilekçemi sundum. Hiç yetimin duasını geri çevirir mi O?'

Yâ Rabbi! Ne işe tutulmuştuk! Ağlamamak için kendimi zor tutuyordum.
Gözlerimin buğulandığını ona göstermemeliydim.

'Bilâl, baban yok mu?'

'Yok, ben üç yaşındayken ölmüş. Anneciğim büyüttü beni.'

Temiz bir saflık üzerindeydi. Bütün söylediklerini gönülden söylüyordu.
Bu, o kadar meydanda idi ki, kalbi adeta yüzüne vurmuştu.

'Askerliğini yaptın mı?'
'Yaptım ya, hem de çavuş olarak.'

'Evli misin Bilâl?' Bir anda gözleri yere düştü.

Yine o mütevekkil hâli bütün yüzünü kaplamıştı.

'He ya, evli değil de sözlüyüm. İnşallah, işe girer girmez hemen düğünümü
yapacağım!'

'Ama Bilâl, üç gün sonraki sınav için o kadar kesin konuşuyorsun ki,
sanki kazanmış gibisin!'

Gözlerini ufka dikti, daldı, sustu ve biraz sonra:

'Ben Rabbimi seviyorum, inanıyorum ki O da beni seviyor. Seven sevene
yardım etmez mi?'

Ona söyleyecek lâf bulamıyordum.

Allah, bizi kocaman kocaman(!) müdürleri, Bilâl kuluna hizmet etmek için
oraya göndermişti, adeta.

Kim müdür, kim garibandı?

Bilâl dilekçesini büyük makama verince, melekler harekete geçtiler,
daireler, müdürler harekete geçtiler ve hep birlikte ona koşmaya
başladılar; çünkü emir büyük makamdandı.

Allah'a malik olan insanın mahrumiyeti söz konusu olabilir miydi?

Sormaya devam ettim:

'Bari Bilâl, evlenecek kız bulabildin mi? Bu zamanda hem yetim, hem de
işsize kim kız verir ki?'

Başını salladı ve 'doğru' diyerek ekledi:

'Zor nişanlandım ya. Allah razı olsun, kayınpederim olacak olan insan,
'Sözde Müslüman' değil, hakiki mü'min.

'Bu zamanda namazında-niyazında damat nerde bulunur, hem rızkı veren
Allah'tır' dedi ve kızını bana verdi. Rabbim rızkımızı verecek inşallah.'

Bilâl lise mezunuydu. Üçyüz kişinin katıldığı yazılı sınavı başarıyla
geçti. Ve bizler, önümüze sunulan -Bakanlık dahil- tüm referansları bir
kenara koyarak, Bilâl'in referansını en öne koyduk.

Mülakât gününe kadar bizi göremedi. Mülâkata girdiğinde karşısında bizi
görünce birden şaşırdı, yüzü kızardı ve gözleri yere düştü.

Sessizliği bozdum: 'Bilâl, bizi tanıdın mı?'
'Evet!' 'Peki ne diyeceksin şimdi?' Ağlamaya başladı. Çocuk gibi
ağlıyordu. İster istemez bizler de ona uyduk. Sabah makamında hıçkırıklar
boğazımızda düğümlenmişti. Bilâl, ellerini kaldırdı ve dua etmeye başladı:

'Ey Rabbim, ben niyazımı Sana sunmuştum. Hâlimi Sana açmıştım. Şimdi
burdaki müdürlerime karşı mahcubum. Ey Allah'ım, ben Sen'den başkasından
istememeyi istedim, Sen'den, yine de öyleyim.'

Sessizlik odayı doldurmuştu. 'Ne olur bana izin verin çıkayım'
dedi. 'Peki Bilâl' dedik, 'Güle güle, Allah işini, aşını, eşini mübârek
kılsın!'

Allah'tan isteyenler muratlarına erdiler de gayrısından isteyenler helâk
oldular.

Allah dilerse bütün dünyayı Bilâllere hizmetçi yapar.

Bilâl yüreğine ve saflığına ulaşmak gerek."


{haydi bismillah!}
 

Hasan

Kardeşiniz
Katılım
9 Eki 2006
Mesajlar
6,112
Tepkime puanı
279
Puanları
0
Yaş
53
Konum
KALU BELA
RABBİNE DERDİM VAR DEMİYECEKSİN,DERDİNE DÖNÜP BENİM RABBİM VAR DİYECEKSİN.ALLAH razı olsun arzu çok güzeldi.
 

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
yahu hala kızı netsin sen ya. .
 

dostluk

Kıdemli Üye
Katılım
18 Haz 2007
Mesajlar
5,663
Tepkime puanı
304
Puanları
0
Yaş
50
Konum
istanbul
ÖMRÜMÜ BİR SECADEDE GEÇİRİRDİM


İsa Aleyhisselam bir dağa çıktı. Dağda güneşin harareti altında
ibadet eden yaşlı bir zat gördü. Dedi ki:

-"Niçin kendini güneşten koruyacak soğuk ve sıcaktan muhafaza
edecek bir gölgelik yapmıyorsun?"

Yaşlı abid şöyle cevap verdi:

-"Ey Allah'in Peygamberi! Ben geçmiş Peygamberleri dinledim.
Yedi yüz seneden fazla yaşamayacağım. Bina ile meşgul olacak
zamanim yok."

İsa Aleyhisselam dedi ki:

-"Ben sana hayret edeceğin bir şeyi haber vereceğim. Ahir
zamanda ömürleri yüz seneyi geçmeyecek bir kavim gelir. Onlar
saraylar köşkler inşa eder bağlar bahçeler kurarlar. Bin sene
yaşayacak kimselerin emel ve arzularına sahip olurlar."

Bunun üzerine yaşlı zat şöyle dedi:

-"Onların aklı yok. ValIahi onların zamanına yetişmiş olsaydım ömrümü bir secdede geçirirdim."

Daha sonra İsa Aleyhisselam'a dedi ki .

-"Şu mağaraya gir hayret edecek şeyler göreceksin."

İsa Aleyhisselam mağaraya girdi; içeride taştan bir tabut ve
üzerinde bir ölü vardı. Başucunda taştan bir levhada şu ibareler yazılıidi.

"Ben filan oğlu filan kralın. Bin sene yaşadım. Bin ev-saray inşa
ettirdim. Bin belde kurdurdum. Bin kız ile evlendim. Bin ordu mağlup
ettim. Sonra da dönüşüm gördüğün gibi buraya (kabre) kadardır.
İbret alın ey basiret sahipleri."


ÜSTTE OLMAK!..

Yahya Efendi (!)isimli birisi, Niyazi-i Mısrî ‘yi devrin padişahına gammazlar.

Niyazi-i Mısrî bir adaya sürgün edilir.

Bir müddet sonra Yahya Efendi denilen şahıs da aynı akibete uğrar ve aynı adaya sürgüne gönderilir.

Tevafuka bakınız ki; Yahya Efendi de aynı binada, Niyazi-i Mısrî’nin üzerindeki kata yerleştirilir.

Niyazi-i Mısrî, Yahya Efendiye:

- Ne haber, der, sen de sürgüne geldin!

- Öyle, ama ben üst kattayım, diye cevap verir Yahya Efendi!

Niyazi-i Mısrî nükteyi patlatır:

- Ne fark eder?! Tebbet sûresi de İhlâs-i şerifin üstünde… Ama İhlâs-ı şerif Kur'ân-ı Kerim'in üçte birine muadil!


http://www.ihvanforum.org/yslam-i-hayat/3881-onemly-olan-kyssadan-hisse/



BUZ GİBİ ERİYİP GİDEN NE?

Sıcak bir yaz günü adamın biri buz satıyor,bir yandan da bağırıyordu:
-Sermayesi tükenen adama yardım edin!
Adam bu sözünde haklıydı.Zira buz durmadan eriyip yok oluyordu.Ordan geçmekte olan büyük veli Cüneyd Bağdadi (h.z.),bu sözleri duydu ve bir an durakladı,düşünmeye başladı.Yavaş yavaş benzi sarardı ve olduğu yere yığılıp kaldı.
Etrafına insanlar toplandı ve bir süre sonra Cüneydi Bağdadi(h.z.)kendine geldi.
-Ne oldu sana böyle,dediler.
Oda cevap verdi:
-Tükenmekte olan,adamın bahsettiği buz değil,benim ömrümdür.

http://www.ihvanforum.org/kuran-i-kerim/9633-bir-kyssa-bir-hisse/


Nuh Peygamber zamanında insan ömrü 950 yıl civarında imiş. Bir gün Nuh Nebi ashabıyla sohbet ederken onlara "Ahir zamanda evlatlarımızın ömürleri pek kısa olacak!" demiş. O sırada ashabından biri atılmış:

- Ne kadar kısa olacak ey Allah'ın elçisi!

- Kısa olacak işte, pek kısa.

- Ne kadar ya Rasulallah?

- Hemen şöyle 80-90 yıl kadar.

- O kadar mı kısa olacak ey nebi!?..

- İşte o kadar kısa olacak.

Bu sırada köşede konuşulanları dinleyen birisi sormuş:

- Ya Nuh!. Onlar yeryüzünde ev falan da yapacaklar mı?!..

http://www.ihvanforum.org/yslam-i-hayat/47743-nuh-nebiden-bir-kissa/





!LÜTFEN OKUMADAN GEÇMEYİN ÇOK GÜZEL BİR KISSA OSMAN NÛRİ TOPBAŞ HOCAMIZDAN !





Âişe r.anha annemiz anlatıyor: " sabah namazına doğru Bilal r.a. geldi. Sabah ezanı belki teheccüd ezanı okumaya. Allah Rasulünü çok mahzun gördü. Alnından yaşlar akıyordu ve secde terini ıslatmıştı. Bilal r.a :" Ya Rasulallah ne oldu ki sen bu duruma geldin. " O da buyurdu ki : " Bu gece bana on ayet indi. Al-i imran ın 190-200 arası ayetleri. O beni bu hale getirdi." Ayetlerin kısaca bir tefsirine baktığımız zaman Cenab-ı Hakk bizden tefekür istiyor. Tabi o tefekkür Allah Rasulünü o hale getirdi. Sabaha kadar ağlardı. Malum yerin göğün yaratılışı, gece ve gündüzün birbirini takip etmesi akıl sahipleri için bir ibret olmaktadır. Demek ki İslamla, Kur'an'la bir tefekkür devri başladı. Yani kur'an başında başlayıp son ayetine kadar bizi tefekküre davet ediyor. Derin duygulu düşünmeye davet ediyor. Tabi biz okuyoruz ağlayamıyoruz ayetleri. Bir kişiye bakıp ağlayamıyoruz. Bir gökyüzüne bakıp ağlayamıyoruz. Demek ki ne kadar bir duygu derinliği ne kadar bir kalbi hassasiyete ihtiyacımız var. Kendimizi bir kıyas yaptığımız zaman Allah Resulünün o haliyle. Yine ayetlerin devamında Cenab-ı Hakk bir beraberlik istiyor. Bu beraberlik neticesinde kulda bir ufuk açılacak. Yine yerin göğün yaratıcısını tefekkür edecek. Bu sergi bu sanat harikası kainat insana hazırlandı. Cenab-ı Hakk bu sanat harikası kainat içinde insanın âma ve sağır olarak dolaşmasını istemiyor. Yine Furkanda " Onlara Allah'ın Ayetleri okunduğunda sağır ve kör davranmazlar." Buyuruyor. Sonrasında bu tefekkür neticesinde bu dünyaya geliş sebebi dünyadan gidiş sebebi bu kadar mahlukatın yaratılışı onun bir tefekkürünü Cenab-ı Hakk istiyor. Ya rabbi bunları sen boşuna yaratmadın. Hep tefekkür. Sonra teyidi istiyor kul devamlı sübhanallah diyecek. İlahi azamet karşısında. Ve Cenab-ı hakka iltica edecek. Rabbimiz bu ayetlerin muktezasında kalblerimizi hissedar eylesin.


Mevlana'nın türbesi içinde bulunan sanduka sonradan konulmuş kabrin üzerine. Herkes sandukanın altındaki mezarı merak etmesine rağmen hiç kimse kabre girmeye cesaret edememiş.

Türbeyi ziyarete gelen 4. Murat Mevlana'nın kabrini inmek istemiş. Bütün ısrarlarına rağmen görevliler izin vermeyince, türbeyi merak eden padişah kendince bir yol bulmuş. Sandukadan kabre açılan delikten tespihini içeri atmış. Padişahın tespihini almak için 7 yaşında bir çocuk salınmış içeriye. Çocuk kabre girip çıkmış. Çocuğun dili tutulmuş. Çocuğun o günden sonra bir daha konuşmadığı rivayet edilir.



HASAN MAHİR 'in BİR İSLAM ADAMI HZ. MEVLANA Adlı yazısından İktibastır.

http://www.ihvanforum.org/ruhul-furkan/49833-hz-mevlana-turbesinden-kyssa-kabrinden/

İKİ KISSA



Hz. Ayşe bir defasında Resullullah ve Hz. Zeynep ile birlikte iken yaptığı yemekten yemesi için Hz. Zeynep'e ısrar ediyor. ''Ya yersin ya da bu yemeği yüzüne sürerim!..'' Yemeyince de eliyle yemekten alıp Hz. Zeynep'in yüzüne sürüyor. Bu sırada Efendimiz (a.s.m.) olanları gülerek izliyor ve tabağı alıp Hz. Zeynep'in önüne koyarak '' sen de ona yap'' diyor. Hz. Zeynep de yemekten alıp Ayşe'nin yüzüne sürüyor.



Başka bir zaman Hz. Ayşe ile Hz. Hafsa birlikteyken içeri Hz. Sevde giriyor. Üzerindeki Yemen kürkü ve başörtüsü ile çok şık görünen Sevde'yi görünce kıskanan Hafsa, Ayşe'nin kulağına eğilerek ''birazdan Resulullah(a.s.m) gelecek ve bu kadın çok parlak görünüyor '' diye fısıldıyor. Hz. Ayşe ''Allah'tan kork!..Sakın bir şey yapma!..'' dediyse de ''ne konuşuyorsunuz ?'' diye soran Hz. Sevde'yi ''Tek gözlü Deccal çıkmış da onu konuşuyoruz'' diye kandırıyor. Çok korkan Sevde ''Eyvah!..Ben şimdi nereye saklanacağım?'' diye sorunca hurma dallarının konduğu tozlu ve örümcek ağları ile dolu bir odayı göstererek ''buraya saklan'' diyor.



Az sonra Resulullah(a.s.m.) geldiğinde onları gülmekten konuşamayacak halde buluyor. Olayın aslını öğrenince, korkudan tir tir titreyen Hz. Sevde'yi bulunduğu yerden çıkarıp, yüzünü, üstünü başını elleri ile temizliyor. ''Tek gözlü adam gelmedi ama gelecek.'' açıklaması ile birlikte.


Şimdi;



1. Hamur aynı hamur, malzeme insan. Ama Kur'ânın irşadı ve Resulullah'ın terbiyesi ile ortaya çıkan sonuç muhteşem..( Bkz. Muhtelif kaynaklardan Peygamber hanımlarının faziletleri, ilimleri, takvaları, üstünlükleri)



2. Efendimizin hanımları arasında adaletli (hiç de kolay olmadığı anlaşılıyor..) ve mülâtefeli muamelesine dikkat!..



3. O tek gözlü Deccal'dan ve fitnesinden ne çok korkmamız gerektiğini görüyor musunuz? Bir de onunla musalaha etmek mi? Tövbe!..



4. Mübareklerin kurduğu tezgah nasıl da ters tepti, aksiyle neticelendi!..Bu iş böyledir işte..



5. Birisi Hz. Ebubekir'in diğeri Hz. Ömer'in kızı olan, mü'minlerin anneleri böyle insanî zaaflar gösterirlerse, onların eline su bile dökemeyecek olan biz ahir zaman kadınları, kocalarımızı kıskanmış, hatta bu yolda biraz saçmalamışız, çok mudur?

http://www.ihvanforum.org/yslam-i-hayat/21758-yki-kyssa-cok-hisse/
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
Lokman Hekim - Kıssa

arapayazam7.jpg



Adamın biri Lokman Hekim’ in siyah yüzüne,

kalın ve çatlak dudaklarına

dikkatle bakarak onu hakir görmek istemiş.

Hazreti Lokman, bu ham adama kızmadan

şu hikmetli karşılığı vermiş:

“Yüzümün siyah, dudaklarımın kalın ve çatlak olduğuna

hakaretle bakma. Çünkü elimde olan,

o kalın dudaktan kötü söz çıkarmamak,

siyah yüzü, yanlış bir işle utandırmamaktır.

Kalbim beyaz, sözüm inci gibi olduktan sonra,

yüzümün siyah, dudağımın kalın ouşunun ne ehemmiyeti var.”


Bu insan dedikleri,

El, ayak baş değil.

İnsan mânâyı derler,

Suret ile kaş değil.

_-Kaygusuz Abdal-_
 

Lodos_Rüzgarı

שยรlคtค ๔๏ğгย'...
Katılım
17 Ağu 2009
Mesajlar
1,731
Tepkime puanı
315
Puanları
0
Konum
İsT..
hatta bir rivayete göre yşne aynı şekilde ayıplanır Lokman Hekim!..
Ama verdiği cevap etkileyici:
-nakışı mı ayıplıyorsun yoksa nakkaşı mı?..
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
İBRET YÜKLÜ BİR RÜYA


Mehmet Akif her sabah namaz için Sultan Ahmet Camii’ne gelir. Her gelişinde de yaşlı bir adamın kendisinden önce gelmiş olduğunu görür. Ne kadar erken gelse bu durum değişmez. Yaşlı adam mutlaka camiye ondan önce gelmiş bulunur. Ancak bu yaşlı pir-i fâni ve bu nur yüzlü adam hiç durmadan ağlamakta ve gözyaşı dökmektedir. Bundan sonrasını Mehmet Akif şöyle anlatıyor:


Bu yaşlı insanın yanına bir gün sokuldum ve niçin durmadan ağladığını sordum ve ona Cenab-ı Hakk’ın rahmetinin enginliğini anlattım. Ama o yine ağlamasına devam etti. Bana, "derdimi tazeleme, git" dedi. Ben yine ısrar ettim. Çaresiz kaldı ve yine gözyaşları içinde bana şunları anlattı.


“Ben, dedi, II. Abdülhamid zamanında binbaşıydım. Ailem çok zengindi. Ve ben bir subaydım, kışladan ayrılamıyordum. Ancak bir gün anne ve babamın ardarda vefat haberlerini aldım. Ailede benden başka da işlerimizi evirip çevirecek kimse yoktu. Çiftlikler, dükkanlar, mağazalar ortada kalmıştı. Hemen Sadârete(Başbakanlık) bir dilekçe ile müracaat edip istifa etmek istediğimi bildirdim. Sadâretten gelen cevap menfiydi. İstifam kabul olunmamıştı. Ben 2.ci ardından 3.cü bir müracaatta daha bulundum. Ama her defasında aynı cevapla karşılaştım. Bunun üzerine Hünkâra müracaata karar verdim. Bu kararımı Sadârete bildirdim. İsteğim kabul edildi ve mâbeyne alındım. Durumumu Hünkâra vicahi olarak (yüz yüze görüşmemde) anlattım. Elimden geldiğince mazeretimin meşruluğunu ispata çalıştım. Hünkâr istifa talebimden hoşlanmamıştı. Yüz ifadesinden bunu anlamak hiç de zor değildi. İsteksiz bir halde elinin tersiyle işaret etti: “Git, seni istifa ettirdik” dedi.


Ben sevinerek huzurdan ayrıldım, eve döndüm. O gece bir rüya gördüm. Rüyamda Osmanlı ordusu tabur tabur bölük bölük geliyor ve Efendimize teftiş veriyordu. ( Ki bu ordu kısa bir müddet sonra bütün cihana karşı kavga verecekti. Ve bu ordunun teftişini bizzat Efendimiz yapıyordu. ) Yanında 4 Büyük Halife olduğu halde Efendimiz önünden geçen bölük ve taburları teftiş ederken, O’ndan bir adım geride edep ve terbiye içinde, boynu bükük halde II.Abdülhamid de bulunuyordu. Derken benim tabur geçmeye başladı. Ancak tabur dağınıktı. Başlarında kumandanları yoktu.



Efendimiz bunu görünce Abdülhamid Cennetmekana:

"Bu birliğin kumandanı nerede?" diye sordu. O da

"Talebi üzerine istifa ettirdik" cevabını verdi.

İşte o esnada Efendimiz, beni bütün bir ömür boyu ağlatan şu sözü söyledi:

"Senin istifa ettirdiğini biz de istifa ettirdik."


Söyle, bunu duyduktan sonra ben ağlamayayım da kim ağlasın?
Ve Mehmet Akif diyor: Yaşlı adam ağlamasına, inlemesine devam etti. Derdi çok büyüktü. Sessizce yanından uzaklaştım. Zaten başka yapabileceğim bir şey de yoktu. Zira bu pir-i fâni, tesellisini yine Efendimizden bekliyordu. Kabul edildiği müjdesi gelmeden belli ki inlemesi dinmeyecekti.
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
Çöp Kamyonu Kanunu...



Bir gün bir taksiye atladım ve havaalanından hareket ettik.

Sağ şeritte yol alırken siyah bir araba park ettiği yerden aniden yola, önümüze çıktı.

Taksi şoförü sert bir şekilde frene bastı, kaydı ve diğer arabaya çarpmaktan milim farkıyla kurtuldu.

Diğer arabanın sürücüsü camdan başını çıkartıp bağırmaya ve küfretmeye başladı.

Taksi şoförü ona gülümsedi ve içten bir şekilde el salladı.

Ve gerçekten çok arkadaşçaydı.

Taksiciye sordum: 'Neden bunu yaptınız?
Adam neredeyse arabanızı mahvedip ikimizi de hastaneye gönderecekti.'


Taksi şoförü bana, simdi 'Çöp Kamyonu Kanunu' dediğim şeyi öğretti.
Şoför pek çok insanın çöp kamyonu gibi olduğunu açıkladı:
"Birçok insan her tarafta çöp dolu olarak dolaşıyor.

Bunlar kızgınlık, öfke ve hayal kırıklığı dolular.

"Çöpleri " biriktikçe onu bırakacak bir yere ihtiyaç duyuyorlar ve bazen sizin üzerinize bırakabilirler.

Sakın kişisel olarak üstünüze almayın.

Sadece gülümseyin, onlar için iyi şeyler temenni edin ve yolunuza devam edin.

Onların "çöpünü" alıp işyerinize, evinize veya sokaktaki diğer insanlara dağıtmayın.

İşin ana fikri şu ki,

başarılı insanlar, bu "çöp kamyonlarının" günlerini mahvetmesine ve ellerine geçirmesine izin vermezler.

Hayat, sabahları pişmanlıklarla uyanmak için çok kısa; dolayısıyla 'size iyi davranan insanları sevin, iyi davranmayanlar için de dua edin.

' Hayat, %10 onunla ne yaptığınız; %90 onu nasıl alıp karşıladığınızdır.

" İncinsen de incitme... "

" Yüzünü güneşe dönen insan gölge görmez."
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com


Genc bir cift, yeni bir mahalledeki yeni evlerine tasinmislar. Sabah kahvalti yaparlarken, komsu da camasirlari asiyormus. Kadin kocasina ' Bak, camasirlari yeterince temiz degil, camasir yikamayi bilmiyor, belki de dogru sabunu kullanmiyor.' demis. Kocasi ona bakmis, hicbir sey soylememis, kahvaltisina devam etmis.
Kadin, komsusunun camasir astigini gordugu her sabah ayni yorumu yapmaya devam etmis.
Bir ay kadar sonra, bir sabah, komsusunun camasirlarinin tertemiz oldugunu goren kadin cok sasirmis 'Bak' demis kocasina ' Camasir yikamayi ogrendi sonunda, merak ediyorum, kim ogretti acaba ?'

Kocası: 'Ben bu sabah biraz erken kalkip penceremizi sildim' diye cevap vermis.

Hayat boyle degil midir ?


Baskalarini izlerken gorduklerimiz, baktigimiz pencerenin ne kadar temiz olduguna baglidir. Birini elestirmeden ve hemen yargilamaya davranmadan once zihin durumumuza bakmak ve 'iyi' olani gormeye hazir olup olmadigimizi farketmek guzel bir fikir olabilir ...


Asrın mütefekkirinin de söylediği gibi
Güzel gören, güzel düşünür. Güzel düşünen, hayatından lezzet alır...
 
Üst