eylül
Veled-i kalbî
Hicretin yedinci yılı, Muharrem ayı...
Hudeybiye Antlaşması’nın hemen sonrası...
Rahmân’ın âlemlere rahmet olarak gönderdiği ümmî elçisi Efendimiz -aleyhissalâtu ve’s-selâm-, vahiy kâtiplerini çağırarak hikmetli ve müsamahakâr ifadelerle altı adet mektup yazdırdı. Mektuplarının altına, gümüşten yüzüğünün «Muhammed Rasûlullah» nakışlı kaşıyla mührünü vurdurup* altı sahâbîsini; yürekli, yiğit ashâbı arasından elçi olarak seçti.
İslâm’ın ilk diplomatları olan bu elçiler; Allah Rasûlü’nün risâlet tebliğini, hükümdarlara ulaştıracaklardı. Kur’ân mesajının bütün dünyaya neşri için seçilmişlerdi. Hitâbetleri mükemmel, fetânetleri keskin, özgüvenleri tam ve temsil keyfiyetleri yüksekti.
“İtâat Allâh’a ve O’nun Rasûlü’nedir. Ey Allâh’ın Rasûlü! Bize istediğinizi emrediniz! Bizleri istediğiniz yerlere sevk ediniz! Vallâhi, hiçbir şeyde Size muhalefet etmeyiz.” dediler.
Tehlikeli bir seferdi bu. Daha önce bilmedikleri uzak memleketlere gideceklerdi. Gittikleri insanların dillerini, huy ve karakterlerini bilmiyorlardı. Onları, kısmen tebaaları olan bir milletin dînine girmeye ve bâtıl dinlerini bırakmaya davet edeceklerdi. Bu sefere çıkan, kelleyi koltuğuna almış; bu seferden dönen, yeniden doğmuş demekti.
Bu bahtiyar altı yolcudan birisi de, Abdullah İbn-i Huzâfe es-Sehmî -radıyallâhu anh- idi.
Îmânıyla ilklerden, sabrı ve sebatıyla fedâkâr çilekeşlerdendi. Hasebi itibarıyla Kureyş’in Benî Sehm kabîlesinden; nesebi, Nebîler Sultanı’nın pâk nesebiyle birleşenlerdendi. Bütün hicretlere katılmış muhâcirlerden, bütün harplere iştirak etmiş mücâhidlerdendi.
Aynı zamanda latîfeli sözleri ve hoş şakalarıyla etrafına hep neşe veren bir kişiydi.
Hattâ bir gün Allah Rasûlü’ne şikâyet sadedinde; «Kardeşimiz Abdullah bizleri sık sık güldürüyor!» dediklerinde; Efendiler Efendisi onu tezkiye ederek;
“Onun bilmediğiniz kendine mahsus hâlleri var! Zira Abdullah, Allah ve Rasûlü’nü çok sever. Sevenle sevilenin arasına girmeyin!” buyurmuştu. (İbn-i Asâkir, Târîh u Medinet-i Dımaşk, 37/360)
Yine bir başka gün, sefer esnasında, hissettirmeden Hazret-i Peygamber’in bindiği devenin yularını çözmüştü. Neredeyse Allah Rasûlü devesinden düşecekti. Fıtratları çok iyi tesbit eden Efendimiz; edebe mugâyir görünse de iyi niyetle yapılan bu şakayı hoş karşılamış, incilerden daha güzel mübarek dişleri görünecek şekilde gülmüştü. (el-İstiâb, 3, 890)
Şimdi ise onu çok ciddî bir vazifeyle, «İran Kisrâ»sı Perviz’e gönderecekti. Habîb-i Kibriyâ Efendimiz, nurlu hidâyet mektubunda, kisrâya şöyle sesleniyordu:
“Bismillâhirrahmânirrahîm!
Allâh’ın Rasûlü Muhammed’den, Farsların büyüğü kisrâya!
Hidâyete uyup doğru yolu tutanlara, menendi olmayan Allâh’ın yegâne mâbûd olduğuna, Muhammed’in de O’nun kulu ve Rasûlü olduğuna şahâdet getirenlere selâm olsun!
Seni, Allâh’a îmâna davet ediyorum! Çünkü Ben; Allah Azîmuşşân’ın, kalbi diri ve aklı başında olanları uyarmak; kâfirler hakkında ise azap sözünü gerçekleştirmek için, bütün insanlara göndermiş olduğu Peygamberiyim! Müslüman ol, selâmet bul! Davetimden yüz çevirir ve ikrardan kaçınırsan, bil ki; bütün mecûsîlerin günahı senin boynunda kalır!”
Hudeybiye Antlaşması’nın hemen sonrası...
Rahmân’ın âlemlere rahmet olarak gönderdiği ümmî elçisi Efendimiz -aleyhissalâtu ve’s-selâm-, vahiy kâtiplerini çağırarak hikmetli ve müsamahakâr ifadelerle altı adet mektup yazdırdı. Mektuplarının altına, gümüşten yüzüğünün «Muhammed Rasûlullah» nakışlı kaşıyla mührünü vurdurup* altı sahâbîsini; yürekli, yiğit ashâbı arasından elçi olarak seçti.
İslâm’ın ilk diplomatları olan bu elçiler; Allah Rasûlü’nün risâlet tebliğini, hükümdarlara ulaştıracaklardı. Kur’ân mesajının bütün dünyaya neşri için seçilmişlerdi. Hitâbetleri mükemmel, fetânetleri keskin, özgüvenleri tam ve temsil keyfiyetleri yüksekti.
“İtâat Allâh’a ve O’nun Rasûlü’nedir. Ey Allâh’ın Rasûlü! Bize istediğinizi emrediniz! Bizleri istediğiniz yerlere sevk ediniz! Vallâhi, hiçbir şeyde Size muhalefet etmeyiz.” dediler.
Tehlikeli bir seferdi bu. Daha önce bilmedikleri uzak memleketlere gideceklerdi. Gittikleri insanların dillerini, huy ve karakterlerini bilmiyorlardı. Onları, kısmen tebaaları olan bir milletin dînine girmeye ve bâtıl dinlerini bırakmaya davet edeceklerdi. Bu sefere çıkan, kelleyi koltuğuna almış; bu seferden dönen, yeniden doğmuş demekti.
Bu bahtiyar altı yolcudan birisi de, Abdullah İbn-i Huzâfe es-Sehmî -radıyallâhu anh- idi.
Îmânıyla ilklerden, sabrı ve sebatıyla fedâkâr çilekeşlerdendi. Hasebi itibarıyla Kureyş’in Benî Sehm kabîlesinden; nesebi, Nebîler Sultanı’nın pâk nesebiyle birleşenlerdendi. Bütün hicretlere katılmış muhâcirlerden, bütün harplere iştirak etmiş mücâhidlerdendi.
Aynı zamanda latîfeli sözleri ve hoş şakalarıyla etrafına hep neşe veren bir kişiydi.
Hattâ bir gün Allah Rasûlü’ne şikâyet sadedinde; «Kardeşimiz Abdullah bizleri sık sık güldürüyor!» dediklerinde; Efendiler Efendisi onu tezkiye ederek;
“Onun bilmediğiniz kendine mahsus hâlleri var! Zira Abdullah, Allah ve Rasûlü’nü çok sever. Sevenle sevilenin arasına girmeyin!” buyurmuştu. (İbn-i Asâkir, Târîh u Medinet-i Dımaşk, 37/360)
Yine bir başka gün, sefer esnasında, hissettirmeden Hazret-i Peygamber’in bindiği devenin yularını çözmüştü. Neredeyse Allah Rasûlü devesinden düşecekti. Fıtratları çok iyi tesbit eden Efendimiz; edebe mugâyir görünse de iyi niyetle yapılan bu şakayı hoş karşılamış, incilerden daha güzel mübarek dişleri görünecek şekilde gülmüştü. (el-İstiâb, 3, 890)
Şimdi ise onu çok ciddî bir vazifeyle, «İran Kisrâ»sı Perviz’e gönderecekti. Habîb-i Kibriyâ Efendimiz, nurlu hidâyet mektubunda, kisrâya şöyle sesleniyordu:
“Bismillâhirrahmânirrahîm!
Allâh’ın Rasûlü Muhammed’den, Farsların büyüğü kisrâya!
Hidâyete uyup doğru yolu tutanlara, menendi olmayan Allâh’ın yegâne mâbûd olduğuna, Muhammed’in de O’nun kulu ve Rasûlü olduğuna şahâdet getirenlere selâm olsun!
Seni, Allâh’a îmâna davet ediyorum! Çünkü Ben; Allah Azîmuşşân’ın, kalbi diri ve aklı başında olanları uyarmak; kâfirler hakkında ise azap sözünü gerçekleştirmek için, bütün insanlara göndermiş olduğu Peygamberiyim! Müslüman ol, selâmet bul! Davetimden yüz çevirir ve ikrardan kaçınırsan, bil ki; bütün mecûsîlerin günahı senin boynunda kalır!”